KORE
DEMOKRATİK HALK CUMHURİYETİ-ABD VE
BOLİVARCI
VENEZUELA CUMHURİYETİ-ABD ARASINDAKİ
ÇELİŞKİLER JEO-POLİTİK VE JEO-STRATEJİK KARAKTERLİDİR
Amerikan
emperyalizmi Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti'nden ne istiyor?
Görüntüdeki
mantıksızlığın arka planında dünya çapında bir rekabetin
mantığı sırıtmaktadır. Sanki planlanmış, kimin ne zaman,
karşı tarafın açıklamasından sonra ne türden bir açıklama
yapacağı belirlenmiş, belli kavramları geçmeyen adeta
retorikleştirilmiş söylemler. ABD ve Kore Demokratik Halk
Cumhuriyeti (KDHC) arasındaki siyasi tansiyon, karşılıklı askeri
tehditlerin dozajı arttırılarak yükselmeye devam ediyor.
Şüphesiz ki, her iki ülke arasındaki ilişkilerin bu hale
gelmesinin bir dizi nedeni vardır. Ama KDHC'nin bunda payı nedir ve
payı oynadığını sandığı role denk düşüyor mu?
KDHC,
kendini nükleer güç olarak kabul ettirme çabası içinde
olabilir, mevcut rejimi korumak, devam ettirmek için Amerikan
emperyalizmine karşı güç gösterisi içinde olabilir. Ayrıca
sahip olduğu nükleer silahlara dayanarak bölge ülkelerine karşı
güç gösterisi yapmak ve bölgesel güç olarak kabul edilmek
isteyebilir. Başkaca bir dizi neden bulup sıralayabiliriz. Ama
bütün bu nedenlerin ötesinde bölgede, dünyasın jeopolitik
dengelerini altüst edecek güçlerin belli bir hazırlık içinde
oldukları gerçek var karşımızda. Nükleer silaha sahip hemen
bütün ülkeler aynı bölgede: Rusya, Çin, ABD, biraz kıyıda
kaşsalar da Pakistan ve Hindistan. Bu güçlerin, özellikle de ABD,
Rusya, Çin ve ileri bir dönem için Hindistan'ın dünyayı yeniden
paylaşmak için rekabetleri yanında KDHC, mevcut haliyle ancak bu
güçlerin yanında yer almakla var olabilir.
Amerikan
emperyalizmi giderek zayıflayan, kendine bağımlı ülkeler
tarafından da sorgulanan dünya hakimiyetini devam ettirebilmek için
öncelikle Rusya'yı değil, Çin'in yükselişini durdurması
gerektiğinin farkında. Bu nedenle Pasifik bölgesine şimdiye kadar
olduğundan daha fazla önem vermeye başladı son yıllarda. Bu
nedenle esas çelişki ve rekabet öncelikle Çin ile ABD
arasındadır. Bu nedenle Amerikan emperyalizmi deniz gücünün
yüzde 40'ını Pasifik-Asya'da bulundurmaktadır.
Amerikan
emperyalizmi, Çin ile dünyanın her yerinde karşı karşıya
kalmaktadır; Ortadoğu'da, Afrika'da, Latin Amerika'da...
Amerikan
emperyalizmi, Çin'i zorlamakta, kışkırtmakta,Çin olarak doğrudan
ve erken adım atmaya zorlamaktadır. Çin ise rekabetini şimdilik
farklı yöntemlerle -sessiz sedasız- sürdürmektedir; eski
emperyalist güçlerin neden oldukları sömürgeci ve yeni sömürgeci
vahşete güya 1yardım“ eli uzatarak cevap vermektedir. Çin bu
yöntemini Amerikan emperyalizmi karşısında askeri olarak da
güçlendikçe bir kenara atacaktır. Mevcut haliyle ne denli modern
ve güçlü silahlara sahip olursa olsun, hala Amerika ile boy
ölçüşecek durumda değildir. Ama ABD onu erken bir adım atmaya
zorlamaktadır. KDHC bu nedenle uygun bir araç olmuştur.
Sovyetler
Birliği'nin dağılmasından sonra dünya çok rekabet merkezli, tek
süper gülü bir sürece girmiştir. Aynı süreç devam etmektedir;
bir taraftan çok merkezlilik devam ederek diğer taraftan da ABD'nin
süper güç olması sorgulanmaya başlanmıştır; ekonomik ve
siyasi olarak dünyanın „hasta adamı“ durumundadır. Bu nedenle
konumunu sürdürmek için askeri olarak saldırganlaşmaktadır. Onu
askeri alanda doğrudan karşı karşıya gelmeden yönetebilen iki
güç var. Bunlardan birisi Rusya ve diğeri de Çin'dir. Çin de
KDHC ile sıkı ilişki içindedir. Çin olmaksızın KDHC'nin
geleceği yoktur. Bu nedenle Çin de KDHC'yi, ABD'nin tepkisini
ölçmek için öne sürebilmektedir. Bu durumda KDHC konuşurken,
Çin'in konuştuğunu anlamak gerekir.
Burada
emperyalist güçler arasında; öncelikle de bir taraftan ABD ve
diğer taraftan da Çin arasında bir “it dalaşı” söz
konusudur; karşı karşıya gelen ABD ve KDHC değildir. Bu nedenle
birini diğerine karşı desteklemek değil her iki tarafı da mahkum
etmek gerekir.
Ama
şunu da unutmamak gerekir ki, bu dünya da Çin'i ve KDHC'yi
sosyalist görenler de var.
Kim-Jong-Un,
Kim İl Sung'un torunu, Kim Jong-İl'in de oğludur. KDHC şimdiye
kadar dede, oğul ve torun tarafından yönetilmiştir,
yönetilmektedir. Aşağıdaki makalede dede-oğul dönemi ele
alınmaktadır. Torun Kim-Jong-Un'un babasından farklı olmadığını
söylemekle yetinelim*.
Amerikan
emperyalizmi Bolivarcı Venezuela Cumhuriyeti'nden
ne istiyor?
Venezuela'da
Bolivarcı mücadeleyi Amerikan emperyalizmi devamlı gözüne batan
bir diken olarak görmüştür. Bolivarcı Venezuela'nın,
Amerika'nın “arka bahçe”sinde oynayabileceği rolün bilincinde
olduğu için Ortadoğu'nun, Pasifik'teki gelişmelerin yanı sıra
Venezuela'da da duruma el koymak için kışkırtmalarla,
provokasyonlarla sonuç almaya çalışmıştır, çalışmaktadır.
Mart 2015'te B. Obama, Venezuela'nın „ABD'nin ulusal güvenliği
için olağan dışı ve alışılmadık bir tehdit“ olduğundan
bahsetmekteydi.
Nisan
başında ABD'ni Güney Komutanlığı, Venezuela'da keskinleşen bir
„insani kriz“den ve buna “bölgesel bir cevap” verilmesinden
bahsediyordu. Açık ki, Amerikan emperyalizmi Venezuela'da iktidarı
„Amerikan Devletleri Örgütü“ desteğiyle değiştirmek
istiyor. Bu nedenle “bölgesel bir cevap”tan bahsetmektedir. Bu
örgütün Genel Sekreteri Luis Almagro da bölgenin diğer
ülkeleriyle ortak hareket ederek Venezuela'da “demokrasinin
yeniden tesis edilmesi” için çaba harcandığını; demokratik
bir geçiş için çözüm arandığını dile getiriyordu.
Amerikan
emperyalizmi için Venezuela sadece Venezuela değildir; bu ülke,
jeo-stratejik öneme sahiptir. Mevcut iktidarın devrilmesiyle
Amerikan emperyalizm aynı anda iki amacını gerçekleştirmiş
olacaktır: Birincisi, Çin ve Rusya'nın, aynı zamanda bunlara
AB'yi de katabiliriz, Venezuela ve Venezuela üzerinden Güney
Amerika'daki etkisinin geriletilmesi ve ikincisi de Amerikancı
işbirlikçilerin iktidara gelmesiyle bütün Latin Amerika'da sağcı,
Amerikancı güçlerin güçlendirtilmesi.
Esasen
bu iki nedenden dolayı Amerikan emperyalizmi Pasifiki ve
Ortaduğu'nun yanı sıra bir de Venezuela cephesi açmayı; bu
ülkelerde bir „renkli devrim“ örgütlemeyi göze almıştır.
Nitekim
Amerikan Dışişleri Bakanı R. Tillerson 31 Temmuz'daki basın
toplantısında ABD'nin Venezuela'da rejim değişimi olanaklarını
gözden geçirdiğini açıkça dile getirmiştir.
Başkan
Nicolas Maduro, her zaman olduğu gibi bu san krizde de uzlaşmacı
bir tavır sergilese de Amerikan yanlısı iç muhalefeti
durduramamıştır; bu muhalefetin Maduro ile uzlaşmaya da hiç
niyeti yok. ABD ve bölgedeki diğer gerici devletlerin desteğinden
emin olduğu için veya doğrudan ABD tarafından yönlendirildiği
için iktidarı paylaşmak istemiyor; aksine değiştirmek ve tek
başına iktidara gelmek istiyor.
Bu sefer Amerikan emperyalizmi 30
Temmuz seçimlerini, yeni seçilen Kurucu Meclisi bahane
etti;"Demokratik Birlik Masası" (MUD) Kurucu Meclis
seçimlerini, katılmaları konusunda hiçbir engelleme veya da
kısıtlama olmamasına rağmen boykot etti ve arkasından da ABD
destekli darbe girişiminde bulundu. Bu girişimin fiyaskoyla
sonuçlanması siyasi krizi bugünlere getirdi.
Bu
sefer olmazsa yarın başka bir vesile bulurlar. Venezuela'da
iktidar kavgası, yurtsever, antiemperyalist yönleri olan ulusal
burjuva iktidarıyla (Chavezcilik) emperyalizm ve ona bağlı yerli
işbirlikçileri arasındadır. Bu mücadelede Venezuela
desteklenmelidir, savunulmalıdır. Birtakım “sol”lar Chavez'i
sosyalist önder, Venezuela'yı da sosyalist ülke ilan etmekte geri
kalmadılar. Her halükarda Chavez de, Maduro da böyle bir anlayışa
sahip olmadıklarını söylem ve eylemleriyle gösterdiler.
Aşağıdaki makalede Chavez önderlinde sürdürülmüş olan ve
bugün de Maduro önderliğinde sürüdürülen mücadelenin sınıfsal
karakteri ele alınmaktadır.**
*)
Aralık
2011
KORE DEMOKRATİK HALK CUMHURİYETİ
“Güneşin
Oğlu” Kim İl Sung ve “Sevgili
Önder” Kim Jong İl'in Ülkesi!
Kim Jong Il'in ölümünü burjuva basın
antikomünist propaganda için bir fırsat olarak kullandı. Hemen
bütün dünya basınında benzer haberlere ve yorumlara yer verildi.
Antikomünizm ayrıntılı bir
analiz yapmaya da gerek görmüyor; bu onun için zararlıdır. En
doğru “değerlendirme“, amaca uygun olan, toptancı
değerlendirmedir. Böyle bir değerlendirme için Kuzey Kore (Kore
Demokratik Halk Cumhuriyeti) biçilmiş kaftandır. Kuzey Kore
Komünist bir ülkedir, en son stalinist ülkedir, açlıkla,
sefaletle boğuşan bir ülkedir, “kötülüğün sembolü”
olan ülkedir. Antikomünizme göre bunların toplamı da
sosyalizmdir.
Peki,
Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti nasıl bir ülkedir? Tarihi nasıl
bir ülke olduğunu gösteriyor.
Bir ülke üzerine değerlendirme yapabilmek
için kullanılan yöntem belirleyici öneme sahiptir.
Kore
Demokratik Halk Cumhuriyeti nasıl bir ülkedir, Kore
deneyleri sosyalizm açısından nedir, ne değildir sorusuna cevap
verebilmek ve bu ülke üzerine materyalist bir değerlendirme
yapabilmek için belli kıstaslardan hareket etmek gerekir. Bu yazıda
a) bu ülkede devrimin karakteri; b) mülkiyetin karakteri; c)
sınıflar; d) siyasi-ekonomik yapı ve e) iktidarın biçimi kıstas
olarak alındı.
KORE
DEVRİMİNİN VE TOPLUMUNUN SINIFSAL KARAKTERİ*
1-Partinin
ve İktidarın Karakteri
Komünist
partisi 1925’te kuruldu. Ama kuruluşundan hemen sonra, 1928’de
fraksiyonculuktan dolayı dağıldı. Kim İl Sung’a göre bu
dağılmanın esas nedeni, partinin geniş emekçi yığınlar
arasında ‘derin kök salmamış’ olmasıdır.
Kurulduğunda partinin sadece önderliği vardı. Fabrikalarda ve
köylerde hücreleri yoktu. Bunun ötesinde partide Marksist-Leninist
teoriye hakim olan “gerçek Marksistler” de yoktu. “O
zaman komünistler Marksist-Leninist teoriye sadece yetersiz
hakimdiler ve ideolojik ve sınıfsal bakımdan yalpalıyorlardı.
Ayrıca Japon emperyalistleri partiye,... dağıtmak için ajanlarını
sızdırdılar” (1).
Bu
dönemde parti içinde farklı gruplar (Emelpcha, Hvaöpcha,
Pukpchungchvö vs.) doğar. Bu gruplar, partinin birliği için
değil, parti içinde kendi hegemonyaları için mücadele ederler.
Kore
komünist partisindeki fraksiyonculukta bölgecilik çok önemli bir
rol oynar:
- Ülkenin güneyinden (Bugünkü Güney Kore kastediliyor) gelenler, güneyden gelenlerin hepsinin temsilcileri oldukları iddiasına göre hareket ediyorlardı.
- SB’nden gelenler, bu ülkeden gelenleri temsil ettiklerini iddia ediyorlardı.
- Çin’den gelenler de Çin’den gelenlerin hepsini temsil ettiklerini iddia ediyorlardı (2).
Kore
Demokratik Halk Cumhuriyeti (KDHC) Eylül 1948’de kuruldu. Ulusal
kurtuluş mücadelesinde komünist partisinin önderliğinden
bahsedilemez. Bu durumu Kim İl Sung şöyle açıklar:
“1925
yılında kurulan Komünist Partisi, fraksiyoncuların ve
entrikacıların faaliyetlerinden dolayı yıkılmasaydı ve
varlığını devam ettirseydi partimiz, 15 Ağustosta kurtuluşta
kendi örgüt sistemiyle temsil edilirdi ve kurtuluştan hemen sonra
kendi sağlam önderlik çekirdeğini oluştururdu” (3).
Kore
Komünist Partisi, Ekim 1945’te kurulur. Ağustos 1946’da da Yeni
Demokratik Parti ile birleşir ve Kuzey Kore İşçi Partisi adını
alır (Bugünkü Kore Emek Partisi).
KDHC’ni,
“Antijapon Ulusal Birlik Cephesi” güçleri kurmuştur. Bu cephe,
Japon emperyalizmine ve işbirlikçilerine karşı ulusal kurtuluş
mücadelesi sürecinde oluşmuştu ve “ulusal burjuvazi de”
dahil bütün Kore ulusunu harekete geçirmeyi amaçlıyordu.
Yeni
devlet, bu cephe içinde örgütlenmiş olan toplumsal güçler
tarafından kurulmuştu.
Japon
emperyalizmine ve yerli işbirlikçilerine karşı ulusal kurtuluş
mücadelesi sonrasında daha ziyade küçük ve orta kapitalistlerden
-küçük ve ulusal burjuvaziden- dine inananlara varana kadar geniş
bir çevreye hitap eden Demokratik Parti kurulmuştu. Bu partinin
yanı sıra aydınlar ve köylüler de Kore Komünist Partisiyle
birleşen Yeni Demokratik Parti’yi kurmuşlardı.
Kore
Komünist Partisi, bu iki parti ile Ulusal Demokratik Birleşik
Cephe’yi oluşturur. Bu cephe içinde toplumun bütün sınıf ve
sosyal tabakalarından insanlar temsil ediliyorlardı.
Kore
Komünist Partisi, KDHC’ni kuran güçlerden sadece birisiydi. Bu
partinin sonraki gelişme seyrini “Çuçe-ideolojisi” bölümünde
ele alacağız. Ama burada Kim İl Sung’un bir anlayışını
aktarmadan geçmeyelim:
“Partimizin
kuruluşu, yeni tipten devrimci bir partinin doğuşuydu; Bu partinin
önder ideolojisi Marksizm-Leninizm ve Çuçe-İdeolojisidir”
(4).
Yeni
iktidarı Kim İl Sung şöyle tanımlar:
“Bu,
Kore halkının mutlak çoğunluğunu oluşturan nüfusun geniş
tabakalarının –işçiler, köylüler, emekçi aydınlar ve küçük
burjuvazi- temsilcilerini örgütleyen iktidardır…
Halk
iktidarımız, emperyalizmin uşakları olan toprak ağalarına,
komprador burjuvaziye, Japon ve Amerikan yanlısı unsurlara ve
ulusal hainlere karşı…diktatörlük ve halka karşı da demokrasi
uygular” (5).
“Demokratik
bir halk cumhuriyeti inşa etmek için sadece işçilerin ve
köylülerin değil, aynı zamanda bütün yurtseverlerin de, ulusal
burjuvazi de dahil demokratik güçlerin de katıldığı bir
birleşik cephe oluşturulmalıdır… Bağımsız bir devlet
talebini yükselten dürüst ulusal burjuvaziyle birleşebilmeliyiz,
birleşmek zorundayız” (6).
Kim
İl Sung, işçilerden ulusal burjuvaziye ve dini cemaatlere varana
kadar en geniş yığınların temsil edildiği bir iktidardan
bahsediyor ve bu iktidarı “halk demokrasisi diktatörlüğü”
olarak tanımlıyor.
2-Üretim
Araçlarının/Mülkiyetin ve Toplumsal Düzenin Karakteri
Nisan
1955’te Kim İl Sung şöyle der: “Kurtuluştan sonra
gerçekleştirilen demokratik dönüşümün sonucu olarak ülkenin
kuzeyinde sosyo-ekonomik yapı tamamen değişti. Bugünkü aşamada
ülkenin kuzey kısmında sosyo-ekonomik yapı esas itibariyle üç
formasyona ayrılır:
Birincisi;
sosyalist ekonomik formasyon.
İkincisi;
küçük meta ekonomisi formasyonu.
Üçüncüsü;
kapitalist ekonomi formasyonu.
Sosyalist
ekonomi formasyonu (sosyalist üretim biçimi, çn.), devlet ve
kooperatif sektöründen oluşmaktadır… Bugün devlet sektörünün
ülkemiz sanayi üretiminin bütün kapsamındaki payı yüzde 90 ve
kooperatif üretiminin toplam kapsamdaki payı da yüzde 7 ile yüzde
8’dir…
Küçük
meta ekonomisi formasyonu, tekil köylü işletmelerinden oluşur ve
tarımda hala hakim konumdadır…
Kapitalist
sektör, kapitalist özel ticaretten, şehirdeki kapitalist sanayiden
ve kırdaki büyük köylü işletmelerinden oluşmaktadır. Bu,
cumhuriyetin kuzey kısmında şimdi hala var olan bir sömürü
biçimidir” (7).
Temmuz
1953’ten sonra (Amerikan emperyalizmi ve müttefiklerinin Kore’ye
saldırmaları ve “Kore Savaşı” diye bilinen savaştan sonra)
KDHC, özel sermayenin “sosyalistleştirilmesi” adımını
atar. Burada kastedilen ulusal burjuvazidir. Yani, emperyalistlerle,
yabancı sermaye ile ayrılmaz bağı olmayan burjuvazi. KDHC
hükümeti bu kapitalistlerin sermayesine el koymamış, aksine bu
kapitalistleri barışçıl yoldan, eğiterek sosyalist yapmaya
yönelmiştir.
Parti,
kapitalist tüccarları ve sanayicileri mülksüzleştirme yerine
onları sosyalist tarzda eğitme çizgisini benimsemiştir.
“Antiemperyalist, antifeodal demokratik devrimde ulusal
kapitalistlerle beraber hareket etmekle işçi sınıfı daha güçlü
desteklenmiş ve sosyalist devrim daha güçlü ilerletilmiştir”
(8).
Yeni
Kore’de ulusal burjuvaziyi eğiterek kazanmak yöntemine göre
hareket edilmiştir:
“Özel
ticaretin ve özel işletmeciliğin sosyalist yapılandırılmasında
söz konusu olan, özel tüccarların ve işletmecilerin bilinç
seviyesinin ve bütün ekonomik koşulların tam dikkate alınmasıdır”
(9).
“Sanayinin
ulusallaştırılmasının sonucu olarak…zaten az gelişmiş
kapitalist ticaret ve kapitalist sanayi daha güçlü olarak ikinci
derecede bir role mahkum edildi. Bu durumda partimiz, kapitalist
tüccarları ve sanayicileri sosyalist inşaya kazanmak ve
işletmelerini, sosyalist devlet sektörünün hızlı
genişlemesinden ve gelişmesinden hareketle tedricen yeniden
yapılandırma rotasını izler…
…Partimiz,
kooperatif ekonomisinin çeşitli biçimleri üzerinden
zanaatçılarınki ve küçük tüccarlarınkiyle birlikte kapitalist
tüccarların ve sanayicilerin işletmelerini sosyalist sektöre
bağlama rotasını izledi. Bu, sadece sosyalist inşanın
gereksinimlerine değil, aynı zamanda işletmecilerin ve tüccarların
çıkarlarına da tekabül ediyordu” (10).
“Kapitalist
tüccarların ve sanayicilerin sosyalist tarzda yeniden
biçimlendirilmesi politikasının temel gereksinimi,… kapitalist
ekonominin tedricen yeniden yapılandırılmasıdır. Üretim
kooperatiflerine girmeleriyle işletmeciler ve tüccarlar, çalışan
sosyalist insanlara dönüştüler. Kapitalist tüccarların ve
üreticilerin sosyalist ilkelere göre eğitimlerinde partimiz, onlar
üzerinde gönüllülük ilkesini uyguladı” (11).
KDHC’inde
üç tür kooperatif örgütlenir:
- Üretim araçlarının özel mülkiyetine dokunulmayan kooperatif biçimi. Bu kooperatif biçiminde sadece iş/çalışma kooperatif tarzda yürütülür.
