KAPİTALİZM
VE EKONOMİK KRİZ
Bu
yazımızda sermayenin ve tekellerin, dünya mali sektöründe, dünya
ticareti ve uluslararası üretim ve hizmet sektörü alanlarında
nasıl iç içe geçtiklerini ve emperyalist ülkelerde ve bütün
dünya ekonomisinde konjonktürel senkronluğa nasıl yol açtıklarını
ana hatlarıyla ele alacağız.
Kapitalizmin
ve ekonomik krizlerin tarihine baktığımızda bu sefer, küresel
olarak krize doğru gidişin veya bazı emperyalist ülkelerde
ekonomik krizin patlak vermiş olması durumunun daha önceki
dönemlerden farklılıklar arz ettiğini görüyoruz. Krize doğru
gidiş, bu sefer dünya ekonomisinin kıyı bölgelerinde;
emperyalizme bağımlı “gelişen” ülkelerde veya “yükselen
pazarlarda” değil, emperyalist ülkelerde, G-7 devletlerinde
başlıyor ve bütün dünya ekonomisini kendi girdabına çekiyor.
Bu sefer, hiçbir banka, hiçbir tekel, hiçbir “kötü” yönetim,
hiçbir yolsuzluk olayı “günah keçisi” yapılamıyor: “Suçlu”,
bizzat kapitalizmin kendisi. Modern kapitalizm veya
uluslararasılaşmış kapitalizm, dönemsel ekonomik krizleriyle
tanıdığımız eski kapitalizm olduğunu bir daha kanıtlıyor.
1974/75 krizinden bu yana ilk defa, bütün büyük/önemli
ekonomilerin farklı dönemlerde değil, aynı dönemde krize doğru
inişe geçtiklerini görüyoruz.
Japonya,
‘90’lı yıllardaki sefil durumundan kurtulamadı. Japon
ekonomisi adeta dökülüyor. İşsizlik oranı 2001’de yüzde
5’ten yüzde 5,7’ye çıkıyor (güncel durum). Böylece II.
Dünya Savaşı sonrasının rekor seviyesine ulaşmış oluyor.
Amerika’da işsizlik oranı 2001 yılı itibariyle yüzde 4,8’den
bugün itibariyle yüzde 5,6’ya yükseldi. Sadece 4 hafta içinde
500 bin insan işten atıldı. Amerikan ekonomisi geçen yılın
üçüncü çeyreğinden itibaren kriz içinde. Diğer NAFTA ülkeleri
Kanada ve Meksika’da da krize doğru gelişme söz konusu.
Amerikan
ekonomisinde geriye doğru gidişin nedeni, önce, 11 Eylül
saldırısında arandı. Ama inandırıcı olmadı(1).
Dünya
Ticaret Merkezine yapılan saldırı, bir gerçeği bir anda, bütün
çıplaklığıyla açığa çıkardı: Uluslararasılaşan,
burjuvazinin deyimiyle küreselleşen kapitalist sistem, oldukça
yaralanabilir, oldukça kompleks olmuştu. Üretimin toplumsallaşma
boyutunun gösterdiği gibi, anakronik olan bu sistem, artık, sadece
istikrarlı ve güvenli nakliyat ve iletişim vasıtasıyla işlevli
olabiliyor ve çalışabiliyor.
Tehlikeye
düşen veya maruz kalan, şu veya bu tekelin değil, çok uluslu
tekellerin dünya çapında kurdukları bütün ağın/örgütlenmenin
sağlamlığı ve işleyiş biçimiydi. Katmerli üretim örgüsü,
çok uluslu tekellerin “anne- kız” ilişkileri, dünya
ticaretinin nakliyat yolları ve pazar sorunu, petrol ve doğal gaz
boru hatları ağı, iletişim ve başka “world-wide-webs”, mali
dolaşım vb. bütün bunlar, oldukça yaralanabilir olduklarını
gösterdiler. Tehlikeye maruz kalan, ne şu veya bu tekel veya ne de
şu veya bu sektör. Tehlikeye maruz kalan, oldukça entegre olmuş,
oldukça uluslararasılaşmış dünya ekonomisinin bütün
altyapısıdır.
Uluslararasılaşma
sadece teknolojiye ve işletmeciliğe özgü bir olgu değildir. Bu,
öncelikle sermaye içerikli, sermayeye özgü bir olgudur.
Ticaret
sermayesi, faiz taşıyan sermaye, üretici sermaye (ticaret, banka
ve üretim) bugün uluslararası çapta yeni boyutlarda iç içe
geçmiştir ve uluslararası bir sermayenin oluşmasının maddi
koşullarını düne göre; 20. yüzyılın başına göre (aynı
yüzyılın sonunda) daha çok oluşturmuştur.
I.
KAPİTALİST ÜRETİM BİÇİMİNİN BÜYÜMESİ VE GENİŞLEMESİ
1)
Dünya ekonomisinin büyüme seyri
Dünya
çapında meta ve hizmet üretimi 1970’de 4 trilyon dolardan 2000
yılında 30 trilyon dolara çıkıyor. 1970’den 1980’e dünya
üretimi yaklaşık üç misli; 1980’den 1990’a yaklaşık iki
misli ve 1990’dan 2000’e de yüzde 25 oranında artıyor.
1970’den sonraki üç on sene içinde dünya ekonomisi 8 misli
büyümüş oluyor. Büyüme oranlarına baktığımızda, büyümenin
on seneden on seneye giderek düşen oranlarda gerçekleştiğini
görüyoruz. Mutlak büyüklük artıyor, ama artış oranları
küçülüyor. 2000 yılının yüzde biri, 1970 yılının yüzde
8’ine eşit oluyor. Mutlak değer bakımından dünya ekonomisi,
1970-1980 arasında 8 trilyon dolar, 1980-1990 ve 1990-2000 arasında
da onar trilyon dolar büyüyor.
1970’de
dünya ticareti (ihracat), dünya brüt üretiminin ancak yüzde
10’una tekabül ediyor. Bu, 1970 yılında sermayenin
uluslararasılaşmasının boyutun gösterir. 1980’e kadar dünya
ihracatı yüzde 600 oranında artıyor ve o dönemki dünya
üretiminin yüzde 20’sine tekabül ediyor. Bu da, 1980’de
sermayenin uluslararasılaşmasının boyutunu gösterir. 1980-1990
arasında dünya ihracatı ve dünya üretimi, yaklaşık aynı hızda
artıyor. 1990-2000 arasında ise dünya ticareti, dünya üretimine
nazaran daha hızlı artıyor ve dünya üretiminin yüzde 24’üne
tekabül ediyor. Bu da 2000 yılında sermayenin
uluslararasılaşmasının boyutunu gösterir.
2)
Üç rekabet merkezinde sanayi üretiminin büyümesi
Sanayi
üretimi, dünya üretiminin çekirdeğini oluşturur. Üç rekabet
merkezinde de (AB, ABD, Japonya) sanayi üretiminin, 1961’den bu
yana dünya üretimi gibi büyüdüğünü görüyoruz. Yani on
seneden on seneye giderek düşen büyüme oranları söz konusu
oluyor.
Şüphesiz
burada belirtilen 10 senelik aralıklar, keyfidir. Sermaye
hareketinin devreviliğini ele vermez. Ama büyüme eğilimini
göstermek bakımından yeterlidir.
Tablo
I: Üç rekabet merkezinde sanayi üretiminin büyümesi,
1961-2000 (%)
|
||||||
Dönemler
|
İngiltere
|
Almanya
|
Fransa
|
AB
(15 ülke)
|
ABD
|
Japonya
|
1961-1970
|
2,5
|
5,3
|
5,0
|
-
|
4,9
|
13,6
|
1971-1980
|
1,0
|
1,9
|
3,0
|
-
|
-2,8
|
4,6
|
1981-1990
|
2,1
|
1,9
|
1,0
|
1,9
|
2,2
|
4,0
|
1991-2000
|
1,8
|
0,7
|
2,0
|
1,7
|
4,4
|
-0,7
|
En
dengesiz büyüme oranlarını İngiliz ve Amerikan sanayi üretiminde
görüyoruz. Verilen dönemlerde İngiltere’de sanayi üretiminin
büyüme oranları yüzde 2,5’ten yüzde 1’e düşüyor. Sonra
yüzde 2,1’e çıkıyor ve yeniden yüzde 1,8’e düşüyor.
Amerikan
sanayiinde yüzde 4,9’luk büyümeyi yüzde 2,8’lik mutlak
küçülme takip ediyor. Amerikan sanayi 1990-2000 arasında
1981-1990’a göre oransal olarak iki misli büyüyor. Büyüme
oranlarının istikrarlı bir şekilde küçülüşünü Alman,
Fransız ve Japon sanayi üretiminde de görüyoruz. Durumu en sefil
olan Japon sanayi üretimi; 1961-1970 arasındaki yüzde 13,6 gibi
devasa büyüme ve 1992-2000 arasında yüzde 0,7 oranında mutlak
küçülme!!
