deneme

15 Ağustos 2017 Salı

KORE DEMOKRATİK HALK CUMHURİYETİ - BOLİVARCI VENEZUELA CUMHURİYETİ – AMERİKAN EMPERYALİZMİ


KORE DEMOKRATİK HALK CUMHURİYETİ-ABD VE
BOLİVARCI VENEZUELA CUMHURİYETİ-ABD ARASINDAKİ ÇELİŞKİLER JEO-POLİTİK VE JEO-STRATEJİK KARAKTERLİDİR

Amerikan emperyalizmi Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti'nden ne istiyor?

Görüntüdeki mantıksızlığın arka planında dünya çapında bir rekabetin mantığı sırıtmaktadır. Sanki planlanmış, kimin ne zaman, karşı tarafın açıklamasından sonra ne türden bir açıklama yapacağı belirlenmiş, belli kavramları geçmeyen adeta retorikleştirilmiş söylemler. ABD ve Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti (KDHC) arasındaki siyasi tansiyon, karşılıklı askeri tehditlerin dozajı arttırılarak yükselmeye devam ediyor.

Şüphesiz ki, her iki ülke arasındaki ilişkilerin bu hale gelmesinin bir dizi nedeni vardır. Ama KDHC'nin bunda payı nedir ve payı oynadığını sandığı role denk düşüyor mu?
KDHC, kendini nükleer güç olarak kabul ettirme çabası içinde olabilir, mevcut rejimi korumak, devam ettirmek için Amerikan emperyalizmine karşı güç gösterisi içinde olabilir. Ayrıca sahip olduğu nükleer silahlara dayanarak bölge ülkelerine karşı güç gösterisi yapmak ve bölgesel güç olarak kabul edilmek isteyebilir. Başkaca bir dizi neden bulup sıralayabiliriz. Ama bütün bu nedenlerin ötesinde bölgede, dünyasın jeopolitik dengelerini altüst edecek güçlerin belli bir hazırlık içinde oldukları gerçek var karşımızda. Nükleer silaha sahip hemen bütün ülkeler aynı bölgede: Rusya, Çin, ABD, biraz kıyıda kaşsalar da Pakistan ve Hindistan. Bu güçlerin, özellikle de ABD, Rusya, Çin ve ileri bir dönem için Hindistan'ın dünyayı yeniden paylaşmak için rekabetleri yanında KDHC, mevcut haliyle ancak bu güçlerin yanında yer almakla var olabilir.

Amerikan emperyalizmi giderek zayıflayan, kendine bağımlı ülkeler tarafından da sorgulanan dünya hakimiyetini devam ettirebilmek için öncelikle Rusya'yı değil, Çin'in yükselişini durdurması gerektiğinin farkında. Bu nedenle Pasifik bölgesine şimdiye kadar olduğundan daha fazla önem vermeye başladı son yıllarda. Bu nedenle esas çelişki ve rekabet öncelikle Çin ile ABD arasındadır. Bu nedenle Amerikan emperyalizmi deniz gücünün yüzde 40'ını Pasifik-Asya'da bulundurmaktadır.

Amerikan emperyalizmi, Çin ile dünyanın her yerinde karşı karşıya kalmaktadır; Ortadoğu'da, Afrika'da, Latin Amerika'da...

Amerikan emperyalizmi, Çin'i zorlamakta, kışkırtmakta,Çin olarak doğrudan ve erken adım atmaya zorlamaktadır. Çin ise rekabetini şimdilik farklı yöntemlerle -sessiz sedasız- sürdürmektedir; eski emperyalist güçlerin neden oldukları sömürgeci ve yeni sömürgeci vahşete güya 1yardım“ eli uzatarak cevap vermektedir. Çin bu yöntemini Amerikan emperyalizmi karşısında askeri olarak da güçlendikçe bir kenara atacaktır. Mevcut haliyle ne denli modern ve güçlü silahlara sahip olursa olsun, hala Amerika ile boy ölçüşecek durumda değildir. Ama ABD onu erken bir adım atmaya zorlamaktadır. KDHC bu nedenle uygun bir araç olmuştur.

Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra dünya çok rekabet merkezli, tek süper gülü bir sürece girmiştir. Aynı süreç devam etmektedir; bir taraftan çok merkezlilik devam ederek diğer taraftan da ABD'nin süper güç olması sorgulanmaya başlanmıştır; ekonomik ve siyasi olarak dünyanın „hasta adamı“ durumundadır. Bu nedenle konumunu sürdürmek için askeri olarak saldırganlaşmaktadır. Onu askeri alanda doğrudan karşı karşıya gelmeden yönetebilen iki güç var. Bunlardan birisi Rusya ve diğeri de Çin'dir. Çin de KDHC ile sıkı ilişki içindedir. Çin olmaksızın KDHC'nin geleceği yoktur. Bu nedenle Çin de KDHC'yi, ABD'nin tepkisini ölçmek için öne sürebilmektedir. Bu durumda KDHC konuşurken, Çin'in konuştuğunu anlamak gerekir.

Burada emperyalist güçler arasında; öncelikle de bir taraftan ABD ve diğer taraftan da Çin arasında bir “it dalaşı” söz konusudur; karşı karşıya gelen ABD ve KDHC değildir. Bu nedenle birini diğerine karşı desteklemek değil her iki tarafı da mahkum etmek gerekir.

Ama şunu da unutmamak gerekir ki, bu dünya da Çin'i ve KDHC'yi sosyalist görenler de var.
Kim-Jong-Un, Kim İl Sung'un torunu, Kim Jong-İl'in de oğludur. KDHC şimdiye kadar dede, oğul ve torun tarafından yönetilmiştir, yönetilmektedir. Aşağıdaki makalede dede-oğul dönemi ele alınmaktadır. Torun Kim-Jong-Un'un babasından farklı olmadığını söylemekle yetinelim*.


Amerikan emperyalizmi Bolivarcı Venezuela Cumhuriyeti'nden ne istiyor?

Venezuela'da Bolivarcı mücadeleyi Amerikan emperyalizmi devamlı gözüne batan bir diken olarak görmüştür. Bolivarcı Venezuela'nın, Amerika'nın “arka bahçe”sinde oynayabileceği rolün bilincinde olduğu için Ortadoğu'nun, Pasifik'teki gelişmelerin yanı sıra Venezuela'da da duruma el koymak için kışkırtmalarla, provokasyonlarla sonuç almaya çalışmıştır, çalışmaktadır. Mart 2015'te B. Obama, Venezuela'nın „ABD'nin ulusal güvenliği için olağan dışı ve alışılmadık bir tehdit“ olduğundan bahsetmekteydi.

Nisan başında ABD'ni Güney Komutanlığı, Venezuela'da keskinleşen bir „insani kriz“den ve buna “bölgesel bir cevap” verilmesinden bahsediyordu. Açık ki, Amerikan emperyalizmi Venezuela'da iktidarı „Amerikan Devletleri Örgütü“ desteğiyle değiştirmek istiyor. Bu nedenle “bölgesel bir cevap”tan bahsetmektedir. Bu örgütün Genel Sekreteri Luis Almagro da bölgenin diğer ülkeleriyle ortak hareket ederek Venezuela'da “demokrasinin yeniden tesis edilmesi” için çaba harcandığını; demokratik bir geçiş için çözüm arandığını dile getiriyordu.

Amerikan emperyalizmi için Venezuela sadece Venezuela değildir; bu ülke, jeo-stratejik öneme sahiptir. Mevcut iktidarın devrilmesiyle Amerikan emperyalizm aynı anda iki amacını gerçekleştirmiş olacaktır: Birincisi, Çin ve Rusya'nın, aynı zamanda bunlara AB'yi de katabiliriz, Venezuela ve Venezuela üzerinden Güney Amerika'daki etkisinin geriletilmesi ve ikincisi de Amerikancı işbirlikçilerin iktidara gelmesiyle bütün Latin Amerika'da sağcı, Amerikancı güçlerin güçlendirtilmesi.

Esasen bu iki nedenden dolayı Amerikan emperyalizmi Pasifiki ve Ortaduğu'nun yanı sıra bir de Venezuela cephesi açmayı; bu ülkelerde bir „renkli devrim“ örgütlemeyi göze almıştır.

Nitekim Amerikan Dışişleri Bakanı R. Tillerson 31 Temmuz'daki basın toplantısında ABD'nin Venezuela'da rejim değişimi olanaklarını gözden geçirdiğini açıkça dile getirmiştir.

Başkan Nicolas Maduro, her zaman olduğu gibi bu san krizde de uzlaşmacı bir tavır sergilese de Amerikan yanlısı iç muhalefeti durduramamıştır; bu muhalefetin Maduro ile uzlaşmaya da hiç niyeti yok. ABD ve bölgedeki diğer gerici devletlerin desteğinden emin olduğu için veya doğrudan ABD tarafından yönlendirildiği için iktidarı paylaşmak istemiyor; aksine değiştirmek ve tek başına iktidara gelmek istiyor.

Bu sefer Amerikan emperyalizmi 30 Temmuz seçimlerini, yeni seçilen Kurucu Meclisi bahane etti;"Demokratik Birlik Masası" (MUD) Kurucu Meclis seçimlerini, katılmaları konusunda hiçbir engelleme veya da kısıtlama olmamasına rağmen boykot etti ve arkasından da ABD destekli darbe girişiminde bulundu. Bu girişimin fiyaskoyla sonuçlanması siyasi krizi bugünlere getirdi.

Bu sefer olmazsa yarın başka bir vesile bulurlar. Venezuela'da iktidar kavgası, yurtsever, antiemperyalist yönleri olan ulusal burjuva iktidarıyla (Chavezcilik) emperyalizm ve ona bağlı yerli işbirlikçileri arasındadır. Bu mücadelede Venezuela desteklenmelidir, savunulmalıdır. Birtakım “sol”lar Chavez'i sosyalist önder, Venezuela'yı da sosyalist ülke ilan etmekte geri kalmadılar. Her halükarda Chavez de, Maduro da böyle bir anlayışa sahip olmadıklarını söylem ve eylemleriyle gösterdiler. Aşağıdaki makalede Chavez önderlinde sürdürülmüş olan ve bugün de Maduro önderliğinde sürüdürülen mücadelenin sınıfsal karakteri ele alınmaktadır.**



*)


Aralık 2011
KORE DEMOKRATİK HALK CUMHURİYETİ
Güneşin Oğlu” Kim İl Sung ve “Sevgili Önder” Kim Jong İl'in Ülkesi!

Kim Jong Il'in ölümünü burjuva basın antikomünist propaganda için bir fırsat olarak kullandı. Hemen bütün dünya basınında benzer haberlere ve yorumlara yer verildi.
Antikomünizm ayrıntılı bir analiz yapmaya da gerek görmüyor; bu onun için zararlıdır. En doğru “değerlendirme“, amaca uygun olan, toptancı değerlendirmedir. Böyle bir değerlendirme için Kuzey Kore (Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti) biçilmiş kaftandır. Kuzey Kore Komünist bir ülkedir, en son stalinist ülkedir, açlıkla, sefaletle boğuşan bir ülkedir, “kötülüğün sembolü olan ülkedir. Antikomünizme göre bunların toplamı da sosyalizmdir.
Peki, Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti nasıl bir ülkedir? Tarihi nasıl bir ülke olduğunu gösteriyor.

Bir ülke üzerine değerlendirme yapabilmek için kullanılan yöntem belirleyici öneme sahiptir.
Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti nasıl bir ülkedir, Kore deneyleri sosyalizm açısından nedir, ne değildir sorusuna cevap verebilmek ve bu ülke üzerine materyalist bir değerlendirme yapabilmek için belli kıstaslardan hareket etmek gerekir. Bu yazıda a) bu ülkede devrimin karakteri; b) mülkiyetin karakteri; c) sınıflar; d) siyasi-ekonomik yapı ve e) iktidarın biçimi kıstas olarak alındı.

KORE DEVRİMİNİN VE TOPLUMUNUN SINIFSAL KARAKTERİ*


1-Partinin ve İktidarın Karakteri

Komünist partisi 1925’te kuruldu. Ama kuruluşundan hemen sonra, 1928’de fraksiyonculuktan dolayı dağıldı. Kim İl Sung’a göre bu dağılmanın esas nedeni, partinin geniş emekçi yığınlar arasında ‘derin kök salmamış’ olmasıdır. Kurulduğunda partinin sadece önderliği vardı. Fabrikalarda ve köylerde hücreleri yoktu. Bunun ötesinde partide Marksist-Leninist teoriye hakim olan “gerçek Marksistler” de yoktu. “O zaman komünistler Marksist-Leninist teoriye sadece yetersiz hakimdiler ve ideolojik ve sınıfsal bakımdan yalpalıyorlardı. Ayrıca Japon emperyalistleri partiye,... dağıtmak için ajanlarını sızdırdılar” (1).

Bu dönemde parti içinde farklı gruplar (Emelpcha, Hvaöpcha, Pukpchungchvö vs.) doğar. Bu gruplar, partinin birliği için değil, parti içinde kendi hegemonyaları için mücadele ederler.
Kore komünist partisindeki fraksiyonculukta bölgecilik çok önemli bir rol oynar:
  • Ülkenin güneyinden (Bugünkü Güney Kore kastediliyor) gelenler, güneyden gelenlerin hepsinin temsilcileri oldukları iddiasına göre hareket ediyorlardı.
  • SB’nden gelenler, bu ülkeden gelenleri temsil ettiklerini iddia ediyorlardı.
  • Çin’den gelenler de Çin’den gelenlerin hepsini temsil ettiklerini iddia ediyorlardı (2).

Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti (KDHC) Eylül 1948’de kuruldu. Ulusal kurtuluş mücadelesinde komünist partisinin önderliğinden bahsedilemez. Bu durumu Kim İl Sung şöyle açıklar:
1925 yılında kurulan Komünist Partisi, fraksiyoncuların ve entrikacıların faaliyetlerinden dolayı yıkılmasaydı ve varlığını devam ettirseydi partimiz, 15 Ağustosta kurtuluşta kendi örgüt sistemiyle temsil edilirdi ve kurtuluştan hemen sonra kendi sağlam önderlik çekirdeğini oluştururdu” (3).

Kore Komünist Partisi, Ekim 1945’te kurulur. Ağustos 1946’da da Yeni Demokratik Parti ile birleşir ve Kuzey Kore İşçi Partisi adını alır (Bugünkü Kore Emek Partisi).

KDHC’ni, “Antijapon Ulusal Birlik Cephesi” güçleri kurmuştur. Bu cephe, Japon emperyalizmine ve işbirlikçilerine karşı ulusal kurtuluş mücadelesi sürecinde oluşmuştu ve “ulusal burjuvazi de” dahil bütün Kore ulusunu harekete geçirmeyi amaçlıyordu.
Yeni devlet, bu cephe içinde örgütlenmiş olan toplumsal güçler tarafından kurulmuştu.

Japon emperyalizmine ve yerli işbirlikçilerine karşı ulusal kurtuluş mücadelesi sonrasında daha ziyade küçük ve orta kapitalistlerden -küçük ve ulusal burjuvaziden- dine inananlara varana kadar geniş bir çevreye hitap eden Demokratik Parti kurulmuştu. Bu partinin yanı sıra aydınlar ve köylüler de Kore Komünist Partisiyle birleşen Yeni Demokratik Parti’yi kurmuşlardı.

Kore Komünist Partisi, bu iki parti ile Ulusal Demokratik Birleşik Cephe’yi oluşturur. Bu cephe içinde toplumun bütün sınıf ve sosyal tabakalarından insanlar temsil ediliyorlardı.

Kore Komünist Partisi, KDHC’ni kuran güçlerden sadece birisiydi. Bu partinin sonraki gelişme seyrini “Çuçe-ideolojisi” bölümünde ele alacağız. Ama burada Kim İl Sung’un bir anlayışını aktarmadan geçmeyelim:
Partimizin kuruluşu, yeni tipten devrimci bir partinin doğuşuydu; Bu partinin önder ideolojisi Marksizm-Leninizm ve Çuçe-İdeolojisidir” (4).

Yeni iktidarı Kim İl Sung şöyle tanımlar:
Bu, Kore halkının mutlak çoğunluğunu oluşturan nüfusun geniş tabakalarının –işçiler, köylüler, emekçi aydınlar ve küçük burjuvazi- temsilcilerini örgütleyen iktidardır…

Halk iktidarımız, emperyalizmin uşakları olan toprak ağalarına, komprador burjuvaziye, Japon ve Amerikan yanlısı unsurlara ve ulusal hainlere karşı…diktatörlük ve halka karşı da demokrasi uygular” (5).

Demokratik bir halk cumhuriyeti inşa etmek için sadece işçilerin ve köylülerin değil, aynı zamanda bütün yurtseverlerin de, ulusal burjuvazi de dahil demokratik güçlerin de katıldığı bir birleşik cephe oluşturulmalıdır… Bağımsız bir devlet talebini yükselten dürüst ulusal burjuvaziyle birleşebilmeliyiz, birleşmek zorundayız” (6).

Kim İl Sung, işçilerden ulusal burjuvaziye ve dini cemaatlere varana kadar en geniş yığınların temsil edildiği bir iktidardan bahsediyor ve bu iktidarı “halk demokrasisi diktatörlüğü” olarak tanımlıyor.

2-Üretim Araçlarının/Mülkiyetin ve Toplumsal Düzenin Karakteri

Nisan 1955’te Kim İl Sung şöyle der: “Kurtuluştan sonra gerçekleştirilen demokratik dönüşümün sonucu olarak ülkenin kuzeyinde sosyo-ekonomik yapı tamamen değişti. Bugünkü aşamada ülkenin kuzey kısmında sosyo-ekonomik yapı esas itibariyle üç formasyona ayrılır:
Birincisi; sosyalist ekonomik formasyon.
İkincisi; küçük meta ekonomisi formasyonu.
Üçüncüsü; kapitalist ekonomi formasyonu.
Sosyalist ekonomi formasyonu (sosyalist üretim biçimi, çn.), devlet ve kooperatif sektöründen oluşmaktadır… Bugün devlet sektörünün ülkemiz sanayi üretiminin bütün kapsamındaki payı yüzde 90 ve kooperatif üretiminin toplam kapsamdaki payı da yüzde 7 ile yüzde 8’dir…
Küçük meta ekonomisi formasyonu, tekil köylü işletmelerinden oluşur ve tarımda hala hakim konumdadır…
Kapitalist sektör, kapitalist özel ticaretten, şehirdeki kapitalist sanayiden ve kırdaki büyük köylü işletmelerinden oluşmaktadır. Bu, cumhuriyetin kuzey kısmında şimdi hala var olan bir sömürü biçimidir” (7).

Temmuz 1953’ten sonra (Amerikan emperyalizmi ve müttefiklerinin Kore’ye saldırmaları ve “Kore Savaşı” diye bilinen savaştan sonra) KDHC, özel sermayenin “sosyalistleştirilmesi” adımını atar. Burada kastedilen ulusal burjuvazidir. Yani, emperyalistlerle, yabancı sermaye ile ayrılmaz bağı olmayan burjuvazi. KDHC hükümeti bu kapitalistlerin sermayesine el koymamış, aksine bu kapitalistleri barışçıl yoldan, eğiterek sosyalist yapmaya yönelmiştir.

Parti, kapitalist tüccarları ve sanayicileri mülksüzleştirme yerine onları sosyalist tarzda eğitme çizgisini benimsemiştir. “Antiemperyalist, antifeodal demokratik devrimde ulusal kapitalistlerle beraber hareket etmekle işçi sınıfı daha güçlü desteklenmiş ve sosyalist devrim daha güçlü ilerletilmiştir” (8).

Yeni Kore’de ulusal burjuvaziyi eğiterek kazanmak yöntemine göre hareket edilmiştir:
Özel ticaretin ve özel işletmeciliğin sosyalist yapılandırılmasında söz konusu olan, özel tüccarların ve işletmecilerin bilinç seviyesinin ve bütün ekonomik koşulların tam dikkate alınmasıdır” (9).

Sanayinin ulusallaştırılmasının sonucu olarak…zaten az gelişmiş kapitalist ticaret ve kapitalist sanayi daha güçlü olarak ikinci derecede bir role mahkum edildi. Bu durumda partimiz, kapitalist tüccarları ve sanayicileri sosyalist inşaya kazanmak ve işletmelerini, sosyalist devlet sektörünün hızlı genişlemesinden ve gelişmesinden hareketle tedricen yeniden yapılandırma rotasını izler…
Partimiz, kooperatif ekonomisinin çeşitli biçimleri üzerinden zanaatçılarınki ve küçük tüccarlarınkiyle birlikte kapitalist tüccarların ve sanayicilerin işletmelerini sosyalist sektöre bağlama rotasını izledi. Bu, sadece sosyalist inşanın gereksinimlerine değil, aynı zamanda işletmecilerin ve tüccarların çıkarlarına da tekabül ediyordu” (10).

Kapitalist tüccarların ve sanayicilerin sosyalist tarzda yeniden biçimlendirilmesi politikasının temel gereksinimi,… kapitalist ekonominin tedricen yeniden yapılandırılmasıdır. Üretim kooperatiflerine girmeleriyle işletmeciler ve tüccarlar, çalışan sosyalist insanlara dönüştüler. Kapitalist tüccarların ve üreticilerin sosyalist ilkelere göre eğitimlerinde partimiz, onlar üzerinde gönüllülük ilkesini uyguladı” (11).