- Yatırılmış sermayenin özel mülkiyetine dokunulmadığı, ama dağıtımda karın yüzde 40’ının ortak fona ayrıldığı, geriye kalan yüzde 60’ın ise ikiye ayrıldığı kooperatif biçimi. Burada ikiye ayrılan yüzde 60’lık kar payının bir kısmı, yatırılan sermayenin miktarına uygun olarak dağıtılırken, ikinci kısmı da emeğe uygun olarak dağıtılmıştır.
Böylece
kooperatiflere katılan kapitalistler, yatırımlarına tekabül eden
pay, yani kar almışlardır.
- Sadece harcanan iş (emek) bazında dağıtıma göre kooperatif biçimi.
Kooperatiflere
katılmaya ikna edilen ulusal burjuvazi, hangi türden kooperatife
katılacağına bizzat karar verme özgürlüğüne sahipti
(12).
Böylece
kooperatifleşme koşullarında ulusal burjuvazinin/kapitalistlerin
çoğunluğu ikinci biçimdeki kooperatifi tercih etmişlerdi. Çünkü
kapitalistler, bu biçim kooperatifte, katılan sermayenin kapsamına
göre faiz alıyorlardı. Yani burada da; faiz almakla çalışanları
sömürüyorlardı.
“Ulusal
kapitalist”lerin bu türden kooperatiflere memnuniyetle katılmaları
doğaldı. Böylece çalışmadan kar elde ediyorlardı.
Sermayelerini çalıştırıyorlar, faizcilik yapıyorlardı.
Böylece
ulusal burjuvazi, tüccarlar ve özel sermaye yüzde yüz “çalışan
sosyalist insan”lara dönüştürülmüşlerdi!
Kim
İl Sung mantığıyla sosyalizme geçiş:
Kim
İl Sung’un anlatımına göre antiempertalist, antifeodal
demokratik devrim 2 sene gibi kısa bir zamanda tamamlanır ve adım
adım sosyalizme geçiş dönemi başlar.
Amerikan
emperyalizmine, bütün emperyalist saldırganlara karşı savaştan
sonra ülkenin yeniden inşasında ortaya çıkan sorunların
çözümünde ağır sanayi ve onun öncelikli büyümesi tutulacak
temel halka olarak görülür. Parti, aynı zamanda hafif sanayi ve
tarımı geliştirirken ağır sanayinin öncelikli büyümesi
çizgisinde hareket eder (13).
“Tarımda
tekil köylü ekonomilerinin sosyalist kooperatifleştirilmeleri
gerçekleştirilir” (14).
Partinin
bu çizgisini eleştirenler de vardır: “Aynı zamanda hafif
sanayi ve tarımı geliştirirken ağır sanayinin öncelikli
büyümesi çizgisi, partiye sızmış olan parti düşmanı
unsurlar, ülke içindeki ve yurt dışındaki revizyonistler ve
dogmatikler tarafından bolca saldırıya uğrar. Onlar partinin bu
çizgisini ’halkın yaşamı zor ve ağırlık ağır sanayinin
inşasına veriliyor, makineler yemek vermiyorlar’ gibi sözlerle
inkar ederler” (15).
Üç
Yıllık Planın (1954-1956) yerine uygulanmasından sonra 1957’de
Beş Yıllık Plan ele alınır. Bu plan, ülke tarihinde sosyalizmin
temellerinin inşasını güya tamamlayan plan olur. Kim İl Sung’un
anlayışına göre KDHC’nde sosyalizmin inşası 1957-1961
arasında tamamlanmıştı.
“O
zamana kadar elde edilen başarılardan ve sosyalist yeniden
yapılandırmanın tecrübelerinden hareketle partimiz, tarımda
kooperatif birleşmesini ve özel ticaret ve özel sanayin sosyalist
yapılandırılmasını Beş Yıllık Plan dönemi zarfında
sonuçlandırma görevini önüne kor” (16).
Ve
plan, zamanından önce gerçekleştirilir:
“Sosyalist
inşanın yükselişini… teşvik ederek devasa Beş Yıllık Planı,
tespit edilen mühletten çok önce yerine getirdik. Yaklaşık aynı
zamanda ve sorunsuz olarak daha 1958’de tarımda kooperatifsel
birleşme ve özel ticaretin ve özel sanayin sosyalist
yapılandırılması tamamlandı” (17).
Daha
o zaman halkın gıda, giyim ve konut sorunu çözülür!
Artık
KDHC, sosyalisttir, ülkede sosyalist üretim ilişkileri hakim
kılınmıştır!
“Ülkemizde
sosyalist üretim ilişkileri bir dizi devrimci altüst oluşlarla
gerçeklik olmuştur; Emperyalistlerin ve uşaklarının
mülksüzleştirilmesi, tekil köylü işletmelerinin, feodal
mülkiyet ilişkilerinin yok edilmesi ve özel ticaret ve özel
sanayin sosyalist yapılandırılması, kooperatifleştirme” (18).
Yeni
Kore’de toprak reformu gerçekleştirilir.
Toprak
reformunun sonucu olarak kırsal alanda küçük meta üreticisi
tekil köylü işletmeleri hakim olur. Bu hakimiyeti aşmak ve
üretici güçleri, eski üretim ilişkilerinden tamamen kurtarmak
için tarımın sosyalist kolektifleştirilmesi gündeme gelir. Ve
KDHC’nde, hiçbir ülkede hiçbir zaman gerçekleşmeyecek olan
gerçekleşir: Bu ülkede “kooperatifleşme, neredeyse tamamen
teknik modernleştirme olmaksızın gerçekleşir” (19).
Kolektifleştirme
(kooperatifleştirme) sürecinde gönüllülük ilkesi, devletin ve
partinin desteği ve yönlendirmesi esas alınır. Başka ülkelerin
deneyimleri incelenir, ama Kore özelliği, özgün tecrübe en
önemli sayılır.
Yeni
Kore’de de sosyalizm, aynen Çin’de olduğu gibi ulusal
burjuvaziyle birlikte kuruluyordu:
“Ülkemizin
halk demokrasisi düzeninde özel işletmeciler, tüccarlar ve
nüfusun başka katmanları, iktidar organlarında işçiler ve
köylüler ile birlikte ortak hareket ederler ve birleşik cephenin
bir bileşenini oluştururlar. Ülkemizin işletmecileri ve
tüccarları, başta işçi sınıfı olmak üzere bütün
emekçilerle sadece demokratik devrimin gerçekleştirilmesine değil,
bilakis ülkemizin kuzey yarısında sosyalizmin inşasına da
katılırlar” (20).
“Ulusal
burjuvazi karşısında baştan beri politikamız, sadece
antiemperyalist, antifeodal demokratik devrimi beraberce
gerçekleştirmekten ibaret değildi. Aksine onu bizimle birlikte
sosyalist/komünist topluma götürmekti” (21).
Böylece
Kim İl Sung’un Kuzey Kore’sinde ulusal burjuvazi, aynen Mao
Zedong’un Çin’inde olduğu gibi, işçi sınıfıyla birlikte
sosyalizm inşa ediyordu veya Kim İl Sung’a göre sosyalist
aşamaya geçiş ulusal burjuvazi ile birlikte gerçekleşiyordu!
Kim
İl Sung, “gönüllülük ilkesi temelinde” kapitalist
tüccarların ve işletmecilerin adım adım sosyalist emekçilere
dönüştürülmesini partinin takip etmesi gereken çizgi olarak
görüyordu. Bu anlamda sosyalizmin inşasında ulusal burjuvaziye
karşı sınıf mücadelesinden ziyade bu burjuvaziyi eğiterek
sosyalist düzene kazanmak, mülksüzleştirmemek gerekir diyordu.
“Şehirde
ve kırda kapitalist unsurlar mülksüzleştirme yerine sosyalist
tarzda eğitilmelidir” (22).
“Partimiz,
mülksüzleştirme yerine kapitalist tüccarların ve fabrikatörlerin
barışçıl yeniden biçimlendirilmeleri politikasını takip ettiği
için sınıf mücadelesi, sadece özel bir karakter alabilirdi.
Kapitalist ticaret ve sanayinin sosyalist yeniden yapılandırılmasını
izleyen sınıf mücadelesi esasen ikna ve eğitimle gelişti”
(23).
“Şimdiye
kadar biz Marksist-Leninistler şehir ve kırdaki kapitalistlerle
işçi sınıfı arasında uzlaşmaz çıkar
zıtlığı olduğunu söylüyorduk. Marksist sınıf mücadelesi
teorisi tam da buna dayanmaktadır. Fakat şimdi Buharin’in
kapitalistlerin sosyalizme barışçıl intibakı
teorisine göre, tüm bunlar altüst oluyor. Sömürücülerin ve
sömürenlerin sınıf çıkarları arasındaki uzlaşmaz çelişki
kayboluyor. Sömürücüler sosyalizme intibak ediyorlar” (24).
Çin’de
Mao Zedong, Kuzey Kore’de de Kim İl Sung, kapitalistlerle birlikte
sosyalizmi kurmak ve sınıf uzlaşmacılığı yapmak bakımından
Buharin’in yolundan gittiler.
Kim
İl Sung sosyalizmi:
Çin
ile ilgili yazıda Mao Zedong’un ulusal burjuvaziyle; özel sermeye
ile devlet-özel sektörü oluşturması; devlet-özel sermaye
ortaklıkları kurma stratejisini izlediğini göstermiştik. Kuzey
Kore’de ise Kim İl Sung böyle bir strateji yerine kooperatiflerde
birleşme stratejisini izlemiştir.
Bu
ülkede tam da Buharin’in anlayışı doğrultusunda hareket
edilerek kapitalist tüccarların ve sanayicilerin sosyalist tarzda
eğitildiklerine ve sosyalizme kazanıldıklarına inanılmıştır.
Yeni Kore yönetimi, bunun “tamamen yeni” bir tecrübe
olduğunu böbürlenerek açıklar.
Kuzey
Kore’de “diğer sosyalist ülkelerden farklı olarak
kapitalist ticaret ve sanayinin barışçıl dönüşümü için
devlet kapitalizmi biçimini seçmenin tamamen gereksiz olduğu”
anlayışı hakimdi.
“Partimiz,
kapitalist ticaretin ve sanayinin sosyalist zeminde dönüştürülmesi
çizgisini benimsedi ve kapitalist tüccarların ve üreticilerin
kooperatif ekonomisinin çeşitli modellerine gönüllülük
ilkesinin sıkı dikkate alınmasıyla katılabileceklerine dikkat
etmiştir” (25).
Yukarıda
belirttiğimiz üç kooperatif cinsinden ilk ikisi kapitalist
tüccarlar ve sanayiciler göz önünde tutularak hazırlanmış ve
uygulamaya konmuştur. Ulusal kapitalistler bu iki kooperatif
biçiminden hangisine girecekleri konusunda karar vermekte
özgürdüler. Ne de olsa zorlama olmayacak ve gönüllülük ilkesi
uygulanacaktı.
Yeni
Kore iktidarına göre sadece kooperatiflere girmek, “çalışan
sosyalist insan”a dönüşmek için yeterli oluyordu.
“Üretim
kooperatiflerine girmeleriyle işletmeciler ve tüccarlar çalışan
sosyalist insanlara dönüştüler” (Kim İl Sung).
Böylece
daha Ağustos 1958’de özel tüccarların ve sanayicilerin hepsi
kooperatiflere katılmışlar ve “çalışan sosyalist
insan”lara dönüşmüşlerdi!
“Ülkemizin
şehirlerinde ve köylerinde üretim ilişkilerinin sosyalist yeniden
yapılandırılması sonuçlandırıldı. Böylece toplumumuz, sömürü
ve baskının olmadığı sosyalist bir topluma dönüştü”
(26).
Evet,
KDHC, böyle sosyalist oldu!
1986’da
KDHC, SB’nde 1960’lı yıllarda uygulanmaya konan “iktisadi
reform”ları uygulamaya kor. Merkezi planlamayı tasfiye eder ve
ekonomi üzerine karar verme mekanizmasını ademi merkezileştirir.
3-KDHC
Sosyalizmi ve Yabancı Sermaye
KDHC’nde,
Kimilsungizmin ve Çuçe-İdeolojisinin bir ilkesi olarak sürekli,
“kendi gücüne dayanmak”tan bahsedilir. Ama bu, bir
demagojidir. Çünkü KDHC, yabancı sermayenin gücüne dayanarak
ülke ekonomisini geliştirmeyi ilke edinmiştir. Bununla ilgili
birkaç örnek verelim.
1970’li
yıllarda KDHC, ülkenin sanayileştirilmesini ilerletmek için
yabancı (Batılı) şirketlerden ve mali kurumlardan kredi almaya
başlar. Daha 1975-1976 döneminde dış borç miktarı 2 milyar
dolara varır. İhraç ettiği en önemli malların (hammaddeler)
dünya pazarlarında fiyatları düştüğü için KDHC, aldığı
kredilerin ana para ve faizlerini ödeyemeyeceğini açıklamak
zorunda kalır.
1986’da
dış borç miktarı 6 milyar dolara çıkar.
1984’te
KDHC, ortaklık işletmeleri (Joint Ventures) üzerine bir yasa
çıkartır. Bu yasaya göre;
- KDHC, kendi işletmeleri ile yabancı işletmeler arasında ortaklığı teşvik eder.
- KDHC, ortaklığa katılan yabancı sermayeyi yasal olarak korur.
- Bu işletmelerin; yabancıların karını garanti altına alır.
- Ortaklık işletmeleri, yabancı bir ülke bankasından kredi alabilirler.
- Bu ortaklıklar, ürünlerini dış pazarlarda satabilirler.
- Yabancı ortaklıklar, gelirlerini transfer etme hakkına sahipler.
Daha
1986’da düzinelerce ortaklık projelerinin olduğu açıklanır.
80 ortaklık kurulmuştur. Bunların çoğu, sürekli Kuzey Kore’de
kalan Japonlar tarafından yönetilir (1991).
KDHC
Anayasasından:
“Devlet,
ülkemizdeki kurumları, işletmeleri ve örgütleri, yabancı
şirketlerle ve bireylerle ortaklıklar ve kooperatif işletmeler
kurmak için teşvik edecektir”.
Bu
anlayışın ürünü olarak anayasayla, yabancı yatırımları
teşvik edilir ve Kuzey Kore’de faal olan yabancıların hakları
ve karları garanti altına alınır.
Ekim
1992’de KDHC Yüksek Meclisi Daimi Komisyonu, yabancı yatırımlar
üzerine ilk yasayı onar.
Yeni
yasaya göre;
- Yabancı yatırımcılar, kendi sermaye katılımlarıyla veya başka ortaklık işletmeleriyle anlaşma bazında işletmeler kurabilirler.
- Yabancı yatırımcılar, özel iktisadi bölgelerde tamamen yabancıların elinde olan işletmeler kurma olanağına sahipler.
- Yabancı işletmeler, karlarının bir kısmını yurt dışına transfer etme hakkına sahipler.
1991’de
hükümet, özel iktisat bölgeleri kurulacağını açıklar. Bu
bölgelerin alanı kuruluşunda 621 km²’den 1993’te 742 km²’ye
çıkar. Bunun ötesinde hükümet, KDHC’nde faal olan yabancı
şirketler için hukuksal çerçeve oluşturan başka yasalar da
çıkardığını açıklar.
Şimdilerde
(2005) ise KDHC’nde Güney Kore Hyundai tekeli Kaesong’da
(Pjongjang’da 160 km uzakta) yabancı yatırımcılar için devasa
bir sanayi parkı inşa etmektedir. 2020’ye kadar bu “özel
iktisadi bölge”de yabancı tekeller 250 bin kadar işçi
çalıştıracaklar. Bu bölgede bir işçinin aylık ücreti
(haftada 48 saat çalışma bazında) sadece 47,60 Avrodur. Güney
Kore’deki ortalama ücretlerin sadece otuzda biri kadar.
4-Revizyonizm
ve Kimilsungizm
Kim
İl Sung’un bazı anlayışlarının Marksist-Leninist ilkelerle,
anlayışlarla uyumluluk içinde olduğu tartışma götürmez.
Birkaç örnek:
- Sömürge, yarı sömürge, emperyalizme bağımlı geri ülkelerde devrimin antiemperyalist-demokratik bir devrim olacağı ve bu devrimin tamamlanmasıyla sosyalizme geçileceği ve kapitalizmin gelişmiş olduğu ülkelerde doğrudan sosyalist devrimin gerçekleşeceği anlayışı;
- Demokratik devrimde emperyalizme, işbirlikçi yerli büyük burjuvaziye ve feodallere karşı ulusal burjuvazi de dahil mümkün olan bütün güçlerin birleştirilmesi ve ulusal bir halk cephesi kurulması gerektiği anlayışı;
- Bu mücadelede komünist partinin önder olması gerektiği anlayışı;
- Ekonominin sosyalist inşasında ağır sanayinin öncelikli geliştirilmesi anlayışı doğrudur.
“Devrimin
ilk aşamasında Kore halkı, antiemperyalist, antifeodal demokratik
bir devrimi gerçekleştirme göreviyle karşı karşıyadır…
Demokratik
halk cumhuriyetini kurmak için…ulusal burjuvazi de dahil bütün
yurtsever, demokratik güçler birleşik bir cephe oluşturmalılar…
Bu
mücadelede komünist partisi pasif ve inisiyatifsiz olamaz.
Demokratik halk cumhuriyetinin kurulması mücadelesinde komünistler
en aktif, en etkili rolü oynamaktalar ve halk yığınlarını,
onların en önünde durarak harekete geçirmekteler…” (27).
Kim
İl Sung’un, belirttiğimiz gibi, ekonominin inşasında hafif
sanayiye nazaran ağır sanayinin (üretim araçları üretiminin)
öncelikli geliştirilmesi anlayışı da doğrudur.
Ama
Kim İl Sung’un ideolojisinin, sosyalist devrime nasıl geçileceği,
sosyalist devrimin nasıl şekilleneceği gibi önemli konulardaki
anlayışının Marksist-Leninist teoriyle hiçbir ilişkisi yoktur.
Örneğin
o, proletarya diktatörlüğü konusunda tamamen farklı
düşünmektedir.
Birincisi;
Kim İl Sung’a göre Kore’de proletarya diktatörlüğüne gerek
yoktur.
“Amaç
edindiğimiz demokrasi, batılı kapitalist ülkelerdekinden ilkesel
farklıdır, ama sosyalist bir ülkedekinin de kölece kopyası
değildir. Bizim demokrasimiz, Kore gerçeğine en uygun düşen yeni
bir demokrasi türünü temsil eder” (28).
Biyografisinde
de şu anlayışa yer verilir:
“Antiemperyalist,
antifeodal, demokratik devrimin görevlerinin çözümlendiği, ama
devrilmiş sömürücü sınıfların geriye kalan unsurlarının
iktidar yapısında hala güçlü bir güç oluşturdukları bazı
ülkelerde proletarya diktatörlüğünün zor yoluyla kurulması son
baş vurulan araçtı. Kore’nin kuzey yarısında koşullar
başkaydı, buna gerek yoktu” (29).
Bu
iki anlayışın Marksist-Leninist teori ile hiçbir ilişkisi
yoktur.
Kim
İl Sung, bazen proletarya diktatörlüğünden bahsetse de Kore gibi
ülkelerde proletarya diktatörlüğünü gereksiz görmektedir.
Amaçlanan
demokrasinin batılı kapitalist ülkelerdeki demokrasiden ilkesel
farklı olması gerektiği anlaşılır. Peki sosyalist bir ülkedeki
demokrasinin kölece kopyası olmayacak, Kore gerçeğine uygun düşen
yeni türden bir demokrasi olacak anlayışı nasıl yorumlanmalı?
“Kapitalist
ve komünist toplum arasında bir toplumdan diğerine geçiş dönemi
bulunur. Buna, devletin, proletaryanın devrimci demokratik
diktatörlüğünden başka bir şey olmadığı siyasal geçiş
dönemi tekabül eder” (Komünist Enternasyonal Programından).
Proletarya
diktatörlüğü olmaksızın sosyalizmi inşa etmek olanaksız. Ama
Kim İl Sung, Kore gibi ülkelerde proletarya diktatörlüğüne
gerek yok diyor. Bunu hem doğrudan söylüyor, hem de Kore’ye özgü
demokrasiden bahsederek söylemiş oluyor.
Kim
İl Sung’a göre Kore’de sosyalizm inşa ediliyor. Ama bu,
sosyalist demokrasi, proletarya diktatörlüğü koşullarında
değil, Kore’ye özgü yeni tipten bir demokrasi ve iktidar
koşullarında gerçekleştiriliyor.
Eylül
1948’de KDHC, halk demokrasisi olarak kurulur. Ulusal burjuvazi de
dahil bu devlet, birden fazla sınıfın devrimci diktatörlüğü
olarak tanımlanır.
6
Mart 1958’de Kim İl Sung şu tespiti yapar:
“Bazıları,
halk iktidarımız birleşik cepheye dayandığından dolayı onun
proletarya diktatörlüğü olmadığını söylüyorlar. Bu, tamamen
yanlış bir düşüncedir. Bugünkü halk iktidarımız, proletarya
diktatörlüğü kategorisine aittir” (30).
Ne
oluyor şimdi?
1958’de
dahi parti önderliği, başta da Kim İl Sung, KDHC’nde halk
iktidarını farklı sınıfların ortak diktatörlüğü olarak
tanımlıyor: “Birleşik cephe üzerinde yükselen halk
iktidarı”. Ama bu iktidar; ulusal burjuvazi de dahil farklı
sınıfların bu ortak iktidarı veya diktatörlüğü, aynı zamanda
“proletarya diktatörlüğü kategorisi”ne dahil oluyor!
Bu,
Mao Zedong’un ulusal burjuvaziyle birlikte sosyalizm inşa etmesine
benzemektedir.
Sovyet
modern revizyonizmi konusunda alınan tavır:
14
Nisan 1965’te Kim İl Sung şu tespiti yapıyordu:
“Bildiğiniz
gibi, 1956 ve 1957 yılları komünist dünya hareketi içinde modern
revizyonizmin geniş cephede kafasını kaldırdığı bir dönemdi”
(31).
