21.07.2009
DÜNYA EKONOMİK KRİZİ (IV)
EKONOMİK KRİZ, DEVLET VE KORUMACILIK
“Ne kadar bağımsız olurlarsa olsunlar bütün hükümetler son kertede sadece ulusal durumun ekonomik gereksinimlerinin uygulayıcısıdırlar. Bu görevi çeşitli biçimlerde iyi, kötü veya şöyle böyle yapabilirler; ekonomik gelişmeyi hızlandırabilirler veya yavaşlatabilirler ama sonuç itibariyle ekonomik gelişmeyi takip etmek zorundadırlar” (Friedrich Engels'in N. F. Danielson'a mektubundan; 18 Haziran 1892).
Bu makalede kriz, sermaye, ulus-devlet, korumacılık, rekabet ve sermaye ve üretimin uluslararasılaşması arasındaki diyalektik bağı ele alacağız.
Sermayenin büyümesiyle, uluslararasılaşmasıyla devletlerarasındaki rekabetin keskinleşmesi ve derinleşmesi arasında diyalektik bir bağ vardır: Sermaye veya uluslararası tekeller ne kadar çok büyürse, dünya pazarlarındaki payını arttırırsa, bu sermayelerin ait oldukları devletlerarasındaki rekabet de o denli kapsamlı ve şiddetli olur. Bunun sonu savaştır. Dar kafalı küçük burjuva, kapitalizmde haksız savaşların kaçınılmazlığını kabul eder, ama nedenleri üzerine düşünmez. Düşünse, bu savaşların nihai nedeninin rekabette kaynaklandığını görür, ama bu sefer de sermaye ve üretimin uluslararasılaşması üzerine hayal yaydığını; bu uluslararasılaşmanın bütünleşmeye varamayacağını; geriye dönüşümlü olduğunu, bunda da ekonomik krizlerin yanı sıra savaşların da nesnel bir faktör olarak belirleyici bir rol oynadığını kabul etmek zorunda kalır. Anlaşılan o ki, dar kafalı küçük burjuva, devletin, sermayesini teşvik etmek, korumak, gerekirse onun çıkarları için savaşmak zorunda olduğunu anlayacak yeteneğe sahip değil.
Küçük burjuva, ulus-devleti, sermayenin doğal karşıtı veya rakibi görecek derecede kendini küreselleşme tartışmasına kaptırmış, Negri gibilerinin görüşlerinden mest ve yönlendirilme sarhoşu olmuştu. Sorun çözülmüş, Marks ve Engels adında 19. Yüzyıldan kalma iki filozofun Komünist Manifesto’dan bu yana küçük burjuvanın düşünce dünyasını yaralayan tartışmalara neden olan anlayışları artık tarihe karışmıştı. Emperyalist merkezlerde “düşünce üretme fabrikaları”ında üretilen ve uluslararası alanda piyasaya sürülen “yeni” fikirlerin gölgesinde küçük burjuvazi zaferini ilan etmişti. Ama her nedense bu zafer sarhoşluğu uzun sürmedi; sermaye çıldırmıştı, hiç de öyle ilan edilen zafere göre hareket etmiyor, o iki sakallı filozofun öngörüleri doğrultusunda hareket ediyordu. Aslında sermaye, nesnel hareket yasaları doğrultusunda hareket etmenin ötesinde bir şey yapmıyor. Ona bir şey yaptırmaya çalışan, onu olduğundan farklı gösteren; olduğundan farklı göstererek bundan bazı sonuçlar çıkartmaya çalışan küçük burjuvazinin kendisidir. İsterseniz biraz felsefe yaparak bu işi açıklamaya çalışalım: Yaşamının hangi aşamasında olursa olsun insan, insandır. Kolu olmayabilir, gözü olmayabilir; birtakım fiziki va başka eksiklikleri olabilir, ama o yine insandır; nasıl bir insan olduğundan bağımsız olarak insandır. Sermaye de böyledir; küçük olabilir, bölgesel olabilir, büyük olabilir, dış pazarlara açılmış olabilir; sermaye bütün bu aşamalarında sermayedir. Bütün bu aşamalarında onu sermaye yapan; sermaye olarak kalmasını sağlayan büyümek, sürekli büyümek zorunda olmasıdır. Büyüyen sermaye, iç pazarı aşan, uluslararasılaşan sermayedir. Ve onun tarihinde; uluslararasılaşmasının tarihinde iki gelişme aşaması vardır: Genellikle II. Dünya Savaşının sonuna kadar olan dönemde sermaye hemen bütün yönleriyle ulusal örgütlenerek dünya pazarlarında rekabet ediyordu. II. Dünya Savaşından sonra ise; ama özellikle 1960'lı yıllardan sonra ise en büyük sermayeler uluslararası örgütlenerek dünya pazarlarında rekabet etmeye başladılar. Her iki durumda da emin limanı ulus-devletti.
