Bugünkü adıyla G 8, 1975’te „Altılar Zirvesi“ olarak ABD, Japonya, Almanya, İtalya, Büyük Britanya ve Fransa tarafından oluşturulmuştu. Grup, bir sene sonra Kanada’nın katılımıyla G 7 adını aldı. 1 Ocak 2003’ten itibaren Rusya da -1997’den beri gözlemci olarak katılıyordu- gruba dahil edildi.
G-8’in uluslararası bir örgüt olmaması, onun önemsiz olduğu anlamına gelmez. Bu grup, dünyayı yeniden paylaşma, hepsi olmasa da bir kısmı jeopolitika geliştirme yeteneğine sahip ülkelerden oluşmaktadır. Bu toplantılarında üye ülkeler, güç dengelerinin değişmesine paralel olarak yönelimlerin kapsam ve derinliğini ölçmeye çalışırlar, birbirlerinin niyet ve amaçlarını yoklarlar, hangi konu ve alanda tavize hazır olduklarını veya olmadıklarını ima ederler ve çelişkilerin keskinleşme derecesine göre bazen de bütün çıplaklığıyla açıklarlar. Bu toplantılar, katılan her bir ülkenin dünya ekonomisinde ve politikasında ağırlığını ekonomik ve askeri gücüne göre göstermeye çalıştığı ve gücüne göre de dinlendiği toplantılardır.
Bunlar, dünya ekonomik potansiyelinin oldukça önemli kısmına sahip olan ve dünyayı talan eden ülkelerdir: G 7’lerin dünya doğrudan yatırımlarındaki payı yüzde 66 (1997, UNCTAD); dünya üretimindeki payı yüzde 65 (1996, DB); dünya ticaretindeki payı yüzde 50 (1997, DTÖ); dünya motorlu araçlar mevcudundaki payı yüzde 65; dünya petrol tüketimindeki payı yüzde 49 (1197, ESSO); dünya enerji tüketimindeki payı yüzde 47 (1995, BM); dünya silahlanma harcamalarındaki payı yüzde 65 (1997, SIPRI); dünya silah ihracatındaki payı yüzde 83 (1997, IISS) ve dünya nüfusundaki payı yüzde 11 (1996, BM) idi.
G 8 olarak dünya ekonomisinin üçte ikisine sahipler. 500 süper tekelden 380’inin( 500 tekelin yüzde 76’sının) merkezi bu ülkelerde bulamakta.
En büyük 200 tekelden 171’nin merkezi ABD, Almanya, Japonya, Büyük Britanya, Fransa ve Kanada ve İtalya’da bulunmaktadır.
Bu seferki zirvenin resmi gündeminde dış politika, enerji, atom enerjisi, sağlık, eğitim, dünya ekonomisi ve dünya ticareti gibi konular yer almaktaydı. 8 emperyalist ülke dış politika gündemiyle güncel krizlere, özellikle de Ortadoğu’daki son gelişmelere çözüm getirmeyi amaçlıyorlardı. Enerji sorunu, toplantıda „küresel güvenlik“ sorunu olarak ele alındı. Başka konularda anlaşamasalar da atom enerjisinin dünya çapında yaygınlaştırılması konusunda Rusya ve ABD aynı safta birleştiler. Sağlık alanında Aids, tüberküloz, malarya gibi salgın hastalılara karşı mücadeleden bahsedildi. Dünya konjonktürünün gelişmesini de ele aldılar. Dünya ticaretinin daha da liberalleştirilmesi girişimi başarısız kaldı.
Toplantıya katılan emperyalist ülkeler, enerji güvenliğinden insanların özgürce enerji tüketiminin teminat altına alınmasını anlamıyorlar. Soruna ilişkin toplantı sonrasında yaptıkları resmi açıklamada 2,4 milyar insanın yakıcı madde temin etme olanağının olmadığı ve 1,6 milyar insanın da elektrik enerjisinden mahrum olduğu belirtilmektedir. Bu verileri belirtmekle bu emperyalist ülkeler „enerji güvenliği“ dendiğinde bu insanların enerji kullanma olanaklarının sağlanması için uğraştıkları havasını uyandırmak istiyorlar. Propaganda açısından buna ihtiyaçları var. Ama onların esas amacı, dünyanın petrol ve doğalgaz kaynaklarını elde etmek ve başka güçlerle paylaşmamaktır.
Dünya çapında mevcut olan ve potansiyel petrol ve doğalgaz kaynaklarının yarıdan fazlasının bu ülke toprakları dışında; Ortadoğu’da ve Orta Asya’da bulunduğunu göz önüne getirirsek, enerji alanında rekabetin ne denli keskin olduğu anlaşılır. Bu ülkeler arasında enerji bakımından en zengin olan ülke Rusya’dır. Bu nedenle Rusya, enerji pazarlarında belli bir ağırlık kazanmış durumdadır.
Bu seferki toplantı, Filistin ve Lübnan’ı kana bulayan İsrail saldırganlığının gölgesinde kaldığı için “küresel enerji güvenliği” konusunda rekabetin bütün şiddeti toplantıya yansımadı. Bu konuda Neva kıyısında düello yapamadılar. Ama Amerikan emperyalizmi İsrail saldıranlığını haklı çıkartmak için siyasal ağırlığını koydu.
Dünya enerji kaynaklarını ve dünya pazarlarına sevkıyatını kontrol altına almak için sürdürülen rekabette gruplaşma yerine neredeyse her bir emperyalist ülkenin kendi başına hareket etme eğiliminin olduğunu görmekteyiz. Enerji konusunda Rusya, ABD, AB (özellikle de Almaya ve Fransa) tamamen farklı politikalara sahipler. AB, enerji alanında ne Rusya’ya ne de ABD’ye bağımlı olmak istemektedir. ABD ise dünya hegemonyasını gerçekleştirmek için, dünya çapında stratejik alanları işgal ve kontrol etmenin yanı sıra enerji kaynaklarını ve dünya pazarlarına sevkıyatı rotalarını kendi kontrolü altına alma mücadelesi vermektedir. Bu nedenle de başta Rusya ve Çin olmak üzere diğer emperyalist ülkeleri bu alandaki rekabette dışlamaya çalışmaktadır. Rusya ile DTÖ anlaşmasının tamamlanmasına rağmen ABD tarafından onanmaması ve Orta Asya petrol ve doğalgaz’ının (Kazakistan, Türkmenistan, Azerbaycan) Rusya topraklarından geçmeyen hatlarla dünya pazarlarına taşıma politikası (Baku-Tiflis-Ceyhan boru hattı bu politikanın ürünüdür) her iki ülke arasındaki rekabetin boyutlarını göstermektedir. Bu alandaki rekabet son dönemlerde Rusya ve ABD ilişkilerinin gerilmesinde önemli bir rol oynamış ve zirve boyunca Bush ve Putin’in şu veya bu konudaki açıklamalarına damgasını vurmuştur.
Hammadde kaynakları ve dünya pazarlarında sahip olunan pay üzerine rekabet; dünyayı yeniden paylaşma mücadelesi, kapitalizmde eşitsiz gelişmenin sonucu olarak yeni büyük güçlerin oluşmasıyla –örneğin bugün için Çin ve potansiyel olarak da Hindistan- oldukça keskinleşecektir. Bu nedenle dünya hakimiyeti için stratejik alanlarda ve enerji kaynaklarının bulunduğu ülkelerde ve bölgelerde –örneğin Ortadoğu, Kafkasya/Hazar Havzası- savaş tehlikesi sürekli güncel olmaya devam edecektir.