10
Temmuz 1961 tarihli SB-Kore ortak açıklamasında, uluslararası
komünist hareketle ilgili olarak taraflar arasında “tam
anlayış birliği”nin olduğuna yer verilir. Aynı zamanda
Kore Emek Partisi, Kruşçev önderliğindeki SB’ni “dünya
çapında komünist hareketin enternasyonal tanınmış öncüsü”
olduğunu kabul eder.
Kim
İl Sung, Ekim 1986’da SB’ni ziyaret eder ve SBKP’nin XXVII.
Kongresinde sosyo-ekonomik reformlarla ilgili olarak alınan
kararları desteklediğini açıklar.
“Yoldaş
M. S. Gorbaçov’un; bu tutarlı Marksist-Leninistin kararlı
faaliyeti olmasaydı, şimdi SB’nde gerçekleşen bu dönüşüm
düşünülemezdi”.
Kore
Emek Partisi, “kardeş partiler ve kardeş ülkeler”
arasındaki görüş farlılıklarını “geçici” olarak görür.
Bu farklılıkların sosyalist ülkelerdeki değişik tarihsel ve
coğrafi koşulardan kaynaklandığı anlayışı savunulur.
Kore
Emek Partisi’ne göre “sınıf kardeşleri” arasındaki
ideolojik ve teorik farklılıklar, ortak ekonomik ve siyasal tabana
sahip olan ve emperyalizme ve sömürgeciliğe karşı sosyalizmi ve
komünizmi inşa etme ortak amacıyla mücadele eden sınıf
kardeşleri arasındaki farklılıklardır (32).
7-Çuçe-İdeolojisi
ve Kimilsungizm
Çuçe-İdeolojisine
göre insan ve toplum, ideolojinin ve iradesinin gücü vasıtasıyla
çevrenin nesnel koşulları üzerine hakimdir. Burada “Çadşuzong”
anlayışı belirleyici öneme haizdir: İnsan her şeye hakimdir;
dünyaya ve kendi geleceğine hakimdir ve her şey üzerine karar
verir. Özne; insan, sınır tanımaz, karşı karşıya kaldığı
bütün zorlukları aşar, yener.
„İdeolojide
Çuçe, insanların zamanı geçmiş düşüncelerden kurtulması ve
yeni dünya görüşünün, Çuçe-dünya görüşünün oluşması
için ideolojik devrim anlamına gelir. Bu, bu dünya görüşüne öz
itibariyle yabancı olan geleneksel düşüncelerin ve özellikle de
dalkavukluğun kökünün kazınmasını gerekli kılar. Dalkavukluk,
kendini, daha büyük ve daha gelişmiş ülkelere tapınmakta ve
göklere çıkartmakta ifadesini bulan uyruk zihniyeti anlamına
gelir. Bu, kendi ülkesini, kendi ulusunu küçümsemekte,
onursuzlaştırmakta ifadesini bulan nihilizmdir. Yaltakçı olan,
başkalarını göklere çıkartır, onlara boyun eğer,
revizyonistlere ve dogmatiklere de boyun eğer“ (33).
Marksist
dünya görüşüne göre, doğanın ve toplumun gelişmesi; doğadaki
ve toplumdaki değişmeler belli ve nesnel olan yasalara bağlıdır.
İnsan, bu yasaları değiştiremez, ancak tanıyabilir ve onları
toplumsal gelişmede kullanabilir.
Çuçe-İdeolojisi
ise tam bunun tersini söylüyor: İnsan doğa ve toplumun nesnel
yasalarını değiştirebilir; insan bu nesnel yasalara hakimdir.
Marksizm,
geleneksel bir dünya görüşüdür. Marksizm, ancak ve ancak
Çuçe-İdeolojisiyle aşılır, yenilir!
“Yoldaş
Kim İl Sung’un dediği gibi, siyasal “Çadşuzong” hükümran
ve bağımsız bir devletin belirleyici kıstasıdır…Her ulus,
ancak, siyasal “Çadşuzong”u muhafaza ettiği müddetçe
bağımsızlığını ve özgürlüğünü koruyabilir…Devrimci
mücadele, her şeyden önce, siyasette “Çadşuzong” için
mücadeledir” (34).
Oğul
Jong’un bu anlayışını yukarıdaki anlayışıyla birleştirirsek
ortaya çıkan şu: Başka ülkelerden, başkalarından öğrenmek
doğru değildir. İnsanlığın ortaya çıkardığı, bütün
toplumlara mal olmuş gerçekleri kabullenmek yanlıştır. Özgür
ve bağımsız olmak istiyorsan her şeyi kendin yapacaksın.
„Sosyal-politik
organizma çok sayıda insanın faaliyetini koşulladığı için,
bir merkez gereklidir; bu merkez toplumsal topluluğun yaşam
faaliyetini bütünlüklü olarak yönetir. Tek tek insanların
yaşamı için beyin, merkezdir. Sosyal-politik topluluğun varlığı
için de önder, kolektifin beynidir. Önder, bu organizmanın
faaliyetini merkezi konumundan hareketle bütünlüklü olarak
yönlendirdiği için bu, böyledir. Önder, halk yığınlarının
hükümran taleplerini ve çıkarlarını analiz eden, toparlayan ve
bir bütünlükte birleştiren merkezdir. Aynı zamanda o, halk
yığınlarının yaratıcı faaliyetlerinin bütünlüklü gerçeklik
olması için merkezdir“ (35).
Ne
diyelim? Kişiye tapıcılık herhalde ideolojik olarak böyle
temellendiriliyor olsa gerek?! Önder, beyin! Öndere sadık parti,
halk yığınlarından oluşan organizmanın sinir kanalları ve
insanlar da bu kanallarda kişiliksizleşerek kayboluyorlar.
Çuçe-İdeolojisi
aynı zamanda kimilsungizmdir, KDHC’nin resmi ideolojisidir. Çuçe,
düşünen, hisseden ve isteyen ben anlamına gelir. Burada
kastedilen, düşünerek ve eylem içinde dünyayı zapt etmektir.
Çuçe-İdeolojisi
geçen yüzyılın ‘20’li yıllarında doğar. Oğul Kim Jong İl,
Çuçe-İdeolojisinin doğuşunu şöyle tanımlar:
“Dar
kafalı milliyetçilere, sahte Marksistlere, yaltakçılara ve
dogmatiklere karşı mücadelede yeni devrimci bir yol için Kim İl
Sung, Çuçe-İdeolojisi gerçeğini keşfetti. Haziran 1930’da
Kalun’da toplanan Komünist ve Antiemperyalist Gençlik Örgütünün
yönetici görevlilerinin konferansında bu ideolojinin ilkelerini
açıkladı ve Kore devriminin Çuçe çizgisini ortaya koydu. Bu,
tarihsel bir olaydı,Çuçe-İdeolojisinin ve devrimci Çuçe
çizgisinin doğduğu zamandı” (36).
Anlaşılan
o ki, geçen yüzyılın ‘20’li yıllarında parti içindeki
fraksiyonculuk, o zaman oldukça genç olan –hatta bıyığı henüz
terlememiş olan veya da terlemek üzere olan- Kim İl Sung’a
“yeter artık” dedirtiyor ve Kore devrimi için yeni, tamamen
özgün bir devrimci yol konspti hazırlamasına neden oluyor.
Ne
var ki bu kavram, ancak 1950’li yılların ikinci yarısından
itibaren detaylandırılmaya ve partinin ideolojisi olarak
geliştirilmeye başlanmıştır. Aralık 1953’te Kim İl Sung,
propaganda ve ajitasyon bölümünde çalışanlara yaptığı
konuşmasında (“Dogmatizm ve Formalizmin Yok Edilmesi ve İdeolojik
Çalışmada Çuçe’nin Yapılandırılması”) sorunu
temellendirmeye çalışır.
Bu
konuşmasında Kim İl Sung, başka ülkelerin, yani SB ve Çin’in
–ama daha ziyade SB’nin tecrübelerinden yararlanılması
gerektiğini, ama bu tecrübelerin aynen alınamayacağını, Kore’ye
özgü olanın esas alınması gerektiğini vurgular. Bu dönemde
parti içinde Kim İl Sung fraksiyonu ile SB arasında soğuk
rüzgarlar esmektedir. Ancak, Kim İl Sung, parti içindeki bütün
karşıtlarını tasfiye ettikten sonra Çuçe-İdeolojisini yeni bir
dünya görüşü olarak geliştirmeye koyulur.
Kimilsungizm
veya Çuçe-İdeolojisi, Marksizm”i, zamanı geçmiş, eskimiş,
günümüzün sorunlarına cevap vermeyen bir dünya görüşü
olarak değerlendirir.
“Marksizm,
işçi sınıfının tarihsel arenaya çıktığı ve sermayeye karşı
mücadeleye atıldığı zaman dilimini temsil eder. Ama zaman
değişti ve tarih ilerledi ve böylece Marksizm, kaçınılmaz
olarak tarihsel sınırlandırmalarla karşı karşıya kaldı”
(37).
Çuçe-İdeolojisine
göre artık nesnel koşullar, tarihsel gelişmede belirleyici rol
oynamıyorlar. Onların yerini insan almıştır.
“Tarihte
belirleyici rol oynayan artık nesnel koşullar değildir, aksine
insandır” (38).
“Biyolojik
varlığın (yaratık, çn.) aksine insan, dünyanın efendisi
ve yeniden yapılandırıcısıdır. Nesnel dünyayı kendi amaçları
için yeniden yapılandırarak geleceğine bizzat karar verir”
(39).
Böylece
oğul Kim Jong İl, insanın doğa yasalarının etkisine bağlı
olmadığını savunuyor.
Kim
Jong İl, insanı insan yapanın da tarihsel koşullar olduğunu
reddediyor. İnsan, en gelişmiş maddenin ürünüdür. Bu madde
(materi), iş aleti üretme ve bunu bilinçli; belirlediği amaç
için kullanma yeteneğine sahiptir. Bu faaliyeti sürecinde onun
bilinci oluşur ve gelişir. Kim Jong İl, insanı, insan yapan
nesnel dünyadan kopartıyor, onu nesnel dünyanın üzerine koyuyor
ve onu bir nevi tanrılaştırıyor.
Oğul
Kim Jong İl, baba Kim’in Çuçe’sini yorumlamaya devam eder.
“Diğer
bütün canlı materi, nesnel dünyaya tabi olarak ve ona uyum
sağlayarak yaşarken insan, bağımsız, sosyal bir varlıktır. Bu
özelliğinden dolayı insan, doğanın zincirlerini silkip atacak
durumdadır” (40).
Böylece
diyalektik materyalizm bir kenara atılıyor ve felsefi idealizm
savunuluyor. Çünkü burada “tinin doğa üstüne öncelliği”
savunuluyor (Engels) ve “düşünme ve varoluş ilişkisinde”
düşünmeye öncelik veriliyor. Yani tinin madde üzerinde öncelliği
savunuluyor.
Ama
Marksizm-Leninizm bunun tam tersini savunuyor. Marksizm’e göre,
bilimin yasaları insanların iradesinden bağımsız olarak etkide
bulunan nesnel gelişme yasalarıdır.
“Marksizm, —ister doğa yasaları, ister
ekonomi politik yasaları olsunlar -bilim yasalarını, insan
iradesinden bağımsız olarak etkilerini sürdüren, nesnel
süreçlerin yansımaları olarak anlar. Bu yasaları keşfetmek,
tanımak, incelemek, onları eylemlerimizde hesaba katmak, toplumun
yararına işletmek mümkündür, ancak bunları değiştirmek ya da
yok etmek mümkün değildir.
Hele yeni bilimsel yasalar oluşturmak ya da
yaratmak tamamen olanaksızdır” (41).
Bu nedenle komünistler açısından özgürlük,
doğa yasalarının etkisinden bağımsız değildir. Tersine, bu
yasaların varlığını tanımak, “zorunluluğun
kavranmasıdır”.
“Özgürlük, zorunluluğun
kavranmasıdır…Özgürlük, doğa yasaları karşısında
düşlenmiş bir bağımsızlıkta değil, ama bu yasaların
bilinmesinde ve bu bilme aracıyla bu yasaların belirli amaçlar
için yöntemli bir biçimde kullanma olanağıdır” (42).
"Zorunluluğun kavranması’ ne anlama
gelir? Bu demektir ki, insanlar nesnel yasaları ("zorunluluğu")
anladıktan sonra, onları, tam bir bilinçle toplum yararına
uygulayacaklardır“ (43).
Çuçe-İdeolojisi, burada savunulanın tam da
tersini savunmaktadır. İnsan iradesini nesnel yasalar üzerine
koymakta ve belirleyici olduğunu savunmaktadır.
Çuçe-İdeolojisi, voluntarist bir
ideolojidir. İdealist felsefenin bir akımı/yönü olan
voluntarizm, iradeyi birincil olarak, temel olarak, belirleyici
olarak ele alır ve bu bakış açısından hareketle doğadaki ve
toplumdaki gelişmeleri ve de insanı açıklar.
Voluntarizm, doğadaki ve toplumdaki nesnel
yasallıkları reddeder ve kavrayışı -idrak etmeyi- iradenin ürünü
olarak görür.
Voluntarizm gibi sosyal-politik bir teori olan
Çuçeizm de, toplumsal yaşamın maddi varoluş koşullarını ve
nesnel yasallıkları dikkate almaz ve böylece kavranmış, idrak
edilmiş yasallıklara dayanan toplumsal faaliyeti (insanın
faaliyetini) inkar eder ve insan faaliyetini öznel keyfiyete,
spontane (kendiliğindenci) iradi belirlemelere, devrimci coşkuya
indirger. Bu anlayışın sonucu, “parti kararlıysa her
şeyi yapabiliriz” dir!
“Hayvanlar, doğanın bir parçasıdır ve
onların geleceği, değişim ve değişmenin doğal yasalarıyla
belirlenirken, insan değişim ve dönüşümün doğal yasalarına
itaat eden bir varlık değildir” (44).
Demek oluyor ki, nesnel dünyaya tabi canlı
diğer bütün maddelerden farklı olarak insan, dünyaya hakim olur,
onu iradesine ve isteğine göre değiştirir.
Veya oğul Kim’in dediği gibi, “parti
kararlıysa her şeyi yapabiliriz”!
Marksizm-Leninizme göre toplumsal, varlık
bilinci belirler.
„Varlıklarının
toplumsal üretiminde, insanlar, aralarında, zorunlu, kendi
iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar; bu üretim
ilişkileri, onların maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme
derecesine tekabül eder. Bu üretim ilişkilerinin tümü, toplumun
iktisadi yapısını, belirli toplumsal bilinç şekillerine tekabül
eden bir hukuki ve siyasal üst yapının üzerinde yükseldiği
somut temeli oluşturur. Maddi hayatın üretim tarzı, genel olarak
toplumsal, siyasal ve entelektüel hayat sürecini koşullandırır.
İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir;
tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır“
(45).
„...
Marksizm, toplumsal ekonomik sistemlerin, doğuş, gelişim ve düşüş
sürecinin ayrıntılı ve kapsamlı inceleme yolunu göstermiştir.
Halk kendi tarihini yapar, ama halkın, halk yığınlarının
güdülerini belirleyen, yani çatışan fikir ve uğraşların
çarpışmasına yol açan nedir? İnsan toplumlarının yığınları
içindeki bu çarpışmaların vardığı sonuç nedir? İnsanın
bütün tarihsel faaliyetlerinin temelini oluşturan maddi yaşamın
üretiminin nesnel koşulları nelerdir? Bu koşulların gelişme
yasası nedir? Marks, bunların hepsine dikkatleri çekti ve bütün
geniş çeşitliliği ve çelişkililiğine karşın, belirli
yasalarla yönetilen tek bir süreç olarak, tarihin bilimsel
incelemesinin yolunu gösterdi“ (46).
Burada
söz konusu olan, materyalist tarih anlayışıdır. Tam da bu
anlayış, çuçe-ideolojisi; kimilsungizm tarafından reddedilir.
“Materyalist
tarih anlayışına dayanan geçen yüzyıldaki sosyalizm teorisi,
tarihsel sınırlılıklardan azade değildi. Bu teori,
sosyal-tarihsel hareketleri, motiflere dayanan hareketler olarak
değil, bilakis, maddi ve ekonomik faktörlere uygun olarak
gerçekleşen doğasal-tarihsel süreçler olarak görmektedir.
Sosyalizmin bu teorisi, devrimci mücadele için maddi ve ekonomik
faktörleri belirleyici olarak gördüğünden, devrim ve onun
gerçekleştirilmesindeki belirleyici rolü için öznel faktörü
daha güçlü vurgulama görevini idrak edecek durumda değildi”
(47).
Yani
öznel faktör ön plana çıkartılarak her şey yapılabilir.
Aynen, “parti kararlıysa her şeyi yapabiliriz”!
Kimilsungizme
göre ağırlık, nesnel toplumsal gelişmelere verilmemelidir.
“Geçmişte
Marksizm’in kurucuları sosyalist teoriyi, maddi ve iktisadi
koşulların vurgulanmasıyla geliştirmişlerdi” (48).
Bunun
yerine ağırlık ideolojik eğitime verilmelidir deniyor:
“Sosyalist
toplumda insanın yeniden biçimlendirilmesi, onun eğitimi daha
büyük önem kazanır ve sosyalizmin maddi ve ekonomik koşullarının
oluşturulmasından daha öncelikli görev olur” (49).
Kimilsungizm,
Marksist-Leninist paylaşım ilkesine de karşıdır:
„Burada
ele almamız gereken, kendi temelleri üzerinde gelişmiş
olan değil, tersine, kapitalist toplumda doğduğu
şekliyle bir komünist toplumdur; dolayısıyla, iktisadi, manevi,
entelektüel, bütün bakımlardan, bağrından çıktığı eski
toplumun damgasını hâlâ taşıyan bir toplumdur. Bu bakımdan
birey olarak üretici (gerekli indirimler yapıldıktan sonra),
topluma vermiş olduğunun tam karşılığını alır. Onun topluma
verdiği şey, birey olarak, kendi emek miktarıdır. Örneğin,
toplumsal işgünü, bireysel çalışma saatleri toplamından
oluşur; her üreticinin birey olarak çalışma zamanı, toplumsal
işgünü olarak sunmuş olduğu kısımdır, onun bu bakımdan
katkısıdır. O, toplumdan, şu kadar emek verdiğini saptayan bir
belge alır (bunda kolektif fonlar için sarf etmiş olduğu emeğin
indirimi yapılmıştır) ve, bu belge ile, toplumun tüketim
araçları stoklarından, emeğinin eşit bir tutarı kadar bir
miktar alır. Topluma, bir biçimde sunmuş olduğu aynı emek
miktarını, ondan, başka bir biçimde geri alır“ (50).
Çuçe-İdeolojisine
göre Marks’ın bu anlayışı antisosyalist ve revizyonisttir!
“Maddi
teşviklere öncelik verme anlayışı, sosyalist toplumun komünist
karakterinin ihmal edilmesinden kaynaklanır. Maddi teşvikleri en
önemli talep olarak görenler, maddi teşvikler sisteminin bütün
ekonomik yapıda yer almasını da talep ederler…Bu, antisosyalist
ve revizyonist bir teoridir. Ama ağırlığın nereye verilmesi
sorusunu gündeme getirirsek cevap, sadece, siyasal ve ahlaki teşvike
ağırlık verilmesidir olabilir” (51).
Aslında
burada Kim Jong İl, Sovyetler Birliği pratiğini; revizyonistlerin
maddi teşvike öncelik verme anlayışlarını eleştirerek ve
“sadece, siyasal ve ahlaki teşvike ağırlık verilmelidir”
diyerek kapitalizmden sosyalizme/komünizme voluntarist
belirlemelerle geçileceğini, yeni insanın, yeni toplumun; yani
sosyalist/komünist insanın ve toplumun nesnel koşullar kavranarak
ve bu koşullar göz önüne alınarak (Marks, böyle diyor. Bkz.:
yukarıdaki alıntı) kurulamayacağını, her şeye muktedir
konumdaki önderin belirlemelerine (iradesine) uyularak
kurulabileceğini savunuyor. Tabii burada Kim Jong İl, siyasi ve
ahlaki teşvik, nesnel koşullar göz önünde tutulmaksızın ele
alındığında lafazanlıktan ileri bir anlam taşımayacağını
unutuyor!
Çuçe-İdeolojisi
başlangıçta Marksizm-Leninizmin geliştirilmesi olarak
kavranıyordu. Sonra her şey Çuçe ile açıklanmaya başlandı.
28
Aralık 1955’te Kim İl Sung: “İdeolojik çalışmanın en
ciddi eksikliği…Çuçe’den mahrum olmasıdır…Propaganda
çalışmasında Çuçe’nin olmamasının sonucu, parti faaliyetine
sayısız zarar verilmesidir” (52),
14
Nisan 1965’te: “İdeolojik-siyasal alanda Çuçe-İdeolojisi
sağlam temel üzerinde yükselmezse, bağımsız düşünme yeteneği
felce uğrar ve asla inisiyatif gelişmez” (53).
9
Ekim 1975: “Partimizin önder ideolojisi Marksizm-Leninizm ve
Çuçe-İdeolojisidir” (54).
Nisan
1992: “Marksizm-Leninizme yapılan atıf çıkartılmalı ve
yerine Kim İl Sung’un Çuçe-İdeolojisine atfı konmalı”
(KDHC Anayasasından).
“KDHC,
kendini, faaliyetlerinde insanları merkezine koyan bir dünya
görüşü, halk yığınlarının bağımsızlığını elde etmeyi
hedefleyen devrimci bir ideoloji; Çuçe-İdeolojisi tarafından
yönlendirir” (KDHC Anayasasından, Madde 3).
Sonuç
itibariyle:
- Antiemperyalist, antifeodal demokratik devrim gerçekleşir.
- KDHC hiçbir zaman sosyalist olmadı.
- Ama Çin’e olduğu gibi sınıf işbirliği savunuldu, kapitalistlerle birlikte sosyalizm kurulmaya çalışıldı.
- Sonra reformlar uygulandı ve ülke yabancı sermayeye açıldı.
- Bu ülkede revizyonizm, Çuçe-İdeolojisi temelinde yükselmektedir ve Marksizm-Leninizmin reddi anayasada yer almaktadır.