Bunun böyle olduğunu yaşanan krizde devletin oynadığı rolde de görüyoruz:
Sermayeyi kurtarma paketleri ve devletleştirmeler:
2008'in Ekim ayı aslında bir „kurtarma paketleri ayı“dır. Bu alanda en önemli gelişmeler:
1 Ekim 2008: Amerikan Senatosu, bankaları kurtarmak için gözden geçirilmiş kurtarma paketini onaylar; ek harcama 100 milyar dolar. AB Komisyonu kredi satışlarını sınırlandırmak ve bankaları daha güçlü kontrol etmek için planlar hazırlar.
3 Ekim 2008: Amerikan Temsilciler Meclisi bankalar için değiştirilmiş kurtarma planını onar.
5 Ekim 2008: Alman hükümeti ve mali sektör, Hypo Real Estate'in kurtarılması için genişletilmiş kurtarma paketinde anlaşırlar.
6 Ekim 2008: İzlanda, devletin iflas edeceği endişesinden hareketle bankacılık sistemini devlet kontrolü altına alır.
7 Ekim2008: AB Maliye bakanları, „sisteme uygun mali kurumları“ destekleme kararı alırlar.
8 Ekim 2008: İngiltere, ülkenin en büyük bankalarının kısmi devletleştirilmesi ve krizde olan kurumları desteklemek için 500 milyar sterlinlik yardım kararı alır.
9 Ekim 2008: G-7 ülkeleri maliye bakanları, „küresel mali kriz“in üstesinden gelmek için ortak eylem planı kararı alırlar.
12 Ekim 2008: Avro Alanı üyesi devletler, mali sektör lehine ulusal kurtarma planları için ortak kurallarda anlaşırlar.
13 Ekim 2008: Alman hükümeti 480 milyar Avroluk bir banka kurtarma paketinde anlaşır.
14 Ekim 2008:Amerikan hükümeti, devletin, 250 milyar dolara kadar varan bir miktarla bankalara katılacağını açıklar.
16 Ekim 2008: AB zirvesinde hangi biçimde olursa olsun sanayinin destekleneceği açıklanır.
24 Ekim 2008: 13 Asya ülkesi, hacmi 80 milyar dolar olan ortak kurtarma paketinde anlaşır.
27 Ekim 2008: Krizden ağır etkilenen Macaristan ve Ukrayna IMF'den mali „yardım“ alır.
Devasa miktarlar mali piyasalara pompalanır. En büyük harcamayı Amerikan emperyalizmi yapar, yapmaktadır. Öyle ki, Almanya'nın, İngiltere'nin, Japonya'nın, Çin'in veya ABD hariç bütün ülkelerin kurtarma paketlerinin hacmi Amerikan kurtarma paketinin hacmi yanında devede kulak kalıyor.