3)
Üç Rekabet Merkezinde Gayri Safi Yurt İçi Üretimin Büyümesi
(Tablo II)
Tablo
II: Gayri safi yurt içi üretim, 1960-2000 (milyar avro
ve %)
|
||||||||||
Yıllar
|
AB(15)
|
%
|
ABD
|
%
|
Japonya
|
%
|
Üç
merkez
|
%
|
Dünya
|
%
|
1960
|
306
|
-
|
490
|
-
|
42
|
-
|
838
|
-
|
100
|
-
|
1970
|
748
|
4,9
|
1003
|
4,2
|
199
|
10,1
|
1950
|
2,3
misli
|
3952
(1)
|
-
|
1980
|
2478
|
3,0
|
1990
|
3,3
|
762
|
4,4
|
5230
|
6,2
misli
|
11808
|
3
misli
|
1990
|
5272
|
2,4
|
4515
|
3,2
|
2752
|
4,0
|
12539
|
15
misli
|
22519
|
5,7
misli
|
2000
|
8413
|
1,9
|
9425
|
3,1
|
4812
|
1,4
|
22650
|
27
misli
|
31647
|
8
misli
|
1)
Satın alma gücü paritesine göre
|
ABD’de
gayri safi yurt içi üretim 1960’dan 1970’e ve 1970’den 1980’e
her dönem için iki misli, 1980’den 1990’a 2,25 misli, 1990’dan
2000’e ise 2,1 misli büyüyor. 10 yıllık büyüme oranları ise
1960-1970 arasında yüzde 4,2; 1970-1980 arasında yüzde 3,3;
1980-1990 arasında yüzde 3,2, 1990-2000 arasında yüzde 3,1 olarak
gerçekleşiyor. Belirtilen üretim 2000’den 2001’e ancak yüzde
1,2 ve 2001’den 2002’ye de yüzde 2,3 oranında büyüyor.
AB’de
(15 ülke) ise gayri safi yurt içi üretim, 1960’dan 1970’e 2,5
misli; 1970’den 1980’e 3,3 misli; 1980’den 1990’a 2 misli ve
1990’dan 2000’e ise 1,6 misli büyüyor. 10 yıllık büyüme
oranları ise 1960-1970 arasında yüzde 4,9; 1970-1980 arasında
yüzde 3; 1980-1990 arasında yüzde 2,4, 1990-2000 arasında yüzde
1,9 olarak gerçekleşiyor. Üretim, 2000’den 2001’e yüzde 1,5
ve 2001’den 2002’ye de yüzde 1,4 oranında büyüyor.
Japonya’da
gayri safi yurt içi üretim 1960’dan 1970’e 5 misli; 1970’den
1980’e 3,8 misli; 1980’den 1990’a 3,6 misli ve 1990’dan
2000’e de ancak 1,75 misli artıyor. 10 yıllık büyüme oranları
ise 1960-1970 arasında yüzde 10,1; 1970-1980 arasında yüzde 4,4;
19801990 arasında yüzde 4, 1990-2000 arasında ancak yüzde 1,4
olarak gerçekleşiyor. Üretim, 2000’den 2001’e yüzde 0,5 ve
2001’den 2000’e de yüzde 1,5 oranlarında mutlak küçülüyor.
Bu
veriler, gayri safi yurt içi üretimin büyüme oranlarının,
sanayi üretiminde de gördüğümüz gibi, 1960-2002 arasında
giderek küçüldüğünü gösteriyorlar.
1970-1990
arasında üç merkezin toplam gayri safi yurt içi üretimi dünya
üretiminin 1970’de yüzde 49’una 1980’de yüzde 44’üne
1990’da yüzde 55’ine ve 2000’de de yüzde 71’ine tekabül
ediyordu.
4)
“Gelişen Ülkeler”de Ekonomik Büyüme
ABD
hariç, emperyalist ülkelerde gördüğümüzü, “gelişen
ülkeler”in gayri safi yurt içi üretimi seyrinde göremiyoruz
(2). Bu ülkelerde üretimde büyüme oranlarının sürekli bir
düşüşü söz konusu değil. Ama gayri safi yurt içi üretimin
büyümesi, her bir ülke için oldukça farklı boyutlarda. Bu
farklılığın nedeni, her bir ülkenin konumunun ve yapısal
özelliklerinin farklı olmasında aranmalıdır. Bu farklılıkta
ülkenin emperyalizme, yabancı sermayeye bağımlılık derecesi,
ülke içi gelişmeler vb. de önemli rol oynar. Konumuzu doğrudan
ilgilendirmediği için yukarıdaki verileri analiz etmeyeceğiz. Bu
verilerle göstermek istediğimiz şu: Üç rekabet merkezi ve
gelişen ülkelerle ilgili veriler, aynı eğilimi göstermiyorlar.
Üç rekabet merkezinde üretimin büyüme oranlarının sürekli
düştüğünü, küçüldüğünü, gelişen ülkelerde ise böyle
bir eğilimin genel anlamda olmadığını görüyoruz. (Örneğin
Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinde gayri safi yurt içi üretim
2000’den 2001’ye yüzde 3,7 ve 2001’den 2002’e de yüzde 2,9
oranında, Doğu Asya ülkelerinde yüzde1,1 ve yüzde 3 oranlarında
büyürken, Latin Amerika’da büyüme oranı aynı kalıyor (yüzde
0 olarak kalıyor). Üç rekabet merkezi ile ilgili veriler, bu
ülkelerde ekonominin krize doğru geliştiğini gösteriyorlar.
“Gelişen ülkeler” açısından böyle bir eğilim
genelleştirilemez. Bu durumda, “gelişen ülke” ekonomileri,
dünya ekonomisinin krize doğru evrilmesinde olumsuz bir faktör
olmuyorlar.
Bu
tehlike emperyalist ülkelerden geliyor.
II.
DÜNYA TİCARETİ VE ÜLKE EKONOMİLERİNİN İÇ İÇE GEÇMİŞLİĞİ
2001
yılının başında, ABD’de kriz göstergeleri çoklaşmaya
başladığında AB ülkelerinde resmi ağızlar, Avrupa’nın
ABD’deki gelişmeden etkilenmeyeceğini iddia ediyorlardı. Bunun
nedeni olarak da, ABD’nin AB dış ticaretindeki payının sadece
yüzde 10 olduğu gösteriliyordu. Bunun ötesinde AB’nin dünyanın
“en dinamik ekonomi alanı” olduğu öne sürülüyordu. Bu resmi
ağızlardan birisi olan Almanya Başbakanı G. Schröder, “Avrupa,
dünyanın büyüme motorudur” diyecek kadar ileri gidiyordu.
Ama birkaç ay sonra Avrupa’nın dinamikliğinden eser kalmamıştı.
“Dinamik” Avrupa uyuşuk Avrupa’ya dönüşmüştü. Avrupa,
ABD ile birlikte konjonktürel gerileme girdabına kapılmıştı.
AB
ekonomisini, Amerikan lokomotifi çekiyordu ve çekiyor. Euro Alanı
dış ticaretinin yarası, AB dışı ülkelerle yapılıyor; AB
ihracatında yüzde 30 payı olan Almanya, ihracat gelirinin yüzde
56’sını Avro Alanı dışı ülkelerden elde ediyor.
Bunun
ötesinde, daha da önemli olan, avro ülkelerinin kendi dışındaki
ülkelerle ve bütün AB’nin kendi dışındaki ülkelerle
ticareti, geçen yüzyılın ‘90’lı yıllarında iç ticaretten
daha güçlü artmıştır. (WTO 2001. World trade developments, 2000
and the first half of 2001, s. 5) Sayılarla somutlaştırırsak:
1990-2000 arasında AB içi ihracat yüzde 42 oranında, dışarıya
karşı blok ihracat ise yüzde 62 oranında artmıştır.
(WTO’nun
hesaplaması. Agy., s. 171). 2000 yılında AB iç ticareti dolar
bazında oldukça önemsiz artmıştı. 2000 yılında AB’nin
toplam dünya ticaretindeki payı ‘90’lı yıllardaki düşük
seviyesindeydi (Agy., s. 5). Yani geçen yıllarda artan talep, AB
dışından geliyordu.
WTO’nun
değerlendirmesi: “Batı Avrupa’nın Kuzey Amerika’ya ihracatı,
gelişen Asya ve Latin Amerika, 90’lı yıllarda ortalamanın
üstünde bir büyüme sağlamışlardır. Bu da, bu bölgelerin
bütün dünyada en dinamik ithalatçılar olduğunu gösterir”
(Agy., s. 8).
Tam
da bu bölgeler bugün ABD’deki konjonktürel düşüşten doğrudan
etkileniyorlar. Yani bu bölgeler, Amerikan ekonomisinin seyrinden
olumsuz etkilendikleri için Batı Avrupa’dan ithalat yapamamaları
veya bu ithalatın gerilemesi, Batı Avrupa’da üretimi olumsuz
etkiliyor ve bu da Batı Avrupa’da üretimin gerilemesine neden
oluyor.