Bu
ülkedeki kişiye tapıcılık üzerinde durmaya gerek yok.
“Devrimin
güneşi”, güneşin oğlu”, “büyük önder” Kim İl
Sung 1994’te ölmesine rağmen hala KDHC Başkanıdır. Resmi
olarak ona “ebedi başkan” denir. Oğlu Kim Jong İl’e
de “sevgili önder” denir.
KDHC’ni
karakterize eden üç olgu var:
Birincisi:
“Ebedi Başkan”, “Güneşin Oğlu” Kim İl Sung!
İkincisi:
“Sevgili Önder” Kim Jong İl!
Üçüncüsü:
Marksizm-Leninizm yerine Çuçe-İdeolojisi!
***
*) Bu yazı 2005'te
yazılmıştır.
Kaynaklar:
1)Kim
İl Sung; Ausgewählte Werke (Seçilmiş Eserleri), C. 1, s. 571,
“Parti ve Devlet İşlerinin Bazı Sorunları Üzerine”,
Pjongjang, 1971.
2)
Bkz.: Kim İl Sung; Agk., s. 573.
3)
Kim İl Sung; Agk., s. 570.
4)
Kim İl Sung; Seçilmiş Eserleri, C. VII, s. 249, ”Kore Emek
Partisinin Kuruluşunun 30. Yıl Kutlamaları” vesilesiyle yaptığı
konuşmadan.
5)
Kim İl Sung; “Şimdiki Aşamada Yerel İktidar Organlarının
Görevleri ve Rolü”, 1 Şubat 1952, s. 7/8, Pjongjang 1971.
6)
Kim İl Sung; Seçilmiş Eserleri, C. I, s. 4/5, 15 Ekim 1945, “Yeni
Kore’nin İnşası ve Ulusal Birleşik Cephe Üzerine”.
7)
Kim İl Sung; Seçilmiş Eserleri, C. I, s. 514/515, “Devrimimizin
Karakteri ve Görevleri Üzerine Tezler”.
8)
“Die sozialistische Umgestaltung des privaten Handels und der
Industrie in Korea”; s. 12, 13, 20. Pjongjang, 1977, Aktaran W.
Bland; Die Demokratische Volkrepublik Korea”.
9)
Kim İl Sung; Seçilmiş Eserleri, C. II, s. 14, “Meta Dolaşımının
Daha da İyileştirilmesi ve Güçlendirilmesi Üzerine”, 14 Şubat
1957.
10)
Kim İl Sung; Seçilmiş Eserleri, C. IV, s. 227/228, “Halk
Demokrasisi Cumhuriyetinde Sosyalist İnşa ve Güney Kore Devrimi
Üzerine”, 14 Nisan 1965.
11)
“Die sozialistische Umgestaltung des privaten Handels und der
Industrie in Korea”; s. 23, 31. Pjongjang, 1977. Aktaran W. Bland;
“Die Demokratische Volkrepublik Korea”.
12)
Bkz.: “Die sozialistische Umgestaltung des privaten Handels und der
Industrie in Korea”; s. 76/77, Pjongjang, 1977. Aktaran W. Bland;
“Die Demokratische Volkrepublik Korea”.
13)
Bkz.: Kim İl Sung; Seçilmiş Eserleri, C. IV, s. 216, “KDHC’nde
Sosyalist İnşa Üzerine”.
14)
Agy.
15)
Kim İl Sung; Agk., s. 217/218.
16)
Kim İl Sung; Agk., s. 219.
17)
Kim İl Sung; Agk., s. 221.
18)
Kim İl Sung; Agk., s. 223.
19)
Kim İl Sung; Agk., s. 235.
20)
Kim İl Sung; Seçilmiş Eserleri, C. II, s. 37, “Sosyalizmin
İnşasında Halk İktidarının Şimdiki Görevleri Üzerine”, 20
Eylül 1975.
21)
Kim İl Sung; Seçilmiş Eserleri, C. VI, s. 317, “Ülkemizde
Sosyalist Sistemi Daha da Pekiştirelim”.
22)
Kim İl Sung; Seçilmiş Eserleri, C. IX, s. 201.
23)
“Die sozialistische Umgestaltung des privaten Handels und der
Industrie in Korea”; s. 26, Pjongjang, 1977, Aktaran W. Bland; “Die
Demokratische Volkrepublik Korea”.
24)
Stalin; C. 12, s. 26/27, “SBKP(B)’de Sağ Sapma Üzerine”.
25)
Kim İl Sung; Seçilmiş Eserleri, C. VI, s. 317.
26)
Kim İl Sung; Seçilmiş Eserleri, C. II, s. 247, “Sosyalist İnşada
Pasifliğe ve Tutuculuğa Karşı”, 16 Şubat 1958.
27)
Kim İl Sung; Seçilmiş Eserleri, C. I, s. 3-5.”Yeni Kore’nin
İnşası ve Ulusal Birlik Cephesi Üzerine”, 13 Ekim 1945.
28)
Kim İl Sung; Seçilmiş Eserleri, C. I, s. 257, ”İlerici
Demokrasi Üzerine”.
29)
Aktaran: Baik Bong; “Kim İl Sung, Biography, II, s. 176, Beyrut
1973.
30)
Kim İl Sung; Seçilmiş Eserleri, C. II, s. 135, “Birinci Beş
Yıllık Planın Yerine Getirilmesi Üzerine”, Pjongjang 1975.
31)
Kim İl Sung; Seçilmiş Eserleri, C.IV, s. 219, “KDHC’nde
Sosyalist İnşa Üzerine”.
32)
Bkz.: Kim; Seçilmiş Eserleri, C. IV, s. 372/373, “Bugünkü Durum
ve Partinin Görevleri”.
33)
Kim Jong İl; “Çuçe-İdeolojisi Üzerine”; s. 31.
34)
Kim Jong İl; “Çuçe-İdeolojisi Üzerine”; s. 32.
35)
Kim Jong İl; Zu einigen Fragen der Erziehung in der Juche-Ideologie,
http://www.kdvr.de/texte/jong/erziehung.html).
36)
Kim Jong İl; “Çuçe-İdeolojisi Üzerine”, s. 7, Schriftenreihe
KPD, Defter 135, Eylül 2003.
37)
Kin Jong İl; “Sosyalizmin İnşasında Tarihsel Dersler ve
Partimizin Genel Çizgisi”, Pjongjang 1994.
38)
Kim Jong İl;”Çuçe-ideolojisiyle Bağlam İçinde Eğitimin Bazı
Sorunları Üzerine”, 1995.
39)
Kim Jong İl; “Sosyalizm Bir Bilimdir”, s. 12/13, Eylül 2003.
40)
Kim Jong İl; “Çuçe-İdeolojisi Üzerine”, Pjongjang 1987.
41)
Stalin; SSCB’nde Sosyalizmin Ekonomik Sorunlar”, s. 62.
42)
Marks-Engels; C. 20, s. 106, “Anti-Dühring” (Engels).
43)Stalin;
SSCB’nde Sosyalizmin Ekonomik Sorunlar”, s. 64.
44)
Kim Jong İl;”Çuçe-ideolojisiyle Bağlam İçinde Eğitimin Bazı
Sorunları Üzerine”, 1995.
45)
Marks, C.13, s. 8/9.”Politik Ekonominin Eleştirisine Katkı,
Önsöz”.
46)
Lenin; Semce Eserleri I, s. 36. „Marks“.
47)
Kim Jong İl; “Bilim Olarak Sosyalizm”, s. 6/7, Pjongjang 1994.
48)
Kim Jong İl;Ag. Broşür, s. 8.
49)
Kim Jong İl;Agy.
50)
Marks; Marks-Engels; Seçme Yazılar, C. II, s. 16, Gotha Programının
Eleştirirsi”.
51)
Kim Jong İl;”Siyasi, Maddi ve Ahlaki Teşviklerin Doğru
Kavranması Üzerine”, s. 211, Pjongjong 1992, Aktaran Bland; Ag.
yazı.
52)
Kim İl Sung; Seçilmiş Eserleri, C. I, s. 591, 596.”Dogmatizmin
ve Formalizmin Yok Edilmesi ve İdeolojik Çalışmada
Çuçe-İdeolojisinin Uygulanması Üzerine”, 25 Aralık 1955.
53)
Kim İl Sung; Seçilmiş Eserleri, C. IV,s. 242, “KDHC’nde
Sosyalist İnşa Üzerine”.
54)
Kim İl Sung; Seçilmiş Eserleri, C. VII, s. 249, “Kore Emek
Partisinin 30. Kuruluş Yıl Dönümü Üzerine”.
**)
Aralık
2015
BİR VENEZUELA DEĞERLENDİRMESİ
YENİ
BİR DERS – YENİ BİR DEVRİM HİKAYESİ
DEVRİM
Mİ, REFORM MU?
Kimilerine
göre Latin Amerika'nın iki ülkesinde -Arjantin ve Venezuela- bir
zamanlar devrimler gerçekleştiği için şimdi bu ülkelerde olup
bitenler de karşı devrim olarak tanımlanmaktadır. İflah olmaz
mantığın kaçınılmaz olarak yapacağı/yaptığı bir
değerlendirme ile karşı karşıyayız. Chavez ve onu
destekleyenlerin iddialarının “göğü yere indirecek kadar”
büyük olduğunu biliyoruz. Venezuela’daki yeni yönetimi
“Bolivarcı Devrim” olarak tanımladılar; her ne kadar İsa
tarzında da olsa sosyalizme yürüdüklerini açıkladılar. Öyle
ki, Venezuela’da “21. yüzyıl sosyalizmi” inşa ettiklerine
bizzat inanmakla kalmadılar, yedi düvelde başkalarını da buna
inandırdılar. Uluslararası alanda iflah olmaz mantık bunu ciddi
ciddi tartıştı; Arjantin'de işçilerin kendi kendilerini
yönettiğini gördü, Venezuela'da “21. Yüzyıl sosyalizmi”nin
inşasını gördü. İflah olmaz mantık Arjantin ve Venezuela ile
uçarken, Kirchner çifti ve Chavez-Maduro ikilisi her iki ülkeyi
emperyalist küreselleşme çemberi içinde tuttular. İflah olmaz
mantık, Marksizm-Leninizmi, onun devrim anlayışını Post-Marksizm
kıvamına getirebilme fırsatı yakalamış olduğu için adeta mest
olmuştu.
Bu
iki ülkede ne olmuştu da önce devrimden şimdi de karşı
devrimden bahsediliyor?
Arjantin’de
22 Kasımda (2015) başkanlık seçimi yapıldı ve Arjantin
işbirlikçi burjuvazisinin adayı olan Mauricio Macri seçimleri
kazandı. Böylece bu ülkede 2001'de “Barikatçılar Hareketi”
diye bilinen kalkışmanın sonucunda halkın birtakım taleplerini
sahiplenen Nestor Kirchner (2003-2007) ve onun ölümünden sonra
başkan olan eşi Cristina Kichner (2007-2015) dönemi kapanmış ve
M. Macri'nin başkan seçilmesiyle Arjantin emperyalist sistem
“yuvası”na geri dönmüş oldu. Financial Times bu değişimi
“Arjantin düştü, sıra diğerlerinde” sevinciyle karşılamıştı.
“Diğerleri”nden
kastedilenlerin başında da Venezuela gelmekteydi. Nitekim iki hafta
sonra 6 Aralık 2015'te Venezuela'da yapılan başkanlık seçiminde
Chavez'in partisi ağır bir darbe aldı ve 1998'den bu yana
parlamentoda süreklilik arz eden Çoğunluğunu kaybetmiş oldu.
Tabii bu da yeni bir karşı devrim olarak tanımlandı. Böylece
Venezuela da emperyalist sistem “yuvası”na geri dönmüş oldu.
Aşağıdaki
yazı Venezuela üzerine 2007'den kalma bir değerlendirmedir.
*
Mayıs
2007
Geçen
yüzyılın ‘90’lı yıllarının başında H. Chavez, dünya
politikasına büyük bir reformcu olarak kendi çapında müdahale
ile başladı. Venezuela'da 1989’da oldukça yüksek fiyat
artışlarına karşı militan direniş Chavez’i, illegal askeri
bir örgüt kurmaya ve bu örgütle darbe yaparak yönetimi ele
geçirmeye yöneltti.
1992
ve 1993 yıllarında üç kez darbe girişiminde bulundu. Bu
girişimlerinde başarısız oldu ve iki sene cezaevinde kaldı.
1998’de
devlet başkanlığı seçimlerine katıldı ve kazandı. Geniş
yığınların büyük umudu oldu ve hala da umut olmaya devam
etmektedir.
H.
Chavez, S. Bolivar taraftarıdır ve Venezuela toplumunda yaşanan
değişimleri de “Bolvarcı Devrim” olarak tanımlamaktadır.
Emperyalizmin
işbirlikçileri; “oligarşi” denen büyük burjuvazi ve toprak
sahipleri, H. Chavez’i devirmek için üç kez girişimde bulundu:
İlkinde, lokavt anlamına gelen bir genel grev örgütlendi, ama
başarılı olunamadı. İkincisinde darbe denemesi yapıldı ve yine
başarılı olunamadı. Üçüncüsünde de referandum yoluyla
Chavez, devlet başkanlığından azledilmek istendi, ama bu da
hüsranla sonuçlandı.
Chavez,
oldukça popüler, halk tarafından seviliyor. Çünkü ülkenin
zengin petrol kaynaklarını kullanarak güçlü reformlar
gerçekleştirebiliyor, yoksullara gıda yardımı yapabiliyor,
okuma-yazma kampanyaları örgütleyebiliyor, sağlık sektöründe
iyileştirici adımlar atabiliyor, temel gıda maddelerinin
fiyatlarını düşük tutabiliyor. Bütün bu adımlarından dolayı
umut oldu.
Bütün
bu olumlu adımlara rağmen Venezuela devlet sisteminde eski yapılar
olduğu gibi durmaktadır: Bürokrasi içinde rüşvetin önü
alınamamıştır. Aynı memur, bürokrat kitlesi iş başındadır.
Bu durum ordu için de geçerlidir. Chavez’i devirmek için darbe
yapabilecek subaylar, Chavez öncesi dönemin özlemi içinde olan
askeri erkân hala görevdedir.
Chavez,
bir taraftan ülke zenginliklerine dayanarak halkın lehine reformlar
gerçekleştirirken, diğer taraftan da uluslararası sermaye ile
bağlarını sürdürmektedir. Chavez, bu süreci “21. yüzyıl
sosyalizmi”nin inşa süreci olarak tanımlamaktadır. Chavez,
sadece devrimden değil, sosyalizmin inşasından bahsetmektedir.
Şimdi bunun ne anlama geldiğine bakalım.
I-
Chavez Ortaya Çıkıyor
Son
yıllarda Latin Amerika’nın bazı ülkelerinde devrimci durum
kapsamında ele alınabilecek gelişmeler yaşanmaktadır.
Dünyanın
diğer bölgelerinde olduğu gibi Latin Amerika’da da işçi sınıfı
ve emekçi yığınlar uygulanan neoliberal saldırılardan paylarına
düşeni aldılar. Yaşadıkları sefaleti, burjuva sistemin
çürümüşlüğünün yolsuzluk gibi yansımaları daha da
katmerleştirdi. Yığınların hoşnutsuzluğu Latin Amerika’nın
Arjantin, Bolivya, Ekvator gibi ülkelerinde sokak çatışmalarında
en açık ifadesini bulan tepkiye dönüştü, ayaklanmalar oldu.
Kendiliğindenci halk ayaklanması, hükümetler devirdi. Devrimci
önderliğin yoksunluğu veya gelişen kendiliğindenci harekete
önderlik edecek kadar güçlü olmaması, bu hareketlerin ufkunu
hükümet değiştirmekle sınırlandırdı. Bu kıtada ve adı geçen
ülkelerde kendiliğindenci hareket, ulusalcı, popülist reformcu
güçleri iktidara taşıdı. Böylece, yükselen kitle hareketi,
burjuvazinin ulusalcı, popülist kanadı tarafından düzen içine
çekildi.
Brezilya’da
Lula’nın, Venezuela’da Chavez’in, Bolivya’da Morales’in,
Arjantin'de N. Kirchner'in, Nikaragua’da Ortega’nın, Ekvator’da
Correa’nın seçimlerle hükümet olmaları ve başkanlık
koltuğuna oturmaları, sadece Latin Amerika’da emekçi yığınlar
tarafından coşkuyla karşılanmadı. Bu gelişmeler dünyanın
başka yerlerinde de umut olarak algılandı; her dönem bir yerlere
yaslanmayı devrimcilik adına meslek edinmiş olanlardan kendine
Marksist-Leninist diyen birtakım çevrelere kadar uzanan yelpaze
içinde yer alanlar, Latin Amerikalı popülist önderlerin peşine
takılmaktan, onların eylemini devrim olarak tanımlamaktan geri
kalmadılar. Hızını alamayanlar ise Chavezciliği, aynen Chavez
gibi, 21. yüzyılın sosyalizmi diye lanse etmekten sakınca
görmediler. Öyle ya Chavez, Venezuela sosyalizme gidiyor demişti!
Chavez’in bu açıklamasından sonra Venezuela’da Chavez-vari
devrimin gerçekleşip gerçekleşmediği tartışması geride kaldı.
Şimdi tartışma, Venezuela’da sosyalizm inşa ediliyor mu
edilmiyor mu ekseninde sürdürülmektedir.
Konumuz
Chavez “devrimi” olduğu için Venezuela’da olup bitene
bakalım.
Uzun
bir askeri diktatörlükler döneminden sonra Venezuela’da 1958’den
itibaren burjuva parlamenter döneme geçildi. 1958’den Chavez’in
iktidara geldiği 1998’e kadar 40 yıl boyunca Venezuela’da iki
burjuva parti (“Sosyalist Enternasyonal”e bağlı “Demokratik
Eylem” partisi (AD) ve Hristiyan demokrat bir parti olan “Bağımsız
Politik Seçim Örgütü” (COPEI) nöbetleşerek egemenliklerini
sürdürdüler. Chavez, bu iki partinin egemenliğine son verdi.
Chavez
ortaya çıkıyor…
Geçen
yüzyılın sonlarına doğru Venezuela'da keskinleşen kriz, siyasi
arenada kutuplaşmalara, geleneksel burjuva partilerde siyasal
kargaşaya neden olmuş, emperyalizme, onun işbirlikçisi büyük
burjuvazi ve toprak sahiplerine, baskıya ve yoksulluğa karşı işçi
sınıfı ve emekçi yığınların kitlesel protestoları gündeme
gelmişti.
Onyıllardır
Venezuela'da siyasal iktidar adeta nöbetleşe elinde tutan “Comité
de Organización Política Electoral Independiente” (COPEI -
”Bağımsız Politik Seçim Örgütü Komitesi” adıyla bilinen
“Sosyal Hristiyan Parti”) ve “Actión Democrática” (AD -
“Demokratik Eylem” adıyla bilinen Sosyal Demokrat Parti),
gelişen kriz sürecinde iflas etmişlerdi: Sonunda yine oligarşi
içinden çıkan ve popülizme yatkın güçler tarafından
iktidardan uzaklaştırıldılar. Emperyalizmin dayattığı ve yerli
işbirlikçileri tarafından uygulanan özelleştirme gibi
politikalar, artan baskı ve işsizlik, halk sınıf ve tabakaları
arasında memnuniyetsizliği ve değişim talebini güçlendirmişti.
Geniş yığınlar değişim istiyorlardı. Chavez böyle bir siyasal
ortamı örgütlemesini bildi.
“Movimiento
Bolivariano Revolucionario 200” (Bolivarcı Devrimci Hareket 200),
1982’de Chavez önderliğinde orta ve alt rütbeli subaylar
tarafından illegal yapılı olarak kurulmuştu. Küçük burjuva
radikal bir hareket olan BDH-200, ulusal burjuvazinin çıkarlarını
savunuyor ve S. Bolivar’ın bağımsızlıkçı yolunda
yürüyeceğini açıklıyordu.
Darbe
üstüne darbe denemesi yapan Chavez, ayakta kalan nadir
darbecilerden birisidir.
İlk
darbe girişimi: Venezuela'da reformist dönüşümün
gerçekleştirilmesi için BDH içinde iktidarı ele geçirilmesi
yönünde tartışmalar alevlenir. 1991’in Venezuela’sı
grevlerin yaygınlaştığı ve öğrenci hareketinin yükseliş
içinde olduğu Venezuela’dır. İşçi sınıfı ve emekçi
yığınlar arasında hoşnutsuzluk kol gezmektedir. Bu duruma
Bolivarcı Hareket darbeyle son vermek için harekete geçer. Perez
hükümetini devirmek için 1992’de girişilen darbe hareketini bir
kısım “sol”lar da destekler. Bu başarısız girişim sonucunda
Chavez tutuklanır.
İkinci
darbe girişimi: İlk girişimden sonra tutuklanan Chavez
hapishanedeyken ikinci bir darbe girişiminde bulunur. Ama bu sefer
de başarısız kalır. Ancak 2 yıl sonra, halkın yoğun desteği
sonucu serbest bırakılan Chavez, siyasal çalışmalarını
yoğunlaştırır, seçimlere katılmak için de BDH’ni MVR
(Beşinci Cumhuriyet Partisi) adı altında yeniden yapılandırır.
Ocak
1989’daki “Caracazo” denen ayaklanmadan
(1)
ve yukarıda belirttiğimiz 1992’deki darbe
(2)
girişiminden sonra Venezuela'da işçi sınıfının, emekçi
yığınların ve gençliğin mevcut hükümeti devrime ve sosyal
değişim mücadelesi adeta fırtınalı bir gelişme sürecine
girer. Çeşitli mücadele araç ve biçimleri kullanılır: Gençlik,
mücadeleyi sokaklara taşır. İşçilerin grevi yaygınlaşır.
Özgürlük ve demokrasi için eylemler yaygınlaşır. Rüşvete ve
çürümüşlüğe karşı geniş yığınlar harekete geçirilir.
Kendi listeleriyle (adaylarıyla) seçimlere katılmak için halk
yığınları arasında bloklaşma ve ittifak arayışı güçlenir.
Siyasal alternatif arayışları yoğunlaşır. Venezuela'da
toplumun, bir taraftan işçi sınıfı ve emekçi yığınlar
olarak, diğer taraftan da emperyalizm ve işbirlikçisi hâkim
sınıflar olarak kutuplaşması derinleşir.