KDHC’inde üç tür kooperatif örgütlenir:
  • Üretim araçlarının özel mülkiyetine dokunulmayan kooperatif biçimi. Bu kooperatif biçiminde sadece iş/çalışma kooperatif tarzda yürütülür.
  • Yatırılmış sermayenin özel mülkiyetine dokunulmadığı, ama dağıtımda karın yüzde 40’ının ortak fona ayrıldığı, geriye kalan yüzde 60’ın ise ikiye ayrıldığı kooperatif biçimi. Burada ikiye ayrılan yüzde 60’lık kar payının bir kısmı, yatırılan sermayenin miktarına uygun olarak dağıtılırken, ikinci kısmı da emeğe uygun olarak dağıtılmıştır.
Böylece kooperatiflere katılan kapitalistler, yatırımlarına tekabül eden pay, yani kar almışlardır.
  • Sadece harcanan iş (emek) bazında dağıtıma göre kooperatif biçimi.

Kooperatiflere katılmaya ikna edilen ulusal burjuvazi, hangi türden kooperatife katılacağına bizzat karar verme özgürlüğüne sahipti (12).

Böylece kooperatifleşme koşullarında ulusal burjuvazinin/kapitalistlerin çoğunluğu ikinci biçimdeki kooperatifi tercih etmişlerdi. Çünkü kapitalistler, bu biçim kooperatifte, katılan sermayenin kapsamına göre faiz alıyorlardı. Yani burada da; faiz almakla çalışanları sömürüyorlardı.
“Ulusal kapitalist”lerin bu türden kooperatiflere memnuniyetle katılmaları doğaldı. Böylece çalışmadan kar elde ediyorlardı. Sermayelerini çalıştırıyorlar, faizcilik yapıyorlardı.
Böylece ulusal burjuvazi, tüccarlar ve özel sermaye yüzde yüz “çalışan sosyalist insan”lara dönüştürülmüşlerdi!

Kim İl Sung mantığıyla sosyalizme geçiş:
Kim İl Sung’un anlatımına göre antiempertalist, antifeodal demokratik devrim 2 sene gibi kısa bir zamanda tamamlanır ve adım adım sosyalizme geçiş dönemi başlar.
Amerikan emperyalizmine, bütün emperyalist saldırganlara karşı savaştan sonra ülkenin yeniden inşasında ortaya çıkan sorunların çözümünde ağır sanayi ve onun öncelikli büyümesi tutulacak temel halka olarak görülür. Parti, aynı zamanda hafif sanayi ve tarımı geliştirirken ağır sanayinin öncelikli büyümesi çizgisinde hareket eder (13).
Tarımda tekil köylü ekonomilerinin sosyalist kooperatifleştirilmeleri gerçekleştirilir” (14).

Partinin bu çizgisini eleştirenler de vardır: “Aynı zamanda hafif sanayi ve tarımı geliştirirken ağır sanayinin öncelikli büyümesi çizgisi, partiye sızmış olan parti düşmanı unsurlar, ülke içindeki ve yurt dışındaki revizyonistler ve dogmatikler tarafından bolca saldırıya uğrar. Onlar partinin bu çizgisini ’halkın yaşamı zor ve ağırlık ağır sanayinin inşasına veriliyor, makineler yemek vermiyorlar’ gibi sözlerle inkar ederler” (15).

Üç Yıllık Planın (1954-1956) yerine uygulanmasından sonra 1957’de Beş Yıllık Plan ele alınır. Bu plan, ülke tarihinde sosyalizmin temellerinin inşasını güya tamamlayan plan olur. Kim İl Sung’un anlayışına göre KDHC’nde sosyalizmin inşası 1957-1961 arasında tamamlanmıştı.
O zamana kadar elde edilen başarılardan ve sosyalist yeniden yapılandırmanın tecrübelerinden hareketle partimiz, tarımda kooperatif birleşmesini ve özel ticaret ve özel sanayin sosyalist yapılandırılmasını Beş Yıllık Plan dönemi zarfında sonuçlandırma görevini önüne kor” (16).

Ve plan, zamanından önce gerçekleştirilir:
Sosyalist inşanın yükselişini… teşvik ederek devasa Beş Yıllık Planı, tespit edilen mühletten çok önce yerine getirdik. Yaklaşık aynı zamanda ve sorunsuz olarak daha 1958’de tarımda kooperatifsel birleşme ve özel ticaretin ve özel sanayin sosyalist yapılandırılması tamamlandı” (17).
Daha o zaman halkın gıda, giyim ve konut sorunu çözülür!

Artık KDHC, sosyalisttir, ülkede sosyalist üretim ilişkileri hakim kılınmıştır!
Ülkemizde sosyalist üretim ilişkileri bir dizi devrimci altüst oluşlarla gerçeklik olmuştur; Emperyalistlerin ve uşaklarının mülksüzleştirilmesi, tekil köylü işletmelerinin, feodal mülkiyet ilişkilerinin yok edilmesi ve özel ticaret ve özel sanayin sosyalist yapılandırılması, kooperatifleştirme” (18).
Yeni Kore’de toprak reformu gerçekleştirilir.
Toprak reformunun sonucu olarak kırsal alanda küçük meta üreticisi tekil köylü işletmeleri hakim olur. Bu hakimiyeti aşmak ve üretici güçleri, eski üretim ilişkilerinden tamamen kurtarmak için tarımın sosyalist kolektifleştirilmesi gündeme gelir. Ve KDHC’nde, hiçbir ülkede hiçbir zaman gerçekleşmeyecek olan gerçekleşir: Bu ülkede “kooperatifleşme, neredeyse tamamen teknik modernleştirme olmaksızın gerçekleşir” (19).

Kolektifleştirme (kooperatifleştirme) sürecinde gönüllülük ilkesi, devletin ve partinin desteği ve yönlendirmesi esas alınır. Başka ülkelerin deneyimleri incelenir, ama Kore özelliği, özgün tecrübe en önemli sayılır.

Yeni Kore’de de sosyalizm, aynen Çin’de olduğu gibi ulusal burjuvaziyle birlikte kuruluyordu:
Ülkemizin halk demokrasisi düzeninde özel işletmeciler, tüccarlar ve nüfusun başka katmanları, iktidar organlarında işçiler ve köylüler ile birlikte ortak hareket ederler ve birleşik cephenin bir bileşenini oluştururlar. Ülkemizin işletmecileri ve tüccarları, başta işçi sınıfı olmak üzere bütün emekçilerle sadece demokratik devrimin gerçekleştirilmesine değil, bilakis ülkemizin kuzey yarısında sosyalizmin inşasına da katılırlar” (20).

Ulusal burjuvazi karşısında baştan beri politikamız, sadece antiemperyalist, antifeodal demokratik devrimi beraberce gerçekleştirmekten ibaret değildi. Aksine onu bizimle birlikte sosyalist/komünist topluma götürmekti” (21).

Böylece Kim İl Sung’un Kuzey Kore’sinde ulusal burjuvazi, aynen Mao Zedong’un Çin’inde olduğu gibi, işçi sınıfıyla birlikte sosyalizm inşa ediyordu veya Kim İl Sung’a göre sosyalist aşamaya geçiş ulusal burjuvazi ile birlikte gerçekleşiyordu!

Kim İl Sung, “gönüllülük ilkesi temelinde” kapitalist tüccarların ve işletmecilerin adım adım sosyalist emekçilere dönüştürülmesini partinin takip etmesi gereken çizgi olarak görüyordu. Bu anlamda sosyalizmin inşasında ulusal burjuvaziye karşı sınıf mücadelesinden ziyade bu burjuvaziyi eğiterek sosyalist düzene kazanmak, mülksüzleştirmemek gerekir diyordu.

Şehirde ve kırda kapitalist unsurlar mülksüzleştirme yerine sosyalist tarzda eğitilmelidir” (22).

Partimiz, mülksüzleştirme yerine kapitalist tüccarların ve fabrikatörlerin barışçıl yeniden biçimlendirilmeleri politikasını takip ettiği için sınıf mücadelesi, sadece özel bir karakter alabilirdi. Kapitalist ticaret ve sanayinin sosyalist yeniden yapılandırılmasını izleyen sınıf mücadelesi esasen ikna ve eğitimle gelişti” (23).

Şimdiye kadar biz Marksist-Leninistler şehir ve kırdaki kapitalistlerle işçi sınıfı arasında uzlaşmaz çıkar zıtlığı olduğunu söylüyorduk. Marksist sınıf mücadelesi teorisi tam da buna dayanmaktadır. Fakat şimdi Buharin’in kapitalistlerin sosyalizme barışçıl intibakı teorisine göre, tüm bunlar altüst oluyor. Sömürücülerin ve sömürenlerin sınıf çıkarları arasındaki uzlaşmaz çelişki kayboluyor. Sömürücüler sosyalizme intibak ediyorlar” (24).

Çin’de Mao Zedong, Kuzey Kore’de de Kim İl Sung, kapitalistlerle birlikte sosyalizmi kurmak ve sınıf uzlaşmacılığı yapmak bakımından Buharin’in yolundan gittiler.

Kim İl Sung sosyalizmi:
Çin ile ilgili yazıda Mao Zedong’un ulusal burjuvaziyle; özel sermeye ile devlet-özel sektörü oluşturması; devlet-özel sermaye ortaklıkları kurma stratejisini izlediğini göstermiştik. Kuzey Kore’de ise Kim İl Sung böyle bir strateji yerine kooperatiflerde birleşme stratejisini izlemiştir.
Bu ülkede tam da Buharin’in anlayışı doğrultusunda hareket edilerek kapitalist tüccarların ve sanayicilerin sosyalist tarzda eğitildiklerine ve sosyalizme kazanıldıklarına inanılmıştır. Yeni Kore yönetimi, bunun “tamamen yeni” bir tecrübe olduğunu böbürlenerek açıklar.

Kuzey Kore’de “diğer sosyalist ülkelerden farklı olarak kapitalist ticaret ve sanayinin barışçıl dönüşümü için devlet kapitalizmi biçimini seçmenin tamamen gereksiz olduğu” anlayışı hakimdi.

Partimiz, kapitalist ticaretin ve sanayinin sosyalist zeminde dönüştürülmesi çizgisini benimsedi ve kapitalist tüccarların ve üreticilerin kooperatif ekonomisinin çeşitli modellerine gönüllülük ilkesinin sıkı dikkate alınmasıyla katılabileceklerine dikkat etmiştir” (25).

Yukarıda belirttiğimiz üç kooperatif cinsinden ilk ikisi kapitalist tüccarlar ve sanayiciler göz önünde tutularak hazırlanmış ve uygulamaya konmuştur. Ulusal kapitalistler bu iki kooperatif biçiminden hangisine girecekleri konusunda karar vermekte özgürdüler. Ne de olsa zorlama olmayacak ve gönüllülük ilkesi uygulanacaktı.
Yeni Kore iktidarına göre sadece kooperatiflere girmek, “çalışan sosyalist insan”a dönüşmek için yeterli oluyordu.
Üretim kooperatiflerine girmeleriyle işletmeciler ve tüccarlar çalışan sosyalist insanlara dönüştüler” (Kim İl Sung).
Böylece daha Ağustos 1958’de özel tüccarların ve sanayicilerin hepsi kooperatiflere katılmışlar ve “çalışan sosyalist insan”lara dönüşmüşlerdi!

Ülkemizin şehirlerinde ve köylerinde üretim ilişkilerinin sosyalist yeniden yapılandırılması sonuçlandırıldı. Böylece toplumumuz, sömürü ve baskının olmadığı sosyalist bir topluma dönüştü” (26).

Evet, KDHC, böyle sosyalist oldu!

1986’da KDHC, SB’nde 1960’lı yıllarda uygulanmaya konan “iktisadi reform”ları uygulamaya kor. Merkezi planlamayı tasfiye eder ve ekonomi üzerine karar verme mekanizmasını ademi merkezileştirir.

3-KDHC Sosyalizmi ve Yabancı Sermaye

KDHC’nde, Kimilsungizmin ve Çuçe-İdeolojisinin bir ilkesi olarak sürekli, “kendi gücüne dayanmak”tan bahsedilir. Ama bu, bir demagojidir. Çünkü KDHC, yabancı sermayenin gücüne dayanarak ülke ekonomisini geliştirmeyi ilke edinmiştir. Bununla ilgili birkaç örnek verelim.
1970’li yıllarda KDHC, ülkenin sanayileştirilmesini ilerletmek için yabancı (Batılı) şirketlerden ve mali kurumlardan kredi almaya başlar. Daha 1975-1976 döneminde dış borç miktarı 2 milyar dolara varır. İhraç ettiği en önemli malların (hammaddeler) dünya pazarlarında fiyatları düştüğü için KDHC, aldığı kredilerin ana para ve faizlerini ödeyemeyeceğini açıklamak zorunda kalır.
1986’da dış borç miktarı 6 milyar dolara çıkar.
1984’te KDHC, ortaklık işletmeleri (Joint Ventures) üzerine bir yasa çıkartır. Bu yasaya göre;
  • KDHC, kendi işletmeleri ile yabancı işletmeler arasında ortaklığı teşvik eder.
  • KDHC, ortaklığa katılan yabancı sermayeyi yasal olarak korur.
  • Bu işletmelerin; yabancıların karını garanti altına alır.
  • Ortaklık işletmeleri, yabancı bir ülke bankasından kredi alabilirler.
  • Bu ortaklıklar, ürünlerini dış pazarlarda satabilirler.
  • Yabancı ortaklıklar, gelirlerini transfer etme hakkına sahipler.

Daha 1986’da düzinelerce ortaklık projelerinin olduğu açıklanır. 80 ortaklık kurulmuştur. Bunların çoğu, sürekli Kuzey Kore’de kalan Japonlar tarafından yönetilir (1991).

KDHC Anayasasından:
Devlet, ülkemizdeki kurumları, işletmeleri ve örgütleri, yabancı şirketlerle ve bireylerle ortaklıklar ve kooperatif işletmeler kurmak için teşvik edecektir”.

Bu anlayışın ürünü olarak anayasayla, yabancı yatırımları teşvik edilir ve Kuzey Kore’de faal olan yabancıların hakları ve karları garanti altına alınır.

Ekim 1992’de KDHC Yüksek Meclisi Daimi Komisyonu, yabancı yatırımlar üzerine ilk yasayı onar.
Yeni yasaya göre;
  • Yabancı yatırımcılar, kendi sermaye katılımlarıyla veya başka ortaklık işletmeleriyle anlaşma bazında işletmeler kurabilirler.
  • Yabancı yatırımcılar, özel iktisadi bölgelerde tamamen yabancıların elinde olan işletmeler kurma olanağına sahipler.
  • Yabancı işletmeler, karlarının bir kısmını yurt dışına transfer etme hakkına sahipler.

1991’de hükümet, özel iktisat bölgeleri kurulacağını açıklar. Bu bölgelerin alanı kuruluşunda 621 km²’den 1993’te 742 km²’ye çıkar. Bunun ötesinde hükümet, KDHC’nde faal olan yabancı şirketler için hukuksal çerçeve oluşturan başka yasalar da çıkardığını açıklar.

Şimdilerde (2005) ise KDHC’nde Güney Kore Hyundai tekeli Kaesong’da (Pjongjang’da 160 km uzakta) yabancı yatırımcılar için devasa bir sanayi parkı inşa etmektedir. 2020’ye kadar bu “özel iktisadi bölge”de yabancı tekeller 250 bin kadar işçi çalıştıracaklar. Bu bölgede bir işçinin aylık ücreti (haftada 48 saat çalışma bazında) sadece 47,60 Avrodur. Güney Kore’deki ortalama ücretlerin sadece otuzda biri kadar.

4-Revizyonizm ve Kimilsungizm

Kim İl Sung’un bazı anlayışlarının Marksist-Leninist ilkelerle, anlayışlarla uyumluluk içinde olduğu tartışma götürmez. Birkaç örnek:

  • Sömürge, yarı sömürge, emperyalizme bağımlı geri ülkelerde devrimin antiemperyalist-demokratik bir devrim olacağı ve bu devrimin tamamlanmasıyla sosyalizme geçileceği ve kapitalizmin gelişmiş olduğu ülkelerde doğrudan sosyalist devrimin gerçekleşeceği anlayışı;
  • Demokratik devrimde emperyalizme, işbirlikçi yerli büyük burjuvaziye ve feodallere karşı ulusal burjuvazi de dahil mümkün olan bütün güçlerin birleştirilmesi ve ulusal bir halk cephesi kurulması gerektiği anlayışı;
  • Bu mücadelede komünist partinin önder olması gerektiği anlayışı;
  • Ekonominin sosyalist inşasında ağır sanayinin öncelikli geliştirilmesi anlayışı doğrudur.

Devrimin ilk aşamasında Kore halkı, antiemperyalist, antifeodal demokratik bir devrimi gerçekleştirme göreviyle karşı karşıyadır…
Demokratik halk cumhuriyetini kurmak için…ulusal burjuvazi de dahil bütün yurtsever, demokratik güçler birleşik bir cephe oluşturmalılar…
Bu mücadelede komünist partisi pasif ve inisiyatifsiz olamaz. Demokratik halk cumhuriyetinin kurulması mücadelesinde komünistler en aktif, en etkili rolü oynamaktalar ve halk yığınlarını, onların en önünde durarak harekete geçirmekteler…” (27).

Kim İl Sung’un, belirttiğimiz gibi, ekonominin inşasında hafif sanayiye nazaran ağır sanayinin (üretim araçları üretiminin) öncelikli geliştirilmesi anlayışı da doğrudur.
Ama Kim İl Sung’un ideolojisinin, sosyalist devrime nasıl geçileceği, sosyalist devrimin nasıl şekilleneceği gibi önemli konulardaki anlayışının Marksist-Leninist teoriyle hiçbir ilişkisi yoktur.
Örneğin o, proletarya diktatörlüğü konusunda tamamen farklı düşünmektedir.
Birincisi; Kim İl Sung’a göre Kore’de proletarya diktatörlüğüne gerek yoktur.
Amaç edindiğimiz demokrasi, batılı kapitalist ülkelerdekinden ilkesel farklıdır, ama sosyalist bir ülkedekinin de kölece kopyası değildir. Bizim demokrasimiz, Kore gerçeğine en uygun düşen yeni bir demokrasi türünü temsil eder” (28).

Biyografisinde de şu anlayışa yer verilir:
Antiemperyalist, antifeodal, demokratik devrimin görevlerinin çözümlendiği, ama devrilmiş sömürücü sınıfların geriye kalan unsurlarının iktidar yapısında hala güçlü bir güç oluşturdukları bazı ülkelerde proletarya diktatörlüğünün zor yoluyla kurulması son baş vurulan araçtı. Kore’nin kuzey yarısında koşullar başkaydı, buna gerek yoktu” (29).

Bu iki anlayışın Marksist-Leninist teori ile hiçbir ilişkisi yoktur.
Kim İl Sung, bazen proletarya diktatörlüğünden bahsetse de Kore gibi ülkelerde proletarya diktatörlüğünü gereksiz görmektedir.
Amaçlanan demokrasinin batılı kapitalist ülkelerdeki demokrasiden ilkesel farklı olması gerektiği anlaşılır. Peki sosyalist bir ülkedeki demokrasinin kölece kopyası olmayacak, Kore gerçeğine uygun düşen yeni türden bir demokrasi olacak anlayışı nasıl yorumlanmalı?

Kapitalist ve komünist toplum arasında bir toplumdan diğerine geçiş dönemi bulunur. Buna, devletin, proletaryanın devrimci demokratik diktatörlüğünden başka bir şey olmadığı siyasal geçiş dönemi tekabül eder” (Komünist Enternasyonal Programından).

Proletarya diktatörlüğü olmaksızın sosyalizmi inşa etmek olanaksız. Ama Kim İl Sung, Kore gibi ülkelerde proletarya diktatörlüğüne gerek yok diyor. Bunu hem doğrudan söylüyor, hem de Kore’ye özgü demokrasiden bahsederek söylemiş oluyor.

Kim İl Sung’a göre Kore’de sosyalizm inşa ediliyor. Ama bu, sosyalist demokrasi, proletarya diktatörlüğü koşullarında değil, Kore’ye özgü yeni tipten bir demokrasi ve iktidar koşullarında gerçekleştiriliyor.

Eylül 1948’de KDHC, halk demokrasisi olarak kurulur. Ulusal burjuvazi de dahil bu devlet, birden fazla sınıfın devrimci diktatörlüğü olarak tanımlanır.

6 Mart 1958’de Kim İl Sung şu tespiti yapar:
Bazıları, halk iktidarımız birleşik cepheye dayandığından dolayı onun proletarya diktatörlüğü olmadığını söylüyorlar. Bu, tamamen yanlış bir düşüncedir. Bugünkü halk iktidarımız, proletarya diktatörlüğü kategorisine aittir” (30).

Ne oluyor şimdi?
1958’de dahi parti önderliği, başta da Kim İl Sung, KDHC’nde halk iktidarını farklı sınıfların ortak diktatörlüğü olarak tanımlıyor: “Birleşik cephe üzerinde yükselen halk iktidarı”. Ama bu iktidar; ulusal burjuvazi de dahil farklı sınıfların bu ortak iktidarı veya diktatörlüğü, aynı zamanda “proletarya diktatörlüğü kategorisi”ne dahil oluyor!
Bu, Mao Zedong’un ulusal burjuvaziyle birlikte sosyalizm inşa etmesine benzemektedir.

Sovyet modern revizyonizmi konusunda alınan tavır:
14 Nisan 1965’te Kim İl Sung şu tespiti yapıyordu:
Bildiğiniz gibi, 1956 ve 1957 yılları komünist dünya hareketi içinde modern revizyonizmin geniş cephede kafasını kaldırdığı bir dönemdi” (31).