Tablo
III: ABD-AB-Asya (*) Ticareti (milyar dolar) ABD’nin İhracatı
|
|||
1990
|
2000
|
Artış
%
|
|
Asya’ya
|
104,9
|
195,2
|
80
|
AB’ye
|
98,1
|
164,8
|
68
|
Asya’dan
|
182,8
|
424,4
|
132
|
AB’den
|
91,8
|
220,4
|
140
|
*)
Filipinler, Endonezya, Malezya, Tayland, Hong Kong, Kore, Tayvan,
Japonya ve Çin. Kaynak: US-Census Bureau. Bureau of Economic
Analyses
|
ABD,
dünya üretiminin yüzde 30’unu üretiyor ve 1996’dan bu yana da
dünya çapında ekonomik büyümedeki yaklaşık ağırlığı yüzde
40 (Bkz. Die Zeit, 6. 9. 2001). Sadece “sanayi ülkeleri” gayri
safi yurt içi üretimindeki ağırlığı ise yüzde 42 (Bkz.: Die
Lage der Wirtschaft und der Deutschen Wirtschaft im Frühjahr 2002).
Amerikan
ithalatı geçen yüzyılın 90’lı yıllarında ikiye
katlanmıştır. 2000 yılında dünya ithalatının beşte biri
Amerika tarafından yapılıyordu. 2000 yılında ABD’nin dünya
ithalatındaki payı yüzde 18,9, ama dünya ihracatındaki payı da
yüzde 12,9’du. ABD’nin AB’den ithalatı 1990 yılına göre
2000 yılında yüzde 140 oranında, Asya’dan ithalatı yüzde 132
oranında artmıştı.
Amerikan
ekonomisinde durgunluk, bu bölgelerden ithal edilen metalara olan
talebin gerilemesi anlamına gelir. Yani bölge ülkelerinin ABD’ye
ihracatları zorlaşır/geriler. Bu, Güneydoğu Asya, Latin Amerika
ülkeleri ve Kanada ve Meksika için üretimin artışı/büyümesi
bakımından devasa zorluk demektir. Çünkü bu bölgelerin
ihracatının yüzde 50’den fazlası ABD’nin ithalatına bağlı.
Bu bağımlılık, bu ülkelerin Amerikan ekonomisinin
tamamlayıcıları durumuna getirmiştir. Özellikle de Güneydoğu
Asya ülkeleri, “Asya kaplanları” denen ülkeler, Asya
(Güneydoğu Asya) krizinden sonra Amerikan tekellerinin bir
“monokültür”ü durumuna düşmüşlerdir. Esas itibariyle
Amerikan “yeni ekonomi”sine, yüksek teknoloji sanayisine yönelik
üretim yapan bu ülkeler, şimdi, bu bağımlılıktan dolayı
Amerika’daki konjonktürün seyrinden olumsuz etkileniyorlar (3).
Ayrıca,
Japon ekonomisinin krizde oluşu da bu bölge ülkelerinin
ekonomisini daha da zorlaştırıyor. Çünkü Japonya, bu ülkelerin
ikinci büyük ihracatçısı. Japonya, ABD’ye ihraç edemiyor,
çünkü talep yok. İhraç edemeyen Japonya üretemiyor,
üretemeyince de Güneydoğu Asya ülkelerinden ihraç yapamıyor.
Aynı durum Latin Amerika ve NAFTA’nın diğer ülkeleri için de
geçerli. Bu durum, Amerikan ekonomisine bağımlılığın somut
sonuçları. Bundan dolayı, Amerikan ekonomisinin krize girmesiyle,
bu ülkelerin de kriz girdabına girmeleri kaçınılmaz. Sorun
sadece bununla bitmiyor.
“En
dinamik ithalatçı” ülkelerin ihracat yapamamaları, Batı
Avrupa’nın bu ülkelere ihracatını olumsuz etkiliyor. Euro
Alanı’nın, AB’nin (15 ülke) dışa blok ihracatı 2000 yılının
yarısından itibaren gerilemeye başladı. Ve böylece Batı
Avrupa’nın son konjonktür dayanağı da yıkıldı.
Dünya
ticareti daha 2001’in ilk yarasında durağanlığa girdi. WTO
verilerine göre 2000 yılında yüzde 12,5 oranında büyüyen dünya
ticareti, 2001’in verili döneminde ancak yüzde 1 oranında
büyümüştü.
İhracat,
ekonomiden daha hızlı büyüyor. Dünya ekonomisinin dış ticaret
üzerinden birbirine geçmişliği oldukça karmaşıklaşmıştır.
İç içe geçmişlik, geçen yüzyılın 90’lı yıllarında daha
da artmıştır. 90’lı yılların ortalaması açısından
baktığımızda ihracat, ekonomik büyümeye nazaran üç misli
fazla büyümüştür. İhracatın büyümesi yüzde 6,8 iken,
ekonomik büyüme ancak yüzde 2,3’tü. 2000 yılında ihracatın
büyümesi rekor seviyedeydi (yüzde 12). Aynı yılda dünya üretimi
ise ancak yüzde 4,3 oranında büyümüştü. Bu veriler, dünya
ihracatının dünya üretimindeki payının 1990’da yüzde
12,5’ten, sürekli artarak 2000’de yüzde 19,4’e çıktığını
gösterir.
2000
yılı dünya ihracatının, aynı yılın dünya üretimindeki payı,
1965 yılına nazaran ikiye katlanmıştı. 1965 yılında dünya
ihracatının dünya üretimindeki payı, 1929 krizi önceki
seviyesine veya I. Dünya Savaşı öncesi (1913) seviyesine
ulaşmıştı. Buna, 1913’te hiç önemli olmayan, 1965’te az
önemli olan, ama şimdi önemli olan hizmet sektörünü de dahil
edersek, dünya ihracatının dünya üretimindeki payının yüzde
24’e çıktığını görürüz. Bu oran, dünya ekonomisinin
entegre olma derecesini, sermayenin uluslararasılaşma boyutlarını,
burjuva kavramla ifade edersek “küreselleşme”nin derecesini ele
verir.
Dünya ticaretinin dünya üretimine oranı (“Küreselleşme”nin boyutları)
1)
I. Dünya Savaşı Dönemi
Küreselleşen
dünya ticareti, belli alanlarda; sanayi ülkelerinde yoğunlaşmıştır.
Doğu Avrupa’nın revizyonizm sonrası ülkeleri de dahil
sanayileşmiş ülkelerin dünya ihracatındaki payı yüzde 80’in
üzerinde. (Ama bu ülkelerin dünya nüfusundaki payı ancak yüzde
22 oranında). Bunun ötesinde sanayileşmiş ülkelerin
ihracatlarının dörtte üçü, kendi aralarındaki ihracattan
oluşmaktadır.
Son
birkaç on yılda dünya ihracatının hızlı artışının esas
itibariyle iki önemli nedeni vardır: a) çok uluslu tekellerin
sayısal artış ve rolü ve b) dünya ticaretinde görülen
liberalleşme ve kuralsızlaştırma.
UNCTAD’a
göre ‘çok uluslu tekeller, dünya ticaretinin üçte ikisinden
sorumlular’ (World Investment Report, 2000, s. 17). Yine UNCTAD’a
göre çok uluslu tekellerin ticaretinin yarıdan fazlası, ana
şirketler ile deniz aşırı bağımlı şirketler arasında
gerçekleşiyor.
Genel
Gümrük ve Ticaret Anlaşması (GATT) 1948’de yürürlüğe girdi.
Gümrüklerin, ticareti engelleyen başka faktörlerin kaldırılması,
bu örgütün kuruluş nedeniydi. 1950 yılında ithal edilen
mallardan alınan gümrük, ortalama yüzde 40 iken, bu oran 1970’de
yaklaşık yüzde 10’a ve bugün ise yüzde 4’e düştü. Aynı
dönemde dünya meta üretimi 7 ve dünya ticareti de 22 misli
büyüdü.
WTO,
1995’te GATT adına dönüştürüldü. GATT, sanayileşmiş
ülkelerin dünya ticaretindeki çıkarlarını savunan ve
gerçekleştiren bir araçtır. Bu örgütün amacı, “liberalleşme”
ve “kuralsızlaştırma” adı altında çok uluslu tekellerin
ürün ve yatırımlarının dünyanın bütün ülkelerine, bütün
bölgelerine ve pazarlarına serbestçe girmesini sağlamaktadır.
Böylece çok uluslu tekeller, GATT vasıtasıyla bir dünya iç
pazarı oluşturmak istiyorlar. Bu amaca ulaşmak için kuralsızlığı
kurallaştırıyorlar.