1998
yılındaki seçimlerde Venezuela halkının önemli bir kısmı;
demokratik ve “sol” örgütler ve partiler oluşturdukları
alternatifle
(3)
seçime katılırlar. H. Chavez bunların başkan adayıydı. Chavez
önderliğinde seçime alternatif bir programla katılınır.
Darbe
girişimleriyle tanınan H. Chavez’i C. A. Perez hükümetinin
yolsuzluk ve açlık politikasına karşı ayaklanan askerler ve
Venezuela halkının önemli bir kısmı umut ve sosyal değişim
şansı olarak; kurtarıcı olarak görür. Chavez, halkın özlemini
iyi okumuştur: İmtiyaza, rüşvete karşı geleneksel burjuva
partileri hedef olan, değişim önerileri içeren, eşitsizliğe,
adaletsizliğe son vermeyi hedefleyen mücadeleci konuşmalar yapar.
Sonuçta
Chavez, çürümeye, rüşvete son, gelir dağılımında adalet,
sosyal harcamaların arttırılması, demokrasi, kısaca yeni bir
cumhuriyet ve yeni bir anayasa talepleriyle, halkın sempatisini
kazanır, oy tabanını genişletir ve 1998’de (Aralık) yapılan
başkanlık seçiminde aralarında MVR’nin yanı sıra, Komünist
Partinin, “sol” sendikacıların, MAS ve PPT
(4)
gibi sosyalist partilerin de bulunduğu çeşitli “sol parti” ve
gruplardan oluşan alternatif oluşumun desteğiyle yüzde 56
oranında oy alır ve devlet başkanı olur.
Hükümete
gelen Chavez, siyasal ve sosyal değişim içerikli, çalışan
yığınların sosyal kazanımlarını koruyan tedbir önerilerinde
bulunur. Anayasa değişimini gündeme getirir
(5).
Yeni hazırlanan anayasa 1999’da halkın oyuna sunulur ve yaklaşık
yüzde 72 oranında bir oyla kabul edilir. Bu anayasayla ülkenin adı
da “Venezuela Bolivar Cumhuriyeti” olarak değiştirilir. Yeni
anayasa, Venezuela'da mevcut toplum düzenini değiştirmiyordu,
burjuva/kapitalist mülkiyet ve üretim ilişkilerine, kurumlarına
dokunmuyordu, ama buna rağmen burjuva çerçevede oldukça
demokratik ögelere sahipti.
Venezuela,
önemli bir petrol ülkesidir. Bu nedenle Chavez hükümeti,
uluslararası piyasada petrol fiyatları düşmediği müddetçe
oldukça önemli mali kaynaklara sahip olunduğu için yoksul halkın
lehine aldığı birtakım tedbirlerle; gıda ve sosyal yarım
(sağlık, eğitim vs.) uygulamalarıyla, okuma-yazma kampanyalarıyla
ve gündeme getirdiği toprak reformuyla sosyal tabanını genişletme
olanağına sürekli sahip olacaktır.
Örgütlediği
“5. Cumhuriyet Bolivarcı Hareket” partisiyle ve müttefikleriyle
birlikte Chavez seçimleri kazandı. Ama onun partisi, yığınların
önderlik aracı olmaktan oldukça uzak. Sınıfa değil, halk sınıf
ve tabakalarına, ulusal burjuvaziye hitap eden bir parti. Bu parti,
ideolojik parçalanma içinde boğulmaktadır. Ötesinde, hükümete
katılan diğer parti ve örgütlerin, Venezuela'da devam eden süreci
etkileme ve yönlendirme bakımından pek önemleri yok.
2002’de
sağ bir darbeyle
(6)
başkanlıktan uzaklaştırılan Chavez, halkın yoğun desteği
sonucunda yeniden başkanlık görevine döndü. 2006 seçimini de
kazanan Chavez 21. yüzyıl sosyalizmini Venezuela'da inşa etmek
için adımlar atıldığını açıkladı.
Bolivarcı
Hareketin Programı veya Chavez’in Programı:
Chavez,
katıldığı 2005 DSF’nda düzenlenen bir basın açıklamasında
hükümetinin hem antiemperyalist hem de antikapitalist karakterde
olduğunu açıklar.
Kulaklara
hoş gelen bu açıklama bizi yanıltmamalıdır. Neresinden
bakılırsa bakılsın, ne kadar çok sosyalizmden bahsederse
bahsetsin Chavez’in programı mülkiyet ve üretim ilişkilerine
dokunmayan bir programdır. Ulusal bağımsızlık vurgusunun
yapıldığı “sol” popülist (halkçı) bir programdır.
Chavez,
devrimden, somut olarak da sosyalizmden bahsediyor, ama o, birtakım
yasalarla kapitalizmi reforme etmeyi hedefliyor. Onun devrim ve
sosyalizm anlayışı kapitalizmi ulusal burjuvazinin çıkarlarına
uydurmaktan başka bir anlam taşımıyor. Chavez, öncelikle “Toprak
ve Kırsal Gelişme Yasası”yla veya “Gelirler üzerine Vergi
Yasası”yla emperyalizme bağımlı hâkim sınıfların nüfuzunu
kırmayı ve bu türden yasalarla kapitalizmi reforme etmek istiyor.
Chavez’in programının zeminini kapitalizm oluşturuyor. Kendini
devrimci, sosyalist olarak tanımlıyor, ama kapitalist zeminden
kopmaya; kapitalist üretim ve mülkiyet ilişkilerini yıkmaya,
dolayısıyla burjuva devlet mekanizmasını parçalamaya hiç niyeti
yok.
Bu,
mevcut haliyle Chavez’in programı Şili’de Allende’nin Halk
Cephesi programını andırıyor. Allende de seçimle sosyalizmi
kuracağına inanıyordu, ama yaptığı iş, emperyalizme karşı
birtakım tedbirler almaktan; sosyal reformlar gerçekleştirmeye
çalışmaktan öteye geçmedi. Allende de mülkiyet ve üretim
ilişkilerine; hâkim sınıfların çıkarlarına ve burjuva devlet
mekanizmasına dokunmamıştı. Buna dahi tahammülü olmayan
emperyalizm, yerli işbirlikçilerinin desteğiyle Allende’yi
faşist bir darbe sonucu devirdiler (1973).
Venezuela'da
yaşanan gelişmeyi; “süreci” Chavez, “Bolivarcı Devrim”
olarak tanımlıyor. Açık ki Chavez, bir “Bolivarizm” konsepti
geliştirmektedir. Bu konseptin köşe taşlarını ulusal
bağımsızlık, referandumlarla halkın kararlara siyasal katılımı,
birtakım sosyal haklar, paylaşımda adalet (özellikle petrol
gelirlerinin bir kısmının sosyal programlar için kullanılması)
oluşturmaktadır. Yani “Bolivarcı Devrim”in köşe taşları bu
reformlardan oluşmaktadır.
Chavez,
işçi sınıfı ve emekçi yığınların haklarının yeni anayasa
ile teminat altına alındığını sık sık vurguluyor. Şüphesiz
ki, yeni anayasa ilerici içeriklidir. Ama bu, burjuva/kapitalist
üretim ve mülkiyet ilişkileri temelinde yükselen bir anayasadır.
Yani burjuva adaleti savunan, temel alan bir anayasadır. Burjuva
adalet de adaletsizlikten, eşitsizlikten başka bir şey değildir.
Bu
anayasada işçi sınıfının kendini örgütlemesi gibi, konsey
gibi kendi iktidar organlarını geliştirmesi gibi ögeler yer
almamaktadır. Chavez ve anayasası şunu diyor: Bırakalım halk
istediği gibi ve kadar konuşsun. Karar verecek olan biziz!
Dünya
Sosyal Forumu'ndaki (DSF) (2005, Porto Alegre) konuşmasında Chavez,
kapitalizmi aşmak için programının doğru olduğunu, demokratik
bir yol olduğunu savunur. Bu anlayışları DFS katılımcıları
tarafından coşkuyla karşılanır. Nihayetinde emperyalizme kafa
tutan, sosyal reformlar gerçekleştiren, ötesinde zora başvurmadan
iktidara gelen bir önder bulmuşlardı. Chavez’e sempati büyüktü.
“Sosyal
devlet”e geri dönüşçülerin önüne Chavez yeni bir hayal
atmıştı: Reformlarla kapitalizmi aşmak; reformla kapitalizmi
iyileştirmek veya sosyalleştirmek. Chavez’den önce bu yolda Lula
yürümüştü. Brezilya’da başkan seçilen Lula, reform
hayalleriyle halkı uyuşturmuştu. Bunun karşılığı olarak
2006’teki DSF’nda yuhalandı, ama yeni önder Chavez alkışlandı!
Tarık
Ali ile yaptığı söyleşide “sosyalist” Chavez şöyle
diyordu: “Marksist devrimin dogmatik mevzuatlarına
(postulatlarına) inanmıyorum. Proleter devrimler döneminde
yaşadığımızı kabul etmiyorum. Bunların hepsi reddedilmelidir.
Gerçeklik bunu bize her gün söylüyor. Bugün Venezuela'da özel
mülkiyeti kaldırmayı ve sınıfsız bir toplum inşa etmeyi mi
deniyoruz? Bunu düşünmüyorum”. “Sosyalist” Chavez’in
sosyalizmden anladığı bu kadardı.
Chavez
için önemli olan, “fakirlere yardım etmektir”. Zenginliğin
paylaşımını yeniden örgütlemektir, yani “adaletli” bir
paylaşımı gerçekleştirmektir ve hâkim sınıfları, vergilerini
vermeleri için sıkıştırmaktır.
Bu
anlayışıyla açık ki, Chavez bir orta yol arıyor. Açık ki,
işçi sınıfı ve emekçi yığınların çıkarlarıyla hâkim
sınıfların çıkarları arasında bir denge kurmaya çalışıyor.
Onun devrim ve adalet anlayışı bu dengeyi kurmaktan ibaret. Onun
devrim anlayışında söz konusu dengesizliğin, adaletsizliğin
nedeni olan kapitalist üretim ve mülkiyet ilişkilerini yıkmak
yoktur. Yani o, büyük kapitalistlerin ve toprak sahiplerinin
mülkiyet tekeline dokunmuyor.
Chavez
niçin böyle hareket ediyor? Onun denge arayışı açık ki
tesadüfî değildir: Chavez, ulusalcı güçler; ulusal burjuvazi
ile emperyalizme bağımlı güçler; “oligarşi” arasında bir
denge kurmaya çalışıyor. Ulusalcı güçlerin amacı Venezuela
ekonomisine hâkim olmaktır. Bunlar, “kendi” ülkemizin
çıkarlarını düşünüyoruz adı altında emperyalizme bağımlı
büyük burjuvazinin ve toprak sahiplerinin iktidar gücünün
kırılmasını istiyorlar. Chavez bunu gerçekleştirmek için en
uygun önderdir.
Chavez,
emperyalizme ve onun yerli işbirlikçilerine karşı ulusalcı
güçler ittifakını temsil ediyor. Görünüşte sınıflar üstü;
ulusal birlik ve “Bolivarcı Devrim” için mücadele ediyor. Onun
bu mücadelesinde en önemli dayanağı da devlet mekanizmasındaki
ve ordudaki kendine bağlı güçler oluşturuyor.
Bu
haliyle Chavez, tabii ki Marksist devrim teorisini dogma olarak
görecek ve reddedecektir. Bu haliyle tabii ki, özel mülkiyete
dokunmayacaktır ve Venezuela'da ulusal burjuva kapitalizmini
savunacaktır.
Bu
denge politikasını daha ne kadar sürdürür veya ulusalcı
burjuvaziyle işçi sınıfı ve emekçi yığınlar arasındaki
emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı Chavez önderliğinde
temsil edilen ittifak daha ne kadar sürer, bunu bilemeyiz, ama bu
ülkede gelişmeler bu ittifakı sınırlarına dayandırmaktadır.
Chavez’in gerçek rengi o zaman açığa çıkacaktır.
Chavez,
önünde duran seçenekleri bilen bir önderdir: “Bolivarcı
Devrim” sürecinin emperyalizm ve işbirlikçileri tarafından
ezilmesi bir olasılıktır. Üç kere böyle bir tehlikeyi halkın
yoğun desteğiyle atlatan Chavez ve hükümeti yeniden böyle bir
tehlikeyle karşı karşıyadır.
Veya
Chavez, büyük burjuvazinin ekonomik gücüne dokunur, üretim ve
mülkiyet ilişkilerini parçalamaya yönelir ve bunu yapmak için de
işçileri ve köylüleri silahlandırır. Ama Chavez, “Bolivarcı
Devrim”ini gerçekleştirmek için silahlandırılmış güç
olarak işçilere ve köylülere değil, burjuva orduya güveniyor.
Son
olasılık da emperyalizme teslim olmaktır: Artan baskılar
karşısında Chavez, emperyalizm ve yerli işbirlikçileri
karşısında tutunamaz ve uzlaşma yolu arar. Bu, uygulamaya konan
reformların geri alınması ve işçi sınıfı ve emekçi
yığınların bizzat Chavez önderliğindeki hükümet tarafından
baskı altına alınmaları anlamına gelir.
Venezuela
halkı, Chavez’in reformlarını veya “Bolvarcı Devrimi”ni
gerçek bir devrim olarak değerlendirmekte. Bu değerlendirme salt
Venezuela halkıyla da sınırlı değil. Dünyanın birçok yerinde
de aynı türden değerlendirmeler yapılıyor. Kendilerine komünist
diyenlere varana kadar birçok çevre, bu algılamanın peşine
takılmış ve Venezuela devriminden bahsetmektedir. Peki, bu
devrimin kıstası nedir? Reformla devrim arasındaki fark nedir?
Burjuva
devlet, mülkiyet ve üretim ilişkileri olduğu gibi yerinde
duruyor. Buna rağmen bir devrimden bahsedildiğine göre bu devrimin
kıstası nedir? Burjuva ufku aşmayan reformlar yapmak, Amerikan
emperyalizmine karşı çıkmak, bazı işletmeleri devletleştirmek,
devrimin kıstası olabilir mi? Peki, şimdiye kadar atılan olumlu
adımları güvence altına alan bir örgütlenme, bir güç var mı?
Yok.
Yoksa
devrimin yegâne kıstası Chavez olmasın? Chavez, son seçimin
ardında yaptığı konuşmada “demokratik, barışçıl,
insancıl, kansız bir devrim”den, “tıpkı İsa’nın devrimi
gibi” bir devrimden bahsediyordu. Yani onun “Bolivarcı
devrimi”, “demokratik, barışçıl, insancıl, kansız”
gerçekleşmiş, “tıpkı İsa’nın devrimi gibi”
gerçekleşmiş!
Aslında
Chavez bu konuşmasında Venezuela işçi sınıfı ve emekçi
yığınlarına değil, Venezuela burjuvazisine beni destekleyin, bu
hareketi destekleyin çağrısı yapmaktadır. Yaptığı işin
korkulacak bir iş olmadığı konusunda burjuvaziyi ikna etmeye
çalışmaktadır Chavez. Chavez, burjuvaziye “daha insancıl, daha
adil” olalım demektedir.
Chavez,
programının yeni bir şey olmadığı konusunda burjuvaziyi ikna
etmeye çalışıyor. O da biliyor ki, benzeri reformlar daha
önceleri, örneğin Demokratik Eylem Partisi tarafından 1974’te
uygulanmaya çalışılmıştı.
Ulusal
bağımsızlık, ülkenin kendi olanaklarıyla (kaynaklarıyla)
gelişmesi, ulusal zenginliklerin devletin elinde olması ve buradan
(petrolden) ele edilen gelirlerin bir kısmının sosyal projeler
için; yoksulluğun dindirilmesi için kullanılması! İşte Chavez
ve devrimi budur.
Chavez
hareketinin ideolojik temeli eklektiktir. Zaten burjuva popülizmi de
ideolojide eklektiktir. “21. yüzyıl sosyalizmi”nin icatçısı
ve savunucusu Chavez, siyasal faaliyetinde kendine Marks’ı,
Engels’i, Lenin’i ve Stalin’i örnek almaz. Örnek olarak
Panama’da Omar Torrijos’un önderliğindeki rejimi ve ‘60’lı
yılların sonunda ‘70’li yılların başında General J. V.
Alvarado önderliğinde Peru’da hâkim olan “devrimci” askeri
rejimi alır.
Bolivya’da
J. J. Torres, Panama’da Torriojos ve Peru’da J. V. Alvarado
tecrübeleri, işçi sınıfı ve ekmekçi yığınlara
ihanetle sonuçlanmıştır. Bu rejimler sonucunda ya emperyalizmin
uşakları yeniden iktidara gelmişler ya da Panama örneğinde
olduğu gibi Amerikan işgali direnç gösterilmeksizin
kabullenilmiştir.
Seçimi
kazanan Chavez, Venezuela halkına “sosyalist” devrim sözü
veriyor ve Amerikan emperyalizmine karşı mücadelenin devam
edeceğini vurguluyordu.
“Bana
oy verenler, benim için oy vermiş olmuyorlar. Onlar, temelden yeni
bir Venezuela’nın inşası için sosyalist projeye oy vermiş
oluyorlar”.
“Bugün
emperyalistlere onur konusunda yeni bir ders verdik. Bu, ‘Bay
tehlike’nin imparatorluğu için (Bush kastediliyor, bn.)
yeni bir yenilgidir, şeytan için yeni bir yenilgidir. Hiçbir zaman
yeniden Amerikan sömürgesi olmayacağız. Yaşasın sosyalist
devrim… Hedef açıktır: Sosyalizm insancıldır, sosyalizm
sevgidir”.
Chavez,
ilk kez DSF’nda (2005) sosyalizmden bahsetmiştir. “Bolivarcı
devrimi sosyalizme doğru yönlendirme sorumluluğunu üstlendik; bu
yeni bir sosyalizmdir, 21. yüzyılın sosyalizmidir; dayanışmaya,
kardeşliğe, sevgiye, adalete, özgürlüğe ve eşitliğe dayanan
sosyalizmdir”.
Geçen
senenin Aralık ayında yeniden seçildikten sonra kendini coşkuyla
alkışlayan kitleye hitaben şöyle diyordu Chavez:
“3
Aralık amaç değildi, sadece bir kalkıştı. Bugün yeni bir çağ
başlıyor… Temel düşünce sosyalist devrimin derinleştirilmesi
ve yaygınlaştırılmasıdır”.
8
Ocak 2007’de, yeni hükümetin yemin töreninde Chavez, “beş
motorlu” yeni bir program açıkladı.
“Devrimci
sürecin beş motor”unun ilkini “yetki yasası”
oluşturmaktadır. Bu yasa ona, yasalarla tedbirler alma hakkını
vermektedir. Yetki yasasını Chavez, “Bolivarcı-sosyalist”
devrim projesinin ilerletilmesi için ”ana yasa”
olarak tanımlıyor. Chavez bu yasanın kendine verdiği yetkiyi
kullanarak, “şimdiye kadar özelleştirilen ne varsa hepsini
devletleştirmek” istiyor.
Bu
yasayla Chavez, Venezuela'da demokrasinin değil, diktatörlüğün
önünü açıyor.
“Devrimci
sürecin beş motoru”nun ikincisini anayasa reformu
oluşturmaktadır. Bu reformun uygulanması sonucunda
Venezuela“Bolivarcı-sosyalist” bir devlete dönüşecek.
“Venezuela sosyalist cumhuriyeti yönünde hareket ediyoruz. Bu,
ulusal anayasamızın derin bir reformunu zorunlu kılmaktadır.
Sosyalizme doğru ilerliyoruz ve hiçbir şey ve hiç kimse bizi
engelleyemez” (Chavez). Anayasanın daha da
derinleştirilmesinden Chavez, devlet başkanının başkanlık
süresinin sınırlandırılmasını kaldırmayı anlıyor. Yani
Chavez, ömür boyu başkan olarak kalmanın yolunu açıyor.
“Devrimci
sürecin beş motor”unun üçüncüsünü “bolivarcı halk
eğitimi” için kampanyanın başlatılması oluşturmaktadır.
Bundan Chavez, “yeni değerleri güçlendiren, egoizmin,
kapitalizmin ve bireyciliğin eski değerlerini yıkan” bir
eğitim anlıyor.
“Devrimci
sürecin beş motor”unun dördüncüsünü “ulusal
coğrafyada iktidarın yeni geometrisi” oluşturmaktadır.
Böylece “ülkenin marjinalleştirilmiş oldukça yoksul
bölgeleri iktisadi ve kültürel ilerlemelere” çekilecek.
“Devrimci
sürecin beş motor”unun beşincisini “yerel (komünal,
bn.) iktidarın patlaması” oluşturmaktadır. Buna göre,
yerel konseyler daha da güçlendirilecekler. 2007 yılı itibariyle
kullanmaları için bu konseylere 5 milyar dolarlık bir bütçe sözü
verilmiş durumda. Chavez’e göre mevcut devlet mekanizmasının
yerini konseyler almalı,”devrimi engellemek için doğduğundan”
dolayı “burjuva devlet yıkılmalı”.
Chavez’e
göre burjuva devlet, devrimci devlete dönüştürtmelidir: “Daha
ziyade yerel, bölgesel ve ulusal düzlemde belediyelerden oluşan
bir federasyona ihtiyacımız var. Bir belediye devleti geliştirmek
zorundayız. (Bir taraftan) devrime önderlik eden belediyesel
(munisipal, bn.) devleti, sosyalist devleti, bolivarcı
devleti inşa ederken, (diğer taraftan da) hala var olan eski
burjuva devletin önü alınmalıdır”.
Bunu
gerçekleştirmek için Chavez, bütünlüklü partiden bahsediyor,
partilerin birleşmesini talep ediyor, siyasal iktidarın birleşmiş
parti üzerinde yükseleceğini söylüyor. Bu nedenle seçimi
kazandıktan sonra, bütün partilerin dağıtılması ve güçlerin
“Venezuela Birlik Sosyalist Partisi” olarak bütünleşmesi
çağrısı yaptı.
Chavez’e
göre, şu anda hükümetini destekleyen çok sayıda partinin
varlığı “21. yüzyıl sosyalizmi”nin inşası önünde
bir engel teşkil etmektedir.