10 Temmuz 1961 tarihli SB-Kore ortak açıklamasında, uluslararası komünist hareketle ilgili olarak taraflar arasında “tam anlayış birliği”nin olduğuna yer verilir. Aynı zamanda Kore Emek Partisi, Kruşçev önderliğindeki SB’ni “dünya çapında komünist hareketin enternasyonal tanınmış öncüsü” olduğunu kabul eder.

Kim İl Sung, Ekim 1986’da SB’ni ziyaret eder ve SBKP’nin XXVII. Kongresinde sosyo-ekonomik reformlarla ilgili olarak alınan kararları desteklediğini açıklar.
Yoldaş M. S. Gorbaçov’un; bu tutarlı Marksist-Leninistin kararlı faaliyeti olmasaydı, şimdi SB’nde gerçekleşen bu dönüşüm düşünülemezdi”.

Kore Emek Partisi, “kardeş partiler ve kardeş ülkeler” arasındaki görüş farlılıklarını “geçici” olarak görür. Bu farklılıkların sosyalist ülkelerdeki değişik tarihsel ve coğrafi koşulardan kaynaklandığı anlayışı savunulur.

Kore Emek Partisi’ne göre “sınıf kardeşleri” arasındaki ideolojik ve teorik farklılıklar, ortak ekonomik ve siyasal tabana sahip olan ve emperyalizme ve sömürgeciliğe karşı sosyalizmi ve komünizmi inşa etme ortak amacıyla mücadele eden sınıf kardeşleri arasındaki farklılıklardır (32).

7-Çuçe-İdeolojisi ve Kimilsungizm

Çuçe-İdeolojisine göre insan ve toplum, ideolojinin ve iradesinin gücü vasıtasıyla çevrenin nesnel koşulları üzerine hakimdir. Burada “Çadşuzong” anlayışı belirleyici öneme haizdir: İnsan her şeye hakimdir; dünyaya ve kendi geleceğine hakimdir ve her şey üzerine karar verir. Özne; insan, sınır tanımaz, karşı karşıya kaldığı bütün zorlukları aşar, yener.

İdeolojide Çuçe, insanların zamanı geçmiş düşüncelerden kurtulması ve yeni dünya görüşünün, Çuçe-dünya görüşünün oluşması için ideolojik devrim anlamına gelir. Bu, bu dünya görüşüne öz itibariyle yabancı olan geleneksel düşüncelerin ve özellikle de dalkavukluğun kökünün kazınmasını gerekli kılar. Dalkavukluk, kendini, daha büyük ve daha gelişmiş ülkelere tapınmakta ve göklere çıkartmakta ifadesini bulan uyruk zihniyeti anlamına gelir. Bu, kendi ülkesini, kendi ulusunu küçümsemekte, onursuzlaştırmakta ifadesini bulan nihilizmdir. Yaltakçı olan, başkalarını göklere çıkartır, onlara boyun eğer, revizyonistlere ve dogmatiklere de boyun eğer“ (33).

Marksist dünya görüşüne göre, doğanın ve toplumun gelişmesi; doğadaki ve toplumdaki değişmeler belli ve nesnel olan yasalara bağlıdır. İnsan, bu yasaları değiştiremez, ancak tanıyabilir ve onları toplumsal gelişmede kullanabilir.

Çuçe-İdeolojisi ise tam bunun tersini söylüyor: İnsan doğa ve toplumun nesnel yasalarını değiştirebilir; insan bu nesnel yasalara hakimdir.
Marksizm, geleneksel bir dünya görüşüdür. Marksizm, ancak ve ancak Çuçe-İdeolojisiyle aşılır, yenilir!
Yoldaş Kim İl Sung’un dediği gibi, siyasal “Çadşuzong” hükümran ve bağımsız bir devletin belirleyici kıstasıdır…Her ulus, ancak, siyasal “Çadşuzong”u muhafaza ettiği müddetçe bağımsızlığını ve özgürlüğünü koruyabilir…Devrimci mücadele, her şeyden önce, siyasette “Çadşuzong” için mücadeledir” (34).

Oğul Jong’un bu anlayışını yukarıdaki anlayışıyla birleştirirsek ortaya çıkan şu: Başka ülkelerden, başkalarından öğrenmek doğru değildir. İnsanlığın ortaya çıkardığı, bütün toplumlara mal olmuş gerçekleri kabullenmek yanlıştır. Özgür ve bağımsız olmak istiyorsan her şeyi kendin yapacaksın.

Sosyal-politik organizma çok sayıda insanın faaliyetini koşulladığı için, bir merkez gereklidir; bu merkez toplumsal topluluğun yaşam faaliyetini bütünlüklü olarak yönetir. Tek tek insanların yaşamı için beyin, merkezdir. Sosyal-politik topluluğun varlığı için de önder, kolektifin beynidir. Önder, bu organizmanın faaliyetini merkezi konumundan hareketle bütünlüklü olarak yönlendirdiği için bu, böyledir. Önder, halk yığınlarının hükümran taleplerini ve çıkarlarını analiz eden, toparlayan ve bir bütünlükte birleştiren merkezdir. Aynı zamanda o, halk yığınlarının yaratıcı faaliyetlerinin bütünlüklü gerçeklik olması için merkezdir“ (35).

Ne diyelim? Kişiye tapıcılık herhalde ideolojik olarak böyle temellendiriliyor olsa gerek?! Önder, beyin! Öndere sadık parti, halk yığınlarından oluşan organizmanın sinir kanalları ve insanlar da bu kanallarda kişiliksizleşerek kayboluyorlar.

Çuçe-İdeolojisi aynı zamanda kimilsungizmdir, KDHC’nin resmi ideolojisidir. Çuçe, düşünen, hisseden ve isteyen ben anlamına gelir. Burada kastedilen, düşünerek ve eylem içinde dünyayı zapt etmektir.

Çuçe-İdeolojisi geçen yüzyılın ‘20’li yıllarında doğar. Oğul Kim Jong İl, Çuçe-İdeolojisinin doğuşunu şöyle tanımlar:

Dar kafalı milliyetçilere, sahte Marksistlere, yaltakçılara ve dogmatiklere karşı mücadelede yeni devrimci bir yol için Kim İl Sung, Çuçe-İdeolojisi gerçeğini keşfetti. Haziran 1930’da Kalun’da toplanan Komünist ve Antiemperyalist Gençlik Örgütünün yönetici görevlilerinin konferansında bu ideolojinin ilkelerini açıkladı ve Kore devriminin Çuçe çizgisini ortaya koydu. Bu, tarihsel bir olaydı,Çuçe-İdeolojisinin ve devrimci Çuçe çizgisinin doğduğu zamandı” (36).

Anlaşılan o ki, geçen yüzyılın ‘20’li yıllarında parti içindeki fraksiyonculuk, o zaman oldukça genç olan –hatta bıyığı henüz terlememiş olan veya da terlemek üzere olan- Kim İl Sung’a “yeter artık” dedirtiyor ve Kore devrimi için yeni, tamamen özgün bir devrimci yol konspti hazırlamasına neden oluyor.

Ne var ki bu kavram, ancak 1950’li yılların ikinci yarısından itibaren detaylandırılmaya ve partinin ideolojisi olarak geliştirilmeye başlanmıştır. Aralık 1953’te Kim İl Sung, propaganda ve ajitasyon bölümünde çalışanlara yaptığı konuşmasında (“Dogmatizm ve Formalizmin Yok Edilmesi ve İdeolojik Çalışmada Çuçe’nin Yapılandırılması”) sorunu temellendirmeye çalışır.
Bu konuşmasında Kim İl Sung, başka ülkelerin, yani SB ve Çin’in –ama daha ziyade SB’nin tecrübelerinden yararlanılması gerektiğini, ama bu tecrübelerin aynen alınamayacağını, Kore’ye özgü olanın esas alınması gerektiğini vurgular. Bu dönemde parti içinde Kim İl Sung fraksiyonu ile SB arasında soğuk rüzgarlar esmektedir. Ancak, Kim İl Sung, parti içindeki bütün karşıtlarını tasfiye ettikten sonra Çuçe-İdeolojisini yeni bir dünya görüşü olarak geliştirmeye koyulur.

Kimilsungizm veya Çuçe-İdeolojisi, Marksizm”i, zamanı geçmiş, eskimiş, günümüzün sorunlarına cevap vermeyen bir dünya görüşü olarak değerlendirir.

Marksizm, işçi sınıfının tarihsel arenaya çıktığı ve sermayeye karşı mücadeleye atıldığı zaman dilimini temsil eder. Ama zaman değişti ve tarih ilerledi ve böylece Marksizm, kaçınılmaz olarak tarihsel sınırlandırmalarla karşı karşıya kaldı” (37).

Çuçe-İdeolojisine göre artık nesnel koşullar, tarihsel gelişmede belirleyici rol oynamıyorlar. Onların yerini insan almıştır.
Tarihte belirleyici rol oynayan artık nesnel koşullar değildir, aksine insandır” (38).

Biyolojik varlığın (yaratık, çn.) aksine insan, dünyanın efendisi ve yeniden yapılandırıcısıdır. Nesnel dünyayı kendi amaçları için yeniden yapılandırarak geleceğine bizzat karar verir” (39).
Böylece oğul Kim Jong İl, insanın doğa yasalarının etkisine bağlı olmadığını savunuyor.

Kim Jong İl, insanı insan yapanın da tarihsel koşullar olduğunu reddediyor. İnsan, en gelişmiş maddenin ürünüdür. Bu madde (materi), iş aleti üretme ve bunu bilinçli; belirlediği amaç için kullanma yeteneğine sahiptir. Bu faaliyeti sürecinde onun bilinci oluşur ve gelişir. Kim Jong İl, insanı, insan yapan nesnel dünyadan kopartıyor, onu nesnel dünyanın üzerine koyuyor ve onu bir nevi tanrılaştırıyor.

Oğul Kim Jong İl, baba Kim’in Çuçe’sini yorumlamaya devam eder.
Diğer bütün canlı materi, nesnel dünyaya tabi olarak ve ona uyum sağlayarak yaşarken insan, bağımsız, sosyal bir varlıktır. Bu özelliğinden dolayı insan, doğanın zincirlerini silkip atacak durumdadır” (40).

Böylece diyalektik materyalizm bir kenara atılıyor ve felsefi idealizm savunuluyor. Çünkü burada “tinin doğa üstüne öncelliği” savunuluyor (Engels) ve “düşünme ve varoluş ilişkisinde” düşünmeye öncelik veriliyor. Yani tinin madde üzerinde öncelliği savunuluyor.
Ama Marksizm-Leninizm bunun tam tersini savunuyor. Marksizm’e göre, bilimin yasaları insanların iradesinden bağımsız olarak etkide bulunan nesnel gelişme yasalarıdır.

Marksizm, —ister doğa yasaları, ister ekonomi politik yasaları olsunlar -bilim yasalarını, insan iradesinden bağımsız olarak etkilerini sürdüren, nesnel süreçlerin yansımaları olarak anlar. Bu yasaları keşfetmek, tanımak, incelemek, onları eylemlerimizde hesaba katmak, toplumun yararına işletmek mümkündür, ancak bunları değiştirmek ya da yok etmek mümkün değildir.
Hele yeni bilimsel yasalar oluşturmak ya da yaratmak tamamen olanaksızdır” (41).

Bu nedenle komünistler açısından özgürlük, doğa yasalarının etkisinden bağımsız değildir. Tersine, bu yasaların varlığını tanımak, “zorunluluğun kavranmasıdır”.
Özgürlük, zorunluluğun kavranmasıdır…Özgürlük, doğa yasaları karşısında düşlenmiş bir bağımsızlıkta değil, ama bu yasaların bilinmesinde ve bu bilme aracıyla bu yasaların belirli amaçlar için yöntemli bir biçimde kullanma olanağıdır” (42).

"Zorunluluğun kavranması’ ne anlama gelir? Bu demektir ki, insanlar nesnel yasaları ("zorunluluğu") anladıktan sonra, onları, tam bir bilinçle toplum yararına uygulayacaklardır“ (43).

Çuçe-İdeolojisi, burada savunulanın tam da tersini savunmaktadır. İnsan iradesini nesnel yasalar üzerine koymakta ve belirleyici olduğunu savunmaktadır.

Çuçe-İdeolojisi, voluntarist bir ideolojidir. İdealist felsefenin bir akımı/yönü olan voluntarizm, iradeyi birincil olarak, temel olarak, belirleyici olarak ele alır ve bu bakış açısından hareketle doğadaki ve toplumdaki gelişmeleri ve de insanı açıklar.
Voluntarizm, doğadaki ve toplumdaki nesnel yasallıkları reddeder ve kavrayışı -idrak etmeyi- iradenin ürünü olarak görür.
Voluntarizm gibi sosyal-politik bir teori olan Çuçeizm de, toplumsal yaşamın maddi varoluş koşullarını ve nesnel yasallıkları dikkate almaz ve böylece kavranmış, idrak edilmiş yasallıklara dayanan toplumsal faaliyeti (insanın faaliyetini) inkar eder ve insan faaliyetini öznel keyfiyete, spontane (kendiliğindenci) iradi belirlemelere, devrimci coşkuya indirger. Bu anlayışın sonucu, “parti kararlıysa her şeyi yapabiliriz” dir!

Hayvanlar, doğanın bir parçasıdır ve onların geleceği, değişim ve değişmenin doğal yasalarıyla belirlenirken, insan değişim ve dönüşümün doğal yasalarına itaat eden bir varlık değildir” (44).

Demek oluyor ki, nesnel dünyaya tabi canlı diğer bütün maddelerden farklı olarak insan, dünyaya hakim olur, onu iradesine ve isteğine göre değiştirir.
Veya oğul Kim’in dediği gibi, “parti kararlıysa her şeyi yapabiliriz”!

Marksizm-Leninizme göre toplumsal, varlık bilinci belirler.
Varlıklarının toplumsal üretiminde, insanlar, aralarında, zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar; bu üretim ilişkileri, onların maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme derecesine tekabül eder. Bu üretim ilişkilerinin tümü, toplumun iktisadi yapısını, belirli toplumsal bilinç şekillerine tekabül eden bir hukuki ve siyasal üst yapının üzerinde yükseldiği somut temeli oluşturur. Maddi hayatın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve entelektüel hayat sürecini koşullandırır. İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır“ (45).

... Marksizm, toplumsal ekonomik sistemlerin, doğuş, gelişim ve düşüş sürecinin ayrıntılı ve kapsamlı inceleme yolunu göstermiştir. Halk kendi tarihini yapar, ama halkın, halk yığınlarının güdülerini belirleyen, yani çatışan fikir ve uğraşların çarpışmasına yol açan nedir? İnsan toplumlarının yığınları içindeki bu çarpışmaların vardığı sonuç nedir? İnsanın bütün tarihsel faaliyetlerinin temelini oluşturan maddi yaşamın üretiminin nesnel koşulları nelerdir? Bu koşulların gelişme yasası nedir? Marks, bunların hepsine dikkatleri çekti ve bütün geniş çeşitliliği ve çelişkililiğine karşın, belirli yasalarla yönetilen tek bir süreç olarak, tarihin bilimsel incelemesinin yolunu gösterdi“ (46).

Burada söz konusu olan, materyalist tarih anlayışıdır. Tam da bu anlayış, çuçe-ideolojisi; kimilsungizm tarafından reddedilir.

Materyalist tarih anlayışına dayanan geçen yüzyıldaki sosyalizm teorisi, tarihsel sınırlılıklardan azade değildi. Bu teori, sosyal-tarihsel hareketleri, motiflere dayanan hareketler olarak değil, bilakis, maddi ve ekonomik faktörlere uygun olarak gerçekleşen doğasal-tarihsel süreçler olarak görmektedir. Sosyalizmin bu teorisi, devrimci mücadele için maddi ve ekonomik faktörleri belirleyici olarak gördüğünden, devrim ve onun gerçekleştirilmesindeki belirleyici rolü için öznel faktörü daha güçlü vurgulama görevini idrak edecek durumda değildi” (47).

Yani öznel faktör ön plana çıkartılarak her şey yapılabilir. Aynen, “parti kararlıysa her şeyi yapabiliriz”!

Kimilsungizme göre ağırlık, nesnel toplumsal gelişmelere verilmemelidir.
Geçmişte Marksizm’in kurucuları sosyalist teoriyi, maddi ve iktisadi koşulların vurgulanmasıyla geliştirmişlerdi” (48).

Bunun yerine ağırlık ideolojik eğitime verilmelidir deniyor:
Sosyalist toplumda insanın yeniden biçimlendirilmesi, onun eğitimi daha büyük önem kazanır ve sosyalizmin maddi ve ekonomik koşullarının oluşturulmasından daha öncelikli görev olur” (49).

Kimilsungizm, Marksist-Leninist paylaşım ilkesine de karşıdır:
Burada ele almamız gereken, kendi temelleri üzerinde gelişmiş olan değil, tersine, kapitalist toplumda doğduğu şekliyle bir komünist toplumdur; dolayısıyla, iktisadi, manevi, entelektüel, bütün bakımlardan, bağrından çıktığı eski toplumun damgasını hâlâ taşıyan bir toplumdur. Bu bakımdan birey olarak üretici (gerekli indirimler yapıldıktan sonra), topluma vermiş olduğunun tam karşılığını alır. Onun topluma verdiği şey, birey olarak, kendi emek miktarıdır. Örneğin, toplumsal işgünü, bireysel çalışma saatleri toplamından oluşur; her üreticinin birey olarak çalışma zamanı, toplumsal işgünü olarak sunmuş olduğu kısımdır, onun bu bakımdan katkısıdır. O, toplumdan, şu kadar emek verdiğini saptayan bir belge alır (bunda kolektif fonlar için sarf etmiş olduğu emeğin indirimi yapılmıştır) ve, bu belge ile, toplumun tüketim araçları stoklarından, emeğinin eşit bir tutarı kadar bir miktar alır. Topluma, bir biçimde sunmuş olduğu aynı emek miktarını, ondan, başka bir biçimde geri alır“ (50).

Çuçe-İdeolojisine göre Marks’ın bu anlayışı antisosyalist ve revizyonisttir!

Maddi teşviklere öncelik verme anlayışı, sosyalist toplumun komünist karakterinin ihmal edilmesinden kaynaklanır. Maddi teşvikleri en önemli talep olarak görenler, maddi teşvikler sisteminin bütün ekonomik yapıda yer almasını da talep ederler…Bu, antisosyalist ve revizyonist bir teoridir. Ama ağırlığın nereye verilmesi sorusunu gündeme getirirsek cevap, sadece, siyasal ve ahlaki teşvike ağırlık verilmesidir olabilir” (51).

Aslında burada Kim Jong İl, Sovyetler Birliği pratiğini; revizyonistlerin maddi teşvike öncelik verme anlayışlarını eleştirerek ve “sadece, siyasal ve ahlaki teşvike ağırlık verilmelidir” diyerek kapitalizmden sosyalizme/komünizme voluntarist belirlemelerle geçileceğini, yeni insanın, yeni toplumun; yani sosyalist/komünist insanın ve toplumun nesnel koşullar kavranarak ve bu koşullar göz önüne alınarak (Marks, böyle diyor. Bkz.: yukarıdaki alıntı) kurulamayacağını, her şeye muktedir konumdaki önderin belirlemelerine (iradesine) uyularak kurulabileceğini savunuyor. Tabii burada Kim Jong İl, siyasi ve ahlaki teşvik, nesnel koşullar göz önünde tutulmaksızın ele alındığında lafazanlıktan ileri bir anlam taşımayacağını unutuyor!
Çuçe-İdeolojisi başlangıçta Marksizm-Leninizmin geliştirilmesi olarak kavranıyordu. Sonra her şey Çuçe ile açıklanmaya başlandı.

28 Aralık 1955’te Kim İl Sung: “İdeolojik çalışmanın en ciddi eksikliği…Çuçe’den mahrum olmasıdır…Propaganda çalışmasında Çuçe’nin olmamasının sonucu, parti faaliyetine sayısız zarar verilmesidir” (52),

14 Nisan 1965’te: “İdeolojik-siyasal alanda Çuçe-İdeolojisi sağlam temel üzerinde yükselmezse, bağımsız düşünme yeteneği felce uğrar ve asla inisiyatif gelişmez” (53).

9 Ekim 1975: “Partimizin önder ideolojisi Marksizm-Leninizm ve Çuçe-İdeolojisidir” (54).

Nisan 1992: “Marksizm-Leninizme yapılan atıf çıkartılmalı ve yerine Kim İl Sung’un Çuçe-İdeolojisine atfı konmalı” (KDHC Anayasasından).

KDHC, kendini, faaliyetlerinde insanları merkezine koyan bir dünya görüşü, halk yığınlarının bağımsızlığını elde etmeyi hedefleyen devrimci bir ideoloji; Çuçe-İdeolojisi tarafından yönlendirir” (KDHC Anayasasından, Madde 3).

Sonuç itibariyle:
  1. Antiemperyalist, antifeodal demokratik devrim gerçekleşir.
  2. KDHC hiçbir zaman sosyalist olmadı.
  3. Ama Çin’e olduğu gibi sınıf işbirliği savunuldu, kapitalistlerle birlikte sosyalizm kurulmaya çalışıldı.
  4. Sonra reformlar uygulandı ve ülke yabancı sermayeye açıldı.
  5. Bu ülkede revizyonizm, Çuçe-İdeolojisi temelinde yükselmektedir ve Marksizm-Leninizmin reddi anayasada yer almaktadır.
Bu ülkedeki kişiye tapıcılık üzerinde durmaya gerek yok.
Devrimin güneşi”, güneşin oğlu”, “büyük önder” Kim İl Sung 1994’te ölmesine rağmen hala KDHC Başkanıdır. Resmi olarak ona “ebedi başkan” denir. Oğlu Kim Jong İl’e de “sevgili önder” denir.