Amerikan emperyalizmi, Amerikan bankalarını veya genel olarak Amerikan ekonomisini “kurtarmak” için yaklaşık 10 trilyon dolarlık hacmi olan “kurtarma paketleri” hazırlamış ve uygulamaya koymuştur. Şimdiye kadar ortada kurtarılmış olan bir şey yok, ama iflası engellenen; geciktirilen, devletleştirilerek iflastan kurtarılan mali kurumlar ve sanayi tekelleri var. Bu ekonomik kriz, Amerikan devletini dünyanın en büyük yatırımcısı, kapitalizmin tarihinde görülmemiş kapsamda devletleştirmenin baş aktörü yapmıştır. Söz konusu paketlerin devasa hacmini göstermek için bir karşılaştırma yapalım:
Kapitalizmin tarihinde şimdiye kadar görülmemiş miktarlarla bir karşılaştırma(Kasım 2008 itibariyle):
Amerikan emperyalizminin en önemli devlet harcamaları olarak bilinen “Marshal Planı”, Lousiana'yı satın almak için Fransa'ya ödediği miktar, Aya gitme misyonu harcamaları, “Tasarruf ve kredi krizi” harcamaları, Kore Savaşı, New Deal harcamaları, Irak Savaşı harcamaları, Vietnam Savaşı harcamaları ve NASA harcamaları; bütün bu harcamaların toplamı yaşanan krizde yaptığı harcamaların gölgesinde kalmaktadır. Söz konusu, enflasyondan arındırılmış bu harcamaların toplamı yaklaşık 4 trilyon dolar, güncel „kurtarma paketleri“nin hacminin yarısı kadar bile değil.
Paketin hacmi, ABD'nin dünyanın en büyük varlık yönetim şirketi konumuna geldiğini göstermektedir. Amerikan işçi sınıfı ve emekçi yığınlardan vergi adı altında toplanan paralar ve dünyanın talanından elde edilen miktarlar, iflas eden dev tekelleri ayakta tutmak için harcanmaktadır. Bu “yardım paketleri” aslında, geçici de olsa doğrudan bir devletleştirmedir. Neoliberalizmin bayraktarlığını yapan Amerikan emperyalizmi, Wall Street'i neredeyse tamamen kamulaştırdı; devletleştirdi.
Bu kriz nedeniyle mali pazarların yeniden düzenlenmesi anlayışı çok farklı çevreler tarafından ısıtılarak ortaya atılmakta. Bu baylar ikiyüzlülükte sınır tanımıyorlar: Mali sektörde talan şimdiye kadar mali pazarların düzensizleştirilmesiyle; neoliberal kuralların geçerli kılınmasıyla gerçekleştirildi. Kriz patlak verdikten ve sistemi tehdit eden boyutlara vardıktan sonra korkuya kapılan emperyalist burjuvazi, ABD'de olduğu gibi bu sefer de mali pazarların devlet tarafından düzenlenmesini talep etmeye başladı ve gerçekleştiriyor da. Amerikan emperyalizminin söz konusu paketleri, mali pazarların veya kapitalizmin devletçi düzenlenmesinden başka ne anlam taşır? Bu durumda mali sermaye şimdi de devletçi düzenleme zemininde talanını sürdürecektir. Emperyalizmin tarihi, burjuvazinin zorunlu kaldığı dönemlerde o döneme uygun düşen belli ekonomi politikaları uyguladığını göstermiştir. Her seferinde tekelci sermayenin çıkarları esas alınmıştır. Şimdi de öyle.
Karlar özel kalıyor, ama zararlar halkın sırtına yıkılıyor; devletleştiriliyor. Bu zararların faturası bütün dünyaya çıkartılıyor.
“Dün dündür, bugün bugündür”!
Yaşanan ekonomik kriz, düzensizleştirmelerin ve liberalizmin sonunu getirdi; devlet müdahalesinin kapitalizmde ne denli önemli olduğunu, ulus-devletsiz önemli bir sermaye hareketinin olamayacağını bir kez daha gösterdi. Kriz, sistemde „çekirdek erimesine“ neden olacak korkusuyla neoliberal ilkeler arka arkaya bir kenara atıldı; kapitalizmin tarihinde görülmemiş devletleştirmeler ve kurtarma paketleri örgütlendi, devlet, sermayesini kurtarmak için olağanüstü borçlanma yolunu seçmek zorunda kaldı. Ulus-devlet öldü veya ölüyor, önemini yitiriyor anlayışında olanlar ve bunu ciddi bir biçimde savunanlar, mevcut gelişmelere bakarak, devlet geri döndü diyebilirler. Tabii yanlış olur: Bu durumda, dar kafalı küçük burjuva, dün neoliberal politikaları uygulayanın da ve bugün geri alanın da devlet olduğunu kavrayacak yetenekte olmadığını göstermiş olur.
