deneme

20 Şubat 2009 Cuma

TEORİYİ KRİZ KURTARDI!





Şu ekonomik kriz patlak vermeden önce, hemen her siyasi çevre değilse de, en azından kendini „sol“da görenlerden komünist görenlere kadar uzanan belli bir yelpazede yer alanlar, kapitalizm ve tabii ki emperyalizm üzerine „desteksiz atışın“ mükemmel örneğini oluşturmuşlardı. Gerçi şimdi sesleri-solukları kesildi, süngüleri düştü, ama gerçekten de desteksiz atmışlardı. Fazla üretim krizi, hesap sorarcasına önce bunları mahkûm etti. Bunların kim oldukları ve ne dedikleri tabii ki, krizin umurunda değil. Nasıl olsun ki, kriz konuşma ve düşünme yeteneğine sahip değil. Bu yeteneğe sahip olsaydı, her halde durum değişirdi. Her halükarda, sürekli olamam, belli aralıklarla gelirim, bankaları, mali kurumları, sanayi işletmelerini iflas ettiririm, işçileri işsiz bırakırım, ortalıkta dolaşan sermaye bırakmam; benden korkacağı için sermaye uluslararası alandan çekilir; devletinin korumacılığına sığınır derdi. Daha çok şey söylerdi, ama konuşma ve düşünme yeteneği olmadığı için kusurundan saymayalım. Ama ya şu konuşma ve düşünme yeteneği olanlara ne demeli?

Krizle birlikte her türden medya tarafından günde sayısız defa beynimize pompalanan kriz üzerine bilgilendirme kirliliği yetmiyormuş gibi, dün söylediğini bugün unutarak, sanki hiçbir şey olmamış gibi hareket ederek insanların kafasını karıştıranlara ne demeli? Böylesi yoğun bilgilendirme bombardımanı karşısında en sağlam kaleler bile belli bir zaman sonra yıkılır. Toz dumana karışır. Tam da böyle bir süreçten geçerken, krizin patlak vermesini gayet „bilimsel“ olarak analiz edenler, şimdi de sadece krizin değil, sistemin akıbeti üzerine zaman belirlemesi yapmaya başladılar; kıyamet günü tellallarının sayısı çoğalmaya başladı. Ne düşünürsünüz bilemem, ama mademki, kapitalizmin sonu yakın – ben diyeyim 30 sene, belki siz 25 sene dersiniz- ama bazıları var ki, sağlam hesap yapıyorlar ve en fazla 10, bilemediniz 15 sene içinde bu sistem; yani kapitalizm çökecek diyorlar. Düşünüyorum da acaba Marks yanılmış olamaz mı? Niçin olmasın, o da bir insandı! Hem o, günümüzün koşullarındaki kapitalizmi analiz etmemişti; hesap makinesi yoktu, Engels'in bir notuna göre de matematikten pek anlamıyordu. Belki bundan dolayı kapitalizmin ne zaman kendiliğinden çökeceğini üzerine hesap yapmamıştır. Kim bilir belki de kar oranının eğilimli düşüş yasası yanlıştı veya da o zaman doğruydu da şimdi yanlış oldu. Belki de sermaye ve üretimin uluslararasılaşması üzerine; yani kapitalist üretim biçiminin iç dinamiği; gelişme yasaları üzerine yanlış değerlendirmeler yaptı. Kim bilir, belki de bugün bazı insanların „gördüm“ dediğini göremedi. İşimiz zor, bir biçimde bende de bu konu üzerine düşünce bulanıklığı başladı!
Ama her şeye rağmen söylemler üzerinde bir gezinti yapmakta yarar var, belki faydalı olur!

Ekonominin yüksek oranlarda büyüme süreci tarihe karıştı:
Son yüz yılda, ama en azından II. Dünya Savaşından itibaren emperyalist ülkelerde ekonominin büyüme oranları, başka çok şeyin yanı sıra bir gerçeği daha göstermektedir: Ekonomide büyüme oranları giderek küçülmektedir. Bu gelişmeyi ABD ve Alman ekonomisini örnek alarak gösterelim:


Amerikan ekonomisi 20. yüzyıldaki büyüme oranlarının seyri bakımından iki döneme ayrılabilir: Yaklaşık 1950'ye kadar olan dönemde Amerikan GSH'sı sert iniş ve çıkışların olduğu bir süreçten geçiyor; ekonomi yüzde 13 oranında mutlak küçülürken yüzde 18 oranında mutlak büyüyebiliyor. 1950'den sonra durum değişmeye başlıyor; sert iniş ve çıkışların yerini büyüme oranlarının giderek küçüldüğü bir süreç alıyor; büyüme oranları ortalama yüzde 7-8'den yüzde 3'e düşüyor.
Alman ekonomisi:




1951-2008 arasında Alman ekonomisinde büyüme oranları yüzde 12'den 2000'li yıllarda yüzde3 ila 4'e düşüyor.

İstisnai dönemler hariç, genel seyir, sadece bu iki emperyalist ülkede değil, bütün emperyalist ülkelerde büyüme oranlarının 1970'lerden itibaren sürekli küçüldüğünü göstermektedir. Yani kapitalist ekonomide bir taraftan büyüme oranları küçülürken, diğer taraftan da aşırı birikimle karşı karşıya kalan sermaye, azami kar alanı aramaya başlıyor. Özellikle de 1970'li yıllardan itibaren.