Chavez,
devrimci alt-üst oluşla değil, parlamenter yoldan ilerleyerek
sosyalizmi inşa etmeyi amaçlıyor. Chavez, “Devrimci sürecin
beş motor”unu kullanarak; reformlar gerçekleştirerek “21.
yüzyıl sosyalizmi”ni gerçekleştireceğinin propagandasını
yapıyor.
Bu
tecrübeyi tanıyoruz. Allende de parlamenter yoldan sosyalizmin
kurulacağına inanıyordu. Onun bu inancı 1973’te kanlı bir
darbe ile darmadağın edildi.
Reformlarını
gerçekleştirmek için gelir bakımından önemli olan işletmelerin
devletleştirilmesi sosyalizm olamaz. Bazı işletmelerde işçi
kontrollerinin ve kooperatiflerin teşvik edilmesi, burjuva popülist
çerçeveyi aşmamakta. Bu tedbirler de sosyalizm olamaz.
II-
Chavez, Devrim ve Parti
Chavez'in
estirdiği rüzgarı devrim olarak tanımlayanların ideolojik ve
örgütlenme bakımından çok farklı yerlerde durmaları yanıltıcı
olmamalıdır. Bunların bir kısmı devrimden ne anladığını
Chavez'i konuşturarak dillendirirken, bir kısmı da 21. Yüzyılda
Marksizm-Leninizmi Chavez'in devrim anlayışı seviyesine çekmek
derdine düşmüştü. Chavez'in yaptıklarını devrim olarak
göstermek için dünya çapında bayağı mesai tüketilmektedir.
Chavez pratiğinin, ekonomideki değişime (üretim ve mülkiyet
ilişkilerinde değişim); nitel bir değişime denk düşmediği,
devletin ve ordunun yapısında da nitel bir değişimin olmadığı
bilindiği için, Chavez-devrimini kanıtlamak adına uluslararası
alanda mesai tüketenler, bu alandaki değişime dayandırılan bir
devrimden bahsetmektense Chavez önderliğinde gerçekleştirilen
sosyal reformları devrim olarak tanımlamaya çalıştılar. Bayağı
da uğraştılar.
Bu
anlayışa göre devrim yapmak pek de zor bir iş değil:
- Seçime katılacaksın ve seçileceksin.
- Olmazsa darbe denemesi de yapabilirsin.
- Eskisinden daha iyi, “demokratik” bir anayasa kabul ettireceksin.
- Başkanlık görevinden alınmamak için muhalefetin çabalarını boşa çıkartacaksın.
- Yabancı sermayeyi ve oligarşinin elindeki bir kısım sermayeyi devletleştireceksin.
Bunları
yaptığın takdirde “devrim” gerçekleştirmiş olursun!
Bu
anlayışa göre;
- Parlamenter yoldan,
- Reformlarla,
- Mülkiyetin sınıfsal karakterine dokunmaksızın,
- Devletin ve ordunun yapısına dokunmaksızın; bu yapıları yıkıp yerine devrime tekabül eden yapıları kurmaksızın pekâlâ devrim yapılabilir.
Bu
yazı boyunca bahsedildiği gibi Latin Amerika’da, Chavez’i
aratmayan, radikal adımlar atan darbeciler iktidara gelmişlerdi.
Onlar da devrimden bahsetmişlerdi. Bunun ötesinde Şili’de bir
Allende tecrübesi yaşandı. Anlaşılan o ki, bütün bu tecrübeler
Chavez pratiğinde devrim keşfedenleri pek ilgilendirmemektedir.
“Taktik
Üzerine Mektupları”nın ilkinde Lenin, bir devrimin temel
özelliğini tanımlarken şöyle der: “Devlet iktidarının bir
sınıfın elinden diğerinin eline geçmesi,
bir devrimin ilk, en önemli temel özelliğidir;
bu, bu kavramın hem sıkı bilimselliği hem de pratik-politika
anlamı bakımından böyledir” der.
Venezuela'da
devlet iktidarı hangi sınıfın elinden diğer bir sınıfın eline
geçmiştir ki, Chavez’in başlattığı süreç devrim olarak
tanımlansın? Chavez, mevcut burjuva devletle ve dağıtmaya ve
yeniden kurmaya hiç niyeti olmadığı burjuva orduya dayanarak
reformlarını gerçekleştirmeye çalışmaktadır. İşin gerçeği
budur.
Şüphesiz
ki, Chavez hükümet olduğundan bu yana çıkartılan birtakım
yasalarla oligarşinin devlet, bürokrasi, ordu, polis ve başka
kurumlardaki (mahkemeler, eğitim vs.) gücü geriletilmiştir. Ama
bu kurumların karakteri asla değişmemiştir. Lenin’in dediği
anlamda Venezuela'da “Devlet iktidarı bir sınıfın elinden
diğerinin eline” geçmemiştir.
Oligarşinin
birtakım ayrıcalıklarına dokunulmadığını; Chavez’in ‘bana
dokunmayana ben de dokunmam’ taktiği uyguladığını ve bu
anlamda toprak reformu yaparken büyük toprak beylerinin
topraklarından ziyade devletlin elinde olan toprakları bir kısım
köylüye dağıttığını Venezuela'da devrimden bahsedenlerin
bilmediklerini varsayamayız.
Aynı
şekilde, Chavez’in genel olarak yabancı sermayeye; genel olarak
emperyalizme karşı mücadele etmediğini, esas itibariyle Amerikan
emperyalizmine karşı mücadele ettiğini; yabancı sermayeye ortak
çalışma önerileri sunduğunu; yani onları ülkeden kovmaya hiç
niyetinin olmadığını; IMF’ye, DB’na karşı olmakla birlikte
uluslararası sermaye ile ilişkileri koparmadığını, AB’nin
emperyalist ülkeleriyle, Rusya’yla, Çin’le iyi ilişkiler
sürdürdüğünü Venezuela'da devrim keşfedenlerin bilmediklerini
varsayamayız. Bütün bunlar, Chavez’in antiemperyalist
“radikal”liğinin Amerikan emperyalizmiyle sınırlı kaldığını
göstermektedir.
Parti
sorunu:
Başkanlık
seçimlerini kazandıktan birkaç hafta sonra Chavez, hükümetinde
yer alan koalisyon güçlerinden oluşan “Sosyalist Birlik
Partisi”nin kuruluşunu açıkladı. Chavez’e göre partisi
“Beşinci Cumhuriyet Hareketi” ile koalisyonu oluşturan diğer
partilerin bir partide birleşmeleri gerekiyordu. Koalisyonda yer
alan bazı partiler, Chavez’in bu fikrine önce karşı geldiler,
ama sonra onlardan bazıları bu fikri kabul etti. Böylece
koalisyonda yer alan sosyal demokratların bir kısmı –“Herkes
İçin Anavatan”-PPT ve
“Demokratik ve Sosyal Kutup”-Podemos
yeni oluşuma katıldılar. “Sosyalist Birlik Partisi”nin
kuruluşu bu yıl sonunda tamamlanmış olacak.
Venezuela'da
siyasal partilerde izlenen değişimler ülkedeki siyasal yaşamın
radikalleşmesinden; radikal politikleşmesinden ayrı olarak ele
alınamaz. Chavez, devlet başkanlığının ilk döneminde (1999),
oldukça farklı görüşler savunan birsiydi. O zaman ne koalisyonu
oluşturan partilerin ne birliğini ve ne de sosyalizmi savunuyordu.
O zamanki Chavez, bir “Üçüncü Yol”cuydu. A. Blair (İngiltere)
ve G. Schröder’in (Almanya) “Üçüncü Yol” anlayışını
savunuyordu. Ancak 2005’in başından bu yana sosyalizmi telaffuz
etmeye başlamıştır.
Chavez,
hangi güçleri birleştirmek istiyor?
Mevcut
koalisyon içinde sosyalistlerin, devrimcilerin, “komünist”lerin
yanı sıra ulusalcı güçler de yer almaktadır. Bu ulusalcı
güçler; ulusal burjuvazi, bugün olmazsa yarın, gelişmesine
paralel olarak yabancı sermaye ile yeniden bağ kuracaktır. Ama
öncelikle ülke pazarına, zenginliklerine hâkim olmak
isteyecektir. Bu nedenle; bu amacına ulaşabilmek için ulusal
burjuvazi, kendi mezar kazıcısı işçi sınıfıyla ittifak
yapmaktan da çekinmeyecektir. Zaten bugün böyle bir ittifak
içindedir. Bu burjuvazi, kendisi büyük burjuvazi olana kadar böyle
bir ittifakın devamından yana olacak ve yabancı sermayeye karşı
mücadele edecektir.
Chavez’in
önderlik ettiği koalisyonda, emperyalizmin işbirlikçileri dışında
hemen bütün toplumsal sınıf ve tabakalar temsil edilmektedir.
Emperyalizme karşı mücadelede, bu doğrudur. Ama sorun sosyalizmin
inşasına ve partiye gelince durum değişmektedir. Chavez, sınıfsal
olarak, ideoloji olarak; dünya görüşü olarak bir araya
gelemeyecek sınıfları ve sosyal tabakaları bir potada eritmek ve
sosyalizmi bu “Sosyalist Birlik Partisi” ile kurmak istemektedir.
Chavez, kelimenin gerçek anlamıyla çok sınıflı ve sosyal
tabakalı bir parti kurmak istemektedir. Bu, olsa olsa yeni bir
sosyal demokrat parti, yeni bir halkçı parti olabilir. Evet, devlet
partisi olabilir.
Şüphesiz
ki, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı “Bolivarcı
Hareketi” güçlendirecek olan farklı siyasal ve sosyal akımların
birleşmesinden oluşacak yeni parti olumlu bir gelişmedir.
Chavez,
darbe yapmayı hafife aldığı gibi, parti kurmayı ve bu partiyle
sosyalizm inşa etmeyi de hafife almaktadır. 15 Aralıktaki (2006)
konuşmasında “Yeni bir parti kuracağımı bugün açıklıyorum.
Varlıklarını sürdürmek isteyen partiler, buna katılmayabilirler,
ama hükümetten ayrılacaklar” diyerek parti kurma işini ne
denli hafife aldığını açıklıyor ve aynı zamanda da buna
katılmak istemeyen ortaklarını tehdit ediyordu.
Chavez’e
göre yeni parti, “Venezuela
tarihinin en demokratik ve en devrimci partisi”
olacak. Bu parti, bütün sol güçleri bağrında toplayacak. Bu
yeni oluşuma katılmak isteyenlerin yanı sıra revizyonist komünist
partisi gibi katılmak istemeyen güçler de var
(7).
Chavez’in
kafasında canlandırdığı “Venezuela Sosyalist Birlik Partisi”,
kendi önderliğinde ulusal burjuvazinin iktidarının güçlenmesine
hizmet edecek bir oluşumdan başka bir şey olmayacaktır. Bu, sol
ve yurtsever parti ve hareketleri aynı politik çizgiye getirme
çabasıdır. Benzeri gelişme 1960 sonrasında F. Kastro
önderliğinde Küba’da da yaşanmıştı
Chavezcilik
yeni değil:
1968’de
Panama ve Peru’da, 1969’da Bolivya’da, 1972’de Ekvator’da
ulusalcı ve kısmen de solcu subaylar, bağımsız gelişmeyi,
ulusal güçlenmeyi içeren programlarla iktidarı ele geçirmişlerdi.
O subaylar da, aynen Chavez gibi, politik yaşama halkın
katılımından, devrimden ve sosyalizmden bahsediyorlardı. O gün
General J. V. Alvarado “Peru devrimi”nden bahsediyordu. Günümüzde
ise Chavez, “Bolivarcı Devrim“den bahsetmektedir. Bugünün
antiamerikancılığı, evet antiemperyalizmi, petrol ve doğal gaz
gibi önemli hammadde kaynaklarının, önemli işletmelerin
devletleştirilmesi o günde gündemdeydi. General Ovando, petrol
işletmelerini devletleştiriyor ve Bolivyalılar için hor görülme
dönemi kapanmıştır diyordu. Bugün Morales de aynı türden
konuşmalar yapmaktadır. O dönem petrol işletmelerinin
devletleştirildiği tarih Peru’da ulusal onur günü olarak ilan
edilmişti. Bugün Chavez’in Venezuela’sında olduğu gibi o gün
askeri yönetimli Peru’da da halkın katıldığı, açık bir
toplumsal demokrasiden bahsediliyordu. Öyle ki, askeri rejimin başı
General J. V. Alvarado, köylülere “artık patron senin
yoksulluğunla beslenmeyecektir” diye hitap ediyordu. Bu general de
“devrimci sosyalizm”den etkilenmişti. Askeri rejimin başı bu
general, darbeyle iktidara gelişinden yaklaşık bir sene sonra,
yaptıkları işin eskilerine eklenen yeni bir darbe olmadığını,
aksine ulusalcı bir devrimin başlangıcı olduğunu, bütün ulus
ve silahlı güçler olarak kesin kurtuluşa doğru yürümeye
başladıklarını, sömürgeci oligarşinin iktidarını
yıktıklarını ve dış baskılara karşı koyarak egemenliği
kazandıklarını ve nihayetinde gerçek gelişmenin temelini
attıklarını anlatıyordu.
Ekvator’daki
askeri rejimin başı General R. Lara, devrimci, milliyetçi,
sosyal-hümanist ve özerk bir gelişmeden yana olduklarını
açıklarken, Panama’da da diktatör Omar Torrijos Harrera kendini
“devrimin önde gelen lideri” ilan etmek için yasa
çıkartıyor ve devrim, “zenginler için değil, yoksullar
için” yapılır ve amacı “sosyal adaleti” sağlamaktır
diyordu.
Sol
söylemli, popülist rejimlerin ömrü uzun olmadı. Şili’de
gerçekleşen faşist darbe ve yaşanan ekonomik kriz, Peru’da
askeri rejime karşı olan burjuvazinin muhalefetini daha da
keskinleştirdi. Sanayi burjuvazisi de “işçi katılımı”
uygulamasından korktuğu için muhalefete katıldı. Sonuçta
Peru’da askeri rejim 1975’te başka bir darbeyle devrildi.
Ekvator’daki askeri rejim de 1976’da devrildi. Bolivya’da ise
darbe üstüne darbe yapılmış ve Ovando rejimi 1970’de
devrilmişti. Ovando, “Bolivan Gulf Oil”i ve bir kısım maden
ocağını devletleştirir. Bu hareketinden dolayı ve işçilerin
fabrikalara kar bazında ortak olacağını açıkladığı için de
büyük destek almıştı. 1970’de Ovando’yu devirerek onun
yerine geçen General Torres’in önderliğinde gerçekleştirilen 4
Ekim 1970’deki darbeyi “sol” partiler ve öğrenciler
desteklemişti. O da umut dağıttı ve düşürülen işçi
ücretlerine yüzde 40 zam yapacağını açıklaması işçiler
tarafından yoğun coşkuyla karşılandı. O gün “sol” partiler
ve sendikalar “kurucu meclis” öneriyorlardı. Darbeci başı
Torres bu öneriyi kabul etti, ama başka bir darbeyle devrildi.
Bugün Evo
Morales’in
talep ettiği “kurucu meclis”, o günden kalma bir anlayıştır.
Chavez
diyor ki, “devrimci demokrasi 21. yüzyılın sosyalizmine,
Bolivarcı, Venezuelalı, Latin Amerikalı damgasını taşıyacak
bir sosyalizme doğru bir yol, bir köprü, bir geçiş
oluşturmaktadır.” Bu “sosyalizm” de “21. yüzyılın
sosyalizmi” oluyor. Yani birtakım reformlar yapacaksın;
devlete ait toprakların bir kısmını köylülere dağıtacaksın,
petrol gelirlerinin bir kısmını sağlık, eğitim ve gıda yardımı
için kullanmayı planlayacaksın, işçi yönetimi diye
kapitalistlerin mülkiyetinde olan kapatılmış bazı fabrikaları
devletleştirerek hisselerinin yarısını kurulan işçi
kooperatiflerine vereceksin ve sonra da bütün bunları devrim
olarak ilan edeceksin!
Chavez
ilk kez 2005’te sosyalizmi dillendirir. Onun daha öncesinde böyle
bir anlayışının olduğu bilinmez. Ancak 2002’de Chavez’e
karşı girişilen darbeyi geri püskürten emekçi yığınlar,
böylelikle siyasi arenaya aktif olarak katılmaya başlamışlardı.
Bu, Chavez’de söylem değişimine neden olmuştur. Kendini
devirmeye yeltenen burjuvazi karşısında emekçi yığınlar
devrimci bir tepki vermişler ve Chavez de yığınların yükselen
kendiliğindenci mücadelesine bağlı olarak sosyalizmden bahsetmeye
başlamıştır. Venezuela'da keskinleşen sınıf mücadelesi
Chavez’i sınıflar üstü bir konum alamaya itmiştir. O, artık
Bolivarcı Bonapart olmuştur. O zamana kadar sürekli tekrarladığı
“ne kapitalizm ve ne de sosyalizm” söylemini bir kenara
itmiş ve bir taraftan adım adım “sosyalist” olurken, diğer
taraftan da gelişen kitle mücadelesini; kendiliğindenci devrimci
mücadeleyi birtakım reformlarla düzen içinde tutmaya çalışmıştır.
“Bolivarcı
Devrim” nedir dendiğinde bu devrimin ögeleri olarak şunlar
sıralanacaktır:
- Kendi Kaynaklarına Dayanarak Kalkınma Çemberleri;(kooperatifler, “ortak yönetim”.
- Yerel Kamusal Planlama Konseyleri; katılımcı bütçe uygulamaları.
- Kamusal Zorunluluk Programları; sağlık, eğitim ve yoksullukla mücadele.
İşte
bunlar, “21. yüzyıl sosyalizmi”ni belirleyen ögelerdir.
“Sosyal
devlet”i savunmak, doğal kaynakları (petrol) devletleştirerek
buradan elde edilecek gelirlerin bir kısmını sosyal projeler için
kullanmak ve nihayetinde büyük toprak sahiplerini hedeflemeyen bir
toprak reformu veya bir bütün olarak burjuva mülkiyet karakteri
değişmeyen devletleştirme devrim olursa, komünist partisi
önderliğinde işçi sınıfının gerçekleştireceği ve burjuva
mülkiyet ve üretim ilişkilerini kaldırmayı, burjuva düzeni
yıkmayı amaç edinen kalkışma ne olur?
Venezuela'da
güya farklı bir mülksüzleştirme gerçekleştirildiği için
devrimden bahsediliyor. Oysa bu ülkede hiç de farklı bir
mülksüzleştirme söz konusu değildir. Venezuela'da işçi
kooperatiflerine dayandırılan mülksüzleştirme kapitalist
mülkiyeti ortadan kaldıran bir adım değildir. Doğru, yeni işçi
kooperatifleri kurulmuştur. Bunların sayısı 70 bini geçiyor.
Chavez’in iktidara geldiğinde ise sadece 800 idi. Bu
kooperatifler, devletten ucuz krediler alıyorlar, şirket kuruyorlar
ve ihalelere de katılıyorlar. Ötesinde devlet, küçük
işletmeleri teşvik ediyor. Venezuela'da ister kooperatiflere bağlı
olsun, isterse de bağımsız olsun sayıları binlerle ifade edilen
küçük işletmeler açıldı. Söylentiye göre bu işletmelerde
200 binden fazla insan çalışmaktadır.
Söz
konusu bu kooperatifler, “Bolivarcı Halkalar”ın temel
ögelerinden birisidir ve deniyor ki, bu kooperatifler, burjuva
mülkiyet karşısında kolektif mülkiyeti temsil ediyorlar.
Yani
Chavez, işçi sınıfına;
- Burjuva düzeni yıkmak için örgütlen,
- Burjuva üretim ve mülkiyet ilişkilerini parçala demiyor.
Ama
işçi sınıfını ve emekçi yığınları;
- Küçük burjuva yaparak,
- Kapitalist sömürüye mahkûm etmeye,
- Burjuva düzeni ebedileştirmeye,
- Gelişen sınıf çelişkilerini törpülemeye çalışıyor ve bir kısım aklı evveller de bunu devrim olarak tanımlıyor.
Aynı
öğüdü yıllar öncesi Proudhon da vermişti. Bu baya göre
işçiler;
- Birtakım haklar için mücadele etmemeliydiler,
- Grev yapmamalıydılar,
- Ücretlerine zam istememeliydiler.
Bunu
yerine;
- Ucuz kredi alarak kooperatifler kurmalıydılar.
- Kooperatif örgütlenmesi, sonuç itibariyle devrime gerek kalmadan kapitalizmi ortadan kaldıracaktı.
- Halk Bankası kurulmalıydı ve kredi işleri bu banka tarafından organize edilmeliydi.
Proudhon,
küçük üreticilerin kooperatiflerde örgütlendiği bir
“sosyalimi” savunuyordu. Bu olsa olsa ancak bir küçük burjuva
sosyalizmi olabilirdi. Bu hayali bugün Chavez yaşatıyor, Proudhon
gibi, küçük üreticilerin bu savunucusunun yolunda gidiyor, ucuz
kredili, devlet teşvikli kooperatif anlayışıyla.
Venezuela'da
çarpıtılmış bir işçi yönetimi “Bolivarcı Devrim” için
bir kıstas olarak öne sürülüyor. Ama gerçeklik pek de öyle
değil. Doğru, devlete ait bazı işletmelerde “ortak yönetim”e
geçildi. Sahibi tarafından kapatılan bazı işletmeler, önce
devletleştirildi ve sonra da devletleştirilen bu işletmelerin bir
kısım hisseleri buraları yeniden çalıştırmaya başlayan işçi
kooperatiflerine devredildi. Öyle ki, işçilerin kapitalistlerin
yönetimindeki kurullara katılmalarında öte pek fazla bir anlamı
olmayan “ortak yönetim”, aklı evveller tarafından,
kapitalistlerin işletmelerden kovulmaları ve kontrolün işçilerin
eline geçmesi olarak lanse edildi.
“Bolivarcı
Devrim”in temel direklerinden birisi de toprak reformudur.