Dünya mali krizi patlak verdiğinde mali kurumların yöneticileri başta olmak üzere devletten bahsetmeye başladılar. Sosyal yardım fonları için para yok dendi. Ama aynı anda dünya çapında trilyonlarca dolar bulundu. Kapitalizmi ayakta tutmak; fonksiyonel olmasını sağlamak, krizden çıkışın ilk adımı olarak görüldü. Bu politikanın mimarı, trilyonlarca doları harekete geçiren devletten başkası değildi.
Daha düne kadar pazarların kuralsızlaştırılmasını, sermaye hareketi önündeki bütün ulusal engellerin yıkılmasını savunanlar, başta da G-7 grubu ülkeleri, “birden bire” mali sermayenin devlet kontrolü altına alınmasını savunmaya başladılar. Kapitalist sistemin temel direkleri olan bankaların kurtarılması devlet politikası oldu. Hızını alamayan Fransa devlet başkanı da, anahtar sanayileri devletleştirerek Avrupa sermayesinin yabancı devletlerin eline geçmesini engellemek için politika geliştirmeye başladı.
G-20'ler toplantıları da ilginçtir: ABD başta olmak üzere emperyalist ülkeler önderliğinde G-20 grubu ülkeleri Washington'da bir araya getirilerek uluslararası bir kriz yönetimi gerçekleştirmek istendi. 15 ve 16 Kasım 2008'de G-7 grubu ülkeleri dışında Rusya, Brezilya, Hindistan, Türkiye, Arjantin, Endonezya, Meksika, İspanya,, S. Arabistan, Güney Afrika, Güney Kore gibi ülkeler krize karşı önlem almak için toplandılar. Toplantıya IMF de katıldı.
Hızını alamayan bu gruptan ülkeler son olarak Nisan başında Londra’da bir araya geldiler. G-20 Zirvesi’ne katılan ülkelerin toplam milli gelirleri 49 trilyon dolarla dünya üretiminin yüzde 90’ına tekabül ediyor.
Daha önceki toplantılarında olduğu gibi bu son toplantılarında da krizin üstesinde gelme konusunda hemfikir olduklarını açıkladılar. Ortak bir “yol haritası”nda anlaştılar. Ama konjonktürü canlandırmak için 5 trilyon dolarlık bir harcama gerekiyor. Bu miktarın nasıl bulunacağı ise bir muamma olarak kaldı. Krize karşı tedbir babında daha önceki toplantılarda olduğu gibi, bu toplantıda da ortak hareket etmenin ne denli önemli olduğunu açıklamanın ötesinde ortak bir yanlarının olmadığını, her ülkenin kendi başına hareket ettiğini gördük. Merkez bankaları ve hükümetler, para trafiğinin devamını sağlamak için şimdiye kadar yaklaşık 10 trilyon doları mali sisteme pompaladılar. Bu programlar, aynı zamanda, yığınların panik içinde bankalardan paralarını çekmelerini engellemeye; güven vermeye de yönelikti. Sonuçta bu trilyonlarca dolar banka sisteminde yeni bir sermaye yoğunlaşma sürecine neden oldu; bir kısım banka yok olurken, kriz yeni devasa banka tekellerinin oluşmasına neden oldu.
Şüphesiz, emperyalist devletler destek paketleriyle dünya mali sisteminin kontrol dışına çıkarak çökmesini ve arkası gelmeyen banka iflaslarını engelleyebildiler. Ama onların bu çabaları, krizin nedenini ortadan kaldıramadıklarını, kaldırmayacaklarını ve ekonomiye müdahale anlayışlarının yeni bir krizin oluşmasına zemin teşkil ettiğini de gösterdi; mevcut para sermayenin ucuzlatılması ve böylece şişirilmesiyle sermayenin spekülatif sermayeye dönüşümü sağlandı. Şimdi aynı yöntem kullanılarak krize karşı güya mücadele ediliyor; yani krize karşı tedbir olarak para yeniden ucuzlatıldı. Merkez bankalarının faizleri düşürmeleri, özellikle ABD'de sıfır faize varılıyor olması, bunun açık ifadesidir. Böylece spekülasyon, borsa, banka, kredi krizinin üstesinden gelmek için spekülasyon yeniden ısıtılıyor, para sermaye şişmesi yeniden başlatılıyor ve bu da 3-5 sene sonra daha ağır bir kriz olarak patlak verecektir.
