deneme

26 Eylül 2007 Çarşamba

DEMOKRASİ DİKTATÖRLÜKTÜR AMA HER DİKTATÖRLÜK DEMOKRATİK DEĞİLDİR (I)




BURJUVA ANAYASA VE DEMOKRASİ

Anayasa tartışmaları hükümet savaşının gerçek iktidar savaşı doğru evrildiğine işaret etmektedir. Anayasa taslağının parça parça basına sızdırılması birçok çevreyi harekete geçirdi. 22 Temmuz seçimlerinde dersini alan ordu şimdilik susuyor. CHP’nin muhalefet edecek durumu yok. Anlaşılan o ki, iktidar savaşında yeni taktiğin bir gereği olarak YÖK ve yargı öne sürüldü. Taslağa şiddetle karşı çıkan bu kurumların yanı sıra yandaş medya da harekete geçirildi. Darbeye davetler çoğaldı. “Mahalle baskısı” adı altında korku salınıyor, korku işleniyor. Öncelikle kadınların “başına gelecekler” İran ve Malezya örnekleriyle anlatılıyor ve böylece kadınların sokağa dökülmesinin ön çalışması yapılıyor. Türban da aynı amaç için kullanılıyor. Türban, cüppe, sarık vb. ile öğrenciler harekete geçirilmeye çalışılıyor. Sonra birileri ülkeyi İranlaşmaktan, Malezyalaşmaktan kurtarmak için çağrılacak. Çankaya’ya tankla mı çıkılır, yoksa başka bir yol mu izlenir, bunu şimdiden bilemeyiz. Ama her halükarda burjuvazinin klikleri arasındaki mücadele hükümet olma mücadelesinden iktidar olma mücadelesine dönüşmektedir.

“Sivil anayasa” veya “askeri anayasa”, adı ne olursa olsun her anayasa belli bir sınıfın diktatörlüğünün, belli bir ideolojinin ifadesidir. Burjuva devrimlerinden bu yana, özellikle de Fransız burjuva devriminden bu yana anayasa, demokrasi, kuvvetlerin birliği veya ayrışımı tartışmaları sürüp gelmiştir. İnsanlık, kapitalist sistem, burjuva düzen, burjuva sınıf belasından kurtulana kadar da bu tartışmalar sürecektir.

Taslak üzerine tartışmaların da gösterdiği gibi, “sivil anayasa”, “demokratik” anayasa ile eş anlamlı kullanılıyor. Sorunu bu kavramlar etrafında tartışanlar haksız da değiller. Nihayetinde burjuva düzende “demokratik” anayasa veya “sivil” anayasa, toplumsal yaşamda eksikliği hissedilenin yeni, “sivil”, “demokratik” kurallarla donatılarak uygulanmasını sağlayan anayasadır. Demek oluyor ki, anayasanın yenilenmesi için o yenilemeyi talep eden toplumsal güçlerin olması gerekir. Birlerinin düşünmesi yetmiyor. Değişimi anayasal düzeyde talep eden güçlerin olması gerekir.

Örneğin 1921 ve 1924 Anayasalarının arkasında ulusal kurtuluş mücadelesi ve yeni kurulan cumhuriyet olgusu vardı. 1961 Anayasası 27 Mayıs (1960) darbesi ve 1982 Anayasası da 1980 darbesi üzerinde yükseliyordu. Anayasa, yaşanılan toplumsal düzenin sınıf ve mülkiyet yapısının; sınıfsal ve mülkiyetsel karakterinin hukuki çerçevesidir. Dolayısıyla her anayasa, yaşanılan toplumda hâkim sınıf değerlerini idealize eder. Bu değerlerin korunması ve geliştirilmesi için kurallar kor. Türkiye’de burjuva düzen söz konusu olduğuna göre anayasa da burjuva değerlerin korunması ve geliştirilmesi için kurallar abidesinden başka bir şey değildir.

Kuralların uygulaması, yani anayasanın uygulanması konusunda burjuvazi, farklı yöntemlere başvurur. İşçi sınıfı ve emekçi yığınları sürükleyebilmek, düzenlerinin ne denli demokratik olduğunu göstermek için bazen, günümüzde ise çoğu kez, demokratik uygulamadan bahseder. Burada söz konusu olan, bir bütün olarak anayasanın ve yasaların ve uygulamanın ne denli demokratik olup olmadığı değildir. Burada söz konusu olan, ne kadar demokratik olursa olsun her burjuva düzenin, bir burjuva diktatörlük olduğunu gizlemek için rejim yönetiminde kuvvetler ayrımı ilkesinin uygulanmasıdır.