Venezuela'da ekilebilir toprakların yüzde 77 kadarı en zengin
kesimin sadece yüzde 3’ünün kontrolündedir. Buna karşın
yoksul köylülerin yüzde 50’sinin sahip olduğu toprak miktarı
ise ekilebilir alanların sadece yüzde 1’ine tekabül etmektedir.
Chavez, ekilmeyen toprakların ekime açılmasını ve böylece
kırsal alanda da ulusal kalkınmanın desteklenmesini talep ediyor.
2005’te yeniden yapılandırılan toprak reformunun amacını
açıklarken “Büyük çiftliklere karşı mücadele Bolivarcı
devrimin özüdür”. “Gerçek bir kanser olan bu tarihsel sorunla
yüzleşmenin zamanı gelmiştir. Bu korkunç toprak sahipliği var
olduğu müddetçe hiçbir gelişme programı ilerletilemez” diyen
Chavez, bir yandan büyük toprak sahiplerini sıkıştırıyor,
diğer yandan da devletin mülkiyetinde olan toprakların bir kısmını
köylülere dağıtıyordu.
Venezuela'da
toprak reformunun başka bir amacı daha var: Chavez iktidarı,
şehirlerde işsizleri, patlamaya hazır varoş sakinlerini,
işsizliğe karşı mücadele adı altında kırsal alana
yönlendirmeyi amaçlıyor.
İlan
edildiği gibi Chavez’in toprak reformu, “Bolivarcı
Devrim“in
temel direklerinden birisi olmamıştır. En azından henüz
olmamıştır. Chavez iktidarı 130 bin köylüye 2,2 milyon hektar
toprak dağıtmıştır
(8),
ama büyük toprak sahiplerine dokunamamıştır.
III-
Chavez Sosyalizmi
1998’de
devlet başkanı seçildikten sonra “üçüncü yol” propagandası
yapan Chavez, Venezuela'da politik yaşamın radikalleşmesine
paralel olarak ”üçüncü yol”culuktan vazgeçerek “21. yüzyıl
sosyalizmi” diye kavramlaştırdığı bir “sosyalizm” türü
savunmaya başlamıştır.
Chavez’e
göre “21. yüzyıl sosyalizmi”, insancıl demokratik bir toplum
biçimini ifade eder. Bu düzenin merkezinde insan, onun her yönlü
gelişmesi ve ihtiyaçları durur.
“21.
yüzyıl sosyalizmi”, sosyalizmde geçmişi ve mevcut olanı aşmak
anlamına geliyor. Bu sosyalizm anlayışında devlet ve toplumun
ekonomik temelleri pek önemsenmiyor. Şimdiye kadar “21. yüzyıl
sosyalizmi” adına yapılanlar, birtakım reformları
gerçekleştirmenin, insanları politik karar verme mekanizmasına
katmaya çalışmanın ötesine pek geçmemiştir. Bu sosyalizm
anlayışında üretim ilişkileri ve mülkiyetin sınıfsal
karakteri pek önemli değildir. Büyük toprak beyliğini ortadan
kaldırmaya çalışmak, toprak reformu yapmak veya yabancı
sermayeyi devletleştirmek, her ne kadar sosyalizmin kurulması
anlamına gelmese de “21. yüzyıl sosyalizmi” açısından
pekâlâ sosyalizmin kurulması olabiliyor.
“…Venezuela…
devlet başkanı Hugo Chavez… dün yemin ederek görevine
başladı. Altı yıllık ikinci dönem iktidarına başlayan Chavez,
yemin töreninde, efsane devrimci Che'nin "Vatan, sosyalizm veya
ölüm" sloganını alıntılarken, 'en büyük sosyalist Hz.
İsa' üzerine 'Venezuela sosyalizmini uygulama' yemini etti:
"Tarihin en büyük sosyalisti İsa ve mükemmel anayasa üzerine
yemin ederim. Dinlenmeden, yaşamım ve gecelerimi Venezuela
sosyalizminin inşasına adayacağım. Vatan, sosyalizm ya da ölüm".
Önceki gün elektrik ve telekomünikasyon şirketlerini
millileştirme planını açıklayan Chavez, meclisin kendisine
'devrim yasalarını kararnamelerle uygulama' yetkisi vermesini de
istedi”(9).
Kendini
Venezuela'daki sosyalizmin inşasına adayan, en azından bunun için
yemin eden Chavez, birtakım işletmeleri devletleştirerek bu işi
gerçekleştirmiş olacağına inanıyor. Yani ona ve bazılarına
göre devletleştirme, sosyalizmle eş anlamlı oluyor.
“Bolivarcı
Devrim”i anlamak için burjuva devlet ve devlet mülkiyetinin ne
anlama geldiğine bakmak gerekir. Veya her devletleştirme sosyalizm
midir?
Her
devletin sınıfsal karakteri vardır. Bundan dolayı bir sınıfın
elinde olan devlet, toplumdaki başka sınıfları baskı altında
tutmanın aracıdır. Burjuva devlet, burjuvazinin hâkim sınıf
olduğu koşullarda vardır ve bu sınıfın diğer sınıflar
karşısında hâkimiyetini korunmasının ve devam ettirmesinin
aracıdır. Proletarya diktatörlüğünde de devlet, diğer
görevlerinin yanı sıra, siyasal iktidardan ve mülkiyetinde
uzaklaştırılan burjuvaziyi, karşı devrimi baskı altında
tutmanın bir aracıdır.
Devletin
sınıfsal karakteri olduğu için devlet mülkiyetinin de sınıfsal
karakteri vardır. Bu nedenle kapitalizmde devlet mülkiyeti, burjuva
mülkiyetten başka bir anlam taşımaz. Sadece sahipliğin biçim
değişmiştir. Devlet mülkiyetinde mülke sahip olan tek tek
kapitalistler veya şirketler değil, adı üstünde devlettir. Ne
var ki, devlet mülkiyetiyle kamu mülkiyeti sürekli birbirine
karıştırılır ve çoğu kez devlet mülkiyeti, kamu mülkiyeti
olarak ve kamu mülkiyeti de devlet mülkiyeti olarak algılanır.
Oysa
kamu mülkiyeti, tüm topluma ait olan mülkiyettir. Mülkiyetin bu
türü aslında mülkiyetsizliğin de ifadesidir. Mülkiyet herkese;
kamuya; topluma ait olduğuna göre orada sınıf yok demektir.
Sınıfsal bağından kopmuş mülkiyet de gerçek mülkiyet olmaktan
çıkmış olur. Bu türden mülkiyet veya kamu mülkiyeti sınıfsız
toplum olan ilkel komünal toplumda ve komünizmde söz konusudur.
Sosyalizmde
de mülkiyetin sınıfsal karakteri vardır ve sosyalizmin inşası
derinleştikçe, toplumda sınıfsal farklılıklar kayboldukça;
toplum sınıfsızlaştıkça sosyalist mülkiyet de toplumsallaşmış
olur; bütün toplumun sınıfsız toplumun mülkiyeti olur. Bu süreç
komünizme geçiş, mülksüzleşme sürecidir.
Burjuvazi,
kendi devlet aygıtını sınıflar üstü kurum olarak yansıtmaya
çalışır. Ona göre devlet, toplumdaki bütün sınıflara eşit
mesafede durur; bütün toplumun devletidir. Dolayısıyla devlet
mülkiyeti de toplumun mülkiyetidir; kamu mülkiyetidir!
Şüphesiz
ki, sınıf mücadelesi sürecinde öyle gelişmeler olur ki, daha
geri mülkiyet ilişkileri karşısında devrimci, ilerici konumda
olan burjuvazinin mülkiyeti ve devlet mülkiyeti belli bir
ilericiliğin ifadesi olabilir. Örneğin, feodalizme karşı
mücadelede muzaffer olan burjuvazinin mülkiyet ilişkilerine hâkim
olması; kapitalizmi geliştirmesi; devlet mülkiyetini geliştirmesi,
eskiyi temsil eden feodalizme karşı tarihsel bir ilericiliğin
ifadesidir. Ama bizi burada ilgilendiren bundan ziyade, her
devletleştirmenin sosyalizm olup olamayacağıdır veya
devletleştirmenin mülkiyetin toplumsallaştırması anlamına gelip
gelemeyeceğidir. Yukarıda oldukça kısaca da olsa belirttiğimiz
gibi, her devletleştirme sosyalizm olamaz ve devletleştirme
mülkiyetin toplumsallaştırılması anlamına gelmez.
Devletleştirmenin sosyalizm olabilmesi için, siyasal iktidarın
proletaryanın elinde olması gerekir. Böyle bir durum Venezuela'da
söz konusu değil. Bunun ötesinde mülkiyetin gerçek anlamda
toplumsallaşması için sosyalist inşanın komünizme geçecek
derecede derinleşmiş olması gerekir ki, insanlık tarihinde böyle
bir tecrübe henüz yaşanmamıştır.
Bu
anlayışlarımız Engels’in şu sözlerinden çıkartılabilir:
“Kapitalist
üretim biçimi, nüfusun büyük kısmını gitgide proleter
durumuna düşürürken, yok olma tehdidi altında, bu devrimi
gerçekleştirme zorunda bulunan gücü yaratır. Toplumsallaşmış
büyük üretim araçlarının gitgide devlet mülkiyeti durumuna
dönüşümüne götürerek, bu devrimi gerçekleştirmek için
izlenecek yolu kendi gösterir. Proletarya,
devlet iktidarını
ele geçirir
ve üretim
araçlarını önce
devlet mülkiyeti
durumuna dönüştürür.
Ama bunu yapmakla, proletarya olarak kendi kendini ortadan kaldırır,
bütün sınıf farklılıkları ile sınıf karşıtlıklarını ve
aynı biçimde, devlet olarak devleti de ortadan kaldırır. Sınıf
karşıtlıkları içinde evrimlenen daha önceki toplumun devlete,
yani, her durumda, sömürücü sınıfın kendi dış koşullarını
sürdürmek, öyleyse özellikle sömürülen sınıfı var olan
üretim biçimi (kölelik, toprak köleliği, ücretlilik) tarafından
verilmiş baskı koşulları içinde tutmak için kurduğu bir örgüte
gereksinmesi vardı. Devlet, tüm toplumun resmi temsilcisi, onun
gözle görülür bir kurul biçimindeki bireşimi idi, ama bu, tüm
toplumu, zamanı için, kendi başını temsil eden sınıfın
devleti olduğu ölçüde böyle idi: İlkçağda, köle sahibi
yurttaşların; ortaçağda, feodal soyluluğun; çağımızda,
burjuvazinin devleti. Sonunda gerçekten tüm toplumun temsilcisi
durumuna geldiği zaman, kendi kendini gereksiz kılar. Baskı
altında tutulacak hiç bir toplumsal sınıf kalmayınca; sınıf
egemenliği ve üretimdeki güncel anarşi üzerine kurulu bireysel
varoluş mücadelesi ile birlikte, bunlardan doğan çatışma ve
aşırılıklar da ortadan kalkınca, artık baskı altında
tutulacak hiçbir şey yok demektir ve özel bir baskı iktidarı,
bir devlet, zorunlu olmaktan çıkar. Devletin gerçekten tüm
toplumun temsilcisi olarak görüldüğü ilk eylem -üretim
araçlarına toplum adına elkonması-, aynı zamanda onun devlete
özgü son eylemidir de. Devlet iktidarının toplumsal ilişkilere
müdahalesi, bir alandan sonra bir başkasında gereksiz duruma gelir
ve sonra kendiliğinden uykuya dalar (10).
O
halde Venezuela'da olan nedir?
Chavez
önderliğinde Venezuela ulusalcı güçleri, iç pazara hâkim olmak
için emperyalistlerin ve yerli işbirlikçilerinin elinde olan
işletmeleri devletin mülkiyetine geçirmeye çalışıyorlar ve
bunu da tazminat ödeyerek yapıyorlar. Buradaki tarihsel ilericilik,
emperyalizme (yabancı sermayeye) ve onunla işbirliği içinde olan
yerli güçlere karşı alınan tavırdır. Yoksa Chavez’in
devletleştirmesinin toplumsallaştırma ve sosyalizm olduğu
değildir.
Venezuela'da
burjuva/kapitalist mülkiyette biçim değişimi söz konusudur:
Uluslararası tekellerin ve yerli işbirlikçilerinin elinde olan
işletmelerin devletin eline geçmesidir, yani bireylerin veya
şirketlerin özel mülkiyetinin devlet olarak örgütlenmiş
burjuvazinin mülkiyetine geçmesidir.
Kapitalizmde
devlet mülkiyeti, burjuvazinin kolektif mülkiyeti anlamına gelir.
Bu konuda Engels şöyle der:
“Ama
ne hisse senetli şirketler durumuna dönüşüm ne de devlet
mülkiyeti durumuna dönüşüm, üretici güçlerin sermaye
niteliğini ortadan kaldırır. Hisse senetli şirketler bakımından
bu durum açıktır. Ve modern devlet de, burjuva toplumunun,
kapitalist üretim biçiminin genel dış koşullarını, işçilerden
olduğu kadar tek tek kapitalistlerden de gelen saldırılara karşı
korumak için kurduğu örgütten başka bir şey değildir. Modern
devlet, biçimi ne olursa olsun, esas olarak kapitalist bir
makinedir: kapitalistlerin devleti, düşüncedeki kolektif
kapitalist. Üretici güçleri ne kadar çok kendi mülkiyetine
geçirirse, o kadar çok gerçek kolektif kapitalist durumuna gelir,
yurttaşları o kadar çok sömürür. Kapitalist ilişki ortadan
kaldırılmamış, tersine doruğuna götürülmüştür. Ama bu
doruğa vardıktan sonra, tersine döner. Üretici güçler
üzerindeki devlet mülkiyeti, çatışmanın çözümü değildir,
ama biçimsel çareyi, çözümü yakalama biçimini içinde saklar
(11).
Demek
oluyor ki, Venezuela'da devletleştirmeyle mülkiyetin sınıfsal
karakter ortadan kalkmıyor, sadece biçim değiştirmiş oluyor.
Devlet mülkiyetinde de söz konusu olan kapitalist/burjuva mülkiyet
ilişkileridir.
Bazılarına
göre Venezuela'da sosyalizm, Chavez önderliğinde “gıdım gıdım”
kuruluyor. Chavez, yetkisine ve yasalara dayanarak birtakım
reformları adım adım uygulamaya koyuyor ve bu süreç sosyalizmin
inşa edilmesi veya genel anlamda ne olduğu belli olmayan bir devrim
oluyor.
Mülkiyet
ilişkisi, üretim ilişkisinin hukuksal ifadesidir. Kapitalizmde
mülkiyet ilişkilerini tasfiye etmek sadece kapitalistlerin özel
mülkiyetini değil, devletin mülkiyetini de tasfiye etmektir. Bu
ise bir devrim meselesidir. Herhangi bir devrim değil, proleter
devrim meselesidir. Proletaryanın siyasal iktidarı ele geçirmesi,
burjuva devlet mekanizmasını, üretim ilişkilerini ve onun
hukuksal ifadesi olan mülkiyet ilişkilerini yıkması ve yerine
kendi sınıfsal çıkarlarını ifade eden devletini, üretim ve
mülkiyet ilişkilerini kurmasıdır. Böyle bir süreç
devletleştirmeye indirgenerek, basit bir el değiştirme olarak ele
alınamaz. Devrim, kişi mülkiyetinin devletin mülkiyetine
geçirilmesi değildir.
Latin
Amerika’da (Venezuela, Bolivya, Ekvator) devletleştirme ne anlama
geliyor?
Son
seçimlerden sonra göreve başlarken yapılan konuşmalarda Chavez
ve Correa bolca sosyalizmden ve devrimden bahsettiler.
10
Ocak 2007’de göreve başlama yemin töreninde Chavez, ülkedeki
yabancıların elinde bulunan hemen bütün büyük işletmeleri
devletleştireceğini açıkladı: 1991’de özelleştirilen telefon
şirketi CANTV, elektrik sanayi, petrol sanayi.
Chavez,
özelleştirilen ne varsa hepsini devletleştireceğini açıklıyordu.
Devamla “rotamız sosyalizmdir. Hiç kimse ve hiçbir şey bunu
engelleyemez” diyordu. Chavez’e göre devletleştirme
sosyalizm oluyor: “Özelleştirilen ne varsa hepsini
devletleştireceğiz. Rotamız sosyalizmdir. Bunu, hiç kimse ve
hiçbir şey engelleyemez”. Bu sözler, Chavez’in
devletleştirme ile sosyalizmi eş anlamlı kullandığını
göstermektedir.
15
Ocakta görevi devralan R. Correa, Chavez’den daha radikaldi. Yemin
töreninde “radikal devrim” gerçekleştirmekten
bahsediyordu. “Yeni sosyalizm”in taraftarı olduğunu
açıklıyordu. Chavez’in “21. yüzyıl sosyalizmi” taraftarı
olan Ekvator’un yeni devlet başkanı Rafael Correa,
emperyalistleri, Ekvator’un borçlarını geri ödememekle tehdit
ediyor, yabancı tekellerle imzalanmış olan petrol anlaşmalarını
yeniden masaya yatırmaktan bahsediyordu. Correa, Manta’daki
Amerikan hava üssünü kapatma tehdidini savurmadan da edemedi.
R.
Correa, aralarında H. Chavez’in, L. I. Lula da Silva’nın, D.
Ortega’nın, E. Morales’in M. Ahmedinecad’ın da hazır
bulunduğu 17 devlet ve hükümet başkanı önünde yaptığı bu
konuşmada “Vatandaş devrimi henüz başladı. Hiç kimse ve
hiçbir şey onu durduramaz” diyordu. Chavez’in “rotamız
sosyalizmdir”i, Correa tarafından “vatandaş devrimi”ne
dönüştürülüyor. Her ikisi de bunun “hiç kimse ve hiçbir
şey tarafından durdurulamayacağını” açıklıyor. Oldukça
radikal sözler.
Daha
önce Ekvator’da bir L. Gutierrez gelip geçmişti. Bu bay da
2002’de, aynen bugün Correa’nın programı benzeri bir programla
seçimleri kazanmış ve devlet başkanı olmuştu. Her nedense iki
sene sonra yoğun kitle protestoları sonucunda başkanlıktan
kovuldu.
Latin
Amerika’da adeta gelenekselleşmiş bir süreç var: Geleneksel
sağcı partilerin; emperyalizmin doğrudan işbirlikçisi olan
partilerin siyasal olarak iflas etmeye başladıklarında radikal
güçler; sivil veya ordudan ulusalcı güçler kurtarıcı olarak
ortaya çıkıyorlar ve darbe veya seçimle iktidara geliyorlar.
1968’de Peru’da ve Panama’da, 1969’da Bolivya’da, 1972’de
ise Ekvator’da ve 1973’te Şili’de yaşananlar adeta
tekrarlanıyor. O dönemi “sola çark”ın birinci dalgası olarak
ifade edersek bugün Brezilya’da, Venezuela'da, Ekvator’da,
Bolivya’da ve Ekvator’da yaşananlar “sola çark”ın ikinci
dalgasını oluşturur.
Her
iki dönemde de bu ülkelerde “sola çark”ın ortak bir özelliği
var: Darbeyle iktidara gelen subayların veya seçimle iktidara gelen
ulusalcı güçlerin programları, her bir ülkenin somut koşularına
dayandırıldığı için şüphesiz ki farklılıklar arz
etmektedir. Ama hepsinde ortak olan, genel olarak emperyalizmi,
özelde de Amerikan emperyalizmini, buna ek olarak bugün
neo-liberalizmi lanetlemek yığınların birikmiş kin ve nefretine
hitap etmek, sosyal eşitsizliği, ezilmişliği, onursuz konuma
düşürülmüşlüğü önplana çekmek ve açlığa, yoksulluğa
karşı programlardan, sağlık ve eğitim programlarından
bahsederek yığınların sempatisini kazanmak.
Halkçı
retorik bütün Latin Amerika’da geçerli akçedir.
Daha
öncesinde Peru’da General Juan Velasco Alvarado, Ekvator’da
askeri rejimin başı General Rodriguez Lara, Panama‘da diktatör
Omar Torrijos Harrera, devrimden, sosyalizmden bahsetmişlerdi. Ama
özel mülkiyetin; burjuva üretim ve mülkiyet ilişkilerinin kılına
dokunmamışlardı. Şimdilerde de Chavez, Correa, Morales vb.
devrimden, sosyalizmden, evet “21. yüzyıl sosyalizm”inden
bahsediyorlar, ama her nedense özel mülkiyete; burjuva üretim ve
mülkiyet ilişkilerine sıkıca bağlı kalıyorlar.
Biz
şunu tartışmıyoruz: Latin Amerika’da veya dünyanın başka
yerlerinde emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı atılan her
adımın yanındayız. Bu anlamda Chavez’in, Morales’in,
Ortega’nın, Morales’in de yanındayız. Ama onların yanında
olmak, yabancı sermayeye, emperyalizme ve yerli işbirlikçilerine
karşı ulusal zenginliklere sahip çıkmalarının yanında olmak,
bu ülkelerde yapılan devletleştirmelerin sosyalizm olduğunu, bu
ülkelerdeki gelişmelerin devrim olduğunu kabul etmek anlamına
asla ve asla gelmez.
Sonuç:
Chavez’in
iktidara gelmesiyle bağlam içinde Venezuela'daki gelişmeler devrim
olarak nitelendirilemez. Ötesinde sosyalist devrimden hiç
bahsedilemez. Bu anlamda Chave’in hükümeti devrimci bir hükümet
de değildir. Bu ülkede 1998’dan bu yana yaşanan, o “Bolivarcı
Devrim”, aslından demokratik, yurtsever-ulusalcı bir süreçtir.
Bu sürece işçi sınıfından ve emekçi yığınlardan, gençlikten
ve ulusalcı güçlerden milyonlar katılmıştır. Bu süreci
ilerleten milyonlardır. Ancak sübjektif koşulların olgunlaşması;
komünist bir partinin işçi sınıfı ve emekçi yığınlara
önderlik edebilecek duruma gelmesi durumunda bu süreç, sosyal bir
devrime dönüşebilir.