Demek ki krizin üstesinden gelmek için devletin tedbirleri, aslında mali krizin asıl nedenini keskinleştiriyor; bir taraftan sermaye birikimi açılıp serpiliyor ama diğer taraftan da pazarlarda durgunluk başlıyor (Bunun sonucu dünya çapında bir deflâsyondur; metanın, paraya oranla değersizleşmesi. Böylece, deflâsyonla aşırı sermaye kriz içinde yok edilir. Deflâsyon, sermayenin yeniden üretim sürecini tıkar ve ödeme aracı olarak paranın dalgalanmasını yok eder).
Sermayeye destek paketleri, bütçeden mali sermayeye yapılan aktarma demektir; yani vergi adı altında işçi sınıfı ve emekçi yığınlardan toplanan haracın sermayeye peşkeş çekilmesidir. Sermayeye destek paketleri için harcanan bu miktarlar, ulusal gelirin kapitalistler lehine yeniden paylaşımı demektir. Bu miktarları elde etmek ve sermayeye sunmak için devlet, hangi sınıfın devleti olduğunu gösterir; daha çok artı değer; kar elde etmek için iş gücü sömürüsü yoğunlaştırılır; geniş yığınların yaşam koşulları daha da çekilmez olur, bu da yetmezse devlet borç almak zorunda kalır; devlet borçları akıl almaz boyutlara varır, olmazsa para basar. Bunların hepsi bugün başta ABD olmak üzere hemen bütün emperyalist ülkelerde ve gelişmiş bazı ülkelerde yaşanmaktadır.
Teşviklerin ve devlet borçlarının GSH'ya oranı bazında korumacılığın boyutları:
Gerçekten de krizin kaçınılmaz olduğu anlaşılınca dünya pazarını paylaşan ülkeler „her koyun kendi bacağından asılır“ı gerçekleştirmek için olsa gerek (!) her bir ülke kendi sermayesini, sadece ve sadece kendi sermayesini kurtarmak için paketler hazırlamaya başladılar. Ortalıkta korkunç boyutlara varan miktarlar dönüyor:
1)ABD 4,668; 2)Almanya 843; 3)İrlanda 743; 4)Çin 690; 5)Büyük Britanya 672; 6)Japonya 617; 7)Fransa 579; 8)Rusya 505; 9)İskandinav ülkeleri 407; 10)Hollanda 365; 11)İspanya 299; 12)Avusturya 152; 13)Güney Kore 141; 14)Doğu Avrupa ülkeleri 112; 15)Kanada 108; 16)İtalya 100; 17)Güney Amerika ülkeleri 50; 18)İsviçre 47; 19)Yunanistan 42; 20)Portekiz 39; 21)Avustralya 38; 22)Güneydoğu Asya ülkeleri 38 ve Belçika 23 milyar frank.
Toplam: 11.178 milyar Frank veya da 11'000'000'000'178 Frank (Bkz.: Bernerzeitung, 15.02.2009).
Temmuz 2009 itibariyle Amerikan devletinin ekonomiyi desteklemek amacıyla ayırdığı miktar 12,7 trilyon dolardır. Yani neredeyse ABD'in GSH'sına yakın bir miktar. Eylül 2008'den bu yana ekonomiyi desteklemek için dünya çapında harcanan miktar ise 18 trilyon dolardır. Bu miktar dünya GSH'nın yaklaşık yüzde 30'na denk düşmektedir.
Kurtarma paketlerinin ve konjonktür programlarının amacı, oldukça çok sayıda „zehirli değerli kağıtları” ve bankaların ve başkaca mali kurumların borçlarını devletin sırtına yıkmaktır.