Tablo
IV: Dünya meta ticareti, 2000 yılı (%
olarak)
|
||||
Bölgeler
|
Dünya
ihracatındaki payı
|
Yıllık
büyüme 1990-2000 (reel)
|
Dünya
ithalatındaki payı
|
Yıllık
büyüme 1990-2000 (reel)
|
Batı
Avrupa(1)
|
39,5
|
6,5
|
39,6
|
6,0
|
Kuzey
Amerika(2)
|
17,1
|
7,0
|
23,2
|
8,5
|
Latin
Amerika
|
5,8
|
9,0
|
6,0
|
10,5
|
Eski
revizyonist ülkeler
|
4,4
|
5,5
|
3,7
|
4,0
|
Yakındoğu
|
4,2
|
7,0(3)
|
2,6
|
6,0(3)
|
Afrika
|
2,3
|
3,0(3)
|
2,1
|
4,0(3)
|
Asya
|
26,7
|
8,0
|
22,8
|
7,5
|
Dünya
|
6.186
milyar dolar
|
7,0
|
6.490
milyar dolar
|
7,0
|
1)
AB ülkeleri arasındaki ticaret de dahil
2)
Meksika hariç
3)
Nominal büyüme oranı
Kaynak:
Frankfurter Allgemeine Zeitung, 8.11. 2001
|
Sanayi
ülkeleri ile bağımlı ülkeler arasındaki ticari ilişkiler,
sanayi ülkelerinin kendi aralarındaki ticari ilişkilere pek
benzemiyor. Sanayi ülkeleri ile bağımlı ülkeler arasındaki
ticari ilişkilerde, emperyalist ülkelerin dayattıkları eşitsizlik
ve ayrımcılık belirleyici oluyor. Tarımsal ürünlere ve tekstil
ihracatına bağımlı olan bağımlı ülkeler, emperyalist
ülkelerin, özellikle de Avrupalı emperyalist ülkelerin ve ABD’nin
aşılamaz ticaret engelleriyle; kendi tarımlarını ve tekstil
sanayilerini korumak için koydukları engellerle karşılaşıyorlar.
Bağımlı ülkelerin ihracatının yüzde 70’nin bu iki ürün
grubundan oluştuğunu göz önüne getirirsek, bu engellemelerin bu
ülkeler açısından ne anlama geldiği görülür.
Ticari
ilişkilerini kendi çıkarlarına göre şekillendirmek için
emperyalist ülkeler, bağımlı ülkeleri tehdit etmekten de geri
kalmıyorlar. Örneğin “American Enterprise Institu- te’den
Claude Barfield WTO’nun Katar toplantısından önce şöyle
diyordu: “Çok sayıda gelişen ülke, Uruguay zirvesinden
yararlanamadıkları üzerine şikayetçi. Bu ağlamsarlık
saçmalıktır. Bundan dolayı onlara şu söylenmelidir: Anlaşmayı
istemiyorsanız, imzalamayın. Ama sonra, gelip şikayetçi olmayın”
(Aktaran. Frankfurter Allgemeine Zeitung, 24, 9.2001).
Dayatma,
tehdit ve küstahlık bu boyutlarda.
III.
ENTEGRE MALİ PAZARLAR VE KÜRESEL MALİ DOLAŞIM
Özellikle
bankacılar ve merkez bankaları, 11 Eylül saldırısından sonra
mali sistemin çökeceğinden çok korkmuşlardı. Dünya mali
sisteminin atar damarlarından Dünya Ticaret Merkezi’nin isabet
alması, borsalarda ve başka mali kurumlarda mali kaos, mali çöküş
korkusu yarattı. Paniğin patlak vereceği ve bankalara hücum
edileceği düşüncesi yayıldı. Durumu kurtarmak için Avrupa
Merkez Bankası başkanı Duisenberg ve Amerikan Merkez Bankası
başkanı Greenspan, anlaşmalı olarak, para dolaşımına ek 110
milyar Euro ve 108 milyar dolar sürdüler. Bunun ötesinde faizleri
50 puan düşürdüler. Birkaç gün sonra Greenspan faizleri yarım
puan daha indirdi. Bir yılda (2001) Amerikan Merkez Bankası,
faizleri on kere geriye çekti.
Diğer
G-7 ülkeleri de bu kurtarma operasyonuna katıldılar. Emperyalist
ülkelerin amacı, kredi ve mali zincirde kopma ve parçalanmanın
engellemekti.
Durumu
kurtarma operasyonları, son dönemde de, 11 Eylül benzeri
saldırılar olmamasına rağmen gerçekleştiriliyor. Çoğunlukla
bu, “yükselen pazarlar” da devlet iflasını engellemek ve
uluslararası fonların ve büyük yatırımcıların zarar
etmenlerini önlemek için IMF patronluğunda yapılıyor.
Borsaların
zayıf olduğu dönemlerde, bugün olduğu gibi, kurumsal
yatırımcılar (sigortalar vs.) hisse senedi-portfolios’larının
(bir bankanın değerli kağıt mevcudu) değer kaybını telafi
etmek için aşırı spekülatif Hedge fonlarına yöneliyorlar. Bu
fonlar, düşen kurlardan da kar etme yatırım stratejisine
oynuyorlar. Böylece mali sistemde istikrarsızlık artıyor. Devasa
mali olanaklarıyla bu kurumlar, döviz spekülasyonu alanında
eğilimler oluşturabilirler/oluşturuyorlar; hareketlerinden dolayı
mali sektörde olumlu veya olumsuz gelişmelere neden
olabilirler/oluyorlar. Kurumsal yatırımcıların mali gücü, ne
derece etkili olabildiklerini gösteriyor. Bank für
Zahlungsausgleich’ın 1995 yılındaki tespitine göre kurumsal
yatırımcıların dünya çapındaki mali güçleri 21 trilyon dolar
tutuyordu. Bu, aynı yılın dünya üretim miktarına yakın (26
trilyon dolar) bir tutardı. Bu miktarın bugün daha da artmış
olması gerekir.
Kurumsal
yatırımcıların mali yeteneklerinde G-7 ülkelerin payı yüzde
90, sadece ABD’nin payı ise yüzde 50.
Kurumsal
yatırımcıların ve uluslararası bankaların kontrolünde olan
devasa hacimli para sermayenin yatırılmamış kısmı, en çekici,
en iştah açıcı yatırım olanakları veya salt spekülasyon
amaçlı alanlar aranmak için yer küreyi “kısa günde kırk
defa” dolaşıyor. Sadece döviz pazarlarında günlük olarak
1.400 milyar dolar, spekülasyon amaçlı miktar olarak dolaşıyor.
New York Stock Exchange’in 1999’daki yıllık cirosu 35.000,
Nasdaq’ınki 41.000, diğer borsalarınki toplam olarak 30.000
milyar dolar tutuyordu. Bunlar, borsalarda dönen akıl almaz
boyutlardaki miktarlardır.
Paranın,
devletin sermaye trafiği kontrolünden kurtarılması, mali
piyasaların kuralsızlaştırılması, WTO üzerinden mali
hizmetlerin liberalleştirilmesi ve bunların modern iletişim
teknolojileriyle güçlendirilmesi, durmayan bu mali döner dolabı
son sürat döndürmektedir. Böylece, uluslararası tekelleri,
Shareholder-Value (hisse senedi gelirleri) diktasına tabi kılan,
özellikle bağımlı devletlerin hükümranlığını sistematik
olarak önemsizleştiren bir dinamik harekete geçirilmiş oluyor.
Mali
pazarların kuralsızlaştırılması ve birbirine geçmesiyle
kurumsal yatırımcılar ve büyük bankalar,
Arbitrage-spekülasyonundan (eş zamanlı kur farklarından, faiz ve
para değerinin düşmesinden yararlanma) yararlanmaya çalışıyorlar.
Bunlar, her döviz yalpalanmasını kullanabilenler veya bu
yalpalanmaya neden olabilirler ve borsalar üzerinden uluslararası
tekellerin farklı yıllık yatırım gelirleri seviyesinden
yararlanabilirler.
Uluslararası
yatırımcıların esnekliği, sermayenin yönlendirilmesiyle bağlam
içinde küresel bir ortalama kar oranının oluşmasına neden
olmaktadır. Bu yatırımcılar, bugün uluslararası mali
piyasaların faizlerini belirleyici durumdalar; bu faizler, küresel
faal Shareholder ve çok uluslu tekellerin yıllık yatırım
gelirleri beklentilerini, dünyanın her yerinde (borsalarda) yıllık
yatırım gelirleri seviyesini belirliyorlar ve neyin nerede
üretileceğini, kimin üretim sürecinden ayrılmak zorunda olduğunu
dikte ediyorlar. Bu faizler, dolayısıyla bu mali piyasalar,
işletmelerin ve birçok devletin geleceği üzerine etkide
bulunabiliyorlar. Çünkü açık veren devlet, bütçe giderlerini
temin edebilmek için krediye ihtiyaç duyuyor. Kredi de bu mali
piyasalardan temin ediliyor. Devletin krediye olan açlığıyla
spekülasyon yeni boyutlar alıyor. Artık sadece belli hisse senedi
değerleri, spekülasyona konu olmuyorlar. Ülke para birimleri de
spekülasyona konu oluyor. Uluslararası mali pazarların aktörleri,
ulusal mali ve bütçe politikalarını belirliyorlar. The Economist,
7.10. 1995’te, “mali pazarlar, her iktisat politikasının
hakimleri ve jüri üyeleri oldular” tespitini yapıyordu.
(Aktaran; H. Peter Martin/H. Schumann; “Globalisierungssfalle”,
1996)
Dünya
çapında döviz işlemlerinin yüzde 98’inin meta mübadelesiyle
hiçbir ilgisi yoktur. Yani dünya çapında döviz işlemlerinin
neredeyse tamamı spekülatif karakterlidir. Dünya çapında döviz
işlemlerinin yüzde 95’inin yatırım süresi 8 günden az. Yani
bu sermayenin, söz konusu ülkenin iktisadi gelişmesiyle ilgisi yok
veya verimli olmak diye bir amacı da yok. Tersine, amaçları, bu
işlemleriyle her cins para birimleri ve kurlarla manipülasyon
yaparak, fırsat değerlendirerek kar elde etmektir. Her gün işlem
gören miktarın 1,2 trilyon dolar olduğunu düşünürsek (bu
miktar, bütün merkez bankalarının toplama rezervlerinden iki
misli fazladır), uluslararası mali sermayenin manipülasyon gücünün
ne denli devasa olduğu görülür.