“Kapitalizmden
uzaklaşmak, 21. yüzyıl sosyalizmini yaratmak” ve bunu “Karl
Marks ve Friedrich Engels’in ilkesel düşünceleriyle uyumluluk
içinde” yapmak Chavez’in sözleridir. Ama Chavez, Marks ve
Engels’in anladığı tarzda bir devrim teorisinden ve sosyalizmden
bahsetmezler. Marks ve Engels, kapitalist düzenin yıkılmasından,
burjuva devlet mekanizmasının parçalanmasından, proletarya
diktatörlüğünden bahsederler ve devrim ve reform arasında kalın
bir çizgi çekerler. Chavez, bunu unutuyor. Onun ağzında devrim
veya sosyalizme geçiş bir süreçtir, kapitalizmden sosyalizme
doğru bir geçiştir. Bu geçiş de ancak ve ancak reformlarla
mümkün olabilir. Bu, gerçek anlamda sosyal demokratik bir
anlayıştır.
Devletleştirmek,
sosyalizmin niteliksel bir özelliği değildir. Burjuva düzende de
devletleştirme olur. Ama Chavez, özel mülkiyeti
toplumsallaştırmayı amaçlamıyor, sadece devletleştirmek istiyor
ve bunu da yapıyor
(12).
Chavez
1998’den beri iktidarda. O günden bugüne aldığı tedbirler,
uygulanan reformlar; bir bütün olarak onun politikası ve bu
politikanın arkasında duran siyasal güçler, Chavez’in nerede
durduğunu oldukça açık bir şekilde göstermektedir.
Chavez,
MVR (Beşinci Cumhuriyet Hareketi) ittifakına dayanarak başkanlığını
sürdürüyor. MVR içinde ise hem solcu hem de sağcı güçler
örgütlüdür.
Chavez’in
politik programı çok sadedir, çok açıktır: Bu programda
Venezuela ulusal burjuvazisinin çıkarları ile emekçi yığınların
(işçiler, küçük köylüler vs.) çıkarları birleştiriliyor ve
hedef olarak öncelikle Amerikan emperyalizmi, yabancı sermaye
(tekeller) ve kendine karşı gelen emperyalizmin yerli
işbirlikçileri gösteriliyor. Chavez’in programı, sosyalizm gibi
söylemlerini bir kenara atarsak, henüz gelişmemiş olan Venezuela
ulusal burjuvazisini geliştirmeyi amaç edinmiş bir programdır.
Programı onun, ulusal burjuvazinin siyasal temsilcisi olduğunu
göstermektedir.
Chavez,
programının ve mücadelesinin gösterdiği gibi, Amerikan
emperyalizmi dışındaki emperyalist güçlere karşı tutarlı
olmasa da, antiemperyalisttir. Ulusal çıkarlar için
mücadelesinden ve bu anlayışından dolayı
Chavez ve hükümeti, ulusal, yurtsever olarak tanımlanabilir.
Venezuela'da
devam eden sürecin veya “Bolivarcı sürec”in ilerici,
demokratik ve genel anlamıyla antiemperyalist olduğu tartışma
götürmez. Venezuela'daki gelişmeler, en fazlasıyla Bolivarizmin
bir ifadesidir. Chavez’e göre günümüzde Bolivarizm, bir
taraftan gelişmekte olan Venezuela ulusal burjuvazisinin ve diğer
taraftan da işçi sınıfı ve köylülüğün çıkarlarını bir
potada birleştirmek ve eritmek demektir. Chavez, programını güçlü
bir popülizmle ve eklektizmle süslüyor. Bir araya gelemeyecek
güçleri bir araya getirme çabası onun ne denli idealist ve
eklektik olduğunu gösterir.
“Bolivarcı
Devrim”de Marks’ın, Engels’in, Lenin’in, Stalin’in
anlayışlarının yeri yoktur. Bunun ötesinde R. Luxemburg’un, Ho
Chi Minh’in, Mao Zedong’un, Thälmann’ın ve derin dostluğa
rağmen Fidel Kastro’un da devrim konseptleri dikkate alınmaz.
Şüphesiz onların düşüncelerinden bahsedilir. Ama “Bolivarcı
Devrim” ve Chavez’in politik düşünceleri, çeşitli akımların
üzerinde yükselir. Örneğin Lenin’in antiemperyalizm
anlayışından esinlenilir, onun devrim, devlet, parti anlayışları
dikkate alınmaz, ama A. Gramsci’nin düşünceleri etkili olur.
Chavez, yerine göre Marks’tan, Engels’ten, Troçki’den, Mao Zedong’dan, Sartre’den bahsediyor, İsa’yı en büyük sosyalist ilan ediyor. Ama ne denirse densin “Bolivarcı Devrim”de ve Chavez’de ulusalcı-yurtsever öğe sürekli, hemen her konuda belirleyici oluyor.
Açık
ki, Chavez’in sosyalizm anlayışı soyuttur. Sosyalist düşünceyle
çelişse bile çok şeyi sosyalizm olarak anlatabiliyor. Örneğin
Hristiyanlıkla, İsa ile sosyalizmi özdeşleştirebiliyor.
Troçki’nin sürekli devriminden esinlendiğini söyleyebiliyor.
Kakao üreten kooperatifleri, mülkiyet ilişkilerini göz önünde
tutmaksızın „21. yüzyıl sosyalizmine ekonomik evrilme“
olarak görebiliyor. Somut olarak sosyalizmin proletarya
diktatörlüğü olduğu, kapitalist üretim ve mülkiyet
ilişkilerinin yıkılması anlamına geldiği onu pek
ilgilendirmiyor. Yoksullara yardım programını uygulamak, sosyalist
olmak için yetiyor.
Kapitalist
üretim ve mülkiyet ilişkilerini yıkmaya kalkıştığında
–bırakalım fiilen adım atmayı, bunu dillendirdiğinde dahi-
Chavez, Venezuela burjuvazisini karşısında bulacaktır.
Sınıflar
üstü görünen Chavez, Venezuela ulusal burjuvazisinin sosyal yönü
ağır basan devlet başkanıdır.
Chavez,
ulusal kapitalizmin savunucusudur. İşçi sınıfını ve emekçi
yığınları böyle bir kapitalizmin gelişmesine koşmaya
çalışıyor. Onun kooperatif anlayışı da buna hizmet ediyor.
Chavez’in
kooperatif anlayışı, işçi sınıfında mülkiyet tutkusunu
geliştirmeye, sınıfın kendini kooperatif çıkarıyla
tanımlamasına, özdeşleştirmesine hizmet ediyor, aynı zamanda.
Chavez
önderliğindeki hükümetin Venezuela'da ekonomik ve toplumsal
düzenin karakterini değiştirmediği gerçeğinin tartışılacak
bir yanı yok. Ama belirttiğimiz gibi, onun belli ölçülerde de
olsa emperyalizme ve yerli işbirlikçilerine karşı aldığı
olumlu tavrın da tartışılacak bir yanı yoktur. Chavez,
“Plan-Kolombiya” ve ALCA’ya (13) karşı mücadelede tutarlı
olmuştur. Onun Irak savaşı ve bu ülkenin işgali karşısında
aldığı tavır da olumludur. Bütün baskılara karşın Küba’nın
yanında yer alması da önemlidir.
Bugün
Venezuela'da iki cephe karşı karşıyadır:
Venezuela'da
Bolivarcı sürecin ilerlemesini engellemek ve mevcut hükümeti
devirmek için başta Amerikan emperyalizmi olmak üzere emperyalist
güçler, ülkedeki bütün gerici güçleri birleştirmek için
sürekli arayış içindeler. İşe yaramayan karşı devrimci
oluşumları/ittifakları dağıtıyorlar, başarılı olmak umuduyla
yenilerini kuruyorlar. “Federación de Cámaras de Comercio”
(Venezuela’nın en büyük işveren birliği olan “Ticaret Odası
Federasyonu”) karşı devrimci muhalefetin başı durumunda. Bu
kuruluş, işveren birliklerini, banka birliklerini ve Katoliklerin
önde gelenlerini temsil etmektedir. Geleneksel burjuva partiler,
sendika bürokrasisi, geçmişi “sol” olan bazı örgütler de bu
karşı devrimci cephede yer almaktadır.(14).
Bu
cephenin karşısında işçi sınıfı ve emekçi yığınlar; halk
kitleler, gençlik, ulusalcı güçler yer almaktadır. Venezuela'da
bu iki cephe arasındaki mücadele; toplumsal ve siyasal süreç
giderek derinleşmekte ve kapsamlaşmaktadır. Bu süreç, işçi
sınıfından, köylülükten, gençlikten, ulusalcı güçlerden
milyonları hareketlendirmiştir. Bu ülkede bütün toplumsal
sınıflar ve sosyal tabakalar oldukça politikleşmişler ya gelişen
süreçten yana ya da ona karşı mücadele içindeler. Venezuela'da
gelişen bu mücadele karşısında tarafsız kalınamaz. Dünya
çapından bütün ilerici, antiemperyalist, devrimci ve komünist
güçlerin görevi bu mücadeleyi desteklemektir.
Şüphesiz
ki, “Bolivarcı Devrim”i, devrim olarak tanımlamaktan, hele
sosyalizme doğru gelişmeden hiç söz edilemez. Ama buna rağmen,
Bolivarcı Venezuela, her ne kadar genel olarak emperyalizme karşı
mücadele etmese de, antiamerikancı olduğu, emperyalizmin yerli
işbirlikçilerine; “oligarşi”ye karşı mücadele ettiği
müddetçe dayanışmayı hak etmektedir.
Venezuela’nın
ulusal bağımsızlığı mücadelesinde; antiemperyalist mücadelede
Venezuela işçi sınıfı ve emekçi yığınları Venezuela ulusal
burjuvazisiyle ittifak içindedir. Bu ittifakı Chavez önderliğinde
Bolivarcı Hareket temsil etmektedir. Gelişmenin hangi yönde
olacağını ulusal güçlerle emperyalist güçler ve yerli
işbirlikçileri arasındaki mücadelenin seyri belirleyecektir.
Ve
bu seyir, 6 Aralıkta yapılan başkanlık seçimiyle Bolvarcı
Hareket aleyhine belirlenmiş gözükmektedir.
*
Dipnotlar:
1)
27 Şubat 1989’da gerçekleşen „Caracozo“ diye bilinen
ayaklanma. Yüksek fiyat artışları (Örneğin, benzinde yüzde 90
oranında fiyat artışı, sübvansiyonların kaldırılması)
karşında emekçi yığınların tepkisi sokak gösterilerine,
otobanların bloke edilmesine dönüşür ve C. A. Perez hükümeti
23 Mart 1989’a kadar süren sıkıyönetim ilan eder. Ordunun halka
karşı saldırısı sonucunda İnsan Hakları Örgütünün
bildirdiğine gör 4000 insan katledilir. Bu durum sonrası hükümet
ekonomi üzerine aldığı tedbirleri geri çekmek zorunda kalır ve
genel bir ücret artırımı kararı alır.
2)
4 Nisan 1992’de Perez hükümetinin kabine değişiminden ve
yoksulların lehine olan tasarruf tedbirlerinin devam ettirileceğinin
açıklanmasından sonra H. Chavez önderliğinde MBR-200 tarafından
örgütlenen ve sol eğilimi subaylardan ve onlara bağlı
askerlerden oluşan paraşütçü birlikleri ülkenin çeşitli
yerlerinde ayaklanırlar ve başkent Karakas’a yürürler.
Ayaklanma başarısız kalır ve Chavez tarafından durdurulur. 133
subay ve 956 asker tutuklanır. Chavez’in de aralarında bulunduğu
24 subay hakkında dava açılır. 2 Nisan 1992’de kitlesel
protestolar gerçekleştirilerek anayasal uygulamaya yeniden
dönülmesi ve ayaklanmacıların serbest bırakılması talep
edilir. 42 ayaklanmacı serbest bırakılır. 9 Nisandan itibaren
yeniden anayasal yaşama geçilir. 7 Eylülde, tutukluları
kurtarmak için yeniden bir darbe girişimi olur ama başarısız
kalır.
3)
Chavez, 1998‘deki başkanlık seçimlerinde verilen oyların yüzde
56,2’sini alır. Chavez, Movimiento Quinta República’dan (MVR,
5. Cumhuriyet Hareket), Movimiento al Socialismo’dan (MAS,
Sosyalizm İçin Hareket), Patria para Todos’dan (PPT, Herkes İçin
Anavatan, sol bir parti), Movimiento Electoral del Pueblo’dan (MEV,
Halkın Seçim Hareketi, sol sosyal demokratik bir hareket), Partido
Comunista de Venezuela'dan (PCV, Venezuela Komünist Partisi,
revizyonist parti) oluşan Polo Patriotico (Yurtsever Yığınak
Hareketi) ile seçimleri kazanır.
4)
Gerilla mücadelesi konusundaki görüş ayrılığından dolayı
Venezuela Komünist Partisi (revizyonist parti), 1970’li yıllarda
bölünür. La Causa-Radical (1970) ve MAS (Movimiento
al Socialismo-1971)
bu bölünmeler sonucunda kurulurlar. 1997’de Causa-Radical de
bölünür ve ardından PPT(Patria
Para Todos)
kurulur. Bu bölünmenin önemli nedenlerinden birisi, 1998
seçimlerinde Chavez’in desteklenip desteklenmeyeceğiydi.
Destekleyenler tarafından oluşturulan PPT, seçimlerde Chavez’le
ortak hareket eden Polo Patriotico (Yurtsever Yığınak Hareketi)
içinde yer alır. Aynı nedenden dolayı MAS da 2002’de ikiye
bölünür. MAS’ın bir kanadı (PODEMOS) Chavez’i destekler.
Çoğunluk tarafı ise muhalefette yer alır.
5)Bu
seçimlerde Chavez taraftarları 128 sandalyenden 120’sini
kazanırlar.
6)
Devlet Başkanı Chavez, petrol sanayinin daha yüksek
vergilendirilmesiyle, balıkçılık ve kullanılmayan topraklara
devlet tarafından el konulmasını öngören yasayla ilgili olan
reform paketini parlamentodan geçirerek değil de kendine tanınan
özel yetkiyle geçerli kılmaya çalışmasını işverenler birliği
Federcámaras ve CVT (Confederación de Trabajadores de Venezuela-
Venezuela İşçiler Konfederasyonu)10 Aralık 2002’de ülkede
yaşamı neredeyse tamamen felce uğratan 12 saatlik bir genel grevle
cevaplandırır. 23 Ocak 2003’te 1958’de General Marcos Perez
Jimenez’in devrilmesiyle demokrasiye geçişin 44. yıl dönümünde
100 binden fazla hükümet karşıtının katıldığı bir protesto
yürüyüşü düzenlenir. Aynı anda yine 100 bin kişinin katıldığı
bir karşı yürüyüş düzenlenir. Acción Democrática, devlet
başkanının yüksek mahkeme kararıyla görevden alınmasını
talep eder. 9 Nisanda devlet petrol tekeli “Petroleos de
Venezuela”nın Chavez’e karşı, tekelin yönetimini değiştirdiği
için grevde bulunan çalışanlarını desteklemek için yeni bir
genel grev yapılır. General L. Rincón Römer önderliğinde ordu11
Nisan 2002’de darbe yapar. Bu General, Chavez’in görevinden
ayrıldığını açıklar. 12 Nisan 2002’de Federcámaras’ın
başkanı, P. C. Estanga, parlamentoyu feshettiğini ve bir geçiş
hükümeti kurmak üzere olduğunu açıklar. Darbeciler bu
açıklamanın geri alınmasını talep ederler ve 13 Nisanda o
zamanki başkan yardımcısını başkan olarak yemin ettirerek
görevlendirirler. Ama 14 Nisanda, tutuklu olan Chjavez, aniden geri
döner ve görevini talep eder. Carmona ev gözaltına alınır ve
darbeciler tutuklanırlar. Burjuva partilerden, sendikalardan işveren
birliklerinden ve çıkar gruplarından oluşan „Coordinadora
Democrática“, toplumsal yaşamı felce uğratmak, (Petrol
sanayinin çalışamaz hale getirilmesi, genel grev vs.) başkanı
devirmek için eylemlere yıl boyunca devam eder. Ama başarısız
kalır.
7)Birlikten
yana olan partiler/hareketler:
-Movimiento
Quinto República (Beşinci Cumhuriyet Hareketi. Chavez tarafından
1994’te kuruldu ve koalisyon hükümetinin önde gelen partisidir).
-
Unidad Popular Venezolana (Venezuela Halk Birliği, Chavez’in taban
hareketini desteklemek için 2003’te kuruldu).
-
Clase Media Revolucionaria (Devrimci Orta Sınıf, 2006’da
kuruldu).
-
Movimiento Revolucionario Tupamaro (Devrimci Hareket Tupamaro,
1992’de kuruldu).
-
Partido Unión (Birlik Partisi, Chavez ile dayanışma içinde olan
aydın çevrelerin birliği, 2001’de kuruldu).
-
Por la Democracia Social – PODEMOS (Sosyal Demokrasi İçin,
2003’te kuruldu).
Birliğe
karşı olanlar:
-
Patria Para Todos (herkes İçin vatan, sol yurtsever, 1997’de
kuruldu).
-
Partido Comunista de Venezuela(Venezuela Komünist Partisi,
revizyonist parti, 1931’de kuruldu).
-
Movimiento Electoral del Pueblo (Halkın Seçim Hareketi, 1967’de
kuruldu).
-
Movimiento Independiente Ganamos Todos („Hepimiz Kazanacağız“
bağımsız hareketi, 1997’de kuruldu).
-
Liga Socialista (Soyalist Lig, 1969’da kuruldu).
-
Movimiento Democracia Directa (Doğrudan Demokrasi Hareketi, 2000’de
kuruldu).
-
Grupo Nacional Socialista de Liberación Pro Venezuela (Venezuela'nın
Kurtuluşu için Ulusal Sosyalist Grup, 2005’te kuruldu.
-
Organización Nacionalista Democrática Activa (Milliyetçi Aktif
Demokrasi Örgüt, 2004’te kuruldu).
8)Bu
türden reformlar Latin Amerika’nın birçok ülkesinde gündeme
gelmiştir. Bu bakımdan yeni bir olgu değildir. Örneği
Venezuela'da 1960’ta hükümette olan Demokratik Eylem Partisi’nin
uyguladığı toprak reformu sonucunda 60 bin köylüye 1 milyon 800
bin hektar toprak dağıtılmıştı. Resmi verilere göre 1961’den
1998’e kadar uygulanan toprak reformlarında 230 bin aileye 11,5
milyon hektar toprak dağıtılmıştır. Yeterli olmayan, küçük
ölçekli topraklara sahip köylülerin yeterli teknik olanakları
yoktu ve yeterince kredi alamıyorlardı. Bunun ötesinde, belirtilen
nedenlerden dolayı, yüksek maliyetli ürünler, piyasa koşullarının
üzerinden fiyatlarla pazara sunulunca satılamadı. Sonuçta
köylüler kısa zamanda iflas ettiler ve sahip oldukları toprakları
sattılar. Topraklar yeniden tarım burjuvazisinin eline geçti.
9)
11.01.2007 tarihli Radikal’den.
10)Marks-Engels;
C. 20, s. 261/262. “Anti-Dühring”).
11)Marks-Engels;
C. 20, s. 260. “Anti-Dühring”).
12)Yabancı
şirketler (tekeller) ülkeden kovulmamaktalar, işletmelere el
konulmamakta. Tazminat ödenerek işletmeler devlet mülkiyetine
geçirilmekte. Bunun ötesinde devletin yüzde 60 hisse senedi
sahipliğine karşı çıkmayanlar; 40’la yetinenler devletin küçük
ortağı olarak faaliyetlerini sürdürebiliyorlar. 13 petrol
tekelinin çoğunluğu Chavez’in bu türden devletleştirmesini ve
devletin küçük ortağı olarak üretim yapmayı kabul ettiler.
13)“Area
de Libre Comercio de las Americas” veya Free Trade Area of the
Americas” (FTAA): Amerikan Serbest Ticaret Alanı.
Amerikan
emperyalizminin kurmaya çalıştığı “Amerikan Serbest Ticaret
Alanı”, açık ki başarısız bir proje olarak kalacaktır.
Özellikle Chavez önderliğinde sürdürülen mücadele ve önerilen
alternatif proje şekillenmektedir. Bir nevi Güney Amerika iç pazar
olacak bu projeye (“Güney Amerika Devletler Topluluğu”)
Arjantin, Şili, Ekvator, Bolivya, Brezilya, Kolombiya, Paraguay ve
Venezuela'nın katılıyor.
14)Venezuela'da
gelişen politik ve toplumsal süreç, giderek daha da derinleşmekte
ve kapsamlaşmaktadır.
Muhalefet
Venezuela'da gelişen sürece seçimler üzerinden de karşı
cepheden katılmıştır. Ama her seferinde yenilgi almıştır.
Chavez’i devirmek için Amerikan emperyalizmi CIA vasıtasıyla
kiliseyi, bir grup işbirlikçi subayı ve “Federación de Cámaras
de Comercio”yu 2002 yılında darbe için örgütlemişti. Darbe
sonucunda Chavez tutuklanmış ve yeni bir hükümet kurulmuştu. Ama
ordunun çoğunluğu halk yığınlarıyla birleşerek Chavez
hükümetinin yeniden işbaşına gelmesini sağlamış ve darbede
yenilgiyle sonuçlanmıştır.
2002
ve 2003’te kapitalistler, Venezuela ekonomisini çöküntüye
sürüklemek ve Chavez’i devirmek için iş durdurma eylemi
örgütlemişler, ama bundan da sonuç alamamışlardı. (Ordunun
darbe denemesinden önce onun tarafında yer alan Askeri polis
Generali C. Martinez’in tutuklanmasından sonra, 2002/2003’te iki
aydan fazla devam eden „genel grev“, aslında işverenlerin
kitlesel bir lokavtından başka bir şey değildi.)
Muhalefet,
yasal yoldan Chavez’i başkanlıktan uzaklaştırmak için
referandum önermiş, 2004’te yapılan referandumla halkın
çoğunluğu Chavez’i başkan olarak görmek istediğini bir kez
daha onamıştır.
Karşı
devrim Amerikan emperyalizmi; CIA ve ABD elçiliği tarafından
kontrol edilmekte ve yönlendirilmektedir. Amerikan emperyalizmi,
yurt dışında yaşayan karşı devrimci Kübalıları ve
Kolombiya’dan paramliter unsurları da Chavez hükümetini devirmek
için örgütlemektedir.