KDHC’ni karakterize eden üç olgu var:
Birincisi: “Ebedi Başkan”, “Güneşin Oğlu” Kim İl Sung!
İkincisi: “Sevgili Önder” Kim Jong İl!
Üçüncüsü: Marksizm-Leninizm yerine Çuçe-İdeolojisi!

***
*) Bu yazı 2005'te yazılmıştır.
Kaynaklar:
1)Kim İl Sung; Ausgewählte Werke (Seçilmiş Eserleri), C. 1, s. 571, “Parti ve Devlet İşlerinin Bazı Sorunları Üzerine”, Pjongjang, 1971.
2) Bkz.: Kim İl Sung; Agk., s. 573.
3) Kim İl Sung; Agk., s. 570.
4) Kim İl Sung; Seçilmiş Eserleri, C. VII, s. 249, ”Kore Emek Partisinin Kuruluşunun 30. Yıl Kutlamaları” vesilesiyle yaptığı konuşmadan.
5) Kim İl Sung; “Şimdiki Aşamada Yerel İktidar Organlarının Görevleri ve Rolü”, 1 Şubat 1952, s. 7/8, Pjongjang 1971.
6) Kim İl Sung; Seçilmiş Eserleri, C. I, s. 4/5, 15 Ekim 1945, “Yeni Kore’nin İnşası ve Ulusal Birleşik Cephe Üzerine”.
7) Kim İl Sung; Seçilmiş Eserleri, C. I, s. 514/515, “Devrimimizin Karakteri ve Görevleri Üzerine Tezler”.
8) “Die sozialistische Umgestaltung des privaten Handels und der Industrie in Korea”; s. 12, 13, 20. Pjongjang, 1977, Aktaran W. Bland; Die Demokratische Volkrepublik Korea”.
9) Kim İl Sung; Seçilmiş Eserleri, C. II, s. 14, “Meta Dolaşımının Daha da İyileştirilmesi ve Güçlendirilmesi Üzerine”, 14 Şubat 1957.
10) Kim İl Sung; Seçilmiş Eserleri, C. IV, s. 227/228, “Halk Demokrasisi Cumhuriyetinde Sosyalist İnşa ve Güney Kore Devrimi Üzerine”, 14 Nisan 1965.
11) “Die sozialistische Umgestaltung des privaten Handels und der Industrie in Korea”; s. 23, 31. Pjongjang, 1977. Aktaran W. Bland; “Die Demokratische Volkrepublik Korea”.
12) Bkz.: “Die sozialistische Umgestaltung des privaten Handels und der Industrie in Korea”; s. 76/77, Pjongjang, 1977. Aktaran W. Bland; “Die Demokratische Volkrepublik Korea”.
13) Bkz.: Kim İl Sung; Seçilmiş Eserleri, C. IV, s. 216, “KDHC’nde Sosyalist İnşa Üzerine”.
14) Agy.
15) Kim İl Sung; Agk., s. 217/218.
16) Kim İl Sung; Agk., s. 219.
17) Kim İl Sung; Agk., s. 221.
18) Kim İl Sung; Agk., s. 223.
19) Kim İl Sung; Agk., s. 235.
20) Kim İl Sung; Seçilmiş Eserleri, C. II, s. 37, “Sosyalizmin İnşasında Halk İktidarının Şimdiki Görevleri Üzerine”, 20 Eylül 1975.
21) Kim İl Sung; Seçilmiş Eserleri, C. VI, s. 317, “Ülkemizde Sosyalist Sistemi Daha da Pekiştirelim”.
22) Kim İl Sung; Seçilmiş Eserleri, C. IX, s. 201.
23) “Die sozialistische Umgestaltung des privaten Handels und der Industrie in Korea”; s. 26, Pjongjang, 1977, Aktaran W. Bland; “Die Demokratische Volkrepublik Korea”.
24) Stalin; C. 12, s. 26/27, “SBKP(B)’de Sağ Sapma Üzerine”.
25) Kim İl Sung; Seçilmiş Eserleri, C. VI, s. 317.
26) Kim İl Sung; Seçilmiş Eserleri, C. II, s. 247, “Sosyalist İnşada Pasifliğe ve Tutuculuğa Karşı”, 16 Şubat 1958.
27) Kim İl Sung; Seçilmiş Eserleri, C. I, s. 3-5.”Yeni Kore’nin İnşası ve Ulusal Birlik Cephesi Üzerine”, 13 Ekim 1945.
28) Kim İl Sung; Seçilmiş Eserleri, C. I, s. 257, ”İlerici Demokrasi Üzerine”.
29) Aktaran: Baik Bong; “Kim İl Sung, Biography, II, s. 176, Beyrut 1973.
30) Kim İl Sung; Seçilmiş Eserleri, C. II, s. 135, “Birinci Beş Yıllık Planın Yerine Getirilmesi Üzerine”, Pjongjang 1975.
31) Kim İl Sung; Seçilmiş Eserleri, C.IV, s. 219, “KDHC’nde Sosyalist İnşa Üzerine”.
32) Bkz.: Kim; Seçilmiş Eserleri, C. IV, s. 372/373, “Bugünkü Durum ve Partinin Görevleri”.
33) Kim Jong İl; “Çuçe-İdeolojisi Üzerine”; s. 31.
34) Kim Jong İl; “Çuçe-İdeolojisi Üzerine”; s. 32.
35) Kim Jong İl; Zu einigen Fragen der Erziehung in der Juche-Ideologie, http://www.kdvr.de/texte/jong/erziehung.html).
36) Kim Jong İl; “Çuçe-İdeolojisi Üzerine”, s. 7, Schriftenreihe KPD, Defter 135, Eylül 2003.
37) Kin Jong İl; “Sosyalizmin İnşasında Tarihsel Dersler ve Partimizin Genel Çizgisi”, Pjongjang 1994.
38) Kim Jong İl;”Çuçe-ideolojisiyle Bağlam İçinde Eğitimin Bazı Sorunları Üzerine”, 1995.
39) Kim Jong İl; “Sosyalizm Bir Bilimdir”, s. 12/13, Eylül 2003.
40) Kim Jong İl; “Çuçe-İdeolojisi Üzerine”, Pjongjang 1987.
41) Stalin; SSCB’nde Sosyalizmin Ekonomik Sorunlar”, s. 62.
42) Marks-Engels; C. 20, s. 106, “Anti-Dühring” (Engels).
43)Stalin; SSCB’nde Sosyalizmin Ekonomik Sorunlar”, s. 64.
44) Kim Jong İl;”Çuçe-ideolojisiyle Bağlam İçinde Eğitimin Bazı Sorunları Üzerine”, 1995.
45) Marks, C.13, s. 8/9.”Politik Ekonominin Eleştirisine Katkı, Önsöz”.
46) Lenin; Semce Eserleri I, s. 36. „Marks“.
47) Kim Jong İl; “Bilim Olarak Sosyalizm”, s. 6/7, Pjongjang 1994.
48) Kim Jong İl;Ag. Broşür, s. 8.
49) Kim Jong İl;Agy.
50) Marks; Marks-Engels; Seçme Yazılar, C. II, s. 16, Gotha Programının Eleştirirsi”.
51) Kim Jong İl;”Siyasi, Maddi ve Ahlaki Teşviklerin Doğru Kavranması Üzerine”, s. 211, Pjongjong 1992, Aktaran Bland; Ag. yazı.
52) Kim İl Sung; Seçilmiş Eserleri, C. I, s. 591, 596.”Dogmatizmin ve Formalizmin Yok Edilmesi ve İdeolojik Çalışmada Çuçe-İdeolojisinin Uygulanması Üzerine”, 25 Aralık 1955.
53) Kim İl Sung; Seçilmiş Eserleri, C. IV,s. 242, “KDHC’nde Sosyalist İnşa Üzerine”.
54) Kim İl Sung; Seçilmiş Eserleri, C. VII, s. 249, “Kore Emek Partisinin 30. Kuruluş Yıl Dönümü Üzerine”.


**)

Aralık 2015
BİR VENEZUELA DEĞERLENDİRMESİ

YENİ BİR DERS – YENİ BİR DEVRİM HİKAYESİ

DEVRİM Mİ, REFORM MU?

Kimilerine göre Latin Amerika'nın iki ülkesinde -Arjantin ve Venezuela- bir zamanlar devrimler gerçekleştiği için şimdi bu ülkelerde olup bitenler de karşı devrim olarak tanımlanmaktadır. İflah olmaz mantığın kaçınılmaz olarak yapacağı/yaptığı bir değerlendirme ile karşı karşıyayız. Chavez ve onu destekleyenlerin iddialarının “göğü yere indirecek kadar” büyük olduğunu biliyoruz. Venezuela’daki yeni yönetimi “Bolivarcı Devrim” olarak tanımladılar; her ne kadar İsa tarzında da olsa sosyalizme yürüdüklerini açıkladılar. Öyle ki, Venezuela’da “21. yüzyıl sosyalizmi” inşa ettiklerine bizzat inanmakla kalmadılar, yedi düvelde başkalarını da buna inandırdılar. Uluslararası alanda iflah olmaz mantık bunu ciddi ciddi tartıştı; Arjantin'de işçilerin kendi kendilerini yönettiğini gördü, Venezuela'da “21. Yüzyıl sosyalizmi”nin inşasını gördü. İflah olmaz mantık Arjantin ve Venezuela ile uçarken, Kirchner çifti ve Chavez-Maduro ikilisi her iki ülkeyi emperyalist küreselleşme çemberi içinde tuttular. İflah olmaz mantık, Marksizm-Leninizmi, onun devrim anlayışını Post-Marksizm kıvamına getirebilme fırsatı yakalamış olduğu için adeta mest olmuştu.

Bu iki ülkede ne olmuştu da önce devrimden şimdi de karşı devrimden bahsediliyor?
Arjantin’de 22 Kasımda (2015) başkanlık seçimi yapıldı ve Arjantin işbirlikçi burjuvazisinin adayı olan Mauricio Macri seçimleri kazandı. Böylece bu ülkede 2001'de “Barikatçılar Hareketi” diye bilinen kalkışmanın sonucunda halkın birtakım taleplerini sahiplenen Nestor Kirchner (2003-2007) ve onun ölümünden sonra başkan olan eşi Cristina Kichner (2007-2015) dönemi kapanmış ve M. Macri'nin başkan seçilmesiyle Arjantin emperyalist sistem “yuvası”na geri dönmüş oldu. Financial Times bu değişimi “Arjantin düştü, sıra diğerlerinde” sevinciyle karşılamıştı.

Diğerleri”nden kastedilenlerin başında da Venezuela gelmekteydi. Nitekim iki hafta sonra 6 Aralık 2015'te Venezuela'da yapılan başkanlık seçiminde Chavez'in partisi ağır bir darbe aldı ve 1998'den bu yana parlamentoda süreklilik arz eden Çoğunluğunu kaybetmiş oldu. Tabii bu da yeni bir karşı devrim olarak tanımlandı. Böylece Venezuela da emperyalist sistem “yuvası”na geri dönmüş oldu.

Aşağıdaki yazı Venezuela üzerine 2007'den kalma bir değerlendirmedir.

*

Mayıs 2007

Geçen yüzyılın ‘90’lı yıllarının başında H. Chavez, dünya politikasına büyük bir reformcu olarak kendi çapında müdahale ile başladı. Venezuela'da 1989’da oldukça yüksek fiyat artışlarına karşı militan direniş Chavez’i, illegal askeri bir örgüt kurmaya ve bu örgütle darbe yaparak yönetimi ele geçirmeye yöneltti.

1992 ve 1993 yıllarında üç kez darbe girişiminde bulundu. Bu girişimlerinde başarısız oldu ve iki sene cezaevinde kaldı.

1998’de devlet başkanlığı seçimlerine katıldı ve kazandı. Geniş yığınların büyük umudu oldu ve hala da umut olmaya devam etmektedir.

H. Chavez, S. Bolivar taraftarıdır ve Venezuela toplumunda yaşanan değişimleri de “Bolvarcı Devrim” olarak tanımlamaktadır.

Emperyalizmin işbirlikçileri; “oligarşi” denen büyük burjuvazi ve toprak sahipleri, H. Chavez’i devirmek için üç kez girişimde bulundu: İlkinde, lokavt anlamına gelen bir genel grev örgütlendi, ama başarılı olunamadı. İkincisinde darbe denemesi yapıldı ve yine başarılı olunamadı. Üçüncüsünde de referandum yoluyla Chavez, devlet başkanlığından azledilmek istendi, ama bu da hüsranla sonuçlandı.

Chavez, oldukça popüler, halk tarafından seviliyor. Çünkü ülkenin zengin petrol kaynaklarını kullanarak güçlü reformlar gerçekleştirebiliyor, yoksullara gıda yardımı yapabiliyor, okuma-yazma kampanyaları örgütleyebiliyor, sağlık sektöründe iyileştirici adımlar atabiliyor, temel gıda maddelerinin fiyatlarını düşük tutabiliyor. Bütün bu adımlarından dolayı umut oldu.

Bütün bu olumlu adımlara rağmen Venezuela devlet sisteminde eski yapılar olduğu gibi durmaktadır: Bürokrasi içinde rüşvetin önü alınamamıştır. Aynı memur, bürokrat kitlesi iş başındadır. Bu durum ordu için de geçerlidir. Chavez’i devirmek için darbe yapabilecek subaylar, Chavez öncesi dönemin özlemi içinde olan askeri erkân hala görevdedir.

Chavez, bir taraftan ülke zenginliklerine dayanarak halkın lehine reformlar gerçekleştirirken, diğer taraftan da uluslararası sermaye ile bağlarını sürdürmektedir. Chavez, bu süreci “21. yüzyıl sosyalizmi”nin inşa süreci olarak tanımlamaktadır. Chavez, sadece devrimden değil, sosyalizmin inşasından bahsetmektedir. Şimdi bunun ne anlama geldiğine bakalım.

I- Chavez Ortaya Çıkıyor
Son yıllarda Latin Amerika’nın bazı ülkelerinde devrimci durum kapsamında ele alınabilecek gelişmeler yaşanmaktadır.

Dünyanın diğer bölgelerinde olduğu gibi Latin Amerika’da da işçi sınıfı ve emekçi yığınlar uygulanan neoliberal saldırılardan paylarına düşeni aldılar. Yaşadıkları sefaleti, burjuva sistemin çürümüşlüğünün yolsuzluk gibi yansımaları daha da katmerleştirdi. Yığınların hoşnutsuzluğu Latin Amerika’nın Arjantin, Bolivya, Ekvator gibi ülkelerinde sokak çatışmalarında en açık ifadesini bulan tepkiye dönüştü, ayaklanmalar oldu. Kendiliğindenci halk ayaklanması, hükümetler devirdi. Devrimci önderliğin yoksunluğu veya gelişen kendiliğindenci harekete önderlik edecek kadar güçlü olmaması, bu hareketlerin ufkunu hükümet değiştirmekle sınırlandırdı. Bu kıtada ve adı geçen ülkelerde kendiliğindenci hareket, ulusalcı, popülist reformcu güçleri iktidara taşıdı. Böylece, yükselen kitle hareketi, burjuvazinin ulusalcı, popülist kanadı tarafından düzen içine çekildi.

Brezilya’da Lula’nın, Venezuela’da Chavez’in, Bolivya’da Morales’in, Arjantin'de N. Kirchner'in, Nikaragua’da Ortega’nın, Ekvator’da Correa’nın seçimlerle hükümet olmaları ve başkanlık koltuğuna oturmaları, sadece Latin Amerika’da emekçi yığınlar tarafından coşkuyla karşılanmadı. Bu gelişmeler dünyanın başka yerlerinde de umut olarak algılandı; her dönem bir yerlere yaslanmayı devrimcilik adına meslek edinmiş olanlardan kendine Marksist-Leninist diyen birtakım çevrelere kadar uzanan yelpaze içinde yer alanlar, Latin Amerikalı popülist önderlerin peşine takılmaktan, onların eylemini devrim olarak tanımlamaktan geri kalmadılar. Hızını alamayanlar ise Chavezciliği, aynen Chavez gibi, 21. yüzyılın sosyalizmi diye lanse etmekten sakınca görmediler. Öyle ya Chavez, Venezuela sosyalizme gidiyor demişti! Chavez’in bu açıklamasından sonra Venezuela’da Chavez-vari devrimin gerçekleşip gerçekleşmediği tartışması geride kaldı. Şimdi tartışma, Venezuela’da sosyalizm inşa ediliyor mu edilmiyor mu ekseninde sürdürülmektedir.

Konumuz Chavez “devrimi” olduğu için Venezuela’da olup bitene bakalım.

Uzun bir askeri diktatörlükler döneminden sonra Venezuela’da 1958’den itibaren burjuva parlamenter döneme geçildi. 1958’den Chavez’in iktidara geldiği 1998’e kadar 40 yıl boyunca Venezuela’da iki burjuva parti (“Sosyalist Enternasyonal”e bağlı “Demokratik Eylem” partisi (AD) ve Hristiyan demokrat bir parti olan “Bağımsız Politik Seçim Örgütü” (COPEI) nöbetleşerek egemenliklerini sürdürdüler. Chavez, bu iki partinin egemenliğine son verdi.

Chavez ortaya çıkıyor…
Geçen yüzyılın sonlarına doğru Venezuela'da keskinleşen kriz, siyasi arenada kutuplaşmalara, geleneksel burjuva partilerde siyasal kargaşaya neden olmuş, emperyalizme, onun işbirlikçisi büyük burjuvazi ve toprak sahiplerine, baskıya ve yoksulluğa karşı işçi sınıfı ve emekçi yığınların kitlesel protestoları gündeme gelmişti.

Onyıllardır Venezuela'da siyasal iktidar adeta nöbetleşe elinde tutan “Comité de Organización Política Electoral Independiente” (COPEI - ”Bağımsız Politik Seçim Örgütü Komitesi” adıyla bilinen “Sosyal Hristiyan Parti”) ve “Actión Democrática” (AD - “Demokratik Eylem” adıyla bilinen Sosyal Demokrat Parti), gelişen kriz sürecinde iflas etmişlerdi: Sonunda yine oligarşi içinden çıkan ve popülizme yatkın güçler tarafından iktidardan uzaklaştırıldılar. Emperyalizmin dayattığı ve yerli işbirlikçileri tarafından uygulanan özelleştirme gibi politikalar, artan baskı ve işsizlik, halk sınıf ve tabakaları arasında memnuniyetsizliği ve değişim talebini güçlendirmişti. Geniş yığınlar değişim istiyorlardı. Chavez böyle bir siyasal ortamı örgütlemesini bildi.

“Movimiento Bolivariano Revolucionario 200” (Bolivarcı Devrimci Hareket 200), 1982’de Chavez önderliğinde orta ve alt rütbeli subaylar tarafından illegal yapılı olarak kurulmuştu. Küçük burjuva radikal bir hareket olan BDH-200, ulusal burjuvazinin çıkarlarını savunuyor ve S. Bolivar’ın bağımsızlıkçı yolunda yürüyeceğini açıklıyordu.

Darbe üstüne darbe denemesi yapan Chavez, ayakta kalan nadir darbecilerden birisidir.
İlk darbe girişimi: Venezuela'da reformist dönüşümün gerçekleştirilmesi için BDH içinde iktidarı ele geçirilmesi yönünde tartışmalar alevlenir. 1991’in Venezuela’sı grevlerin yaygınlaştığı ve öğrenci hareketinin yükseliş içinde olduğu Venezuela’dır. İşçi sınıfı ve emekçi yığınlar arasında hoşnutsuzluk kol gezmektedir. Bu duruma Bolivarcı Hareket darbeyle son vermek için harekete geçer. Perez hükümetini devirmek için 1992’de girişilen darbe hareketini bir kısım “sol”lar da destekler. Bu başarısız girişim sonucunda Chavez tutuklanır.

İkinci darbe girişimi: İlk girişimden sonra tutuklanan Chavez hapishanedeyken ikinci bir darbe girişiminde bulunur. Ama bu sefer de başarısız kalır. Ancak 2 yıl sonra, halkın yoğun desteği sonucu serbest bırakılan Chavez, siyasal çalışmalarını yoğunlaştırır, seçimlere katılmak için de BDH’ni MVR (Beşinci Cumhuriyet Partisi) adı altında yeniden yapılandırır.

Ocak 1989’daki “Caracazo” denen ayaklanmadan (1) ve yukarıda belirttiğimiz 1992’deki darbe (2) girişiminden sonra Venezuela'da işçi sınıfının, emekçi yığınların ve gençliğin mevcut hükümeti devrime ve sosyal değişim mücadelesi adeta fırtınalı bir gelişme sürecine girer. Çeşitli mücadele araç ve biçimleri kullanılır: Gençlik, mücadeleyi sokaklara taşır. İşçilerin grevi yaygınlaşır. Özgürlük ve demokrasi için eylemler yaygınlaşır. Rüşvete ve çürümüşlüğe karşı geniş yığınlar harekete geçirilir. Kendi listeleriyle (adaylarıyla) seçimlere katılmak için halk yığınları arasında bloklaşma ve ittifak arayışı güçlenir. Siyasal alternatif arayışları yoğunlaşır. Venezuela'da toplumun, bir taraftan işçi sınıfı ve emekçi yığınlar olarak, diğer taraftan da emperyalizm ve işbirlikçisi hâkim sınıflar olarak kutuplaşması derinleşir.