Bu
sermaye, döviz, hisse senedi, hammadde vb. kurlarını
etkileyebildiği için çıkarına uygun gördüğü alanın (devlet
veya bölgenin) ekonomisinin geleceği üzerinde doğrudan söz
sahibi olabiliyor.
Şu
veya bu ülkede ekonominin yükseldiği, dış ticaretin patladığı
dönemlerde bu ülkelere, bol miktarda sermaye pompalanıyor. Ancak
durgunluk eğilimleri görülmeye başlayınca, uluslararası mali
tekeller ve fonlar, “Asya Kaplanları” denen ülkelerde görüldüğü
gibi, ülkelerin ulusal parasıyla spekülasyona girişiyorlar,
ulusal paraları “beş paralık” değere düşürdükten ve
ulusal döviz rezervlerini emdikten sonra yerli mali aristokatlarla
birlikte ülkeyi terk ediyorlar. Bunların geriye çekilişini,
IMF’nin milyar dolarlarla ifade edilen “desteği” emniyet
altına alıyor. Böylece IMF, 1997/98 Güneydoğu Asya krizini kast
ederek B. Clinton’un dedigi gibi, “II. Dünya Savaşı
sonundan bu yana en kötü mali krizi”n küresel olmasını
engellemiş oluyor.
Geriye
dönen; ulusal limanlara avdet eden bu devasa mali miktarlar, boş
durmuyorlar, başka gelişmelere neden oluyorlar. Bu miktarlar,
merkez ülke borsalarında önce bir hiper yükselişe neden
oluyorlar veya mevcut yükseliş eğilimini daha da hızlandırıyorlar.
Asya krizinin patlak verdiği dönemi düşünelim. O zaman Amerikan
ekonomisi tam gaz gidiyordu. Batı ekonomilerini de beraberinde
sürüklüyordu, hisse senedi tutkunluğu devam ediyordu. Yükselen
hisse senedi değerleri ve bununla bağlam içinde gelirin artması,
talebi geliştiriyor ve tüketicinin (burada Amerikan tüketicisinin)
borçlanmaya hazır oluşuna yeni boyutlar katıyordu. Bu dönem
Amerika’sında tasarruf eğilimi neredeyse tamamen sıfırlanmıştı.
Fazla
para sermaye, “yeni ekonomi”nin yükselişini daha da körüklemiş
ve bu sektörde aşırı birikimi hızlandırmıştı. Bu sektörde
hemen hemen her şey yatırımcılar tarafından finanse edilmişti.
“Inter” veya “net”, “com”, “web” @ veya e-, “tech”
veya “bio” kavramlarına veya bu kavramların yeni bir
kombinasyonuna büründürülen bir düşünce, Amerikan Nasdaq veya
Alman Nemax teknoloji borsala- rında yer bulabiliyor, analistlerin
ve yatırım bankalarının veya kurumsal yatırımcıların
reklamıyla, aranan, alınan ve dolayısıyla değeri artan hisse
senetlerine dönüşebiliyordu. Kazanç sarhoşluğu devam ettiği
müddetçe, bu oyunu kuranlar ve katılanlar bolca kazanıyorlardı.
Balonun
önce teknoloji borsalarında patlak vermesi, “büyüme
değerleri”nin gerilemesi ve iflas adayı olmaları ve bu durumun
sonra da bütün enformasyon teknolojisine sıçraması tesadüf
değildi.
Mali
piyasa aktörleri, aynen “yükselen pazarlar”a, ”gelişen”
ülkelere yaptıkları gibi, bu sefer de “yeni ekonomiler” için
açtıkları para musluğunu, gelirlerinin tehlikeye düştüğünü
ve ilk kriz emarelerini gördüklerinde birden bire kapadılar.
Bu
gelişme kapitalizmde doğaldır. Çünkü sermaye, uygun gelirin
olmadığı durumda çekingendir, sürekli arayıştadır, sürekli
firarda ve panik içindedir. Hisse senedi pazarlarının bugün,
geçmişle karşılaştırılmayacak derecede iç içe geçmiş
olmaları bahsettiğimiz süreci daha da kaçınılmaz kılıyor.
Önceleri,
ancak dünya çapında etkili fazla üretim krizlerinde, bütün
dünyada aynı zamanlı kur kayıpları söz konusu olabiliyordu.
Bugün mali piyasaların iç içe geçmişliği, borsaları
birbirinden doğrudan ve güçlü etkilenir duruma getirmiştir.
Örneğin Dow Jones’un düşüşü, Alman Dax’ını veya başka
güçlü borsaları hemen girdabına alıyor.
Amerikan
borsalarında fiktif (hayali) sermaye oluşumu 1999’da 16.600
milyar dolara vardı. Bu, avro, Londra ve Tokyo borsalarındaki
toplam fiktif (hayali) sermaye miktarından (13.000 milyar dolar)
biraz fazla bir miktardır. Tabii ki Amerikan borsalarındaki bu
gelişme, diğer borsaları da kendi girdabına çekecektir. Bunun
ötesinde borsaların aynı yönde hareket etmelerinin bir nedeni de,
çok uluslu tekel hisse senetlerinin öncelikle ülkeye özgü
olmayan, dünya çapında etkili olan faktörler tarafından
belirlenmesidir.
Mart
2000’de, yüksek teknoloji sanayilerinde fazla üretim krizi
emareleri görülmeye başladığında emperyalist merkezlerde
teknoloji borsaları eş zamanlı düşmeye başladılar.
Yatırımcılar birkaç ay içinde trilyonlarca dolar kaybettiler.
Borsalardaki
gelişme, reel üretimi, tüketici tepkisiyle de etkiliyor. Örneğin
OECD’nin yaptırdığı bir araştırmaya göre, borsada kur düşüşü
yüzde on olursa, ABD’de tüketim yüzde 0,54 ila 0,75 oranında
geriliyor.
Bu,
İngiltere’de yüzde 0,5 ve Almanya’da da yüzde 0,2 oranında
oluyor. (Bkz: Die Woche, 23.3.2001) (bu oranın Almanya’da düşük
olmasının nedeni, hisse senedine sahip olanların yaygınlığıyla
ilgilidir. Almanya’da her dört hanede biri hisse senedine sahip.
Amerika ve İngiltere’de bu oran daha yüksektir).
IV.
ULUSLARARASI SERMAYE ÖRGÜSÜ, İÇ İÇE GEÇMİŞLİĞİ
Dünya
ekonomisi ayrı ayrı ulusal (pazar) halkalarından oluşan bir
bütün. Bu bütünün derinleşen ve kapsamlaşan entegrasyonunda
dünya ticaretinin oynadığı rol, tartışma götürmez. Dünya
ticaretinin yanı sıra, dünya ekonomisini oluşturan ülkelerin
sermaye vasıtasıyla iç içe geçmişliği, sermayenin
uluslararasılaşması, uluslararası tekeller veya işletmeler
biçiminde bir uluslararası sermaye oluşumuna neden olmaktadır.
Oluşan bu sermaye, “ulusal” kökenden yoksun değildir. Bileşimi
çok ulusludur, ama bir yerde, son kertede çok uluslu tekeli
oluşturan sermayeler, “ulusal” kökenlerini en emin liman olarak
görürler. Uluslararası sermayenin oluşumundan bahsederken bu
gerçeği göz ardı edemeyiz.
Hangi
olgular, uluslararası sermaye oluşumunu ifade ediyorlar?
Amerika’dan
bir örnek; Amerikan çok uluslu tekellerinin yurt dışındaki
kendilerine bağımlı şirketlerinin meta ve hizmet cirosu, Amerikan
meta ve hizmet ihracatı toplamından 2,5 misli fazla. Bu ciro
(1998’de 2.444 milyar dolar), Alman brüt yurt içi üretiminin
(1998’de 3.784 milyar dolar) üçte ikisinden fazla (Unutmamak
gerekir ki ABD, meta ve hizmet ihracında dünya şampiyonu. Bir
karşılaştırma yapacak olursak; 2000 yılı verilerine göre
Amerika’nın meta ve hizmet ihracı, Almanya’nınkinden yüzde 40
fazlaydı).
Almanya’dan
bir örnek; Alman sermayesinin etkisi altında olan 29 000 yurt dışı
işletmesinin, yani Alman ana şirketlere bağımlı yurt dışı
şirketlerinin yurt dışındaki cirosu, 1,078 milyar avro
(Bundesbank, Monatsberichte, s. 68/69, Nisan 2001) Bu miktar, Alman
ihracatının iki mislidir.
