2 Nisan’da Londra’da gerçekleştirilecek olan G–20 zirvesi için son hazırlıklar da tamamlanmış.
26 ülkenin Merkez Bankaları, Maliye Bakanlıkları, banka yönetim kurulları tarafından hazırlanan öneri paketi, cumartesi günü toplanacak olan G–20 ülkeleri maliye bakanları ve merkez bankaları başkanları tarafında ele alınacak.
Bu türden toplantılar daha önce mali kriz sürecinde de yapılmıştı. O zaman gerçekleştirilen G–7 grubu ülkeleri toplantısında, daha sonraki dönemde gerçekleştirilen AB ülkeleri ve G–20 ülkeleri toplantılarında bir sonuç alınamamıştı. Gerçi her bir ülke veya her toplantı sonunda mali ve sonra da ekonomik krizin tahribatını engellemek; daha doğrusu krize karşı ortak tavır geliştirmek istendiği açıklanmıştı, ama sonrasında her bir ülke kendi ekonomisini; kendi mali sektörünü, bankalarını, başkaca mali kurumlarını, sanayisini kurtarmak; bir bütün olarak ulusal sermayesini kurtarmak için destek paketleri hazırlamış ve uygulamaya koymuştu. ABD’nin başlattığı bu destek paketiyle krizi önleme tedbiri çok sayıda başka ülkede de uygulamaya konmuştur. 15 Şubat 2009 itibariyle 30’dan fazla devletin planlanmış ve gerçekleştirilen destek paketlerinin toplam hacmi 11.178 milyar İsviçre frankı (11.000.000.000.178 Frank) tutmaktaydı.
Londra’daki toplantıda destek paketlerinin belli bir koordinasyon içinde ele alınması üzerine konuşulacak. Yani her bir ülkenin kendi sermayesini destekleme paketi, başka bir ülkenin ekonomik çıkarıyla veya destekleme paketiyle uyumluluk içinde olmasına dikkat edilecekmiş. Yani bu efendiler kendi aralarında uyumlu rekabet etmeye dikkat edelim demek istiyorlar.
Bunun ötesine bir araya gelen bu devletler, dünya mali sistemini reforme etmek için hazırlanan önerileri tartışacaklar; yani uzun vadeli reformlar hazırlayacaklar. Her iki durumda da; birbirine uyumlu destek paketleri ve uzun vadeli reformlar, amaç rekabetin belli kurallara bağlanmasıdır. Diğer bir ifadeyle amaç, korumacılığa karşı ortak mücadele etmektir.
Kapitalizmde, her kriz sonrasında olmasa da uygulanan ekonomi-politik sistemin, belli bir dönem sonrasında ağır sonuçları olan bir ekonomik krizle iflasının açığa çıkması, yeni bir başlangıç; eskiyi düzelterek yeni bir başlangıç için çıkış noktasını oluşturur. 1929–1932 dünya ekonomik krizinde sonra böyle olmuş ve Keynescilik, özellikle II. Dünya Savaşı sonrasında kapitalist dünya ekonomisine damgasını vurmuştur. 1970’lerden itibaren de Keynesciliğin iflası, umudun monetarizm, neoliberalizm olduğu üzerine yoğun tartışmalar yapılmış ve neoliberal uygulamalara ‘80’li yıllarda ABD ve Büyük Britanya’da başlanmıştı.
1981–1983 ve 1990–1994 dünya ekonomik krizleri doğrudan neoliberal kuralların etkisi altında gelişen krizler değildi, ama 2000–2004 dünya ekonomik krizi doğrudan neoliberal uygulamaların etkisinde patlak vermiş olan bir krizdi. Bugünkü kriz ise neoliberalizmin sonuçlarının doğrudan ve en ağır bir biçimde yaşandığı bir dünya ekonomik krizidir. Nasıl ki bir zamanlar, 1970’li yıllara gelindiğinde Keynescilik iflas etmişse ve yeni-keynescilik uydurmasının tartışması dahi tutmamışsa, şimdi de neoliberalizm iflas etmiştir ve dünya burjuvazisinin alacağı yeni tedbirler de tutmayacaktır. Herhalde alınacak tedbirlerin adı “yeni”-neoliberalizm olacaktır. “Eski”, “normal” neoliberalizm veya “yeni” “neo-liberalizm”, en fazlasıyla dünya burjuvazisinin kapitalizmi kurtarmak için sergilemekte olduğu çaresizliği gösterir.