Telaffuz edilen miktarlar, borçlanmayla sağlanıyor, ama devletlerin borçlanmasının da bir sınırı vardır: Bir taraftan başka ülkelerden, yurt dışı mali kurumlardan, uluslararsı mali kurumlardan borç para alınırken, diğer taraftan da bu paketlerin karşılığı, devlet harcamalarının, sosyal hizmetlerin, işçi sınıfı ve emekçi yığınların yoksullaştırılmasıyla sağlanmaya çalışılıyor. Her devlet kendi derdinde olduğu için borçlanmada krizin bu aşamasında ikinci yol kapsamlı olarak kullanılmaktadır.
Korumacılık sadece ve sadece gümrük duvarlarının yeniden çekilmesiyle sınırlandırılamaz. Şüphesiz, kriz derinleştikçe bu yönde de adımlar atılabilir, ama bugün açısından korumacılık, her bir ülkenin kendi sermaye, ürün ve yatırımlarını kollaması biçiminde yansımaktadır ve bu açıktan yapılmaktadır. Örnek ABD, İngiltere, Fransa, Rusya, Çin vb.
Kautsky'cilerin veya dünya ekonomisini, tekeller arasındaki rekabet ve çelişkiyi yumuşatarak, talileştirerek tekilleştirenlerin anlamadıkları nokta, özellikle 2008'in ikinci yarısında Amerika'da dev bankaların ve mali kurumların iflası söz konusu olduğunda, mali sistem çöküyor korkusuyla her bir devletin kendi sermayesini korumak için harekete geçmesiydi. Uluslararası çözüm çabası sadece söylemde kalmıştı ve hala da öyledir. Bu da kaçınılmaz olarak devletler arasında çelişkileri keskinleştirmiştir: Bankaları ve başkaca mali kurumları kurtarmak için atılan adımlara önde gelen emperyalist ülkelerin yaklaşımı, her bir ulusal sermayenin, devletin kendi çıkarı doğrultusunda hareket ettiğini göstermedi mi ve göstermiyor mu? Örneğin Almanya ve Fransa, ABD'nin teşvik programlarına niçin karşı çıkıyorlar? Bu teşviklerle ABD, bankalarının ve başkaca mali kurumlarının uluslararası alandaki hâkim konumunu korumak istiyor anlayışından dolayı. ABD, uluslararası alanda mali sistemin daha sıkı denetlenmesine; sıkı düzenlenmesine neden sıcak bakmıyor? Çünkü uluslararası alanda mali sistemin sıkı düzenlenmesi, Amerikan sermayesinin çıkarlarına ters düşüyor.
Sanayi sektöründe de durum pek farklı değil: Her bir devletin sanayi sermayesini; tekellerini kurtarma çabası, kendi sanayisini; tekellerini kurtarma çabasıdır. Sarkozy'nin bu babdaki açıklamaları, Fransa'nın dışında başka hangi devletin çıkarlarına uygundur? Almanya'nın Opel işletmesini kurtarma çabası, Belçika'daki Opel işletmesini tehlikeye soktuğu için Belçika sermayesinin çıkarlarına ters düşmüyor mu? Veya „yerli malı kullanın“ çağrıları bu çağrıyı yapan ülkelerden başka ülkelerin çıkarlarına uygun mudur?
Çin, doların dünya parası olmaktan çıkartılarak uluslararası mali sistemin yeniden düzenlenmesi için önerilerde bulundu. Ve şimdi doları dünya parası olmaktan çıkartmak için fırsat kolluyor. Doların bu özelliğini kaybetmesi Amerikan emperyalizminin çöküşünü olağanüstü hızlandıracaktır. Peki bu ABD ile Çin arasındaki çelişkileri keskinleştirmiyor mu?
Hemen hemen bütün emperyalist ülkeler ve nispeten gelişmiş ülkeler “ulusal” sermayelerini; bankalarını, sanayilerini yabancı sermayeden korumak için ulusal kurtarma paketleri hazırladıkları ve uygulamaya koydukları, devletler ve sermayeler, evet para birimleri arasında rekabetin keskinleştiği bu koşullarda, hangi “İmparatorluk”tan, Kautsky'ci bütünleşmiş dünya ekonomisinden bahsedilebilir? Bundan bahsedebilmek için, Marksist teoriye sırt çevirmiş, teoride göz dönmüş, iflah olmaz tasfiyeci olmak gerekir.