UNCTAD’ın
(BM Ticaret ve Gelişme Konferansı) bu gelişmelerden çıkardığı
sonuç şöyle:
“Uluslararası
üretim, dünya ekonomisi için oldukça önemlidir. Sadece yurt
dışındaki bağımlı şirketlerin küresel ciroları, 1999
yılındaki küresel ihracatın iki mislinden daha fazla”
(World Investiment Report, 2000, s. 3). (Tablo V ve VI)
Tablo
V: Yabancı doğrudan yatırımlar (Yıllık akış, milyar dolar)
|
|||
Yıllar
|
Dünya
|
Sanayi
Ülkeleri
|
“Gelişen
Ülkeler”
|
1984/1989(1)
|
115
|
93
|
22
|
1990
|
204
|
170
|
34
|
1991
|
159
|
115
|
44
|
1992
|
176
|
120
|
56
|
1993
|
218
|
139
|
79
|
1994
|
243
|
142
|
101
|
1995
|
331
|
203
|
128
|
1996
|
385
|
220
|
165
|
1997
|
478
|
271
|
207
|
1998
|
693
|
483
|
210
|
1999
|
1075
|
830
|
245
|
2000
|
1271
|
1005
|
226
|
1)
Yıllık ortalama.
Kaynak:
UNCTAD
|
Tablo
VI: Yabancı doğrudan yatırım mevcudu (milyar dolar)
|
|||
Yıllar
|
Dünya
|
Sanayi
ülkeleri
|
“Gelişen
ülkeler”
|
1980
|
616
|
375
|
241
|
1985
|
894
|
546
|
348
|
1990
|
1889
|
1398
|
491
|
1995
|
2938
|
2052
|
886
|
2000
|
6314
|
4210
|
2104
|
Kaynak:
UNCTAD
|
Çok
uluslu tekellerin yurt dışındaki bağımlı şirketlerinin yurt
dışı cirolarının devasa boyutlarda artmasının nedenini, ‘90’lı
yıllardaki doğrudan yatırımların patlamasında aramak gerekir.
1991’den itibaren sürekli artan bir doğrudan yatırım söz
konusudur.
1990-2000
arasında dünya brüt yurt içi üretimi, yüzde 25 oranında, aynı
dönemde dünya ihracatı da yüzde 85 oranında artıyor. Dünya
ihracatı, dünya brüt yurt içi üretimine göre 3,4 misli artıyor.
Ama aynı dönemde doğrudan yatırımlar ise altı misli artıyor.
Bu nedenlerden dolayı, ‘90’lı yıllarda doğrudan yatırımların
yurt dışındaki toplamı 3,5 misli artmıştır.
1990-1999
arasında Amerikan firmalarının yurt dışına yatırdıkları
sermaye miktarı (801,7 milyar dolar), daha önceki dört on yılın
toplamından daha fazladır. Bu miktar, Amerika’nın son yarım
yüzyıl içinde yurt dışındaki doğrudan yatırımlarının yüzde
70’ine tekabül etmektedir.
Alman
Merkez Bankası’nın verilerine göre de, bu ülkenin 1990-1999
arasındaki doğrudan yatırım mevcudiyeti dört misli artmıştır.
Dünya
çapında tekeller, ya doğrudan şubeler açarak ya kendilerine
bağımlı işletmelerle küresel olarak konumlanıyorlar. Zaten
uluslararası veya çok uluslu olan tekeller, rekabet gücünü
arttırmak ve sektöründe en önde olmak, dolayısıyla pazar payını
artırmak için kendi aralarında da birleşiyorlar. Birleşen
sermaye miktarı 1992’de 249 milyar dolardan 1999’a 3.435 milyar
dolara çıkmıştır. (Bkz.: J. Bischoff/P. Boccara/K. Georg Zinn ve
diğerleri; “Die Fusionwelle, Die Grosskapitale und ihre
ökonomische Macht”, s. 59).
Tablo
VII bu gelişmeyi gösteriyor.
Tablo
VII: Ana ve bağımlı şirket sayısı
|
||
Yıllar
|
Ana
şirketler
|
Bağımlı
olanlar
|
1969
|
7.200
|
27.000
|
1990
|
37.000
|
170.000
|
1995
|
44.000
|
280.000
|
2000
|
60.000
|
820.000
|
Kaynak:
UNCTAD
|
Bütün
sanayileşmiş ülkelerde çok uluslu tekellere bağlı yurt dışı
işletmelerinin cirosu, o ülkelerin ihracatından oldukça fazla.
Bunun ötesinde bu çok uluslu tekeller ve yurt dışındaki bağımlı
işletmeleri, dünya ticaretine hakim durumdalar.
Bu
olgu, çokulusluların sadece ticarete değil, genel olarak ekonomiye
hakim olduklarını gösterir.
Çok
uluslu şirketler, kendilerine göre bir dünya oluşturuyorlar.
1945’ten bu yana dünya üretimi beş misli artarken, dünya
ticareti 12 misli artmıştır. (John Gray; “Die falsche
Verheissung”, Berlin 1999, s. 78) Yabancı doğrudan yatırımlar
ise meta ve hizmet ticaretinden üç misli daha hızlı gelişiyor.
Yani yurt dışında üretim tesislerinin inşası, dünya
ticaretinden üç misli daha hızlı gelişiyor. (Klaus Dörre;
“Globalisierung-Ende des rheinischen Kapitalismus”; D.
Loch/W. Heitmeyer; “Schattendasein der Globalisierung”,
Frankfurt/Main, 2001, s. 67/68) Bu yurt dışı doğrudan
yatırımlarının yüzde 75’i, dünya ekonomisinde belirleyici
yönlendirici güçte olan 300 uluslararası tekel tarafından
harekete geçiriliyor (W. Biermann/A. Klönne, “Globale Spiele”,
2001, s. 175, Köln). En büyük 100 uluslararası tekelin 40’dan
fazlası, cirolarının yüzde 50’den fazlasını yurt dışında
gerçekleştiriyor. (K. Dörre; Agy., s. 72)
Dünya
ekonomisinde farklı sermayelerin iç içe geçmişliği, üretim
sürecinin dünya çapında dağıtılmışlığı o boyutlara
varmıştır ki, UNCTAD, dünya ticaretinin üçte birini “firma
içi ticaret” olarak, yani uluslararası tekeller içinde
gerçekleştirilen ticaret olarak tanımlıyor (World Investment
Report 2000, s. 17).
Bu
tekeller dünya üretiminin üçte ikisini kontrol ediyorlar (J.
Gray; Agk., s. 89). Dünya iktisadi faaliyetinin yüzde 25’inden
fazlası en büyük 200 tekelin kasasına gelir olarak akıyor (Der
Spiegel; Sayı 30, 2001). Dünyanın en büyük 100 iktisadi
kompleksi arasında 49 devlet, ama 51 tekel var. General Motors gibi
bir tekelin yıllık cirosu, Belçika’nın gayri safi hasılasına
tekabül ediyor.
UNCTAD’ın
tanımıyla “çok uluslu şirketler dünyası”na en büyük çok
uluslu tekeller hakimler. Öyle ki dünyanın en büyük 100 çok
uluslu tekeli, bütün çok uluslu tekellerin yurt dışı varlığının
yüzde 13’ünü, cirolarının yüzde 19’unu ve çalışanlarının
yüzde 15’ini kontrol ediyorlar. Bu türden 200 tekelin cirosu,
dünya çapında üretimin dörtte birinden fazla (Bkz. Der Spiegel,
23.7.2001).
Söz
konusu ülkelerin her en büyük 50 tekeli, bu ülkelerden
kaynaklanan doğrudan yatırımların yarısından fazlasından
sorumlular. Almanya’dan bir örnek; Tespit edilen 8 304 doğrudan
yatırımcının, 1999 sonu itibariyle en büyük yüzde 10’nu,
yurt dışındaki toplam Alman doğrudan yatırım varlığının
üçte birine sahip. En büyük 50 yatırımcının yurt dışındaki
toplam yatırım hacmindeki payı yüzde 50 ve en büyük 100’ün
payı ise üçte iki (Bundesbank, Monatsbericht, s. 65).
Böylesi
çok uluslu tekeller, dünya pazarında hakim olan ve yapısal
belirleyici olan sermayeyi kontrol ediyorlar. Tam da bu tekeller,
sermayenin uluslararasılaşmasının itici gücünü oluşturuyorlar.
Birleşme ve devralmada bu tekeller baş rol oynuyorlar. Bunlar,
dünya pazarında hakim konuma sahip olmak için birleşiyorlar ve
devralıyorlar. Bu tekeller, yerküreyi, kendileri için sınırsız
ticaret, yatırım ve üretim alanına çeviriyorlar. Bunlar, modern
teknolojiyi de kullanarak, haberleşmeyi, nakliyatı, işgücünü,
hammaddeyi ve nihayet üretimi azami ucuz olacak bir şekilde
örgütlüyorlar, üretimin en ucuza sağlanması için en geri
ülkelere yatırım yapmak gerekiyorsa, oralara yatırım yapmaktan
çekinmiyorlar. Bağımlı şirketleri veya başka şirketler
arasında kurdukları devasa kapsamlı, “saat” gibi çalışan iş
bölümüyle üretim ve dağıtım sürecini kesintisiz
sürdürebiliyorlar. Bu durum, kapitalist birikimin özü olan artı
değer üretiminin, kelimenin gerçek anlamıyla uluslararası
örgütlendiğini gösterir. 20. yüzyılın başında başlayan bu
süreç, bugün kapitalist üretim biçiminin uluslararasılaşmasının
ilerlemiş boyutunu ifade ediyor.