Alacakları tedbirlerin en kabadayısı, şimdiye kadar ekonomide kurallaştırılan kuralsız uygulamalardan yeniden kurallara bağlanmış uygulamaya geçmek olabilir. Ama bunun Keynescilik olacağına inanmak saflık olur. Çünkü birtakım kuralsızlığa dayanan uygulamanın kaldırılması ve yerine kurallara bağlı uygulamanın geçerli kılınması Keynescilik olamaz.
Ekonomik kriz sürecinde emperyalist ülkeler arasındaki çelişkiler hem artar hem de daha çok keskinleşir, derinleşir. Şimdi, bu kriz sürecinde tam da böyle bir gelişme yaşanmaktadır. Amerikan emperyalizmi, Irak ve Afganistan’da yeni bir tarihsel yenilgi ile karşı karşıyadır. Merkezinde dünya hâkimiyeti duran Avrasya jeopolitikasını gerçekleştirmesinin önünde öncelikle Rusya ve Çin gibi jeopolitika geliştirme yeteneği olan ülkeler durmaktadır. Avrasya kıtasında; Lizbon’dan Wladiwostok’a kadar uzanan alanda dünyanın önde gelen bütün emperyalist ülkeleri, ayrıca Türkiye ve İran gibi ülkeler de itişip-kakışmaktalar. Şimdilik sessizliğe bürünmüş olsa da Balkanlarda emperyalistler arası çelişkiler, Kafkasya’daki gelişmelere bağlı olarak yeniden gündemleşecektir. Kafkasya’da, örneğin Rusya-Gürcistan savaşında olduğu gibi, esas güçler Rusya ve ABD neredeyse karşı karşıya geleceklerdi. Ortadoğu’nun durumu açık. Bunun ötesinde Latin Amerika ve Afrika’daki gelişmeler Amerikan emperyalizmini köşeye sıkıştırmaktadır. Buralarda ABD, doğrudan ve dolaylı olarak öncelikle Çin ve Rusya ile sonra da AB ile karşı karşıya geliyor.
Emperyalist ülkeler arası ilişkilerin gergin olduğu; dünya hâkimiyeti için rekabetin keskinleştiği günümüz koşullarında, öncelikle bu rekabeti yürüten ülkelerin ekonomik krizden çıkış için ortak karar almaları ve adımlar atmaları düşünülemez.
1929–1932 dünya krizinden sonra dünya ekonomisi ilk defa böylesi ağır bir krize girmiştir; borsalarda buharlaşan sermaye miktarı –son hesaplamalar göre- 50 trilyon dolardır. Sanayi üretimi birçok ülkede yüzde 10’ların altında bir mutlak küçülme içindedir. IMF’nin açıklamasına göre dünya ticareti 80 yıl gerilemiştir. Bu, sermaye ve üretimin uluslararasılaşmasının 80 yıl geriye atılması demektir. Yani sermaye ya yurt dışına çıkmamaktadır ya da “vatanı”na –ulus devletine- geri dönmektedir. Sadece tekelci olmayan sermayeyi değil, doğrudan uluslararası tekelleri vurarak emperyalist merkezlerde başlayan bu kriz koşullarında her bir ülkenin kendi sermayesinin derdinde olacağı açık değil mi?
Şüphesiz ki söz konusu toplantıda birtakım kararlar alınacaktır. Bu kararların bir kısmı “şöyle yapalım-böyle yapalım”ı geçmezken bir kısmında da –satır aralarında da olsa- önde gelen emperyalist ülkeler arasındaki rekabetin ne denli keskin olduğunu göreceğiz.