Kafam tam da burada karışmaya başladı! Marks ve Engels daha Komünist Manifesto'da, yani 1848'de sermaye ve üretimin uluslararasılaşmasından; burjuva kavramla ifade edecek olursak küreselleşmeden bahsediyorlardı. Marks, Kapital'de ve başka yazılarında dış pazarsız kapitalizmin, sermaye hareketinin olamayacağından bahsediyordu. Geçen yüzyılın '70'li yıllarından bu yana ise emperyalist ülkelerin üniversitelerinde ve „düşünce fabrikaları“nda „küreselleşme“nin '70'li yıllarda başladığı ve hızla geliştiği öğretiliyordu.

„Küreselleşme“, neoliberalizm vb. derken az kalsın devlet de ortadan kaldırılıyordu. Şu kriz patlak verdi de devleti yok edenlerin veya önemsizleştirenlerin süngüsü düştü. Sürekli yeniyi keşfetme peşinde koşan uluslararası küçük burjuvazi, emperyalist küreselleşmeyi öne sürerek devleti bir çırpıda ekonomiden çekti; abartmayalım, en azından devleti küçülttü! Ve devletin küçülüyor olduğu üzerine üretilen teoriler, sayısız versiyonlarda çoğaltıldı; bütün dünyaya yayıldı. Bunun böyle olmadığını anlamak, en azından görmek, olmazsa da hissetmek için bir ekonomik krizin patlak vermesi gerekiyormuş. Öyle de oldu. Bir örnek:




Yönlendirdikleri ekonominin toplam ekonomideki payına bakacak olursak grafikte adı geçen devletler hiç de küçülmüşe benzemiyorlar.
Grafikte oranlar tam gözükmüyor, bir de tablo olarak verelim:

Ülkeler
Yıllar

2003
2004
2005
Belçika
 51,1
 49,3
52,4
Danimarka
55,3
55,1
53,1
Almanya
 48,5
47,1
 46,8
Finlandiya
 50,0
50,3
50,1
Fransa
53,4
53,2
 53,8
Büyük Britanya
 42,8
43,1
 44,0
İtalya
 48,3
47,8
 48,2
Hollanda
 47,1
46,3
45,5
İsveç
58,2
56,7
 56,3
Kaynak: Statistisches Bundesamt 2005, % olarak

Tabloda söz konusu devletlerin harcamalarının ulusal ekonomideki payını görüyoruz. (Bu oran 2004'te Japonya'da yüzde 38 ve ABD'de yüzde 34 idi).
Kimin küçüldüğü belli değil; devleti küçülten, önemsizleştiren teori mi küçüldü, yoksa gerçekten de devlet mi küçüldü, buna siz karar verin.
Ah, şu kriz olmasaydı!

Evet, evet, bir de mali kriz vardı?
Veya buna spekülasyon, borsa, banka, kredi krizi de diyebilirsiniz.
Kafamın en çok karıştığı nokta tam da burası. Ya Marks'ın analizlerinde, Kapital'de anlattıklarında bir sorun var ya da...! Marks bu konuda da yanılmış olmaz mı?!
Hesaplıyorum, ama işin içinden çıkamadım. İsterseniz beraber hesaplayalım: 

Yukarıdaki verilerden de anlaşılacağı gibi 1800-2000 arasında 250 banka-mali kriz yaşanmış. 1800'de değil de 1620'den itibaren ve mali kriz-fazla üretim krizi ayrımı yapmadan sayacak olursak başka bir sonuca ulaşıyoruz. 1620-1799 arasında toplam 16 borsa krizi ve 1825'ten bu yana da, 2008 krizi de dâhil 15 fazla üretim krizi yaşanmış. Bunların toplamı 31 eder. Burjuva ekonomistler ise 1800'den bu yana 250 krizden bahsediyorlar. Tabii bunlar tek tek ülkelerde patlak veren krizler değil. Grafikte de bu görülüyor. Kesin bildiğim: Marks'a inanacak olursak, kapitalizmde fazla üretim krizleri 1825'ten itibaren görülmüştür. Bunların toplam sayısı da,1825-2009 arasında, ancak 15. Burjuva ekonomistlerin 250 rakamını yarıya indirsek ve 125 kriz desek, olmazsa onu da yarıya indirsek ve 62,5 kriz desek, buçuklu kriz olamayacağı için yuvarlak hesap 63 kriz desek yine olmuyor. Olmuyor, çünkü her mali krizi fazla üretim krizi olarak değerlendirenler var. Bu durumda sayısı her halükarda 15'den fazla olan fazla üretim krizleri söz konusu oluyor. Anlaşılması zor bir hesap.
Biz yine Marks'a dönelim ve her borsa, spekülasyon, mali, banka krizinin mutlaka fazla üretim krizi olmayacağına dair uyarılarını göz önünde tutarak bir hesap yapalım. Bu durumda fazla üretim krizi sayısından çok fazla olan bir mali kriz sayısıyla karşı karşıya kalıyoruz. Burjuva ekonomistler abartıyorlar diyerek bu krizlerin sayısını 63'e indirsek de yine bir fazlalık var. O zaman şöyle düşünebiliriz: Her mali kriz, mutlaka fazla üretim krizi anlamına gelmez. Bazen mali krizler patlak verir ve sanayi üretimini etkilemesi engellenebilir. Yanılmış olabilirim, ama mali kriz ile ekonomik (fazla üretim) krizi arasında diyalektik bağ ve farklılıkların olduğundan eminin; bunlar her koşul altında bir ve aynı krizler olamazlar. Bu bir yanılgıysa sorumlusu Marks ve Engels'tir. Şöyle:

Krizlerin olasılığı basit meta üretimi ve para dolaşımının gelişmesiyle başlar. Bu bir olasılıktır ve bu olasılığın ne zaman başladığı konusunda F. Engels şu tespiti yapıyor:
“Öyleyse Marksist değer yasası, ürünleri metalara dönüştüren değişimin başlangıcından, 15. yüzyıla kadar süren bir dönem için, genel bir ekonomik geçerliliğe sahip olmuştur. Ne var ki meta değişimi, yazılı tarih öncesi dönemlere kadar uzanır... Şu halde değer yasası beş ile yedi bin yıllık bir dönem boyunca egemenliğini sürdürmüştür.” (F. Engels’in Kapital’in III. cildine eki. Marks-Engels. C. 25, Kapital III, s. 909).