1998
yılında 100 çok uluslu tekelde çalışan 12,7 milyon çalışanın
yüzde 51’i yurt dışı istihdamıydı. Böylece “ulusal”
fabrika, “küresel” fabrikaya dönüşmüş oluyordu.
Uluslararası
üretimin ve artı değerin gerçekleştirilmesi, dünyanın en ücra
köşelerine kadar sızmış ve her geçen gün daha güçlü olarak
ulusal engelleri ve ulusal belirlenmiş kuralları yıkıyor.
“Küreselleşme”,
bölgeselleşmeyi dışlamıyor, tam tersine teşvik ediyor.
Uluslararasılaşan sermaye, esasen ABD, AB ve Japonya’dan oluşan
üçlü arasında gidip geliyor. Bunun böyle olduğunu doğrudan
yatırımlarının akışının dağılmasında görüyoruz (4).
ABD-AB-Japonya
arasındaki doğrudan yatırımlar, karşılıklı nüfuz etme ve iç
içe geçme özelliği taşırken, “gelişen ülkeler”de yabancı
sermayeye tek yanlı bağımlılığa, yeni sömürgeciliğe veya
bunun kapsamlaşmasına ve derinleşmesine neden olmaktadır.
Başka
ülkelere akan doğrudan yatırımların sadece yüzde 10’u,
“gelişen ülkeler”den kaynaklanıyor. Bunun da yüzde 30 ila
yüzde 60 gibi önemli bölümü Hongkong çıkışlı ve daha ziyade
Çin’e akıyor.
Bu
üçlünün veya G-7’lerin hakimiyeti, en büyük uluslararası 100
tekelin bölgesel dağılımında da görülmektedir. Bu en büyük
tekellerden 82’si, ana vatan olarak G-7 devletlerinden birisini
gösteriyor; 26’sı ABD’yi, 18’i Japonya’yı, 13’ü
Fransa’yı, 12’si Almanya’yı, 7’si İngiltere’yi, 4’ü
İtalya’yı ve 2’si de Kanada’yı. “Bu listenin
oluşturulmasından bu yana ilk defa, üç firma, Hutchison, Whampoa
(Hong Kong), Petroleos de Venezuela ve Cemex (Meksika) merkezi bir
gelişen ülkede bulunuyor” (UNC- TAD, World Inwestment Report
2001, s. 93).
ABD-AB
ve Japonya’dan oluşan üçlü içinde Kuzey Amerika ve AB ekonomik
alanları, hakim konumdalar. Japonya, ‘90’lı yıllardaki ve hâlâ
devam eden sefil durumundan dolayı konum kaybına uğramıştır.
ABD
ve Kanada’dan oluşan Kuzey Amerika ve AB’nin dünya nüfusundaki
payı yüzde 12, ama dünya üretimindeki payları yüzde 60’m
üzerinde. Dünya çapında doğrudan yatırım stokunun yüzde 76’sı
Kuzey Amerika ve AB’nin elinde.
Japonya’nın
dünya brüt yurt içi üretimindeki payı, 2000 yılında yüzde 14
idi. Doğrudan yatırımların dünya çapındaki stokundaki payı da
1990’da yüzde 11,7’den 2000 yılında yüzde 4,7’ye düşmüştür.
ABD,
dünyanın en büyük yatırımcısı durumunda. Bu emperyalist
ülkenin 1990-2000 arasında doğrudan yatırımlar biçiminde yurt
dışına yatırdığı miktar 997 milyar dolar (yaklaşık bir
trilyon dolar). Bu miktarın yüzde 55’i AB’ye yatırılmış.
1990-1998
arasında AB’nin doğrudan yatırım miktarı 1,6 trilyon dolardı.
Bu miktarın yaklaşık yarısı AB ülkelerine, yarısı da AB
dışına yatırılmış. Dışarıya yatırılan AB doğrudan
yatırımlarının da yüzde 55’i ABD’ye akmış.
Büyük
Britanya, ABD’deki önde gelen yabancı doğrudan yatırımcı
pozisyonuna sahip. Bu ülkenin ABD’deki yabancı doğrudan yatırım
mevcudundaki payı, yüzde 18,6’ydı (1999), Bu ülkeyi yüzde 15,1
payıyla Japonya ve yüzde 13,3 payıyla Hollanda takip ediyor.
Almanya ancak dördüncü sırada yer alıyor (yüzde 11,3).
Buna
karşın 1990-1999 arasında ABD kaynaklı doğrudan yatırımların
yüzde 20,6’sı Büyük Britanya’ya, yüzde 8,4’ü Hollanda’ya,
yüzde 8’i Kanada’ya, yüzde 4,8’i İsviçre’ye, yüzde
4,2’si Brezilya ve Meksika’ya akmış. Almanya ancak yedinci
sırada yer alıyor (yüzde 4). (Tablo VIII)
Tablo
VIII: ABD-AB-Japonya üçlüsünde doğrudan yatırımlar stoku
(milyar dolar)
|
|||||
ABD
|
AB
|
Japonya
|
1985
|
1999
|
|
1985
|
238(1)
|
465
|
44
|
-
|
-
|
1999
|
1133(1)
|
1863
|
403
|
-
|
-
|
ABD’den
AB’ye
|
-
|
-
|
-
|
89=100
|
512=575
|
ABD’den
Japonya’ya
|
-
|
-
|
-
|
9=100
|
48=533
|
AB’den
ABD’ye
|
-
|
-
|
-
|
128=100
|
554=433
|
AB’den
Japonya’ya
|
-
|
-
|
-
|
5=100
|
17=340
|
Japonya’dan
ABD’ye
|
-
|
-
|
-
|
16=100
|
177=1106
|
Japonya’dan
AB’ye
|
-
|
-
|
-
|
7=100
|
76=1087
|
1)
Yurt dışındaki doğrudan yatırımların toplamı
Kaynak:
UNCTAD
|
ABD
tekellerinin Almanya’daki kendilerine bağlı işletmelerinin
cirosu, Amerika’nın Almanya ve Büyük Britanya’ya yaptığı
ihracatı, daha 1997’de dört misli aşmıştı. Alman tekellerinin
ABD’deki kendilerine bağlı işletmelerinin, Almanya’nın ABD’ye
ihracatını yaklaşık 4 misli aşmıştı. Bu oran, Büyük
Britanya için 5,5 misline veriyordu.
Bu
durumda, Alman ve Büyük Britanya tekellerine bağlı ABD’deki bu
işletmelerin karları ve ciroları ABD’deki konjonktüre bağlı
olarak azalıyor veya artıyor. Amerikan ekonomisinde konjonktürün
gerilemesi, durgunluk veya kriz, etkisini doğrudan ana tekellerin
karında, yatırımlarında ve çalışan sayısında gösteriyor.
Örneğin Almanya’da sanayi üretiminin düşmesinin belli başlı
nedenlerinden birisi de Amerika’daki Alman tekellerine bağlı
işletmelerin ana tekele verdiklerini siparişlerini azaltmasıdır.
Aynı durum karşılıklı olarak ABD, İngiltere, ABD-Japonya için
de geçerlidir.
Bu
durum, özellikle Amerikan sermayesinin etkili olduğu tekellerde
etkisini göstermektedir. Örneğin Siemens tekeli için ABD,
Almanya’dan önce gelen pazardır. Bu Alman tekelinin, ABD’deki
kendine bağımlı işletmelerinde 80 bin kişi çalışıyor.
Sonuç
itibariyle;
İktisadi
bakımdan entegre olan bir dünyada, her bir ülke ekonomisi giderek
daha çok aynı konjonktür hareketine tabi oluyor. Bu durum, domino
etkisini bütün çıplaklığıyla geçerli yapıyor. Amerikan
ekonomisi gibi ağır (büyük) bir taş devrildiğinde, diğer
ekonomiler de devrilenin etkisinden dolayı devriliyorlar.
Giderek
artan iktisadi birbirine geçmişlik, iktisadi örgü, makro ekonomik
bir istikrar vermiyor. Tersine bu durum, tek tek ekonomiler ve bir
bütün olarak dünya ekonomisini daha duyarlı, daha istikrarsız ve
daha “korumasız” yapıyor.
V.
KAZANANLAR VE KAYBEDENLER
Alman
tekelci burjuvazisinin borazanı olan “Frankfurter Allgemeine
Zeitung” Katar’daki WTO toplantısına ilişkin ön haberinde
“küreselleşme fakirler için iyidir” başlığını atıyordu.
Tam
tersinin söz konusu olduğunu bizzat yaşam kanıtlıyor.
“Küreselleşme”, dünya çapında eşitsizliği daha da
derinleştiriyor ve kapsamlaştırıyor. Zenginler daha zengin,
fakirler daha fakir oluyorlar. Dünya çapında gelir dağılımına
baktığımızda gelir dağılımındaki farkın hangi boyutlara
vardığını daha açık görüyoruz. Gelir dağılımının en
alttaki ve en üsteki beşte biri arasındaki fark 1960’da 1:30’dan
1990’da 1:60’a çıkmış. Yani 1960 yılında dünyanın en
zengin beşte biri 30 kazanırken, en fakir beşte biri ancak 1
kazanıyordu. 1990’da ise bu en zengin kesim en fakir kesimden 60
misli fazla gelir elde ediyor. 1990’dan 1997’ye bu ilişki 1’e
74 oluyor. (BM verileri). En fakir beşte birin dünya gelirindeki
payı 1989’da yüzde 2,8’den 1998’de yüzde 1,4’e düşüyor.