1998 yılındaki seçimlerde Venezuela halkının önemli bir kısmı; demokratik ve “sol” örgütler ve partiler oluşturdukları alternatifle (3) seçime katılırlar. H. Chavez bunların başkan adayıydı. Chavez önderliğinde seçime alternatif bir programla katılınır.

Darbe girişimleriyle tanınan H. Chavez’i C. A. Perez hükümetinin yolsuzluk ve açlık politikasına karşı ayaklanan askerler ve Venezuela halkının önemli bir kısmı umut ve sosyal değişim şansı olarak; kurtarıcı olarak görür. Chavez, halkın özlemini iyi okumuştur: İmtiyaza, rüşvete karşı geleneksel burjuva partileri hedef olan, değişim önerileri içeren, eşitsizliğe, adaletsizliğe son vermeyi hedefleyen mücadeleci konuşmalar yapar.

Sonuçta Chavez, çürümeye, rüşvete son, gelir dağılımında adalet, sosyal harcamaların arttırılması, demokrasi, kısaca yeni bir cumhuriyet ve yeni bir anayasa talepleriyle, halkın sempatisini kazanır, oy tabanını genişletir ve 1998’de (Aralık) yapılan başkanlık seçiminde aralarında MVR’nin yanı sıra, Komünist Partinin, “sol” sendikacıların, MAS ve PPT (4) gibi sosyalist partilerin de bulunduğu çeşitli “sol parti” ve gruplardan oluşan alternatif oluşumun desteğiyle yüzde 56 oranında oy alır ve devlet başkanı olur.

Hükümete gelen Chavez, siyasal ve sosyal değişim içerikli, çalışan yığınların sosyal kazanımlarını koruyan tedbir önerilerinde bulunur. Anayasa değişimini gündeme getirir (5). Yeni hazırlanan anayasa 1999’da halkın oyuna sunulur ve yaklaşık yüzde 72 oranında bir oyla kabul edilir. Bu anayasayla ülkenin adı da “Venezuela Bolivar Cumhuriyeti” olarak değiştirilir. Yeni anayasa, Venezuela'da mevcut toplum düzenini değiştirmiyordu, burjuva/kapitalist mülkiyet ve üretim ilişkilerine, kurumlarına dokunmuyordu, ama buna rağmen burjuva çerçevede oldukça demokratik ögelere sahipti.

Venezuela, önemli bir petrol ülkesidir. Bu nedenle Chavez hükümeti, uluslararası piyasada petrol fiyatları düşmediği müddetçe oldukça önemli mali kaynaklara sahip olunduğu için yoksul halkın lehine aldığı birtakım tedbirlerle; gıda ve sosyal yarım (sağlık, eğitim vs.) uygulamalarıyla, okuma-yazma kampanyalarıyla ve gündeme getirdiği toprak reformuyla sosyal tabanını genişletme olanağına sürekli sahip olacaktır.

Örgütlediği “5. Cumhuriyet Bolivarcı Hareket” partisiyle ve müttefikleriyle birlikte Chavez seçimleri kazandı. Ama onun partisi, yığınların önderlik aracı olmaktan oldukça uzak. Sınıfa değil, halk sınıf ve tabakalarına, ulusal burjuvaziye hitap eden bir parti. Bu parti, ideolojik parçalanma içinde boğulmaktadır. Ötesinde, hükümete katılan diğer parti ve örgütlerin, Venezuela'da devam eden süreci etkileme ve yönlendirme bakımından pek önemleri yok.

2002’de sağ bir darbeyle (6) başkanlıktan uzaklaştırılan Chavez, halkın yoğun desteği sonucunda yeniden başkanlık görevine döndü. 2006 seçimini de kazanan Chavez 21. yüzyıl sosyalizmini Venezuela'da inşa etmek için adımlar atıldığını açıkladı.

Bolivarcı Hareketin Programı veya Chavez’in Programı:
Chavez, katıldığı 2005 DSF’nda düzenlenen bir basın açıklamasında hükümetinin hem antiemperyalist hem de antikapitalist karakterde olduğunu açıklar.

Kulaklara hoş gelen bu açıklama bizi yanıltmamalıdır. Neresinden bakılırsa bakılsın, ne kadar çok sosyalizmden bahsederse bahsetsin Chavez’in programı mülkiyet ve üretim ilişkilerine dokunmayan bir programdır. Ulusal bağımsızlık vurgusunun yapıldığı “sol” popülist (halkçı) bir programdır.

Chavez, devrimden, somut olarak da sosyalizmden bahsediyor, ama o, birtakım yasalarla kapitalizmi reforme etmeyi hedefliyor. Onun devrim ve sosyalizm anlayışı kapitalizmi ulusal burjuvazinin çıkarlarına uydurmaktan başka bir anlam taşımıyor. Chavez, öncelikle “Toprak ve Kırsal Gelişme Yasası”yla veya “Gelirler üzerine Vergi Yasası”yla emperyalizme bağımlı hâkim sınıfların nüfuzunu kırmayı ve bu türden yasalarla kapitalizmi reforme etmek istiyor. Chavez’in programının zeminini kapitalizm oluşturuyor. Kendini devrimci, sosyalist olarak tanımlıyor, ama kapitalist zeminden kopmaya; kapitalist üretim ve mülkiyet ilişkilerini yıkmaya, dolayısıyla burjuva devlet mekanizmasını parçalamaya hiç niyeti yok.

Bu, mevcut haliyle Chavez’in programı Şili’de Allende’nin Halk Cephesi programını andırıyor. Allende de seçimle sosyalizmi kuracağına inanıyordu, ama yaptığı iş, emperyalizme karşı birtakım tedbirler almaktan; sosyal reformlar gerçekleştirmeye çalışmaktan öteye geçmedi. Allende de mülkiyet ve üretim ilişkilerine; hâkim sınıfların çıkarlarına ve burjuva devlet mekanizmasına dokunmamıştı. Buna dahi tahammülü olmayan emperyalizm, yerli işbirlikçilerinin desteğiyle Allende’yi faşist bir darbe sonucu devirdiler (1973).

Venezuela'da yaşanan gelişmeyi; “süreci” Chavez, “Bolivarcı Devrim” olarak tanımlıyor. Açık ki Chavez, bir “Bolivarizm” konsepti geliştirmektedir. Bu konseptin köşe taşlarını ulusal bağımsızlık, referandumlarla halkın kararlara siyasal katılımı, birtakım sosyal haklar, paylaşımda adalet (özellikle petrol gelirlerinin bir kısmının sosyal programlar için kullanılması) oluşturmaktadır. Yani “Bolivarcı Devrim”in köşe taşları bu reformlardan oluşmaktadır.

Chavez, işçi sınıfı ve emekçi yığınların haklarının yeni anayasa ile teminat altına alındığını sık sık vurguluyor. Şüphesiz ki, yeni anayasa ilerici içeriklidir. Ama bu, burjuva/kapitalist üretim ve mülkiyet ilişkileri temelinde yükselen bir anayasadır. Yani burjuva adaleti savunan, temel alan bir anayasadır. Burjuva adalet de adaletsizlikten, eşitsizlikten başka bir şey değildir.

Bu anayasada işçi sınıfının kendini örgütlemesi gibi, konsey gibi kendi iktidar organlarını geliştirmesi gibi ögeler yer almamaktadır. Chavez ve anayasası şunu diyor: Bırakalım halk istediği gibi ve kadar konuşsun. Karar verecek olan biziz!

Dünya Sosyal Forumu'ndaki (DSF) (2005, Porto Alegre) konuşmasında Chavez, kapitalizmi aşmak için programının doğru olduğunu, demokratik bir yol olduğunu savunur. Bu anlayışları DFS katılımcıları tarafından coşkuyla karşılanır. Nihayetinde emperyalizme kafa tutan, sosyal reformlar gerçekleştiren, ötesinde zora başvurmadan iktidara gelen bir önder bulmuşlardı. Chavez’e sempati büyüktü.

“Sosyal devlet”e geri dönüşçülerin önüne Chavez yeni bir hayal atmıştı: Reformlarla kapitalizmi aşmak; reformla kapitalizmi iyileştirmek veya sosyalleştirmek. Chavez’den önce bu yolda Lula yürümüştü. Brezilya’da başkan seçilen Lula, reform hayalleriyle halkı uyuşturmuştu. Bunun karşılığı olarak 2006’teki DSF’nda yuhalandı, ama yeni önder Chavez alkışlandı!

Tarık Ali ile yaptığı söyleşide “sosyalist” Chavez şöyle diyordu: “Marksist devrimin dogmatik mevzuatlarına (postulatlarına) inanmıyorum. Proleter devrimler döneminde yaşadığımızı kabul etmiyorum. Bunların hepsi reddedilmelidir. Gerçeklik bunu bize her gün söylüyor. Bugün Venezuela'da özel mülkiyeti kaldırmayı ve sınıfsız bir toplum inşa etmeyi mi deniyoruz? Bunu düşünmüyorum”. “Sosyalist” Chavez’in sosyalizmden anladığı bu kadardı.

Chavez için önemli olan, “fakirlere yardım etmektir”. Zenginliğin paylaşımını yeniden örgütlemektir, yani “adaletli” bir paylaşımı gerçekleştirmektir ve hâkim sınıfları, vergilerini vermeleri için sıkıştırmaktır.

Bu anlayışıyla açık ki, Chavez bir orta yol arıyor. Açık ki, işçi sınıfı ve emekçi yığınların çıkarlarıyla hâkim sınıfların çıkarları arasında bir denge kurmaya çalışıyor. Onun devrim ve adalet anlayışı bu dengeyi kurmaktan ibaret. Onun devrim anlayışında söz konusu dengesizliğin, adaletsizliğin nedeni olan kapitalist üretim ve mülkiyet ilişkilerini yıkmak yoktur. Yani o, büyük kapitalistlerin ve toprak sahiplerinin mülkiyet tekeline dokunmuyor.

Chavez niçin böyle hareket ediyor? Onun denge arayışı açık ki tesadüfî değildir: Chavez, ulusalcı güçler; ulusal burjuvazi ile emperyalizme bağımlı güçler; “oligarşi” arasında bir denge kurmaya çalışıyor. Ulusalcı güçlerin amacı Venezuela ekonomisine hâkim olmaktır. Bunlar, “kendi” ülkemizin çıkarlarını düşünüyoruz adı altında emperyalizme bağımlı büyük burjuvazinin ve toprak sahiplerinin iktidar gücünün kırılmasını istiyorlar. Chavez bunu gerçekleştirmek için en uygun önderdir.

Chavez, emperyalizme ve onun yerli işbirlikçilerine karşı ulusalcı güçler ittifakını temsil ediyor. Görünüşte sınıflar üstü; ulusal birlik ve “Bolivarcı Devrim” için mücadele ediyor. Onun bu mücadelesinde en önemli dayanağı da devlet mekanizmasındaki ve ordudaki kendine bağlı güçler oluşturuyor.

Bu haliyle Chavez, tabii ki Marksist devrim teorisini dogma olarak görecek ve reddedecektir. Bu haliyle tabii ki, özel mülkiyete dokunmayacaktır ve Venezuela'da ulusal burjuva kapitalizmini savunacaktır.

Bu denge politikasını daha ne kadar sürdürür veya ulusalcı burjuvaziyle işçi sınıfı ve emekçi yığınlar arasındaki emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı Chavez önderliğinde temsil edilen ittifak daha ne kadar sürer, bunu bilemeyiz, ama bu ülkede gelişmeler bu ittifakı sınırlarına dayandırmaktadır. Chavez’in gerçek rengi o zaman açığa çıkacaktır.

Chavez, önünde duran seçenekleri bilen bir önderdir: “Bolivarcı Devrim” sürecinin emperyalizm ve işbirlikçileri tarafından ezilmesi bir olasılıktır. Üç kere böyle bir tehlikeyi halkın yoğun desteğiyle atlatan Chavez ve hükümeti yeniden böyle bir tehlikeyle karşı karşıyadır.

Veya Chavez, büyük burjuvazinin ekonomik gücüne dokunur, üretim ve mülkiyet ilişkilerini parçalamaya yönelir ve bunu yapmak için de işçileri ve köylüleri silahlandırır. Ama Chavez, “Bolivarcı Devrim”ini gerçekleştirmek için silahlandırılmış güç olarak işçilere ve köylülere değil, burjuva orduya güveniyor.

Son olasılık da emperyalizme teslim olmaktır: Artan baskılar karşısında Chavez, emperyalizm ve yerli işbirlikçileri karşısında tutunamaz ve uzlaşma yolu arar. Bu, uygulamaya konan reformların geri alınması ve işçi sınıfı ve emekçi yığınların bizzat Chavez önderliğindeki hükümet tarafından baskı altına alınmaları anlamına gelir.

Venezuela halkı, Chavez’in reformlarını veya “Bolvarcı Devrimi”ni gerçek bir devrim olarak değerlendirmekte. Bu değerlendirme salt Venezuela halkıyla da sınırlı değil. Dünyanın birçok yerinde de aynı türden değerlendirmeler yapılıyor. Kendilerine komünist diyenlere varana kadar birçok çevre, bu algılamanın peşine takılmış ve Venezuela devriminden bahsetmektedir. Peki, bu devrimin kıstası nedir? Reformla devrim arasındaki fark nedir?

Burjuva devlet, mülkiyet ve üretim ilişkileri olduğu gibi yerinde duruyor. Buna rağmen bir devrimden bahsedildiğine göre bu devrimin kıstası nedir? Burjuva ufku aşmayan reformlar yapmak, Amerikan emperyalizmine karşı çıkmak, bazı işletmeleri devletleştirmek, devrimin kıstası olabilir mi? Peki, şimdiye kadar atılan olumlu adımları güvence altına alan bir örgütlenme, bir güç var mı? Yok.

Yoksa devrimin yegâne kıstası Chavez olmasın? Chavez, son seçimin ardında yaptığı konuşmada “demokratik, barışçıl, insancıl, kansız bir devrim”den, “tıpkı İsa’nın devrimi gibi” bir devrimden bahsediyordu. Yani onun “Bolivarcı devrimi”, “demokratik, barışçıl, insancıl, kansız” gerçekleşmiş, “tıpkı İsa’nın devrimi gibi” gerçekleşmiş!

Aslında Chavez bu konuşmasında Venezuela işçi sınıfı ve emekçi yığınlarına değil, Venezuela burjuvazisine beni destekleyin, bu hareketi destekleyin çağrısı yapmaktadır. Yaptığı işin korkulacak bir iş olmadığı konusunda burjuvaziyi ikna etmeye çalışmaktadır Chavez. Chavez, burjuvaziye “daha insancıl, daha adil” olalım demektedir.

Chavez, programının yeni bir şey olmadığı konusunda burjuvaziyi ikna etmeye çalışıyor. O da biliyor ki, benzeri reformlar daha önceleri, örneğin Demokratik Eylem Partisi tarafından 1974’te uygulanmaya çalışılmıştı.

Ulusal bağımsızlık, ülkenin kendi olanaklarıyla (kaynaklarıyla) gelişmesi, ulusal zenginliklerin devletin elinde olması ve buradan (petrolden) ele edilen gelirlerin bir kısmının sosyal projeler için; yoksulluğun dindirilmesi için kullanılması! İşte Chavez ve devrimi budur.

Chavez hareketinin ideolojik temeli eklektiktir. Zaten burjuva popülizmi de ideolojide eklektiktir. “21. yüzyıl sosyalizmi”nin icatçısı ve savunucusu Chavez, siyasal faaliyetinde kendine Marks’ı, Engels’i, Lenin’i ve Stalin’i örnek almaz. Örnek olarak Panama’da Omar Torrijos’un önderliğindeki rejimi ve ‘60’lı yılların sonunda ‘70’li yılların başında General J. V. Alvarado önderliğinde Peru’da hâkim olan “devrimci” askeri rejimi alır.

Bolivya’da J. J. Torres, Panama’da Torriojos ve Peru’da J. V. Alvarado tecrübeleri, işçi sınıfı ve ekmekçi yığınlara ihanetle sonuçlanmıştır. Bu rejimler sonucunda ya emperyalizmin uşakları yeniden iktidara gelmişler ya da Panama örneğinde olduğu gibi Amerikan işgali direnç gösterilmeksizin kabullenilmiştir.

Seçimi kazanan Chavez, Venezuela halkına “sosyalist” devrim sözü veriyor ve Amerikan emperyalizmine karşı mücadelenin devam edeceğini vurguluyordu.

Bana oy verenler, benim için oy vermiş olmuyorlar. Onlar, temelden yeni bir Venezuela’nın inşası için sosyalist projeye oy vermiş oluyorlar”.

Bugün emperyalistlere onur konusunda yeni bir ders verdik. Bu, ‘Bay tehlike’nin imparatorluğu için (Bush kastediliyor, bn.) yeni bir yenilgidir, şeytan için yeni bir yenilgidir. Hiçbir zaman yeniden Amerikan sömürgesi olmayacağız. Yaşasın sosyalist devrim… Hedef açıktır: Sosyalizm insancıldır, sosyalizm sevgidir”.

Chavez, ilk kez DSF’nda (2005) sosyalizmden bahsetmiştir. “Bolivarcı devrimi sosyalizme doğru yönlendirme sorumluluğunu üstlendik; bu yeni bir sosyalizmdir, 21. yüzyılın sosyalizmidir; dayanışmaya, kardeşliğe, sevgiye, adalete, özgürlüğe ve eşitliğe dayanan sosyalizmdir”.

Geçen senenin Aralık ayında yeniden seçildikten sonra kendini coşkuyla alkışlayan kitleye hitaben şöyle diyordu Chavez:

3 Aralık amaç değildi, sadece bir kalkıştı. Bugün yeni bir çağ başlıyor… Temel düşünce sosyalist devrimin derinleştirilmesi ve yaygınlaştırılmasıdır”.

8 Ocak 2007’de, yeni hükümetin yemin töreninde Chavez, “beş motorlu” yeni bir program açıkladı.

Devrimci sürecin beş motor”unun ilkini “yetki yasası” oluşturmaktadır. Bu yasa ona, yasalarla tedbirler alma hakkını vermektedir. Yetki yasasını Chavez, “Bolivarcı-sosyalist” devrim projesinin ilerletilmesi için ”ana yasa” olarak tanımlıyor. Chavez bu yasanın kendine verdiği yetkiyi kullanarak, “şimdiye kadar özelleştirilen ne varsa hepsini devletleştirmek” istiyor.
Bu yasayla Chavez, Venezuela'da demokrasinin değil, diktatörlüğün önünü açıyor.

Devrimci sürecin beş motoru”nun ikincisini anayasa reformu oluşturmaktadır. Bu reformun uygulanması sonucunda Venezuela“Bolivarcı-sosyalist” bir devlete dönüşecek. “Venezuela sosyalist cumhuriyeti yönünde hareket ediyoruz. Bu, ulusal anayasamızın derin bir reformunu zorunlu kılmaktadır. Sosyalizme doğru ilerliyoruz ve hiçbir şey ve hiç kimse bizi engelleyemez” (Chavez). Anayasanın daha da derinleştirilmesinden Chavez, devlet başkanının başkanlık süresinin sınırlandırılmasını kaldırmayı anlıyor. Yani Chavez, ömür boyu başkan olarak kalmanın yolunu açıyor.

Devrimci sürecin beş motor”unun üçüncüsünü “bolivarcı halk eğitimi” için kampanyanın başlatılması oluşturmaktadır. Bundan Chavez, “yeni değerleri güçlendiren, egoizmin, kapitalizmin ve bireyciliğin eski değerlerini yıkan” bir eğitim anlıyor.

Devrimci sürecin beş motor”unun dördüncüsünü “ulusal coğrafyada iktidarın yeni geometrisi” oluşturmaktadır. Böylece “ülkenin marjinalleştirilmiş oldukça yoksul bölgeleri iktisadi ve kültürel ilerlemelere” çekilecek.

Devrimci sürecin beş motor”unun beşincisini “yerel (komünal, bn.) iktidarın patlaması” oluşturmaktadır. Buna göre, yerel konseyler daha da güçlendirilecekler. 2007 yılı itibariyle kullanmaları için bu konseylere 5 milyar dolarlık bir bütçe sözü verilmiş durumda. Chavez’e göre mevcut devlet mekanizmasının yerini konseyler almalı,”devrimi engellemek için doğduğundan” dolayı “burjuva devlet yıkılmalı”.

Chavez’e göre burjuva devlet, devrimci devlete dönüştürtmelidir: “Daha ziyade yerel, bölgesel ve ulusal düzlemde belediyelerden oluşan bir federasyona ihtiyacımız var. Bir belediye devleti geliştirmek zorundayız. (Bir taraftan) devrime önderlik eden belediyesel (munisipal, bn.) devleti, sosyalist devleti, bolivarcı devleti inşa ederken, (diğer taraftan da) hala var olan eski burjuva devletin önü alınmalıdır”.

Bunu gerçekleştirmek için Chavez, bütünlüklü partiden bahsediyor, partilerin birleşmesini talep ediyor, siyasal iktidarın birleşmiş parti üzerinde yükseleceğini söylüyor. Bu nedenle seçimi kazandıktan sonra, bütün partilerin dağıtılması ve güçlerin “Venezuela Birlik Sosyalist Partisi” olarak bütünleşmesi çağrısı yaptı.

Chavez’e göre, şu anda hükümetini destekleyen çok sayıda partinin varlığı “21. yüzyıl sosyalizmi”nin inşası önünde bir engel teşkil etmektedir.