Demek oluyor ki Marks tarafından keşfedilen değer yasası, yazılı tarihin başlangıcından bu yana etkide bulunuyor; krizlerin doğuşu için genel koşullar veya olasılıklar varsa ve özellikle de ödeme aracı olarak paranın fonksiyonu gelişmişse başka teşvik edici faktörlerin de olması durumunda krizin patlak vermesinde şaşılacak bir şey olmaz. Henüz kapitalizme gelmedik, ama krizler patlak veriyor. Aynen antik Yunanistan ve Roma imparatorluğunda görüldüğü gibi. Bu birinci nokta; ödeme aracı olarak para ve kriz; para dolaşımında patlak veren kriz. Ama bu krizleri, modern periyodik (devrevi) ekonomik krizlerle aynı göremeyiz. Bu da ikinci nokta.
Birinci noktada belirtilen krizler ile orta çağda patlak veren ve ticaret ve tefeci sermayesinin, kredinin kapsamlı gelişmişlik durumunu koşul yapan spekülasyon krizleri arasında oldukça önemli farklar vardır.
Yukarıya aktardığımız anlayışında Engels, basit meta üretiminde ticari-kapitalist iktisadi dönüşümün tarihini 15. yüzyıl olarak belirliyor. Yani 15. Yüzyıl, ticaret sermayesinin zaferinin/hâkimiyetinin başladığı yüzyıl. Bu sermaye (ticaret sermayesi), 17. yüzyılda krediciliğin bankaya benzer örgütlenmesine yol açıyor. Bu örgütlenmeyle de; kredinin bankavari örgütlenmesiyle de spekülasyon, borsa oyunu ve bununla bağlam içinde krizlere neden olmuştur. Bu üçüncü nokta.
17. ve özellikle de 18. Yüzyılda görülen krizler; yani spekülasyon, borsa-kredi krizleri antik çağın krizlerinden ne denli farklıysalar, sanayi kapitalizminin devrevi krizlerinden de o denli temelden farklıdırlar. Neden?
17. ve 18. Yüzyılda görülen spekülasyon, kredi, borsa-para krizleri banka ve kredi sisteminin; bir bütün olarak para ekonomisinin ve hisse senedi ticaretinin gelişmesinin sonucu olarak doğan krizlerdi. Ama bu krizlerin gerçeklik olabilmesi, yani patlak verebilmesi için ekonomi dışı faktörün, çoğunlukla da siyasi faktörün etkide bulunması, tetiklemesi gerekiyordu. Bu krizler, dönemsel olarak patlak veren krizler değildi. Periyodik (devrevi olarak) patlak veren krizler, Marks’ın deyimiyle “mekanik sanayiin bütün ulusal ekonomi üzerinde belirleyici etkile bulunacak kadar geliştiği” zamanda; “kapitalizmin kendi ayakları üzerinde durmaya başladığı” zamanda gündeme gelmişlerdir. Yani kapitalizmin makineli büyük üretim aşamasına girdiği zamandan itibaren. Bu dönem de 18. yüzyılın sonunda 19. yüzyılın başında İngiltere’de sanayi devriminin sona erdiği dönemdir. Bu, dördüncü nokta. Biraz açalım;
“Yaşamlarının toplumsal üretiminde insanlar, aralarında zorunlu, iradelerinden bağımsız belli ilişkilere girerler; bu üretim ilişkileri, onların maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme derecesine tekabül eder. Bu üretim ilişkilerinin tümü, toplumun ekonomik yapısını, belli toplumsal bilinç şekillerine tekabül eden bir hukuki ve siyasi üst yapının üzerinde yükseldiği somut temeli oluşturur” (Marks, Politik Ekonominin Eleştirisine Katkı. Önsöz. C.13 s. 8).