Görüyoruz ki devlet, uluslararasılaşmış ulusal sermayenin ulusal limanı olarak elinden geleni yapıyor ve sermaye kriz dönemlerinde uluslararasılaşmıyor, tersine geri dönüyor veya başka ülkelerde daha yüksek kar beklentisi olmadığı için ulusal limanında bekliyor. Bunun böyle olmadığını, sermayenin uluslararasılaşma derecesinin gerilemediğini hangi perişan savunabilir? Bu konuda kumarbaz Soros doğru söylüyor: 29 Ekim 2008 tarihinde Massachusetts Teknoloji Enstitüsü’nde yaptığı konuşmada, "Hedge-Fon endüstrisi bir krizden geçiyor. Tahminime göre, bu endüstrinin büyüklüğü üçte iki ya da yarısı arasında bir yere kadar küçülecek" tespitini yapıyordu. Unctad raporuna göre de 2008'in ilk yarısında uluslararası birleşmeler ve devralmalar geçen senenin aynı dönemine göre yüzde 30 oranında gerilemiştir. Bu durumda Soros'a göre Hedge Fonlar bazında, Unctad'a göre de uluslararası birleşmeler ve devralmalar bazında sermayenin uluslararasılaşma derecesi birinci durumda en azından yüzde 50 ve ikinci durumda da yüzde 30 gerilemiştir. Yani mali ve ekonomik kriz, sermaye ve üretimin uluslararasılaşmasını frenleyen, gerileten nesnel bir faktör olarak rolünü oynamaktadır.
Devlet kapitalizmi politikası, Keynescilik, neoliberal tartışmalarda neoliberal ideologlar tarafından, “küreselleşme” sarhoşu olmuş uluslararası avanak küçük burjuvazi tarafından özgürlüğün düşmanı ilan edildi. Şimdi işler tersine döndü. Çağ atlayan, teori dünyasında geriye dönüş olmasın diye “gemileri yakan” küçük burjuvazi şaşkın. Ama neoliberalizm, özgürlüğün düşmanı dediği devlete çoktan sarıldı bile. Dün devlete, özelleştir, kuralsızlaştır, önümüzdeki engelleri yık, ekonomiyi kontrol etme diyen neoliberalizm şimdi, devletleştir, mali pazarları kontrol etmek için kurallar koy diyor. Dün devletin ekonomiden çekilmesi bir zorunluluktu deniyordu, şimdi ise devletin ekonomiye müdahalesi bir zorunluluktur deniyor.
Amerikan konut sektöründe patlak veren spekülasyon krizinden bu yana en radikal devletçilerin veya devletleştirmecilerin en radikal “serbest piyasa” borazancılığı yapanlar olduğunu gördük. Bunlardan birisi yatırım bankası Goldman Sachs'ın şefi, Bush'un maliye bakanı Henry Paulson'dan başkası değildi. Neoliberalizmin en yaman savunucularından ve uygulayıcılarından birisi olan Paulson, kapitalizmin -istiyorsanız biraz abartalım ve insanlık tarihinin diyelim- en kapsamlı devletleştirmesinde başrolü oynadı; “Anti-devletçilik”te olduğu gibi devletçilikte de baş roldeydi. Hedge-Fonlara, Private Equity Fonlara; her türden spekülatif faaliyete bolca kredi verenlerin başında gelenlerden birisi de Deutsche Bank'ın şefi Josef Ackermann'dır. Bu Yusuf da günümüzün en hızlı devletçilerinden birisi oldu. Tekelci sermayenin veya uluslararasılaşmış sermayenin veya devlet adında bir ulusal limanı yoktur denen bu sermayenin Henry ve Yusuf gibi temsilcileri olduğu müddetçe -zaten bu türden temsilcisi olmayan uluslararasılaşmış sermaye de düşünülemez- dün savunulan bugün reddedilebilir ve bugün savunulan da yarın reddedilebilir. Önemli olan, sermayenin çıkarlarının her dönem nasıl savunulacağıdır. Bu, dün “anti-devletçi”likle savunuluyordu, bugün ise devletçilikle savunuluyor. İsterseniz buna, izleyiciyi aptal yerine koyarak, kapitalizmi “özü çürümemiş” bir sistem olarak göstermeye hizmet eden ideolojik bir gösteri de diyebilirsiniz. Ne denirse densin, ama bir şeyden emin olmak gerekir: O da Henry'ler ve Yusuf'lar olduğu müddetçe, emperyalizmin ideologlarından küçük burjuva zavallılara kadar uzanan bir zevat olacaktır ve “yeni”nin analizine dayanan “yeni yeni” teoriler üretilecektir.