Chavez, devrimci alt-üst oluşla değil, parlamenter yoldan ilerleyerek sosyalizmi inşa etmeyi amaçlıyor. Chavez, “Devrimci sürecin beş motor”unu kullanarak; reformlar gerçekleştirerek “21. yüzyıl sosyalizmi”ni gerçekleştireceğinin propagandasını yapıyor.

Bu tecrübeyi tanıyoruz. Allende de parlamenter yoldan sosyalizmin kurulacağına inanıyordu. Onun bu inancı 1973’te kanlı bir darbe ile darmadağın edildi.

Reformlarını gerçekleştirmek için gelir bakımından önemli olan işletmelerin devletleştirilmesi sosyalizm olamaz. Bazı işletmelerde işçi kontrollerinin ve kooperatiflerin teşvik edilmesi, burjuva popülist çerçeveyi aşmamakta. Bu tedbirler de sosyalizm olamaz.

II- Chavez, Devrim ve Parti

Chavez'in estirdiği rüzgarı devrim olarak tanımlayanların ideolojik ve örgütlenme bakımından çok farklı yerlerde durmaları yanıltıcı olmamalıdır. Bunların bir kısmı devrimden ne anladığını Chavez'i konuşturarak dillendirirken, bir kısmı da 21. Yüzyılda Marksizm-Leninizmi Chavez'in devrim anlayışı seviyesine çekmek derdine düşmüştü. Chavez'in yaptıklarını devrim olarak göstermek için dünya çapında bayağı mesai tüketilmektedir. Chavez pratiğinin, ekonomideki değişime (üretim ve mülkiyet ilişkilerinde değişim); nitel bir değişime denk düşmediği, devletin ve ordunun yapısında da nitel bir değişimin olmadığı bilindiği için, Chavez-devrimini kanıtlamak adına uluslararası alanda mesai tüketenler, bu alandaki değişime dayandırılan bir devrimden bahsetmektense Chavez önderliğinde gerçekleştirilen sosyal reformları devrim olarak tanımlamaya çalıştılar. Bayağı da uğraştılar.
Bu anlayışa göre devrim yapmak pek de zor bir iş değil:

  • Seçime katılacaksın ve seçileceksin.
  • Olmazsa darbe denemesi de yapabilirsin.
  • Eskisinden daha iyi, “demokratik” bir anayasa kabul ettireceksin.
  • Başkanlık görevinden alınmamak için muhalefetin çabalarını boşa çıkartacaksın.
  • Yabancı sermayeyi ve oligarşinin elindeki bir kısım sermayeyi devletleştireceksin.

Bunları yaptığın takdirde “devrim” gerçekleştirmiş olursun!

Bu anlayışa göre;
  • Parlamenter yoldan,
  • Reformlarla,
  • Mülkiyetin sınıfsal karakterine dokunmaksızın,
  • Devletin ve ordunun yapısına dokunmaksızın; bu yapıları yıkıp yerine devrime tekabül eden yapıları kurmaksızın pekâlâ devrim yapılabilir.

Bu yazı boyunca bahsedildiği gibi Latin Amerika’da, Chavez’i aratmayan, radikal adımlar atan darbeciler iktidara gelmişlerdi. Onlar da devrimden bahsetmişlerdi. Bunun ötesinde Şili’de bir Allende tecrübesi yaşandı. Anlaşılan o ki, bütün bu tecrübeler Chavez pratiğinde devrim keşfedenleri pek ilgilendirmemektedir.

Taktik Üzerine Mektupları”nın ilkinde Lenin, bir devrimin temel özelliğini tanımlarken şöyle der: “Devlet iktidarının bir sınıfın elinden diğerinin eline geçmesi, bir devrimin ilk, en önemli temel özelliğidir; bu, bu kavramın hem sıkı bilimselliği hem de pratik-politika anlamı bakımından böyledir” der.

Venezuela'da devlet iktidarı hangi sınıfın elinden diğer bir sınıfın eline geçmiştir ki, Chavez’in başlattığı süreç devrim olarak tanımlansın? Chavez, mevcut burjuva devletle ve dağıtmaya ve yeniden kurmaya hiç niyeti olmadığı burjuva orduya dayanarak reformlarını gerçekleştirmeye çalışmaktadır. İşin gerçeği budur.

Şüphesiz ki, Chavez hükümet olduğundan bu yana çıkartılan birtakım yasalarla oligarşinin devlet, bürokrasi, ordu, polis ve başka kurumlardaki (mahkemeler, eğitim vs.) gücü geriletilmiştir. Ama bu kurumların karakteri asla değişmemiştir. Lenin’in dediği anlamda Venezuela'da “Devlet iktidarı bir sınıfın elinden diğerinin eline” geçmemiştir.

Oligarşinin birtakım ayrıcalıklarına dokunulmadığını; Chavez’in ‘bana dokunmayana ben de dokunmam’ taktiği uyguladığını ve bu anlamda toprak reformu yaparken büyük toprak beylerinin topraklarından ziyade devletlin elinde olan toprakları bir kısım köylüye dağıttığını Venezuela'da devrimden bahsedenlerin bilmediklerini varsayamayız.

Aynı şekilde, Chavez’in genel olarak yabancı sermayeye; genel olarak emperyalizme karşı mücadele etmediğini, esas itibariyle Amerikan emperyalizmine karşı mücadele ettiğini; yabancı sermayeye ortak çalışma önerileri sunduğunu; yani onları ülkeden kovmaya hiç niyetinin olmadığını; IMF’ye, DB’na karşı olmakla birlikte uluslararası sermaye ile ilişkileri koparmadığını, AB’nin emperyalist ülkeleriyle, Rusya’yla, Çin’le iyi ilişkiler sürdürdüğünü Venezuela'da devrim keşfedenlerin bilmediklerini varsayamayız. Bütün bunlar, Chavez’in antiemperyalist “radikal”liğinin Amerikan emperyalizmiyle sınırlı kaldığını göstermektedir.

Parti sorunu:
Başkanlık seçimlerini kazandıktan birkaç hafta sonra Chavez, hükümetinde yer alan koalisyon güçlerinden oluşan “Sosyalist Birlik Partisi”nin kuruluşunu açıkladı. Chavez’e göre partisi “Beşinci Cumhuriyet Hareketi” ile koalisyonu oluşturan diğer partilerin bir partide birleşmeleri gerekiyordu. Koalisyonda yer alan bazı partiler, Chavez’in bu fikrine önce karşı geldiler, ama sonra onlardan bazıları bu fikri kabul etti. Böylece koalisyonda yer alan sosyal demokratların bir kısmı –“Herkes İçin Anavatan”-PPT ve “Demokratik ve Sosyal Kutup”-Podemos yeni oluşuma katıldılar. “Sosyalist Birlik Partisi”nin kuruluşu bu yıl sonunda tamamlanmış olacak.

Venezuela'da siyasal partilerde izlenen değişimler ülkedeki siyasal yaşamın radikalleşmesinden; radikal politikleşmesinden ayrı olarak ele alınamaz. Chavez, devlet başkanlığının ilk döneminde (1999), oldukça farklı görüşler savunan birsiydi. O zaman ne koalisyonu oluşturan partilerin ne birliğini ve ne de sosyalizmi savunuyordu. O zamanki Chavez, bir “Üçüncü Yol”cuydu. A. Blair (İngiltere) ve G. Schröder’in (Almanya) “Üçüncü Yol” anlayışını savunuyordu. Ancak 2005’in başından bu yana sosyalizmi telaffuz etmeye başlamıştır.

Chavez, hangi güçleri birleştirmek istiyor?
Mevcut koalisyon içinde sosyalistlerin, devrimcilerin, “komünist”lerin yanı sıra ulusalcı güçler de yer almaktadır. Bu ulusalcı güçler; ulusal burjuvazi, bugün olmazsa yarın, gelişmesine paralel olarak yabancı sermaye ile yeniden bağ kuracaktır. Ama öncelikle ülke pazarına, zenginliklerine hâkim olmak isteyecektir. Bu nedenle; bu amacına ulaşabilmek için ulusal burjuvazi, kendi mezar kazıcısı işçi sınıfıyla ittifak yapmaktan da çekinmeyecektir. Zaten bugün böyle bir ittifak içindedir. Bu burjuvazi, kendisi büyük burjuvazi olana kadar böyle bir ittifakın devamından yana olacak ve yabancı sermayeye karşı mücadele edecektir.

Chavez’in önderlik ettiği koalisyonda, emperyalizmin işbirlikçileri dışında hemen bütün toplumsal sınıf ve tabakalar temsil edilmektedir. Emperyalizme karşı mücadelede, bu doğrudur. Ama sorun sosyalizmin inşasına ve partiye gelince durum değişmektedir. Chavez, sınıfsal olarak, ideoloji olarak; dünya görüşü olarak bir araya gelemeyecek sınıfları ve sosyal tabakaları bir potada eritmek ve sosyalizmi bu “Sosyalist Birlik Partisi” ile kurmak istemektedir. Chavez, kelimenin gerçek anlamıyla çok sınıflı ve sosyal tabakalı bir parti kurmak istemektedir. Bu, olsa olsa yeni bir sosyal demokrat parti, yeni bir halkçı parti olabilir. Evet, devlet partisi olabilir.

Şüphesiz ki, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı “Bolivarcı Hareketi” güçlendirecek olan farklı siyasal ve sosyal akımların birleşmesinden oluşacak yeni parti olumlu bir gelişmedir.

Chavez, darbe yapmayı hafife aldığı gibi, parti kurmayı ve bu partiyle sosyalizm inşa etmeyi de hafife almaktadır. 15 Aralıktaki (2006) konuşmasında “Yeni bir parti kuracağımı bugün açıklıyorum. Varlıklarını sürdürmek isteyen partiler, buna katılmayabilirler, ama hükümetten ayrılacaklar” diyerek parti kurma işini ne denli hafife aldığını açıklıyor ve aynı zamanda da buna katılmak istemeyen ortaklarını tehdit ediyordu.

Chavez’e göre yeni parti, “Venezuela tarihinin en demokratik ve en devrimci partisi” olacak. Bu parti, bütün sol güçleri bağrında toplayacak. Bu yeni oluşuma katılmak isteyenlerin yanı sıra revizyonist komünist partisi gibi katılmak istemeyen güçler de var (7).

Chavez’in kafasında canlandırdığı “Venezuela Sosyalist Birlik Partisi”, kendi önderliğinde ulusal burjuvazinin iktidarının güçlenmesine hizmet edecek bir oluşumdan başka bir şey olmayacaktır. Bu, sol ve yurtsever parti ve hareketleri aynı politik çizgiye getirme çabasıdır. Benzeri gelişme 1960 sonrasında F. Kastro önderliğinde Küba’da da yaşanmıştı

Chavezcilik yeni değil:
1968’de Panama ve Peru’da, 1969’da Bolivya’da, 1972’de Ekvator’da ulusalcı ve kısmen de solcu subaylar, bağımsız gelişmeyi, ulusal güçlenmeyi içeren programlarla iktidarı ele geçirmişlerdi. O subaylar da, aynen Chavez gibi, politik yaşama halkın katılımından, devrimden ve sosyalizmden bahsediyorlardı. O gün General J. V. Alvarado “Peru devrimi”nden bahsediyordu. Günümüzde ise Chavez, “Bolivarcı Devrim“den bahsetmektedir. Bugünün antiamerikancılığı, evet antiemperyalizmi, petrol ve doğal gaz gibi önemli hammadde kaynaklarının, önemli işletmelerin devletleştirilmesi o günde gündemdeydi. General Ovando, petrol işletmelerini devletleştiriyor ve Bolivyalılar için hor görülme dönemi kapanmıştır diyordu. Bugün Morales de aynı türden konuşmalar yapmaktadır. O dönem petrol işletmelerinin devletleştirildiği tarih Peru’da ulusal onur günü olarak ilan edilmişti. Bugün Chavez’in Venezuela’sında olduğu gibi o gün askeri yönetimli Peru’da da halkın katıldığı, açık bir toplumsal demokrasiden bahsediliyordu. Öyle ki, askeri rejimin başı General J. V. Alvarado, köylülere “artık patron senin yoksulluğunla beslenmeyecektir” diye hitap ediyordu. Bu general de “devrimci sosyalizm”den etkilenmişti. Askeri rejimin başı bu general, darbeyle iktidara gelişinden yaklaşık bir sene sonra, yaptıkları işin eskilerine eklenen yeni bir darbe olmadığını, aksine ulusalcı bir devrimin başlangıcı olduğunu, bütün ulus ve silahlı güçler olarak kesin kurtuluşa doğru yürümeye başladıklarını, sömürgeci oligarşinin iktidarını yıktıklarını ve dış baskılara karşı koyarak egemenliği kazandıklarını ve nihayetinde gerçek gelişmenin temelini attıklarını anlatıyordu.

Ekvator’daki askeri rejimin başı General R. Lara, devrimci, milliyetçi, sosyal-hümanist ve özerk bir gelişmeden yana olduklarını açıklarken, Panama’da da diktatör Omar Torrijos Harrera kendini “devrimin önde gelen lideri” ilan etmek için yasa çıkartıyor ve devrim, “zenginler için değil, yoksullar için” yapılır ve amacı “sosyal adaleti” sağlamaktır diyordu.

Sol söylemli, popülist rejimlerin ömrü uzun olmadı. Şili’de gerçekleşen faşist darbe ve yaşanan ekonomik kriz, Peru’da askeri rejime karşı olan burjuvazinin muhalefetini daha da keskinleştirdi. Sanayi burjuvazisi de “işçi katılımı” uygulamasından korktuğu için muhalefete katıldı. Sonuçta Peru’da askeri rejim 1975’te başka bir darbeyle devrildi. Ekvator’daki askeri rejim de 1976’da devrildi. Bolivya’da ise darbe üstüne darbe yapılmış ve Ovando rejimi 1970’de devrilmişti. Ovando, “Bolivan Gulf Oil”i ve bir kısım maden ocağını devletleştirir. Bu hareketinden dolayı ve işçilerin fabrikalara kar bazında ortak olacağını açıkladığı için de büyük destek almıştı. 1970’de Ovando’yu devirerek onun yerine geçen General Torres’in önderliğinde gerçekleştirilen 4 Ekim 1970’deki darbeyi “sol” partiler ve öğrenciler desteklemişti. O da umut dağıttı ve düşürülen işçi ücretlerine yüzde 40 zam yapacağını açıklaması işçiler tarafından yoğun coşkuyla karşılandı. O gün “sol” partiler ve sendikalar “kurucu meclis” öneriyorlardı. Darbeci başı Torres bu öneriyi kabul etti, ama başka bir darbeyle devrildi. Bugün Evo Morales’in talep ettiği “kurucu meclis”, o günden kalma bir anlayıştır.

Chavez diyor ki, “devrimci demokrasi 21. yüzyılın sosyalizmine, Bolivarcı, Venezuelalı, Latin Amerikalı damgasını taşıyacak bir sosyalizme doğru bir yol, bir köprü, bir geçiş oluşturmaktadır.” Bu “sosyalizm” de “21. yüzyılın sosyalizmi” oluyor. Yani birtakım reformlar yapacaksın; devlete ait toprakların bir kısmını köylülere dağıtacaksın, petrol gelirlerinin bir kısmını sağlık, eğitim ve gıda yardımı için kullanmayı planlayacaksın, işçi yönetimi diye kapitalistlerin mülkiyetinde olan kapatılmış bazı fabrikaları devletleştirerek hisselerinin yarısını kurulan işçi kooperatiflerine vereceksin ve sonra da bütün bunları devrim olarak ilan edeceksin!

Chavez ilk kez 2005’te sosyalizmi dillendirir. Onun daha öncesinde böyle bir anlayışının olduğu bilinmez. Ancak 2002’de Chavez’e karşı girişilen darbeyi geri püskürten emekçi yığınlar, böylelikle siyasi arenaya aktif olarak katılmaya başlamışlardı. Bu, Chavez’de söylem değişimine neden olmuştur. Kendini devirmeye yeltenen burjuvazi karşısında emekçi yığınlar devrimci bir tepki vermişler ve Chavez de yığınların yükselen kendiliğindenci mücadelesine bağlı olarak sosyalizmden bahsetmeye başlamıştır. Venezuela'da keskinleşen sınıf mücadelesi Chavez’i sınıflar üstü bir konum alamaya itmiştir. O, artık Bolivarcı Bonapart olmuştur. O zamana kadar sürekli tekrarladığı “ne kapitalizm ve ne de sosyalizm” söylemini bir kenara itmiş ve bir taraftan adım adım “sosyalist” olurken, diğer taraftan da gelişen kitle mücadelesini; kendiliğindenci devrimci mücadeleyi birtakım reformlarla düzen içinde tutmaya çalışmıştır.

“Bolivarcı Devrim” nedir dendiğinde bu devrimin ögeleri olarak şunlar sıralanacaktır:
  • Kendi Kaynaklarına Dayanarak Kalkınma Çemberleri;(kooperatifler, “ortak yönetim”.
  • Yerel Kamusal Planlama Konseyleri; katılımcı bütçe uygulamaları.
  • Kamusal Zorunluluk Programları; sağlık, eğitim ve yoksullukla mücadele.

İşte bunlar, “21. yüzyıl sosyalizmi”ni belirleyen ögelerdir.

“Sosyal devlet”i savunmak, doğal kaynakları (petrol) devletleştirerek buradan elde edilecek gelirlerin bir kısmını sosyal projeler için kullanmak ve nihayetinde büyük toprak sahiplerini hedeflemeyen bir toprak reformu veya bir bütün olarak burjuva mülkiyet karakteri değişmeyen devletleştirme devrim olursa, komünist partisi önderliğinde işçi sınıfının gerçekleştireceği ve burjuva mülkiyet ve üretim ilişkilerini kaldırmayı, burjuva düzeni yıkmayı amaç edinen kalkışma ne olur?

Venezuela'da güya farklı bir mülksüzleştirme gerçekleştirildiği için devrimden bahsediliyor. Oysa bu ülkede hiç de farklı bir mülksüzleştirme söz konusu değildir. Venezuela'da işçi kooperatiflerine dayandırılan mülksüzleştirme kapitalist mülkiyeti ortadan kaldıran bir adım değildir. Doğru, yeni işçi kooperatifleri kurulmuştur. Bunların sayısı 70 bini geçiyor. Chavez’in iktidara geldiğinde ise sadece 800 idi. Bu kooperatifler, devletten ucuz krediler alıyorlar, şirket kuruyorlar ve ihalelere de katılıyorlar. Ötesinde devlet, küçük işletmeleri teşvik ediyor. Venezuela'da ister kooperatiflere bağlı olsun, isterse de bağımsız olsun sayıları binlerle ifade edilen küçük işletmeler açıldı. Söylentiye göre bu işletmelerde 200 binden fazla insan çalışmaktadır.

Söz konusu bu kooperatifler, “Bolivarcı Halkalar”ın temel ögelerinden birisidir ve deniyor ki, bu kooperatifler, burjuva mülkiyet karşısında kolektif mülkiyeti temsil ediyorlar.

Yani Chavez, işçi sınıfına;
  • Burjuva düzeni yıkmak için örgütlen,
  • Burjuva üretim ve mülkiyet ilişkilerini parçala demiyor.

Ama işçi sınıfını ve emekçi yığınları;
  • Küçük burjuva yaparak,
  • Kapitalist sömürüye mahkûm etmeye,
  • Burjuva düzeni ebedileştirmeye,
  • Gelişen sınıf çelişkilerini törpülemeye çalışıyor ve bir kısım aklı evveller de bunu devrim olarak tanımlıyor.

Aynı öğüdü yıllar öncesi Proudhon da vermişti. Bu baya göre işçiler;
  • Birtakım haklar için mücadele etmemeliydiler,
  • Grev yapmamalıydılar,
  • Ücretlerine zam istememeliydiler.
Bunu yerine;
  • Ucuz kredi alarak kooperatifler kurmalıydılar.
  • Kooperatif örgütlenmesi, sonuç itibariyle devrime gerek kalmadan kapitalizmi ortadan kaldıracaktı.
  • Halk Bankası kurulmalıydı ve kredi işleri bu banka tarafından organize edilmeliydi.

Proudhon, küçük üreticilerin kooperatiflerde örgütlendiği bir “sosyalimi” savunuyordu. Bu olsa olsa ancak bir küçük burjuva sosyalizmi olabilirdi. Bu hayali bugün Chavez yaşatıyor, Proudhon gibi, küçük üreticilerin bu savunucusunun yolunda gidiyor, ucuz kredili, devlet teşvikli kooperatif anlayışıyla.

Venezuela'da çarpıtılmış bir işçi yönetimi “Bolivarcı Devrim” için bir kıstas olarak öne sürülüyor. Ama gerçeklik pek de öyle değil. Doğru, devlete ait bazı işletmelerde “ortak yönetim”e geçildi. Sahibi tarafından kapatılan bazı işletmeler, önce devletleştirildi ve sonra da devletleştirilen bu işletmelerin bir kısım hisseleri buraları yeniden çalıştırmaya başlayan işçi kooperatiflerine devredildi. Öyle ki, işçilerin kapitalistlerin yönetimindeki kurullara katılmalarında öte pek fazla bir anlamı olmayan “ortak yönetim”, aklı evveller tarafından, kapitalistlerin işletmelerden kovulmaları ve kontrolün işçilerin eline geçmesi olarak lanse edildi.