Tarihsel materyalizmin bu temel tezinin doğruluğunu ekonomik krizlerin tarihi de gösteriyor. Aynı zamanda, krizler arasında fark görmeyen anlayışların yanlışlığını da; 19.yüzyılda iktisadi krizlerin karakterindeki temel değişimin nihai nedenini maddi üretici güçlerin gelişmesi, yani sanayi devrimi oluşturuyor. Sanayi devrimi, modern sanayinin doğmasıydı. Modern sanayi ile yani makineli büyük üretim ile birlikte çözümü periyodik krizlerde bulan ve sanayi kapitalizmine özgü olan çelişkiler doğuyor ve gelişiyordu.
-Kapitalizmin temel çelişkisine neden olan üretimde toplumsallaşma, ancak sanayinin gelişmesiyle başlayabiliyordu.
-Ancak sanayinin gelişmesiyle birlikte üretim araçları üretimi ile tüketim araçları üretiminin ayrışması (toplam toplumsa sermayenin I. ve II. bölümleri) başlayabiliyordu. Böylece bu bölümler arasında farklılaşmanın(oransızlığın) olasılığı ve zorunluluğu da doğuyordu.
-Ancak sanayinin gelişmesiyle birlikte değişmeyen sermaye, değişken sermayeye nazaran daha hızlı büyüme olanağına sahip oluyordu. Bu farklı büyüme kar oranının eğilimli düşüş yasasına neden oluyordu.
-Ve nihayet ancak sermayenin gelişmesiyle birlikte sabit sermaye, ekonominin devrevi gelişmesine temel teşkil edecek kapsama gelebiliyordu.
Bütün bu gelişmeler; makineli büyük üretimle başlayan bu gelişmeler periyodik (devrevi) krizleri zorunlu yapıyordu. İşte tam da bu krizlerin, 17. ve 18. yüzyıldaki krizlerle ilişkisi yoktu veya aynı karakterde değildiler. 17. ve 18. yüzyılın krizleri -belirttiğimiz gibi- ekonomi dışı faktörlerin tetiklediği safi para-kredi-borsa-spekülasyon krizleriydi. Bu krizler, üretim üzerinde onu sekteye uğratarak etkide bulunabiliyorlardı. Yani üretim azalmasına neden olabiliyorlardı. Buna karşın devrevi krizler ise fazla üretim krizleridir. Ve bu krizler, kapitalist ekonominin iç yasallığından kaynaklanırlar. Şüphesiz ki borsa-kredi-para-spekülasyon krizleri fazla üretim krizlerinin refakatçisidirler. Ama bu krizlerin nedeni değildirler. Birçok kriz araştırmacısının ve Marksizm adına konuşan avanak küçük burjuvazinin anlamadığı nokta, görünüm biçimleriyle özü birbirine karıştırmalarıdır.
Toplayalım;
Kapitalist ekonomide söz konusu olan, devreli olarak patlak veren ekonomik krizlerdir:
-Bu krizler, kapitalist yeniden üretim sürecinde doğarlar.
-Bu krizler üretimin toplumsal karakteriyle ona özel el koyuş arasındaki temel çelişki üzerinde yükselen yasal bir görünümdür.
-Fazla üretim krizleri ancak ve ancak kapitalizmin makineli büyük üretim aşamasında söz konusu olurlar.
Buna karşın:
-Para-kredi-borsa-spekülasyon; banka-mali krizler, ticaret krizleri, fazla üretim krizlerine refakat eden, fazla üretim krizlerini ancak etkileyebilen krizlerdir.
-Bu krizler fazla üretim krizlerinin nedeni olmadıkları gibi önemli yönlerini de oluşturmazlar.
-Bu krizler, kapitalist yeniden üretim sürecinden kaynaklanmazlar ve dolayısıyla kapitalist üretim biçiminin yasal görünümleri de değildirler.
Şimdi biraz anlaşılır gibi oldu:
-Her borsa, spekülasyon, banka, kredi krizi mutlaka bir fazla üretim krizinin başlangıcı değildir. Ama olabilir de.
-Kendi başına borsa, spekülasyon, banka, kredi krizleri kapitalist yeniden üretim sürecinden kaynaklanmadıkları için kapitalist üretim biçiminin yasal görünümleri de değillerdir. Yani bunu şöyle de ifade edebiliriz: Kendi başına borsa, spekülasyon, banka krizi olmadan da kapitalizm olur. Ama fazla üretim krizi olmayan bir kapitalizm düşünülemez.
Demek ki çağımızda da her borsa, spekülasyon, banka krizini fazla üretim kriziyle eş anlamlı görmenin hiçbir mantığı yoktur. Var mı dediniz? O zaman aşağıdaki krizlerin fazla üretim kriziyle ilişkisini kurar mısınız?


 1987 borsa krizi patlak verdiğinde ne Amerikan ve ne de dünya ekonomisi krizdeydi.
1988-1990 krizinde de aynı durum söz konusuydu.
1994-1995 Meksika krizi patlak verdiğinde dünya ekonomisi 1990-1994 fazla üretim krizinden henüz çıkmıştı.
Bu dört krizin fazla üretim kriziyle bir ilişkisi yoktu.
Ama 2000-2001'de ve 2007'de patlak veren mali krizler onları takiben gelen fazla üretim krizlerinin habercisiydiler.
Demek ki koşullar göz önünde tutulmadan her bir krizi genelleştirerek açıklamak gerçeği yansıtmıyor.

Genel anlamda mali (spekülasyon, bosa, banka krizleri) kriz, kapitalizmin krizi değildir, ama fazla üretim krizi kapitalizmin kriz desem, Marks ve Engels tarafından yanlış anlaşılmam. Ama her mali krizi sistem krizi olarak görenler tarafından mutlaka yanlış anlaşılırım. Bundan eminim.
Ah, şu kriz olmasaydı!

Evet, evet bir de mali sektörde artı değer üretimi vardı!
Bu konuda da kafam karıştı. Nasıl karışmasın ki! Örneğin 2006 yılında dünya gayri safi hâsılası toplamı 48 trilyon dolar ve aynı yıl içinde bütün mali varlıkların tutarı da 167 trilyon dolar. 2007 yılında dünya gayri safi hâsılası 50 trilyon dolara ve bütün mali varlıkların tutarı da 500 trilyon dolara çıkıyor. Bir taraftan sermaye, sanayiye yatırımdan kaçıyor -azami kar olanağı olmadığı için- mali sektöre yöneliyor; paradan para kazanıyor; yani kar ediyor deniyor, ama öbür taraftan da gerçek maddi değerlerdeki değişim mali sektördeki sermaye hareketine göre değil, sanayideki sermaye hareketine göre belirleniyor. Marks, artı değer ancak ve ancak işgücü sömürüsüyle elde edilebilir diyor, ama bazıları da mali sektörde artı değer üretmekten ve sermaye çoğaltmaktan geri kalmıyor. Önce, acaba Marks bu konuda da yanılmış olamaz mı diye düşünmeye başlamıştım. Ama sonra „Marksistler“in mali alanda artı değer üretme öğretilerini bir kenara iterek bankacılara, borsacılara kulak verdim ve mali alanda artı değer üretilmediğini, hissedilen sermaye, hissedilen varlık çoğaltıldığını anladım. Hesapları oldukça basit. Bunu sizlerle paylaşmak isterim:

Hisse senedi spekülasyonu: Diyelim ki, itibari değeri 10 YTL olan bir hisse senedi piyasaya sürüldüğü gün 44 YTL'ye satılsın. Bu 44 YTL'yi, işletme sermayesinin bir kısmını pazarlamış olduğu için işletme sahibi alır. Fiyat, talebe göre değişir.
Hisse senedini satın alan, işletmeye 10 YTL'lik katılımını gösteren 44 YTL karşılığında bir belge almış olur. Satın alan, hisse senedinin fiyatları yükselir, kar ederim düşüncesindedir.

Bu aşamada sonuç:
İşletmeci: +44 YTL
Satın alan (şahıs A): -44 YTL

Diyelim ki, hisse senedinin fiyatı yükselsin. Bu durumda sahibi, hisse senedini belli bir zaman sonra kar yaparak satabilir. 55 YTL'ye sattığını düşünelim. Bu durumda, hisse senedini satın almak için 44 YTL vermişti, şimdi 55 YTL'ye sattığına göre karı (55-44= 11 YTL'dir). İşletmenin bu ticaretle bir ilişkisi yoktur.
Bu aşamada sonuç:
İşletme: 0
Satan (şahıs A): + 55 YTL
Satın alan (şahıs B): - 55 YTL.

Diyelim ki hisse senedinin fiyatı düşsün. Sahibi (şahıs B), paraya ihtiyacı olduğu için elindeki hisse senedini, diyelim ki 35 YTL'ye satsın. Satın almak için 44 YTL harcamıştı. Bu durumda şahıs B'nin zararı (44-35= 9 YTL) 9 YTL'dir.
Bu ticarete ne şahıs A ve ne de işletme katılmıştır.
Bu aşamada sonuç:
İşletme: 0
Şahıs B: +35 YTL.
Şahıs C: -35 YTL.

Sonuç:
İşletme: +44 YTL.
Şahıs A: +11 YTL.
Şahıs B: -9 YTL.
Şahıs C: -35 YTL (Şimdi bu son satın alan kişi hisse senedinin fiyatının yükseleceği umuduyla yaşamaktadır). Bütün borsalarda oynanan, şu veya bu biçimde bu oyundur.

Bankalarda “hissedilen sermaye” artışı veya paradan para kazanma sahtekârlığı:
Örnek: 100 liranız var ve bunu bir bankaya yatırıyorsunuz. Banka bu paranızı rezerv olarak depoluyor (ve T cetvelinin sol tarafına -aktif- işliyor). Aynı zamanda banka size 100 lira borçlu durumda (bu da T cetvelinin sağ tarafına borç olarak işleniyor). Ortada 200 lira gözüküyor, ama gerçek miktar 100 lira.
Zamanla bankacının aklına bir fikir geliyor: Bu miktarın bir kısmını ihtiyacı olana kredi olarak veremez miyim, karşılığında belli bir faiz alırım vb. diye düşünmeye başlıyor. Ve paranızı yatırdığınız banka (1. banka), 100 liralık miktarın bir kısmını -diyelim ki yüzde 10'nu- nakit çekimlerde sıkıntısı çekmemek için rezerv olarak tutuyor ve 90 lirasını da kredi olarak veriyor. Miktar hala bankaya yatırdığınız 100 liradır. (Aktif tarafında 10, pasif tarafında 100 ve kredi olarak 90 lira).
Bankada 100 liranız var, ama T cetvelinin sol tarafında da iki pozisyon var: nakit olarak tutulan 10 lira ve kredi olarak verilen 90 lira; bunların toplamı 190 lira yapar. Banka parayı 100 liradan 190 liraya çıkartmış oldu.
90 lirayı kredi olarak alan vatandaş, bu miktarla herhangi bir ihtiyacını giderir (mal veya hizmet satın alır). Mal veya hizmet satan kişi de aldığı bu 90 lirayı bankaya yatırı (2. banka). Şimdi 2. bankanın da T cetvelinin sağında ve solunda 90 lira kaydedilmiştir. Bu banka da 90 liralık miktarın yüzde 10'nu rezerv olarak tutar ve geriye kalanını (81 lira) kredi olarak verir. Başlangıçtaki 100 lira 2. bankada 271 liraya çıkmış olur: 100+90+81=271 lira.

1.adım: Bir mudi bankaya 1000 lira yatırıyor:..........................100 lira.
2. adım: 1. banka bunun 90 lirasını kredi olarak veriyor:. …......90 lira.
3.adım: 2. banka bunun 81 lirasını kredi olarak veriyor:............81 lira.
4. adım: 3. banka bunun 72,90 lirasını kredi olarak veriyor:......72,90 lira
4. adımda/işlemde başlangıçtaki 100 lira 343,90 liraya çıkmış olur.
Kâğıt üzerinde de olsa „hissedilebilir“ paraya ihtiyacınız varsa bu miktarı 1000 liraya da çıkartabilirsiniz. Bankanın kayıtlarında para miktarı artmıştır, ama gerçek varlıkta herhangi bir değişme olmamıştır. Kredi alanlar, geri ödeme yükümlülüğüyle karşı karşıyalar. Aldıkları krediden dolayı zengin olmamışlardır/paraları çoğalmamıştır. Kredi borçları geri ödenmezse sistem tıkanır veya bütün müşteriler bankadaki paralarını çekmeye kalkışırlarsa baka iflasla karşı karşıya kalır.
Paradan para kazanmak böyle oluyor!
Bu konuda Marks haklıymış!
Ah, şu kriz olmasaydı!