10 senede yaklaşık bir misli azalıyor.
İnsanlar,
kendi kendine yoksullaşmıyorlar, uluslararasılaşmış kapitalist
sistemin iktidar odakları, fakirleştirme işini yönlendiriyorlar.
Örneğin IMF ve Dünya Bankası’nın “yapısal uyumluluk”
programlarını dayatmasından sonra Afrika’nın borçlanması
yüzde 400 oranında arttı. (Biermen/Klönne; Agk., s. 220) Bütün
“gelişen ülkeler” in borçlanmaları son on sene içinde yüzde
70 civarında arttı. Yoksul ülkeler, her yıl “gelişim yardımı”
alıyorlar, ama aynı zamanda aldıkları miktarın yedi misli
fazlasını zengin ülkelere borç olarak ödüyorlar. Sorun bununla
da bitmiyor. Emperyalist ülkeler, bağımlı ülkelere,
‘ürünlerimizin ve yatırımlarımızın önündeki bütün
engelleri yıkın’ diye dayatıyorlar, ama aynı ülkeler, kendi
pazarlarını, bağımlı ülkelerin ürünlerinden korumak için
dışa karşı kapatıyorlar. Bizzat WTO başkanı, ‘şayet gerçek
karşılıklı bir ticari liberalleşmeye gidilse, fakir ülkeler
yüzlerce milyar dolar elde ederler’ diyor. “Küreselleşen” ve
“liberalleşen”, bağımlı ülkeler. Emperyalist ülkeler,
örneğin, tarımlarını her yıl 300 milyarlık bir miktarla
destekliyorlar. Yani bağımlı ülkelere, tarımını
desteklemeyeceksin derken, kendileri tarımlarını destekliyorlar.
“Küreselleşme”
öldürüyor. Her iki saatte bir ölenlerin sayısı, 11 Eylül
saldırısında ölenlerden fazla. Dünya çapında gıda maddeleri
üretimi, ihtiyaçtan fazla. Ama her yedi insandan, her beş çocuktan
birisi yeterli gıda alamıyor, yani aç. Dünya nüfusunun yarısı
-3 milyar insan- günde 2 dolardan daha az bir miktarla yetinmek
zorunda. 1,3 milyar insan günde bir dolar dahi harcayacak durumda
değil.
İnsanlığın
ezici çoğunluğu fakirliğe ve yoksulluğa gömülürken, bir avuç
asalak, akıl almaz servete sahip oluyor. Dünyada en zengin 15
kişinin serveti, bütün Kara Afrika devletlerinin GSMH’den daha
fazla. En zengin 225 kişinin serveti, neredeyse dünya nüfusunun
yarısının gelirine eşit.
Emperyalist
ülkelerde de fakirlik ve yoksulluk artıyor. “Fakir fakirlerin
çatışması zengin fakirleri yoksulluğa itiyor; daha da fakirleşen
ve fakirin fakirine yakınlaşan zengin fakirler, daha az talepte
bulunuyorlar” (V. Forrester; “Der Terror der Ökonomie”,
1998, s. 147).
Kapitalizmin
bu küçük burjuva eleştirmeni haksız da değil. Amerika’da
çalışanların yüzde 80’inin ortalama ücreti 1973’ten 1995’e
yüzde 18 oranında düşmüştür. Ama menajerlerin geliri, aynı
dönemde yüzde 19 oranında artmıştır. Bu ülkede en üst düzey
menajerler, bir işçininkinden 150 misli fazla kazanıyorlar (J.
Gray; Agk., s. 158/159). 50 milyon Amerikalı; ABD nüfusunun yüzde
20’si, resmen fakir sayılıyor. 40 milyon Amerikalının hastalık
sigortası yok. 52 milyon Amerikalının okuma- yazması yok. (Bkz.:
V. Forrester; “Die Diktatur des Profits”. München, 2001, s.
69-71) ABD’de işsizlerin sayısı 20 milyon.
AB’de
durum, ABD’den pek farklı değil. 50 milyon AB’li fakir. (Bkz.:
Biermann/Klönne; Agk., s. 198/199)
Sonuç
itibariyle:
Dünya
ekonomisi, henüz yeni bir fazla üretim sürecine girmemiştir. Ama
bazı emperyalist ülkelerde -örneğin ABD ve Japonya- ekonominin
krizde olması dünya ekonomisini krize doğru gelişmesinde
etkilemektedir.
Sermayenin
uluslararasılaşmasının varmış olduğu boyutlar, genel olarak
kapitalist üretim biçiminin uluslararasılaşması, bu üretim
biçimini daha istikrarsız ve duyarlı yapmaktadır. Ülke
ekonomilerinin birbirine geçmişliği, yüzyılın başındakiyle
karşılaştırılamayacak kadar derinleşmiştir.
Dünya
ekonomisinde üretimdeki sermaye; sanayi sermayesi, mali sermayenin
etkisine girmiştir. Mali sermayenin güçlenmesi borsaların da
rolünü güçlendirmektedir. Spekülatif karakterli bu sermaye dünya
ekonomisini olduğundan daha da istikrarsız yapmaktadır.
Dünya
çapında sermaye konsantrasyonu ve merkezileşmesi devasa boyutlara
varmıştır. En güçlü 100 tekel, bütün dünyayı talan edecek
derecede güçlüdür. Ulusal devletlerini, IMF, DB ve WTO gibi
kurumları kendi çıkarlarına koşan çok uluslu tekeller,
kurdukları uluslararası üretim, iletişim ve dağıtım ağıyla
bütün dünyayı sadece ekonomi açısından değil, enformasyon
açısından da kontrol etmekteler. Bu tekeller öncülüğünde
kapitalizm, insanlığı barbarlığa sürüklüyor.
Dipnotlar
1)
Dünya Ticaret Merkezi’nin çökmesi, Amerika’da konjonktürdeki
mutlak düşüşün nedeni değildi. Saldırının gerçekleştiğinde
Amerikan ekonomisinde ateş bacayı sarmıştı. Borsalarda yok olan
milyarlarca değerin yanı sıra, reel üretimde de kriz, bütün
dünya ekonomisini etkisine alarak yayılıyordu. Şüphesiz ki bu
saldırının da ekonomi üzerinde olumsuz etkisi olmuştu; örneğin
hava trafiği, uçak üretimi, sigortacılık, turizm vb. sektörleri
daha güçlü bir biçimde krize sürüklendiler.
2)
“Gelişen
ülkeler”de gayri safi yurt içi üretim %
Ülkeler
|
1970-1980
|
1980-1990
|
1990-2000
|
Arjantin
|
132
|
89
|
155
|
Şili
|
128
|
136
|
190
|
Brezilya
|
227
|
117
|
128
|
Meksika
|
194
|
120
|
137
|
Venezüela
|
149
|
109
|
117
|
Çin
|
183
|
239
|
256
|
Çin/Hong
|
246
|
188
|
142
|
Vietnam
|
145
|
177
|
196
|
G.
Kore
|
208
|
238
|
170
|
Tayvan
|
253
|
214
|
180
|
Singapur
|
239
|
197
|
200
|
Malezya
|
215
|
179
|
180
|
Tayland
|
195
|
214
|
153
|
Endonezya
|
212
|
169
|
145
|
Filipinler
|
182
|
118
|
130
|
Hindistan
|
137
|
177
|
172
|
Pakistan
|
159
|
180
|
149
|
İran
|
125
|
136
|
142
|
Mısır
|
174
|
178
|
139
|
G.
Afrika
|
141
|
116
|
117
|
Türkiye
|
150
|
122
|
131
|
Kaynak:
IMF, World Economic Outlook. Sabit fiyatlar üzerinden.
|
3)
Elektronik, bütün Singapur ihracatının yüzde 64’üne,
Malezya’nınkinin yüzde 58’ine ve Filipinler’in- kinin de
yüzde 60’ına tekabül ediyor. (“Süddeutsche Zeitung”,
4.4.2001) Tayland’ın durumu da aynı.
4)
1998-2000 yılları arasında küresel giren doğrudan yatırımların
(FDI Inflows) dörtte üçü, çıkanın (outflows) yüzde 85’i,
ülkede yabancı doğrudan yatırım stokunun yüzde 59’u ve ülke
dışındaki yabancı doğrudan yatırım stokunun da (outward FDI
stocks) yüzde 78’i bu üçlünün payına düşüyordu. (UNCTAD,
World Investment Report. s. 9, 2001). Buna karşın, “gelişen
ülkeler”in son yıllarda FDI-inflows’daki payı, 1996’da ve
1997’de yüzde 39’dan 1998’de yüzde 27’ye, 1999’da yüzde
21’e ve 2001’de de yüzde 19’a düşmüştür.
Teoride
Doğrultu, Sayı 7, Mayıs-Haziran 2002.