“Bolivarcı Devrim”in temel direklerinden birisi de toprak reformudur. Venezuela'da ekilebilir toprakların yüzde 77 kadarı en zengin kesimin sadece yüzde 3’ünün kontrolündedir. Buna karşın yoksul köylülerin yüzde 50’sinin sahip olduğu toprak miktarı ise ekilebilir alanların sadece yüzde 1’ine tekabül etmektedir. Chavez, ekilmeyen toprakların ekime açılmasını ve böylece kırsal alanda da ulusal kalkınmanın desteklenmesini talep ediyor. 2005’te yeniden yapılandırılan toprak reformunun amacını açıklarken “Büyük çiftliklere karşı mücadele Bolivarcı devrimin özüdür”. “Gerçek bir kanser olan bu tarihsel sorunla yüzleşmenin zamanı gelmiştir. Bu korkunç toprak sahipliği var olduğu müddetçe hiçbir gelişme programı ilerletilemez” diyen Chavez, bir yandan büyük toprak sahiplerini sıkıştırıyor, diğer yandan da devletin mülkiyetinde olan toprakların bir kısmını köylülere dağıtıyordu.

Venezuela'da toprak reformunun başka bir amacı daha var: Chavez iktidarı, şehirlerde işsizleri, patlamaya hazır varoş sakinlerini, işsizliğe karşı mücadele adı altında kırsal alana yönlendirmeyi amaçlıyor.

İlan edildiği gibi Chavez’in toprak reformu, “Bolivarcı Devrim“in temel direklerinden birisi olmamıştır. En azından henüz olmamıştır. Chavez iktidarı 130 bin köylüye 2,2 milyon hektar toprak dağıtmıştır (8), ama büyük toprak sahiplerine dokunamamıştır.

III- Chavez Sosyalizmi

1998’de devlet başkanı seçildikten sonra “üçüncü yol” propagandası yapan Chavez, Venezuela'da politik yaşamın radikalleşmesine paralel olarak ”üçüncü yol”culuktan vazgeçerek “21. yüzyıl sosyalizmi” diye kavramlaştırdığı bir “sosyalizm” türü savunmaya başlamıştır.

Chavez’e göre “21. yüzyıl sosyalizmi”, insancıl demokratik bir toplum biçimini ifade eder. Bu düzenin merkezinde insan, onun her yönlü gelişmesi ve ihtiyaçları durur.

“21. yüzyıl sosyalizmi”, sosyalizmde geçmişi ve mevcut olanı aşmak anlamına geliyor. Bu sosyalizm anlayışında devlet ve toplumun ekonomik temelleri pek önemsenmiyor. Şimdiye kadar “21. yüzyıl sosyalizmi” adına yapılanlar, birtakım reformları gerçekleştirmenin, insanları politik karar verme mekanizmasına katmaya çalışmanın ötesine pek geçmemiştir. Bu sosyalizm anlayışında üretim ilişkileri ve mülkiyetin sınıfsal karakteri pek önemli değildir. Büyük toprak beyliğini ortadan kaldırmaya çalışmak, toprak reformu yapmak veya yabancı sermayeyi devletleştirmek, her ne kadar sosyalizmin kurulması anlamına gelmese de “21. yüzyıl sosyalizmi” açısından pekâlâ sosyalizmin kurulması olabiliyor.

“…Venezuela… devlet başkanı Hugo Chavez… dün yemin ederek görevine başladı. Altı yıllık ikinci dönem iktidarına başlayan Chavez, yemin töreninde, efsane devrimci Che'nin "Vatan, sosyalizm veya ölüm" sloganını alıntılarken, 'en büyük sosyalist Hz. İsa' üzerine 'Venezuela sosyalizmini uygulama' yemini etti: "Tarihin en büyük sosyalisti İsa ve mükemmel anayasa üzerine yemin ederim. Dinlenmeden, yaşamım ve gecelerimi Venezuela sosyalizminin inşasına adayacağım. Vatan, sosyalizm ya da ölüm". Önceki gün elektrik ve telekomünikasyon şirketlerini millileştirme planını açıklayan Chavez, meclisin kendisine 'devrim yasalarını kararnamelerle uygulama' yetkisi vermesini de istedi”(9).

Kendini Venezuela'daki sosyalizmin inşasına adayan, en azından bunun için yemin eden Chavez, birtakım işletmeleri devletleştirerek bu işi gerçekleştirmiş olacağına inanıyor. Yani ona ve bazılarına göre devletleştirme, sosyalizmle eş anlamlı oluyor.

“Bolivarcı Devrim”i anlamak için burjuva devlet ve devlet mülkiyetinin ne anlama geldiğine bakmak gerekir. Veya her devletleştirme sosyalizm midir?

Her devletin sınıfsal karakteri vardır. Bundan dolayı bir sınıfın elinde olan devlet, toplumdaki başka sınıfları baskı altında tutmanın aracıdır. Burjuva devlet, burjuvazinin hâkim sınıf olduğu koşullarda vardır ve bu sınıfın diğer sınıflar karşısında hâkimiyetini korunmasının ve devam ettirmesinin aracıdır. Proletarya diktatörlüğünde de devlet, diğer görevlerinin yanı sıra, siyasal iktidardan ve mülkiyetinde uzaklaştırılan burjuvaziyi, karşı devrimi baskı altında tutmanın bir aracıdır.

Devletin sınıfsal karakteri olduğu için devlet mülkiyetinin de sınıfsal karakteri vardır. Bu nedenle kapitalizmde devlet mülkiyeti, burjuva mülkiyetten başka bir anlam taşımaz. Sadece sahipliğin biçim değişmiştir. Devlet mülkiyetinde mülke sahip olan tek tek kapitalistler veya şirketler değil, adı üstünde devlettir. Ne var ki, devlet mülkiyetiyle kamu mülkiyeti sürekli birbirine karıştırılır ve çoğu kez devlet mülkiyeti, kamu mülkiyeti olarak ve kamu mülkiyeti de devlet mülkiyeti olarak algılanır.

Oysa kamu mülkiyeti, tüm topluma ait olan mülkiyettir. Mülkiyetin bu türü aslında mülkiyetsizliğin de ifadesidir. Mülkiyet herkese; kamuya; topluma ait olduğuna göre orada sınıf yok demektir. Sınıfsal bağından kopmuş mülkiyet de gerçek mülkiyet olmaktan çıkmış olur. Bu türden mülkiyet veya kamu mülkiyeti sınıfsız toplum olan ilkel komünal toplumda ve komünizmde söz konusudur.

Sosyalizmde de mülkiyetin sınıfsal karakteri vardır ve sosyalizmin inşası derinleştikçe, toplumda sınıfsal farklılıklar kayboldukça; toplum sınıfsızlaştıkça sosyalist mülkiyet de toplumsallaşmış olur; bütün toplumun sınıfsız toplumun mülkiyeti olur. Bu süreç komünizme geçiş, mülksüzleşme sürecidir.

Burjuvazi, kendi devlet aygıtını sınıflar üstü kurum olarak yansıtmaya çalışır. Ona göre devlet, toplumdaki bütün sınıflara eşit mesafede durur; bütün toplumun devletidir. Dolayısıyla devlet mülkiyeti de toplumun mülkiyetidir; kamu mülkiyetidir!

Şüphesiz ki, sınıf mücadelesi sürecinde öyle gelişmeler olur ki, daha geri mülkiyet ilişkileri karşısında devrimci, ilerici konumda olan burjuvazinin mülkiyeti ve devlet mülkiyeti belli bir ilericiliğin ifadesi olabilir. Örneğin, feodalizme karşı mücadelede muzaffer olan burjuvazinin mülkiyet ilişkilerine hâkim olması; kapitalizmi geliştirmesi; devlet mülkiyetini geliştirmesi, eskiyi temsil eden feodalizme karşı tarihsel bir ilericiliğin ifadesidir. Ama bizi burada ilgilendiren bundan ziyade, her devletleştirmenin sosyalizm olup olamayacağıdır veya devletleştirmenin mülkiyetin toplumsallaştırması anlamına gelip gelemeyeceğidir. Yukarıda oldukça kısaca da olsa belirttiğimiz gibi, her devletleştirme sosyalizm olamaz ve devletleştirme mülkiyetin toplumsallaştırılması anlamına gelmez. Devletleştirmenin sosyalizm olabilmesi için, siyasal iktidarın proletaryanın elinde olması gerekir. Böyle bir durum Venezuela'da söz konusu değil. Bunun ötesinde mülkiyetin gerçek anlamda toplumsallaşması için sosyalist inşanın komünizme geçecek derecede derinleşmiş olması gerekir ki, insanlık tarihinde böyle bir tecrübe henüz yaşanmamıştır.

Bu anlayışlarımız Engels’in şu sözlerinden çıkartılabilir:

“Kapitalist üretim biçimi, nüfusun büyük kısmını gitgide proleter durumuna düşürürken, yok olma tehdidi altında, bu devrimi gerçekleştirme zorunda bulunan gücü yaratır. Toplumsallaşmış büyük üretim araçlarının gitgide devlet mülkiyeti durumuna dönüşümüne götürerek, bu devrimi gerçekleştirmek için izlenecek yolu kendi gösterir. Proletarya, devlet iktidarını ele geçirir ve üretim araçlarını önce devlet mülkiyeti durumuna dönüştürür. Ama bunu yapmakla, proletarya olarak kendi kendini ortadan kaldırır, bütün sınıf farklılıkları ile sınıf karşıtlıklarını ve aynı biçimde, devlet olarak devleti de ortadan kaldırır. Sınıf karşıtlıkları içinde evrimlenen daha önceki toplumun devlete, yani, her durumda, sömürücü sınıfın kendi dış koşullarını sürdürmek, öyleyse özellikle sömürülen sınıfı var olan üretim biçimi (kölelik, toprak köleliği, ücretlilik) tarafından verilmiş baskı koşulları içinde tutmak için kurduğu bir örgüte gereksinmesi vardı. Devlet, tüm toplumun resmi temsilcisi, onun gözle görülür bir kurul biçimindeki bireşimi idi, ama bu, tüm toplumu, zamanı için, kendi başını temsil eden sınıfın devleti olduğu ölçüde böyle idi: İlkçağda, köle sahibi yurttaşların; ortaçağda, feodal soyluluğun; çağımızda, burjuvazinin devleti. Sonunda gerçekten tüm toplumun temsilcisi durumuna geldiği zaman, kendi kendini gereksiz kılar. Baskı altında tutulacak hiç bir toplumsal sınıf kalmayınca; sınıf egemenliği ve üretimdeki güncel anarşi üzerine kurulu bireysel varoluş mücadelesi ile birlikte, bunlardan doğan çatışma ve aşırılıklar da ortadan kalkınca, artık baskı altında tutulacak hiçbir şey yok demektir ve özel bir baskı iktidarı, bir devlet, zorunlu olmaktan çıkar. Devletin gerçekten tüm toplumun temsilcisi olarak görüldüğü ilk eylem -üretim araçlarına toplum adına elkonması-, aynı zamanda onun devlete özgü son eylemidir de. Devlet iktidarının toplumsal ilişkilere müdahalesi, bir alandan sonra bir başkasında gereksiz duruma gelir ve sonra kendiliğinden uykuya dalar (10).

O halde Venezuela'da olan nedir?
Chavez önderliğinde Venezuela ulusalcı güçleri, iç pazara hâkim olmak için emperyalistlerin ve yerli işbirlikçilerinin elinde olan işletmeleri devletin mülkiyetine geçirmeye çalışıyorlar ve bunu da tazminat ödeyerek yapıyorlar. Buradaki tarihsel ilericilik, emperyalizme (yabancı sermayeye) ve onunla işbirliği içinde olan yerli güçlere karşı alınan tavırdır. Yoksa Chavez’in devletleştirmesinin toplumsallaştırma ve sosyalizm olduğu değildir.

Venezuela'da burjuva/kapitalist mülkiyette biçim değişimi söz konusudur: Uluslararası tekellerin ve yerli işbirlikçilerinin elinde olan işletmelerin devletin eline geçmesidir, yani bireylerin veya şirketlerin özel mülkiyetinin devlet olarak örgütlenmiş burjuvazinin mülkiyetine geçmesidir.

Kapitalizmde devlet mülkiyeti, burjuvazinin kolektif mülkiyeti anlamına gelir. Bu konuda Engels şöyle der:

“Ama ne hisse senetli şirketler durumuna dönüşüm ne de devlet mülkiyeti durumuna dönüşüm, üretici güçlerin sermaye niteliğini ortadan kaldırır. Hisse senetli şirketler bakımından bu durum açıktır. Ve modern devlet de, burjuva toplumunun, kapitalist üretim biçiminin genel dış koşullarını, işçilerden olduğu kadar tek tek kapitalistlerden de gelen saldırılara karşı korumak için kurduğu örgütten başka bir şey değildir. Modern devlet, biçimi ne olursa olsun, esas olarak kapitalist bir makinedir: kapitalistlerin devleti, düşüncedeki kolektif kapitalist. Üretici güçleri ne kadar çok kendi mülkiyetine geçirirse, o kadar çok gerçek kolektif kapitalist durumuna gelir, yurttaşları o kadar çok sömürür. Kapitalist ilişki ortadan kaldırılmamış, tersine doruğuna götürülmüştür. Ama bu doruğa vardıktan sonra, tersine döner. Üretici güçler üzerindeki devlet mülkiyeti, çatışmanın çözümü değildir, ama biçimsel çareyi, çözümü yakalama biçimini içinde saklar (11).

Demek oluyor ki, Venezuela'da devletleştirmeyle mülkiyetin sınıfsal karakter ortadan kalkmıyor, sadece biçim değiştirmiş oluyor. Devlet mülkiyetinde de söz konusu olan kapitalist/burjuva mülkiyet ilişkileridir.

Bazılarına göre Venezuela'da sosyalizm, Chavez önderliğinde “gıdım gıdım” kuruluyor. Chavez, yetkisine ve yasalara dayanarak birtakım reformları adım adım uygulamaya koyuyor ve bu süreç sosyalizmin inşa edilmesi veya genel anlamda ne olduğu belli olmayan bir devrim oluyor.

Mülkiyet ilişkisi, üretim ilişkisinin hukuksal ifadesidir. Kapitalizmde mülkiyet ilişkilerini tasfiye etmek sadece kapitalistlerin özel mülkiyetini değil, devletin mülkiyetini de tasfiye etmektir. Bu ise bir devrim meselesidir. Herhangi bir devrim değil, proleter devrim meselesidir. Proletaryanın siyasal iktidarı ele geçirmesi, burjuva devlet mekanizmasını, üretim ilişkilerini ve onun hukuksal ifadesi olan mülkiyet ilişkilerini yıkması ve yerine kendi sınıfsal çıkarlarını ifade eden devletini, üretim ve mülkiyet ilişkilerini kurmasıdır. Böyle bir süreç devletleştirmeye indirgenerek, basit bir el değiştirme olarak ele alınamaz. Devrim, kişi mülkiyetinin devletin mülkiyetine geçirilmesi değildir.

Latin Amerika’da (Venezuela, Bolivya, Ekvator) devletleştirme ne anlama geliyor?
Son seçimlerden sonra göreve başlarken yapılan konuşmalarda Chavez ve Correa bolca sosyalizmden ve devrimden bahsettiler.

10 Ocak 2007’de göreve başlama yemin töreninde Chavez, ülkedeki yabancıların elinde bulunan hemen bütün büyük işletmeleri devletleştireceğini açıkladı: 1991’de özelleştirilen telefon şirketi CANTV, elektrik sanayi, petrol sanayi.

Chavez, özelleştirilen ne varsa hepsini devletleştireceğini açıklıyordu. Devamla “rotamız sosyalizmdir. Hiç kimse ve hiçbir şey bunu engelleyemez” diyordu. Chavez’e göre devletleştirme sosyalizm oluyor: “Özelleştirilen ne varsa hepsini devletleştireceğiz. Rotamız sosyalizmdir. Bunu, hiç kimse ve hiçbir şey engelleyemez”. Bu sözler, Chavez’in devletleştirme ile sosyalizmi eş anlamlı kullandığını göstermektedir.

15 Ocakta görevi devralan R. Correa, Chavez’den daha radikaldi. Yemin töreninde “radikal devrim” gerçekleştirmekten bahsediyordu. “Yeni sosyalizm”in taraftarı olduğunu açıklıyordu. Chavez’in “21. yüzyıl sosyalizmi” taraftarı olan Ekvator’un yeni devlet başkanı Rafael Correa, emperyalistleri, Ekvator’un borçlarını geri ödememekle tehdit ediyor, yabancı tekellerle imzalanmış olan petrol anlaşmalarını yeniden masaya yatırmaktan bahsediyordu. Correa, Manta’daki Amerikan hava üssünü kapatma tehdidini savurmadan da edemedi.

R. Correa, aralarında H. Chavez’in, L. I. Lula da Silva’nın, D. Ortega’nın, E. Morales’in M. Ahmedinecad’ın da hazır bulunduğu 17 devlet ve hükümet başkanı önünde yaptığı bu konuşmada “Vatandaş devrimi henüz başladı. Hiç kimse ve hiçbir şey onu durduramaz” diyordu. Chavez’in “rotamız sosyalizmdir”i, Correa tarafından “vatandaş devrimi”ne dönüştürülüyor. Her ikisi de bunun “hiç kimse ve hiçbir şey tarafından durdurulamayacağını” açıklıyor. Oldukça radikal sözler.

Daha önce Ekvator’da bir L. Gutierrez gelip geçmişti. Bu bay da 2002’de, aynen bugün Correa’nın programı benzeri bir programla seçimleri kazanmış ve devlet başkanı olmuştu. Her nedense iki sene sonra yoğun kitle protestoları sonucunda başkanlıktan kovuldu.

Latin Amerika’da adeta gelenekselleşmiş bir süreç var: Geleneksel sağcı partilerin; emperyalizmin doğrudan işbirlikçisi olan partilerin siyasal olarak iflas etmeye başladıklarında radikal güçler; sivil veya ordudan ulusalcı güçler kurtarıcı olarak ortaya çıkıyorlar ve darbe veya seçimle iktidara geliyorlar. 1968’de Peru’da ve Panama’da, 1969’da Bolivya’da, 1972’de ise Ekvator’da ve 1973’te Şili’de yaşananlar adeta tekrarlanıyor. O dönemi “sola çark”ın birinci dalgası olarak ifade edersek bugün Brezilya’da, Venezuela'da, Ekvator’da, Bolivya’da ve Ekvator’da yaşananlar “sola çark”ın ikinci dalgasını oluşturur.

Her iki dönemde de bu ülkelerde “sola çark”ın ortak bir özelliği var: Darbeyle iktidara gelen subayların veya seçimle iktidara gelen ulusalcı güçlerin programları, her bir ülkenin somut koşularına dayandırıldığı için şüphesiz ki farklılıklar arz etmektedir. Ama hepsinde ortak olan, genel olarak emperyalizmi, özelde de Amerikan emperyalizmini, buna ek olarak bugün neo-liberalizmi lanetlemek yığınların birikmiş kin ve nefretine hitap etmek, sosyal eşitsizliği, ezilmişliği, onursuz konuma düşürülmüşlüğü önplana çekmek ve açlığa, yoksulluğa karşı programlardan, sağlık ve eğitim programlarından bahsederek yığınların sempatisini kazanmak.
Halkçı retorik bütün Latin Amerika’da geçerli akçedir.

Daha öncesinde Peru’da General Juan Velasco Alvarado, Ekvator’da askeri rejimin başı General Rodriguez Lara, Panama‘da diktatör Omar Torrijos Harrera, devrimden, sosyalizmden bahsetmişlerdi. Ama özel mülkiyetin; burjuva üretim ve mülkiyet ilişkilerinin kılına dokunmamışlardı. Şimdilerde de Chavez, Correa, Morales vb. devrimden, sosyalizmden, evet “21. yüzyıl sosyalizm”inden bahsediyorlar, ama her nedense özel mülkiyete; burjuva üretim ve mülkiyet ilişkilerine sıkıca bağlı kalıyorlar.

Biz şunu tartışmıyoruz: Latin Amerika’da veya dünyanın başka yerlerinde emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı atılan her adımın yanındayız. Bu anlamda Chavez’in, Morales’in, Ortega’nın, Morales’in de yanındayız. Ama onların yanında olmak, yabancı sermayeye, emperyalizme ve yerli işbirlikçilerine karşı ulusal zenginliklere sahip çıkmalarının yanında olmak, bu ülkelerde yapılan devletleştirmelerin sosyalizm olduğunu, bu ülkelerdeki gelişmelerin devrim olduğunu kabul etmek anlamına asla ve asla gelmez.

Sonuç:
Chavez’in iktidara gelmesiyle bağlam içinde Venezuela'daki gelişmeler devrim olarak nitelendirilemez. Ötesinde sosyalist devrimden hiç bahsedilemez. Bu anlamda Chave’in hükümeti devrimci bir hükümet de değildir. Bu ülkede 1998’dan bu yana yaşanan, o “Bolivarcı Devrim”, aslından demokratik, yurtsever-ulusalcı bir süreçtir. Bu sürece işçi sınıfından ve emekçi yığınlardan, gençlikten ve ulusalcı güçlerden milyonlar katılmıştır. Bu süreci ilerleten milyonlardır. Ancak sübjektif koşulların olgunlaşması; komünist bir partinin işçi sınıfı ve emekçi yığınlara önderlik edebilecek duruma gelmesi durumunda bu süreç, sosyal bir devrime dönüşebilir.