Sahi bir de kar oranı vardı!
Bu konuda da kafamda sorular oluşmaya başladı ve Marks kendi dönemindeki kapitalizmi incelemişti, şimdi ise tamamen başka bir kapitalizmle karşı karşıyayız. Kapitalizm bu denli değiştiğine göre yasaları da değişmiştir diye düşünmeye başladım. Nasıl düşünmeyeyim ki? Burjuva medyanın günlük „bilgilendirme“ bombardımanı yetmiyormuş gibi, sağdan soldan türeme Marksistler de kapitalizm artık kendi olanaklarıyla ayakta kalacak durumda değil; kendini yenileme imkânı kalmamıştır; yani kar oranlarının bir daha yükselmesi söz konusu değildir diye Marks'ın tespit ettiği kapitalist üretim biçiminin en önemli nesnel yasalarından biri olan „kar oranının eğilimli düşüş“ yasasını geçersiz ilan ediyorlar. Bu durumda; mademki sermaye kendini yenileme; genişletilmiş yeniden üretimi hareketini gerçekleştirecek durumda değil, o halde ya kapitalizm, kapitalizm olmaktan çıkmıştır ya da „ha çöktü ha çökecek“ duruma gelmiştir; yani can çekişmektedir. Ama diğer taraftan da bu iddianın hiç de yeni olmadığını ve her kriz döneminde aynı iddianın savunulduğunu ve kapitalizmin ise her fazla üretim krizinden çıktığını gördüğüm için „ya Marks doğruyu söylemişse“ diye düşünmekten de kendimi alamıyorum.

Bu unsurlar, düşünülmesi dahi ürkütücü olan yeni bir toplumsal düzeni dizaynlıyorlar. Kapitalizmin kendiliğinden çökeceğinden o kadar eminler ki, sonraki toplumun nasıl olacağı üzerine kesin konuşuyorlar. Örneğin, kar oranı, eğilimli düşüşünün sıfır noktasına vardığında kapitalizm çöküyor ve yerine „mübadele ekonomisi“ kuruluyor. Yani herkes küçük üretici oluyor ve ürünlerini karşılıklı olarak değiştiriyorlar. Diyelim ki bir apartman sakinleri ekmek üretiyorsa, ayakkabı üreten apartman sakinleriyle ürün değişimi yapıyorlar. Veya tuza ihtiyacı olan peynirini tuzcuya veriyor vb. „Mübadele ekonomisi”ne geçildikten sonra yeni mahallelerin, sülale isimlerinin ortaya çıkacağından emin olabiliriz. Örneğin ekmekçiler mahallesi, ayakkabıcılar mahallesi veya tuzcuzadebeyler veya karabibercizadebeyler türünden isimler...

İşin ilginç tarafı adamlar çöküşü saniyesine, saatine, gününe, haftasına, ayına kadar hesap edemeseler de yılına kadar hesap edebiliyorlar: Bulundukları nokta ile pazarın sınırının en uç noktası arasındaki mesafe biliniyor olmalı ki bu denli emin hesaplar yapabiliyorlar. Gerçi bu hesabı daha önce yapılmıştı. Bu hesabı 1920'li yıllarda H. Grossmann yapmıştı. Ama yanlış olmuş olacak ki kapitalizm çökmedi. Sonra, on yıllar sonrası Türkiye'de bir gazete ve dergi çevresi de kapitalizmin ne zaman sürekli kriz dönemine gireceği hesabını yapmıştı; aslında böyle bir hesap yapmak istememişti, ama anlatımları bu çevreyi o noktaya götürdü.
Bazıları, zaten kapitalizmi çoktan tarihin çöplüğüne attılar. Şimdilerde ise, en son hesapçılara göre, kapitalizm 10-15 seneden daha önce bir zaman içinde çökecek ve „mübadele ekonomisi“ne geçilecek. Tabii bu hesabı yapan troçkist efendi, şimdiki krizi kast ederek, Marksistlerin çoğunluğu bu krizi „sadece bir fazla üretim krizi olarak“ görüyorlar, oysa bu, bir fazla üretim krizinden daha fazla bir şeydir; bu bir sistem krizidir diyerek durumu açıklamış oluyor. Bazen de görüşünü güçlendirmek için „bu çürümüş sistem daha ne kadar ayakta tutulacak“ türünden sorular aktarıyor.
Senaryo korkunç: Aynen bir deprem gibi, çöküş aniden gelmek zorundaymış; kaçınılmaz olarak aniden gelecekmiş. Bundan dolayı, „mübadele ekonomisi“ çağında aç kalmamak için şimdiden birçok mesleği birden öğrenmekte yarar vardır diye düşünmeye başladım!
„On parmağında on marifeti“ olan, „mübadele ekonomisi“ düzeninde geleceğin burjuvazisi olma şansına sahip olur!