Her anayasa hâkim sınıfın diktatörlüğünü ifade eder. Burjuva düzende kuvvetler ayrımı ise bu diktatörlüğü gizlemeye yarayan bir yöntemdir.

Basında sürdürülen anayasa tartışması, şimdiye kadarki anayasaların karşılaştırılması ve hangisinin demokratik, hangisinin antidemokratik olduğu üzerine değerlendirmeler birer çarpıtmadır. Anayasa taslağını hazırlayanlar ve bu taslağın tartışmasını yapanlar soyut demokrasi kavramını eğip-büküyorlar, anlayışlarına göre yorumluyorlar. Oysa sınıf sorununu dışlayan bir demokrasi kavramı soyuttur, havanda su dövmeye benzer veya kendine göre demokratik olmayan her şeye kılıç sallamaya benzer. Aynen Donkişot gibi. Bu bayların unuttukları veya öyle olmasını istedikleri, sınıflara ayrılmış insanlık tarihinde sınıflar üstü bir devletin, demokrasinin ve anayasanın da olamayacağıdır. Sermayenin iktidarının „sivil“, „demokratik“ pekiştirilmesinden, bütün topluma dayatılmasından başka bir anlam taşımayan bu taslağın halk oylamasına sunulması, onun ne denli demokratik olduğunu hiç de göstermez.

İşin tarihçesine bakalım: İngiliz, Amerikan ve özellikle de Fransız burjuva devrimleri olmasaydı, burjuva demokrasisi de olmazdı. Burjuva demokrasisi veya klasik burjuva demokrasisi bu burjuva devrimlerin bir sonucudur. Türkiye tarihinde böyle bir gelişme; kuvvetler ayrımı temelinde bir burjuva demokrasisi yaşanmamıştır. Aşağıda da göstereceğimiz gibi, Türkiye’de demokrasi oyununa gerçek anlamda kuvvetler birliği temelinde başlanmıştır.

Kuvvetler ayrımı düşüncesi feodal-mutlakıyetçi rejimlere karşı mücadele sürecinde doğmuştur. Mutlakıyetçi rejimlerde yasama, yürütme ve yargı kişinin (kralın) elinde toplanmış durumdaydı. Feodalizme karşı mücadelesinde sınıflaşan burjuvazi, iktidar mekanizmalarını parça parça da olsa mutlakıyetin elinden almaya çalışmıştır. Ve burjuvazi iktidarı ele geçirdikten sonra kuvvetler ayrımını, iktidar yönetiminde işbölümüne dönüştürmüş ve böylece de burjuvazinin fraksiyonları arasında rekabetin sürdürüldüğü siyasi platform olarak burjuva parlamentosu doğmuştur.
Süreç içinde kuvvetler ayrımı ve „hukuk devleti“ kavramı demokrasinin ve anti-demokrasinin ölçekleri olmuştur.

Kuvvetler ayrımı teorisinin kurucusu Montes­quieu’dür. Bu teoriyi temel yapıtı „Yasaların Ruhundan“ kitabında temellendirir. Şüphesiz ki aristokrasinin temsilcisi olan Montes­quieu, soylu sınıfın iktidarını, o zaman için henüz sosyal tabakalarına ayrışmamış olan „3. Zümre“ denen alt toplumsal tabakalardan oluşan „sınıf“ ile paylaşmayı düşünmüyordu. Bu bayın derdi, mutlakıyetçi kralların despotik yönetimiyle varlığı tehlikeye düşen aristokrasinin iktidarını kurtarmaktı. Bunun da ancak ve ancak kuvvetler ayrımıyla mümkün olacağını savunuyordu.

Kuvvetler ayrımıyla kuvvetler paylaşımı arasında oldukça önemli bir fark vardır. Montesquieu de bunun farkında olduğu için kuvvetler paylaşımından değil, kuvvetler ayrımından bahsetmiştir. Kuvvetler paylaşımı, çıkarları başka olan bir sınıfla iktidarı paylaşmaktır. Kuvvetler ayrımı ise aynı sınıf iktidarının yönetiminde güçlerin dağıtımıdır.
Montes­quieu, iktidarı yürütme, yasama ve yargı diye üçe ayırmıştır. O, ancak bu şekilde bir ayırımla soylu sınıfın iktidarının feodal monarşi biçiminde pekiştirileceğine inanıyordu.

Feodalizme karşı mücadelelerinde devrimci burjuvazinin ideologları Montesquieu’nün kuvvetler ayrımını, kuvvetler paylaşımına dönüştürmüşler ve böylece monarşik iktidardan bir parça yönetim koparmayı düşünmüşlerdi. Veya „3. zümre“ adına yönetime katılmakla mutlakıyetin iktidarını sınırlandırmayı düşünmüşlerdi.