Kapitalizmden uzaklaşmak, 21. yüzyıl sosyalizmini yaratmak” ve bunu “Karl Marks ve Friedrich Engels’in ilkesel düşünceleriyle uyumluluk içinde” yapmak Chavez’in sözleridir. Ama Chavez, Marks ve Engels’in anladığı tarzda bir devrim teorisinden ve sosyalizmden bahsetmezler. Marks ve Engels, kapitalist düzenin yıkılmasından, burjuva devlet mekanizmasının parçalanmasından, proletarya diktatörlüğünden bahsederler ve devrim ve reform arasında kalın bir çizgi çekerler. Chavez, bunu unutuyor. Onun ağzında devrim veya sosyalizme geçiş bir süreçtir, kapitalizmden sosyalizme doğru bir geçiştir. Bu geçiş de ancak ve ancak reformlarla mümkün olabilir. Bu, gerçek anlamda sosyal demokratik bir anlayıştır.

Devletleştirmek, sosyalizmin niteliksel bir özelliği değildir. Burjuva düzende de devletleştirme olur. Ama Chavez, özel mülkiyeti toplumsallaştırmayı amaçlamıyor, sadece devletleştirmek istiyor ve bunu da yapıyor (12).

Chavez 1998’den beri iktidarda. O günden bugüne aldığı tedbirler, uygulanan reformlar; bir bütün olarak onun politikası ve bu politikanın arkasında duran siyasal güçler, Chavez’in nerede durduğunu oldukça açık bir şekilde göstermektedir.

Chavez, MVR (Beşinci Cumhuriyet Hareketi) ittifakına dayanarak başkanlığını sürdürüyor. MVR içinde ise hem solcu hem de sağcı güçler örgütlüdür.

Chavez’in politik programı çok sadedir, çok açıktır: Bu programda Venezuela ulusal burjuvazisinin çıkarları ile emekçi yığınların (işçiler, küçük köylüler vs.) çıkarları birleştiriliyor ve hedef olarak öncelikle Amerikan emperyalizmi, yabancı sermaye (tekeller) ve kendine karşı gelen emperyalizmin yerli işbirlikçileri gösteriliyor. Chavez’in programı, sosyalizm gibi söylemlerini bir kenara atarsak, henüz gelişmemiş olan Venezuela ulusal burjuvazisini geliştirmeyi amaç edinmiş bir programdır. Programı onun, ulusal burjuvazinin siyasal temsilcisi olduğunu göstermektedir.

Chavez, programının ve mücadelesinin gösterdiği gibi, Amerikan emperyalizmi dışındaki emperyalist güçlere karşı tutarlı olmasa da, antiemperyalisttir. Ulusal çıkarlar için mücadelesinden ve bu anlayışından dolayı Chavez ve hükümeti, ulusal, yurtsever olarak tanımlanabilir.

Venezuela'da devam eden sürecin veya “Bolivarcı sürec”in ilerici, demokratik ve genel anlamıyla antiemperyalist olduğu tartışma götürmez. Venezuela'daki gelişmeler, en fazlasıyla Bolivarizmin bir ifadesidir. Chavez’e göre günümüzde Bolivarizm, bir taraftan gelişmekte olan Venezuela ulusal burjuvazisinin ve diğer taraftan da işçi sınıfı ve köylülüğün çıkarlarını bir potada birleştirmek ve eritmek demektir. Chavez, programını güçlü bir popülizmle ve eklektizmle süslüyor. Bir araya gelemeyecek güçleri bir araya getirme çabası onun ne denli idealist ve eklektik olduğunu gösterir.

“Bolivarcı Devrim”de Marks’ın, Engels’in, Lenin’in, Stalin’in anlayışlarının yeri yoktur. Bunun ötesinde R. Luxemburg’un, Ho Chi Minh’in, Mao Zedong’un, Thälmann’ın ve derin dostluğa rağmen Fidel Kastro’un da devrim konseptleri dikkate alınmaz. Şüphesiz onların düşüncelerinden bahsedilir. Ama “Bolivarcı Devrim” ve Chavez’in politik düşünceleri, çeşitli akımların üzerinde yükselir. Örneğin Lenin’in antiemperyalizm anlayışından esinlenilir, onun devrim, devlet, parti anlayışları dikkate alınmaz, ama A. Gramsci’nin düşünceleri etkili olur.

Chavez, yerine göre Marks’tan, Engels’ten, Troçki’den, Mao Zedong’dan, Sartre’den bahsediyor, İsa’yı en büyük sosyalist ilan ediyor. Ama ne denirse densin “Bolivarcı Devrim”de ve Chavez’de ulusalcı-yurtsever öğe sürekli, hemen her konuda belirleyici oluyor.

Açık ki, Chavez’in sosyalizm anlayışı soyuttur. Sosyalist düşünceyle çelişse bile çok şeyi sosyalizm olarak anlatabiliyor. Örneğin Hristiyanlıkla, İsa ile sosyalizmi özdeşleştirebiliyor. Troçki’nin sürekli devriminden esinlendiğini söyleyebiliyor. Kakao üreten kooperatifleri, mülkiyet ilişkilerini göz önünde tutmaksızın „21. yüzyıl sosyalizmine ekonomik evrilme“ olarak görebiliyor. Somut olarak sosyalizmin proletarya diktatörlüğü olduğu, kapitalist üretim ve mülkiyet ilişkilerinin yıkılması anlamına geldiği onu pek ilgilendirmiyor. Yoksullara yardım programını uygulamak, sosyalist olmak için yetiyor.

Kapitalist üretim ve mülkiyet ilişkilerini yıkmaya kalkıştığında –bırakalım fiilen adım atmayı, bunu dillendirdiğinde dahi- Chavez, Venezuela burjuvazisini karşısında bulacaktır.

Sınıflar üstü görünen Chavez, Venezuela ulusal burjuvazisinin sosyal yönü ağır basan devlet başkanıdır.

Chavez, ulusal kapitalizmin savunucusudur. İşçi sınıfını ve emekçi yığınları böyle bir kapitalizmin gelişmesine koşmaya çalışıyor. Onun kooperatif anlayışı da buna hizmet ediyor.

Chavez’in kooperatif anlayışı, işçi sınıfında mülkiyet tutkusunu geliştirmeye, sınıfın kendini kooperatif çıkarıyla tanımlamasına, özdeşleştirmesine hizmet ediyor, aynı zamanda.

Chavez önderliğindeki hükümetin Venezuela'da ekonomik ve toplumsal düzenin karakterini değiştirmediği gerçeğinin tartışılacak bir yanı yok. Ama belirttiğimiz gibi, onun belli ölçülerde de olsa emperyalizme ve yerli işbirlikçilerine karşı aldığı olumlu tavrın da tartışılacak bir yanı yoktur. Chavez, “Plan-Kolombiya” ve ALCA’ya (13) karşı mücadelede tutarlı olmuştur. Onun Irak savaşı ve bu ülkenin işgali karşısında aldığı tavır da olumludur. Bütün baskılara karşın Küba’nın yanında yer alması da önemlidir.

Bugün Venezuela'da iki cephe karşı karşıyadır:
Venezuela'da Bolivarcı sürecin ilerlemesini engellemek ve mevcut hükümeti devirmek için başta Amerikan emperyalizmi olmak üzere emperyalist güçler, ülkedeki bütün gerici güçleri birleştirmek için sürekli arayış içindeler. İşe yaramayan karşı devrimci oluşumları/ittifakları dağıtıyorlar, başarılı olmak umuduyla yenilerini kuruyorlar. “Federación de Cámaras de Comercio” (Venezuela’nın en büyük işveren birliği olan “Ticaret Odası Federasyonu”) karşı devrimci muhalefetin başı durumunda. Bu kuruluş, işveren birliklerini, banka birliklerini ve Katoliklerin önde gelenlerini temsil etmektedir. Geleneksel burjuva partiler, sendika bürokrasisi, geçmişi “sol” olan bazı örgütler de bu karşı devrimci cephede yer almaktadır.(14).

Bu cephenin karşısında işçi sınıfı ve emekçi yığınlar; halk kitleler, gençlik, ulusalcı güçler yer almaktadır. Venezuela'da bu iki cephe arasındaki mücadele; toplumsal ve siyasal süreç giderek derinleşmekte ve kapsamlaşmaktadır. Bu süreç, işçi sınıfından, köylülükten, gençlikten, ulusalcı güçlerden milyonları hareketlendirmiştir. Bu ülkede bütün toplumsal sınıflar ve sosyal tabakalar oldukça politikleşmişler ya gelişen süreçten yana ya da ona karşı mücadele içindeler. Venezuela'da gelişen bu mücadele karşısında tarafsız kalınamaz. Dünya çapından bütün ilerici, antiemperyalist, devrimci ve komünist güçlerin görevi bu mücadeleyi desteklemektir.

Şüphesiz ki, “Bolivarcı Devrim”i, devrim olarak tanımlamaktan, hele sosyalizme doğru gelişmeden hiç söz edilemez. Ama buna rağmen, Bolivarcı Venezuela, her ne kadar genel olarak emperyalizme karşı mücadele etmese de, antiamerikancı olduğu, emperyalizmin yerli işbirlikçilerine; “oligarşi”ye karşı mücadele ettiği müddetçe dayanışmayı hak etmektedir.

Venezuela’nın ulusal bağımsızlığı mücadelesinde; antiemperyalist mücadelede Venezuela işçi sınıfı ve emekçi yığınları Venezuela ulusal burjuvazisiyle ittifak içindedir. Bu ittifakı Chavez önderliğinde Bolivarcı Hareket temsil etmektedir. Gelişmenin hangi yönde olacağını ulusal güçlerle emperyalist güçler ve yerli işbirlikçileri arasındaki mücadelenin seyri belirleyecektir.

Ve bu seyir, 6 Aralıkta yapılan başkanlık seçimiyle Bolvarcı Hareket aleyhine belirlenmiş gözükmektedir.
*
Dipnotlar:
1) 27 Şubat 1989’da gerçekleşen „Caracozo“ diye bilinen ayaklanma. Yüksek fiyat artışları (Örneğin, benzinde yüzde 90 oranında fiyat artışı, sübvansiyonların kaldırılması) karşında emekçi yığınların tepkisi sokak gösterilerine, otobanların bloke edilmesine dönüşür ve C. A. Perez hükümeti 23 Mart 1989’a kadar süren sıkıyönetim ilan eder. Ordunun halka karşı saldırısı sonucunda İnsan Hakları Örgütünün bildirdiğine gör 4000 insan katledilir. Bu durum sonrası hükümet ekonomi üzerine aldığı tedbirleri geri çekmek zorunda kalır ve genel bir ücret artırımı kararı alır.

2) 4 Nisan 1992’de Perez hükümetinin kabine değişiminden ve yoksulların lehine olan tasarruf tedbirlerinin devam ettirileceğinin açıklanmasından sonra H. Chavez önderliğinde MBR-200 tarafından örgütlenen ve sol eğilimi subaylardan ve onlara bağlı askerlerden oluşan paraşütçü birlikleri ülkenin çeşitli yerlerinde ayaklanırlar ve başkent Karakas’a yürürler. Ayaklanma başarısız kalır ve Chavez tarafından durdurulur. 133 subay ve 956 asker tutuklanır. Chavez’in de aralarında bulunduğu 24 subay hakkında dava açılır. 2 Nisan 1992’de kitlesel protestolar gerçekleştirilerek anayasal uygulamaya yeniden dönülmesi ve ayaklanmacıların serbest bırakılması talep edilir. 42 ayaklanmacı serbest bırakılır. 9 Nisandan itibaren yeniden anayasal yaşama geçilir. 7 Eylülde, tutukluları kurtarmak için yeniden bir darbe girişimi olur ama başarısız kalır.

3) Chavez, 1998‘deki başkanlık seçimlerinde verilen oyların yüzde 56,2’sini alır. Chavez, Movimiento Quinta República’dan (MVR, 5. Cumhuriyet Hareket), Movimiento al Socialismo’dan (MAS, Sosyalizm İçin Hareket), Patria para Todos’dan (PPT, Herkes İçin Anavatan, sol bir parti), Movimiento Electoral del Pueblo’dan (MEV, Halkın Seçim Hareketi, sol sosyal demokratik bir hareket), Partido Comunista de Venezuela'dan (PCV, Venezuela Komünist Partisi, revizyonist parti) oluşan Polo Patriotico (Yurtsever Yığınak Hareketi) ile seçimleri kazanır.

4) Gerilla mücadelesi konusundaki görüş ayrılığından dolayı Venezuela Komünist Partisi (revizyonist parti), 1970’li yıllarda bölünür. La Causa-Radical (1970) ve MAS (Movimiento al Socialismo-1971) bu bölünmeler sonucunda kurulurlar. 1997’de Causa-Radical de bölünür ve ardından PPT(Patria Para Todos) kurulur. Bu bölünmenin önemli nedenlerinden birisi, 1998 seçimlerinde Chavez’in desteklenip desteklenmeyeceğiydi. Destekleyenler tarafından oluşturulan PPT, seçimlerde Chavez’le ortak hareket eden Polo Patriotico (Yurtsever Yığınak Hareketi) içinde yer alır. Aynı nedenden dolayı MAS da 2002’de ikiye bölünür. MAS’ın bir kanadı (PODEMOS) Chavez’i destekler. Çoğunluk tarafı ise muhalefette yer alır.

5)Bu seçimlerde Chavez taraftarları 128 sandalyenden 120’sini kazanırlar.

6) Devlet Başkanı Chavez, petrol sanayinin daha yüksek vergilendirilmesiyle, balıkçılık ve kullanılmayan topraklara devlet tarafından el konulmasını öngören yasayla ilgili olan reform paketini parlamentodan geçirerek değil de kendine tanınan özel yetkiyle geçerli kılmaya çalışmasını işverenler birliği Federcámaras ve CVT (Confederación de Trabajadores de Venezuela- Venezuela İşçiler Konfederasyonu)10 Aralık 2002’de ülkede yaşamı neredeyse tamamen felce uğratan 12 saatlik bir genel grevle cevaplandırır. 23 Ocak 2003’te 1958’de General Marcos Perez Jimenez’in devrilmesiyle demokrasiye geçişin 44. yıl dönümünde 100 binden fazla hükümet karşıtının katıldığı bir protesto yürüyüşü düzenlenir. Aynı anda yine 100 bin kişinin katıldığı bir karşı yürüyüş düzenlenir. Acción Democrática, devlet başkanının yüksek mahkeme kararıyla görevden alınmasını talep eder. 9 Nisanda devlet petrol tekeli “Petroleos de Venezuela”nın Chavez’e karşı, tekelin yönetimini değiştirdiği için grevde bulunan çalışanlarını desteklemek için yeni bir genel grev yapılır. General L. Rincón Römer önderliğinde ordu11 Nisan 2002’de darbe yapar. Bu General, Chavez’in görevinden ayrıldığını açıklar. 12 Nisan 2002’de Federcámaras’ın başkanı, P. C. Estanga, parlamentoyu feshettiğini ve bir geçiş hükümeti kurmak üzere olduğunu açıklar. Darbeciler bu açıklamanın geri alınmasını talep ederler ve 13 Nisanda o zamanki başkan yardımcısını başkan olarak yemin ettirerek görevlendirirler. Ama 14 Nisanda, tutuklu olan Chjavez, aniden geri döner ve görevini talep eder. Carmona ev gözaltına alınır ve darbeciler tutuklanırlar. Burjuva partilerden, sendikalardan işveren birliklerinden ve çıkar gruplarından oluşan „Coordinadora Democrática“, toplumsal yaşamı felce uğratmak, (Petrol sanayinin çalışamaz hale getirilmesi, genel grev vs.) başkanı devirmek için eylemlere yıl boyunca devam eder. Ama başarısız kalır.

7)Birlikten yana olan partiler/hareketler:
-Movimiento Quinto República (Beşinci Cumhuriyet Hareketi. Chavez tarafından 1994’te kuruldu ve koalisyon hükümetinin önde gelen partisidir).
- Unidad Popular Venezolana (Venezuela Halk Birliği, Chavez’in taban hareketini desteklemek için 2003’te kuruldu).
- Clase Media Revolucionaria (Devrimci Orta Sınıf, 2006’da kuruldu).
- Movimiento Revolucionario Tupamaro (Devrimci Hareket Tupamaro, 1992’de kuruldu).
- Partido Unión (Birlik Partisi, Chavez ile dayanışma içinde olan aydın çevrelerin birliği, 2001’de kuruldu).
- Por la Democracia Social – PODEMOS (Sosyal Demokrasi İçin, 2003’te kuruldu).
Birliğe karşı olanlar:
- Patria Para Todos (herkes İçin vatan, sol yurtsever, 1997’de kuruldu).
- Partido Comunista de Venezuela(Venezuela Komünist Partisi, revizyonist parti, 1931’de kuruldu).
- Movimiento Electoral del Pueblo (Halkın Seçim Hareketi, 1967’de kuruldu).
- Movimiento Independiente Ganamos Todos („Hepimiz Kazanacağız“ bağımsız hareketi, 1997’de kuruldu).
- Liga Socialista (Soyalist Lig, 1969’da kuruldu).
- Movimiento Democracia Directa (Doğrudan Demokrasi Hareketi, 2000’de kuruldu).
- Grupo Nacional Socialista de Liberación Pro Venezuela (Venezuela'nın Kurtuluşu için Ulusal Sosyalist Grup, 2005’te kuruldu.
- Organización Nacionalista Democrática Activa (Milliyetçi Aktif Demokrasi Örgüt, 2004’te kuruldu).

8)Bu türden reformlar Latin Amerika’nın birçok ülkesinde gündeme gelmiştir. Bu bakımdan yeni bir olgu değildir. Örneği Venezuela'da 1960’ta hükümette olan Demokratik Eylem Partisi’nin uyguladığı toprak reformu sonucunda 60 bin köylüye 1 milyon 800 bin hektar toprak dağıtılmıştı. Resmi verilere göre 1961’den 1998’e kadar uygulanan toprak reformlarında 230 bin aileye 11,5 milyon hektar toprak dağıtılmıştır. Yeterli olmayan, küçük ölçekli topraklara sahip köylülerin yeterli teknik olanakları yoktu ve yeterince kredi alamıyorlardı. Bunun ötesinde, belirtilen nedenlerden dolayı, yüksek maliyetli ürünler, piyasa koşullarının üzerinden fiyatlarla pazara sunulunca satılamadı. Sonuçta köylüler kısa zamanda iflas ettiler ve sahip oldukları toprakları sattılar. Topraklar yeniden tarım burjuvazisinin eline geçti.

9) 11.01.2007 tarihli Radikal’den.

10)Marks-Engels; C. 20, s. 261/262. “Anti-Dühring”).

11)Marks-Engels; C. 20, s. 260. “Anti-Dühring”).

12)Yabancı şirketler (tekeller) ülkeden kovulmamaktalar, işletmelere el konulmamakta. Tazminat ödenerek işletmeler devlet mülkiyetine geçirilmekte. Bunun ötesinde devletin yüzde 60 hisse senedi sahipliğine karşı çıkmayanlar; 40’la yetinenler devletin küçük ortağı olarak faaliyetlerini sürdürebiliyorlar. 13 petrol tekelinin çoğunluğu Chavez’in bu türden devletleştirmesini ve devletin küçük ortağı olarak üretim yapmayı kabul ettiler.

13)“Area de Libre Comercio de las Americas” veya Free Trade Area of the Americas” (FTAA): Amerikan Serbest Ticaret Alanı.
Amerikan emperyalizminin kurmaya çalıştığı “Amerikan Serbest Ticaret Alanı”, açık ki başarısız bir proje olarak kalacaktır. Özellikle Chavez önderliğinde sürdürülen mücadele ve önerilen alternatif proje şekillenmektedir. Bir nevi Güney Amerika iç pazar olacak bu projeye (“Güney Amerika Devletler Topluluğu”) Arjantin, Şili, Ekvator, Bolivya, Brezilya, Kolombiya, Paraguay ve Venezuela'nın katılıyor.

14)Venezuela'da gelişen politik ve toplumsal süreç, giderek daha da derinleşmekte ve kapsamlaşmaktadır.
Muhalefet Venezuela'da gelişen sürece seçimler üzerinden de karşı cepheden katılmıştır. Ama her seferinde yenilgi almıştır. Chavez’i devirmek için Amerikan emperyalizmi CIA vasıtasıyla kiliseyi, bir grup işbirlikçi subayı ve “Federación de Cámaras de Comercio”yu 2002 yılında darbe için örgütlemişti. Darbe sonucunda Chavez tutuklanmış ve yeni bir hükümet kurulmuştu. Ama ordunun çoğunluğu halk yığınlarıyla birleşerek Chavez hükümetinin yeniden işbaşına gelmesini sağlamış ve darbede yenilgiyle sonuçlanmıştır.
2002 ve 2003’te kapitalistler, Venezuela ekonomisini çöküntüye sürüklemek ve Chavez’i devirmek için iş durdurma eylemi örgütlemişler, ama bundan da sonuç alamamışlardı. (Ordunun darbe denemesinden önce onun tarafında yer alan Askeri polis Generali C. Martinez’in tutuklanmasından sonra, 2002/2003’te iki aydan fazla devam eden „genel grev“, aslında işverenlerin kitlesel bir lokavtından başka bir şey değildi.)
Muhalefet, yasal yoldan Chavez’i başkanlıktan uzaklaştırmak için referandum önermiş, 2004’te yapılan referandumla halkın çoğunluğu Chavez’i başkan olarak görmek istediğini bir kez daha onamıştır.

Karşı devrim Amerikan emperyalizmi; CIA ve ABD elçiliği tarafından kontrol edilmekte ve yönlendirilmektedir. Amerikan emperyalizmi, yurt dışında yaşayan karşı devrimci Kübalıları ve Kolombiya’dan paramliter unsurları da Chavez hükümetini devirmek için örgütlemektedir.