Her ne kadar „bir kaç yıl içinde dünya pazarında üretim araçlarına talep azalacaktır ve bundan dolayı da 'geriye dönüşümü olmayan noktaya' gidişi hiç bir şey engelleyemez“ tespiti yapılarak -bunun diğer adı sermayenin genişletilmiş yeniden üretimi olanaklarının kalmamasıdır- karamsar bir tablo çizilse de, acaba her şeye rağmen Marks doğruyu söylemiş olamaz mı diye düşünmekten de kendimi alamıyorum. Yani Marks kapitalist üretim biçimini doğru analiz ettiyse, bu sistem kendiliğinden çökmez ve şimdiye kadar olduğu gibi bu ve bundan sonraki ekonomik krizlerinden de kendi çelişkilerini çözerek çıkar diye düşünüyorum. Kapitalizm, fazla üretim krizini nasıl aşar sorusuna ilk doğru cevabı onlar vermemişler miydi K. Manifesto'da:
„Burjuvazi krizleri (fazla üretim krizleri kast ediliyor) nasıl aşarlar? Bir taraftan zorunlu olarak üretici güçlerin kitlesel yok edilişiyle; diğer taraftan da yeni pazarların fethedilmesiyle ve eski pazarların da adamakıllı sömürüsüyle“.
Demek ki kapitalizmin her fazla üretim krizinden çıkması için; krizini aşması için nesnel koşullar kapitalist sistemde verili olarak var.
Ah, şu kriz olmasaydı!

Ya korumacılığı ne yapacağız?
Kafamın en çok karıştığı konulardan birisi de korumacılık. Emperyalist küreselleşmenin geriye dönüşümü olmayan bir süreç olduğuna o kadar inanıştım ki, bu sürecin inişli-çıkışlı olabileceğini; iki adım ileri bir adım geri atılabileceğini ve bunda kapitalist ekonominin nesnel yasalarının belirleyici olabileceğini hiç düşünmemiş olmam gerekir. Şimdi durumun hiç de öyle olmadığını düşünüyorum, ama „acaba yanılmış olamaz mıyım“ düşüncesi de kafamın bir tarafında duruyor. Gerçekten de aşağıdaki grafikte de görüldüğü gibi daha 1984'e gelindiğinde sanayileşmiş ülkelerin sanayi ürünlerine konan gümrükler 1950'de yüzde 40'tan 1984'te yüzde 5 küsura düşmüş. Sonraki yıllarda „şaha kalkan küreselleme“, o neoliberal saldırılar veya dayatmalar gümrük duvarlarını açık ki delik deşik etmiştir. Yani ülke sınırları, insan geçemez ama ürün geçer duruma gelmiş. Tabii ki böylesi koşullarda korumacılık da ortadan kalkmış olur. Öyle olması gerekir. Ama pek de öyle olmadığını görüyoruz. Sermayenin ve üretimin gelişmiş uluslararasılaşmasına rağmen anlaşılan o ki, dünya pazarı bütünleşmemiş ve Kautsky'nin hayali gerçekleşmemiş. Bütün bunları anlamamız, en azından benim anlamam için şimdi olduğu gibi nispeten etkili bir ekonomik krizin patlak vermesi gerekiyormuş?



































Gerçekten de krizin kaçınılmaz olduğu anlaşılınca dünya pazarını paylaşan ülkeler „her koyun kendi bacağından asılır“ı gerçekleştirmek için olsa gerek (!) her bir ülke kendi sermayesini, sadece ve sadece kendi sermayesini kurtarmak için paketler hazırlamaya başladılar. Ortalıkta korkunç boyutlara varan miktarlar dönüyor:

Planlanmış ve gerçekleşmiş devlet yardımları (milyar İsviçre Frangı)
ABD
4, 668
Almanya
843
İrlanda
743
Çin
690
Büyük Britanya
672
Japonya
617
Fransa
579
Rusya
505
İskandinav ülkeleri
407
Hollanda
365
İspanya
299
Avusturya
152
Güney Kore
141
Doğu Avrupa ülkeleri
112
Kanada
108
İtalya
100
Güney Amerika ülkeleri
50
İsviçre
47
Yunanistan
42
Portekiz
39
Avustralya
38
Güneydoğu Asya ülkeleri
38
Belçika
23
Toplam

11.178 milyar Frank veya da:
11'000'000'000'178 Frank.
Kaynak: Bernerzeitung, 15.02.2009

Yani dünya çapında her bir insan -kapitalistlerin zararı devlet tarafından karşılansın diye- istatistik olarak 1665 Frank ödemiş olacak; ödemiş olacak çünkü bu miktar bütçeden karşılanmakta ve bütçeler de halktan alınan vergilerle oluşturulur.
Korumacılık sadece ve sadece gümrük duvarlarının yeniden çekilmesiyle gerçeklik olmaz. Şüphesiz, kriz derinleştikçe bu yönde de adımlar atılabilir, ama bugün açısından korumacılık, her bir ülkenin kendi sermaye, ürün ve yatırımlarını kollaması biçiminde yansımaktadır ve bu açıktan yapılmaktadır. Örnek ABD, İngiltere, Fransa, Rusya, Çin vb.

Şu kriz yok mu, her şeyi altüst etti! Neoliberalizm, korumacılığı ortadan kaldırmıştı, gümrük duvarları yıkılmıştı. Gerçekten de öyle oldu, ama kriz baş gösterince korumacılık da hortladı ve sermaye ve üretimin uluslararasılaşması önünde nesnel bir engel olarak ortaya çıktı. Anlaşılan o ki, sermaye ve üretimin uluslararasılaşmasını adeta konjonktürel bir gelişme olarak karşımıza koydu; geriye dönüşümün olmayacağı üzerine kurulan teorileri güneş altında kalmış kar gibi eritti. Tabii bu arada benim bu konudaki görüşüm de değişti!
Ah, şu kriz olmasaydı!