Her geçen gün daha çok sayıda devletin açık ve kapalı korumacılığa başvurması bu yenilikçilerin umurunda bile değil. Dünya Ticaret Örgütü, 2009'un ilk üç ayı içinde hükümetlerin, ticareti sınırlandırmak için 83 tedbir aldığı tespitini yapıyor. Yabancı ürünlere yüksek gümrükler konuyor, ithalat yasaklanıyor veya zorlaştırılıyor. Otomobilden, tekstil ürünlerine, gıda maddelerine varana kadar hemen bütün alanlarda korumacılık uygulanıyor. „Yerli malı kullanın“ kampanyaları, ABD'den Rusya'ya, Çin'e kadar yaygın. Oysa Nisan başında G-20 toplantısında katılımcı devletler, ticarete engel koymayacakları sözünü vermişlerdi. Dünya Ticaret Örgütü'ne üye ülke sayısı 153. Bunlardan 30 'u konjonktür programı hazırladı ve uyguluyor. 19 ülke ise, krizden dolayı zorluklarla karşı karşıya kalan bankalarını destekliyor. Dünya Ticaret Örgütü, “Anti-Dumping-İnisiyatifi”nde güçlü bir artışın olduğunu da tespit ediyor: Yani devletler, yurt dışından gelen ucuz ürünlere karşı iç pazarı, yerli malı ürünleri korumaya çalışıyor. Tespit edilen bu türden tedbir sayısı, 2008 yılında daha öncesine göre yüzde 28 oranında artmış. Dünya Ticaret Örgütü, yaşanan krizden dolayı bu türden tedbirlerin “belki tarihsel boyutlara ulaşacağından” bahsediyor.
„Küreselleşme“, neoliberalizm vb. derken az kalsın devlet de ortadan kaldırılıyordu. Şu kriz patlak verdi de devleti yok edenlerin veya önemsizleştirenlerin süngüsü düştü. Sürekli yeniyi keşfetme peşinde koşan uluslararası küçük burjuvazi, emperyalist küreselleşmeyi öne sürerek devleti bir çırpıda ekonomiden çekti; abartmayalım, en azından devleti küçülttü! Ve devletin küçülüyor olduğu üzerine üretilen teoriler, sayısız versiyonlarda çoğaltıldı; bütün dünyaya yayıldı. Bunun böyle olmadığını anlamak, en azından görmek, olmazsa da hissettirmek için bir ekonomik krizin patlak vermesi gerekiyormuş. Öyle de oldu. Bir örnek:
1870-1990 arasında devletin ekonomideki yönlendirme gücü:
Yönlendirdikleri ekonominin toplam ekonomideki payına bakacak olursak grafikte adı geçen devletler hiç de küçülmüşe benzemiyorlar.
2003-2005 arasında devletin ekonomideki yönlendirme gücü:
Tabloda söz konusu devletlerin harcamalarının ulusal ekonomideki payını görüyoruz. (Bu oran 2004'te Japonya'da yüzde 38 ve ABD'de yüzde 34 idi).
Kimin küçüldüğü belli değil mi?
Ama istiyorsanız devleti küçülten, önemsizleştiren teori mi küçüldü, yoksa gerçekten de devlet mi küçüldü sorusuna siz cevap verin.