Kuvvetler ayrımı, eski hâkim sınıfın tek başına iktidarı elinde tutamadığı, yeni, yükselen sınıfın da tek başına iktidara gelme gücünün olmadığı dönemlerde gerçeklik olabilir. Nitekim Fransa’da Büyük Fransız burjuva devrimi sürecinde Bastille-baskını (14 Temmuz 1789) ile XVI. Ludwig’in idamı (Ocak 1793) arasında kuvvetler ayrımı ilkesi uygulanmıştır. Yaklaşık eşit güçlü müttefiklerin antiemperyalist demokratik devrim sürecinde emperyalizm ve işbirlikçi büyük burjuvazinin iktidarını yıkmaları sonucunda kuvvetler ayrımı ilkesinin uygulanması da bir olasılıktır. Ama bu, ayrı bir tartışmanın konusu olur.

Türkiye’de ulusal mücadele –kurtuluş savaşı- içinde güçlenen ve örgütlenen ulusal burjuvazi, namı diğer Kemalist burjuvazi, tek başına iktidar olacağını kestirebildiği ve ancak kuvvetler ayrımı olmaksızın; kuvvetler birliği ile sınıfsal iktidarını sağlamlaştıracağını düşündüğü için kuvvetler ayrımı ilkesini bir kenara atmış ve doğrudan diktatörlüğünü kurmuştur. Müttefiksiz, tek başına iktidara gelen, ama iktidarını yerleştirmekte zayıf olan bir burjuvazi için bu yöntem kendi sınıfsal çıkarları açısından yanlış da değildir. Kemalist burjuvazi bunu yaptı. Burjuvazinin açık diktatörlüğünü kurdu. Kuvvetler ayrımını demokrasiyle eşit anlamda kullanarak halk sınıf ve tabakalarını demokrasi adına kandırmaya çalışmadı.

1924 Anayasasında Cumhuriyet, sadece devletin değil, hükümetin de biçimi olduğu vurgulanır. Cumhurbaşkanı, Meclis’in başkanıdır. Başbakan, Cumhurbaşkanı tarafından seçilir. Başbakan, bakanları seçer ve Cumhurbaşkanının onayına sunar. Bu, kuvvetler birliğidir.

Anayasa taslağı üzerine tartışmalarda kuvvetler birliği özelliğinden dolayı, yani kuvvetler ayrımı yapılmadığından dolayı 1921 ve 1924 anayasaların gerçek anlamda 'sivil' anayasalar olmadığı işleniyor. Bu baylara göre bu anayasalar olağanüstü koşulların ürünüymüş. Bu baylar, her anayasanın olağanüstü bir durumun sonucu olduğunu unutuyorlar. Herhangi bir yasa değil, yani yasaların yasasını, anasını hazırlamak için elbette olağanüstü bir durumun olması gerekir.

Kuvvetler ayrılığı ilkesine dayanmasına rağmen 1961 Anayasası da “sivil” anayasa olmuyor. Tabii darbe gibi olağanüstü bir durumun ürünü olduğundan dolayı. 1982 Anayasası ise doğrudan askeri bir anayasa, “sivil” olması söz konusu değil.

Kimi kandırıyorsunuz? Kuvvetler ayrımı ilkesini uygulamakla burjuvazi demokratik olduğunu kanıtlayamadı. Bütün dünyada bu böyledir. Anayasa “sivil” olunca iktidarı, örneğin iktidarı işçi sınıfıyla paylaşıyor mu? Anayasa “sivil” olunca ulusların kendi kaderini tayin hakkı tanınıyor ve uygulanıyor mu? Anayasa “sivil” olunca emperyalizme bağımlılık sökülüp atılıyor mu? Anayasa “sivil” olunca zindanlar boşaltılıyor mu? Anayasa “sivil” olunca mülkiyetin sınıfsal karakterine dokunuluyor mu? Anayasa “sivil” olunca belli bir ideolojiyi ifade etmekten çıkıyor mu?

Anayasa konusunda en dürüst olan Kemalist burjuvaziydi. Eğdirip-büktürmeden cumhuriyetin aslında bir burjuva diktatörlüğü olduğu anayasalaştırmış ve uygulamıştır.

Gelecek yazıda demokratik anayasanın nasıl bir anayasa olduğunu ele alacağız. Veya demokrasi diktatörlüktür ama her diktatörlük demokratik değildiri açacağız.