Bir de sermaye ve üretimin uluslararasılaşması vardı!
Bir de uluslararasılaşmış sermaye geri çekilmez, bu sermayenin „ulusal“ vatanı yoktur diye uluslararası alanda sürdürülen yoğun propagandanın etkisinde kalarak kafamda yanlış düşünceler gelişmeye başlamıştı. Ne de olsa revizyonist blok yıkılmış, kapitalizm nihai zaferini ilan etmiş, demokrasi ve özgürlük dünyanın her tarafına gitmek için start almaya hazır olmuş, sınırlar delik deşik olmuş, sermaye dünyanın her tarafında cirit atmaya başlamış; sermaye ve üretim uluslararasılaşmış; Lenin'in analiz ettiği emperyalizmin yerini başka bir düzen; sermaye ve üretimin sistemleştirdiği bir düzen almış! Tabii ki böylesi koşullarda bu “güçlü” savlara, analizlere inanmaktan başka ne yapılabilirdi ki? Ama sadece bir ekonomik kriz ortalığı karıştırdı. Her ne kadar daha önceki krizlerde de aynı gelişmeler yaşanmış olsa da, uluslararası teori dünyasının o çok çeşitliliği içinde bu klasik görüşe kim rağbet ederdi ki?

Ama uzun sürmedi, ekonomik kriz bu konuda da teorinin imdadına yetişti. Ne olmuştu? Gayet basit: Sermaye ve üretimin uluslararasılaşması ve uluslararasılaşmasının gerilemesi kapitalist üretim biçiminin nesnel yasalarına bağlıdır; ekonomik konjonkürün krizde olmadığı dönemlerde sermaye ve üretim uluslararasılaşmasının önünde ekonomik bir engel yoktur ve uluslararasılaşma devam eder. Ancak konjonktürün kriz aşamasında durum tersine çevrilir ve nesnel bir faktör olarak kriz, sermaye ve üretimin uluslararasılaşmasını geriletir. Aynı rolü etkili savaş ve deprem de oynayabilir. Bu durumlarda da sermayenin uluslararasılaşmasında olağanüstü gerilemeler olur. Bu gelişmenin örneği çoktur; hemen her kriz ve etkili savaş dönemlerinde görülür. Örneğin aşağıdaki grafiklerin de gösterdiği gibi sermaye ve üretim, krizin olmadığı dönemlerde güçlü uluslararasılaşır, ama kriz döneminde güçlü bir biçimde geri çekilir. Aşağıdaki grafikte 2000-2005 arasında doğrudan yatırımlar bazında sermayenin uluslararasılaşması oldukça gerilemiştir. Öyle ki 2000'e göre 2003'de 3 misli gerilemiştir. Benzer gelişmeyi 1926-1938 arasında da görüyoruz. Dünya üretimi ve ticareti 1929'daki seviyesine göre 1932 ve 1933'te oldukça düşmüştür.








































Sermaye 1913'te ne kadar uluslararasılaşmışsa 1965'te, 1991'de ve 2006'da da o kadar uluslararasılaşmıştı. Yani 1913'teki uluslararasılaşma boyutuyla 2006'daki uluslararasılaşma boyutu arasında bir fark yok. Topu topu yüzde 25. Sermaye 1913'te ve 2006'da ancak yüzde 25 oranında uluslararasılaşmıştı. Bu onun uluslararasılaşmadaki en yüksek oranıdır. (Aslında bu oran 24 ve virgülden sonrasıdır, yani 24'ten fazla ama 25'te azdır; 2006’da ihracat bazında sermaye ve üretimin uluslararasılaşma derecesi ancak yüzde 24,547916667...idi; yüzde 25'ten azdı).

Şimdi bu kriz, bu yüzde 25'i de geriye çekti. Aynen II. Dünya Savaşı döneminde olduğu gibi. Bu savaş yıllarında sermaye ve üretimin uluslararasılaşma derecesi 1850'nin altına düşmüştü.
Sermaye ve üretimin uluslararasılaşma derecesi kapitalizmin bütün tarihi boyunca yüzde 25'in üstüne çıkmamıştır. Yani uluslararasılaşmanın azami çapı ancak yüzde 25'tir ve o da belli dönemlerde.
Şu kriz patlak vermeseydi, uluslararasılaşmış sermayenin, İsrail oğullarının Mısır'dan çekildiği gibi, ulusal limanına geri dönüşünü kolay kolay yaşayamazdık. Kriz dönemi uluslararası sermaye için ricat dönemidir!
Değindiğimiz konularda Marksizm-Leninizmin pek inandırıcılığı kalmamıştı! Yeni olana cevap veremiyor deniyordu. Marksist teori ağzıyla kuş tutsa kimseyi inandıracak durumda değildi! Teorinin söylediği neydi? (Yukarıda bunların bazılarına değindik).
Uluslararası teori korosu, artık bunlar geride kalmıştır; yeni olanın teorisi yapılmalıdır demeye başladı. Peki, yeni olan neydi? Eskinin inkârı. Peki, eski olan neydi? Marksist teori; konumuzla ilgili olarak da kapitalist üretim biçiminin analizi, ekonomik krizin analizi; emperyalizmin analizi.
Lafın hükmü kalmamıştı; tek çıkar yol pratikti; konuşma ve düşünme yeteneği olmayan ekonomik kriz pratiğin kendisiydi. Onun gösterme yeteneği vardı ve göstermeye devam ediyor. Neyi gösteriyor? Görüngüler farklı da olsa, evet evet yeni de olsa, üzerinde yükseldikleri taban aynı.
Kriz patlak vermeseydi ne olurdu bilmiyorum, ama patlak verdiğine göre yazı boyunca değindiğim konularda artık kolay kolay desteksiz atıp benim gibilerinin kafasını bulandıramayacaklar!
Ah, şu kriz olmasaydı!