DÜNYA
VE TÜRKİYE EKONOMİSİNDE GENEL GELİŞME EĞİLİMİ (II)
II-TÜRKİYE
EKONOMİSİ
Türkiye’de
ekonomi üzerine yazıp çizenlerin bir kısmı hakkında artık
belli bir görüşe vardım. Bunlar için nesnel gerçekliğin beş
para değeri yok. Ekonomi beyazsa siyah; siyahsa beyaz demeyi ilke
edinmişler. Bunların temel özellikleri de şu: Ekonomiden
anlamıyorlar ama öznel görüşlerini gerçeklik yerine koyuyorlar.
Örneğin ibre biraz aşağıya dönünce kriz patlatıyorlar ve
hükümeti de devirme umutlarını canlandırıyorlar. Eski
dönemlerde ekonomiyi hep krizde tutanlar vardı. O dinozorlara
şimdilerde pek rastlamıyoruz veya da varlıklarından benim haberim
yok.
Diğer
bir çevre de kapitalizmi nasıl eleştireceğini pek beceremiyor.
Bunlar sanıyorlar ki, ekonominin büyüdüğünü söylersem, onu
eleştiremem. Öyleyse büyümediğini, büyüdüyse de kağıt
üzerinde büyüdüğünü veya ekonomiye katkısı alt veya orta
derecede olan sektörlerin katkısıyla büyüdüğünü anlatmalıyım
diye düşünüyorlar. Ama bunların aklına şu soru gelmiyor mu?
Tamam, ekonomi büyümüş olabilir, büyümüştür de. Ama nasıl
büyümüş? Bu soruya cevap vermeye çalışsalar, Türkiye’de
kapitalizm gerçeğini eleştirmek için pek çok neden
bulacaklardır.
Başka
bir çevre de okuma yazma bilse de okumadan yazanlardan veya
konuşanlardan oluşmaktadır. Bunların tipik özelliği şudur:
İstatistik verileri kullanmaktan ve analiz etmekten bihaber olmak.
Neredeyse salt bu özelliklerinden dolayı, ülke ekonomisi borç
batağında olmasa da ekonomiyi borç batağına gömmekten
çekinmezler; üretmiyor, “sıcak para” ile ayakta duruyor demeyi
dillerinden düşürmezler; yabancı sermaye olmasa sonları gelir;
turist gelmezse kriz patlak verir; her şeyiyle dışarıya bağımlı
bir ekonomi vb.
Ne
yaparsanız yapın bunları ikna edemezsiniz. Bu nedenle bunlara
artık “iflah olmazlar” diye tanımlamaya karar verdim.
Bu
makalede bu çevrelerin görüşlerini dikkate almaksızın son
dönemde Türk ekonomisindeki gelişmenin yönünü göstermeye
çalışacağım. Bakalım, veriler (sanayi üretimi, kapasite
kullanımı, işsizlik ve ekonominin dinamikliği) bizi nereye
götürecek.
Şimdi
bu kıstasları kısaca ele alalım.
1-
Türkiye’de aylar, yılın çeyrekleri ve yıllar bazında sanayi
üretiminin gelişmesi
1.1-Aylara
göre sanayi üretiminin seyri
Yukarıdaki
grafik bize şunu göstermektedir: Kriz sürecinde aylık bazda
mutlak gerileyen sanayi üretimi nispeten kısa bir zaman dilimi
içinde kriz öncesindeki en üst seviyesini açmış, böylece
krizden çıkmış ve eğilim çizgisinin de gösterdiği gibi, bazı
aylarda gerilemeler olsa da sürekli yükseliş içinde olmuştur.
Son
dönemdeki -2016’nın Ocak aynından bu yana- gelişmeyi aşağıdaki
grafikte somutlaştırıyoruz.
Bu
grafikte sanayi üretimindeki istikrarsızlığı görebiliyoruz.
2016’nın Temmuz ve Eylül aylarında diğer aylara göre üretimde
önemli gerilemeler oluyor ve sanayi üretimi Ekim 2016’dan
itibaren artış trendine giriyor. Bu son 16 ay içinde genel eğilim
ibresi, eğilim çizgisinin de gösterdiği gibi yukarıya doğru.
1.2-Yılın
çeyreklerine göre sanayi üretiminin seyri
Burada
da uzun dönemde genel eğilimi ve son dönemdeki gelişmeyi
göstermek için iki grafikten yararlanacağız.
Yukarıdaki
grafik bize sadece şunu göstermektedir: Sanayi üretimi 2008’in
ilk çeyreğinden sonra krize giriyor ve 2010’un son çeyreğinde
(104,1) kriz öncesindeki en yüksek seviyesini (2008/I=103,3)
aşıyor; krizden çıkıyor. Sonraki dönemdeki sürekli üretim
artışı 2016’nın üçüncü çeyreğinde sert bir düşüşten
sonra (bir önceki çeyreğe göre – 2,7 oranında) yeniden artışa
geçiyor. Ama üretimdeki bu düşüş, eğilim çizgisinin ibresinin
yukarıya doğru olduğu gerçeğini değiştirmiyor.
İkinci
(alttaki) grafikte 2016’nın başından bu yana sanayi üretiminin
yılın çeyrekleri bazında gelişmesini daha somut görebiliyoruz.
Yukarıdaki
grafik bize şunu söylüyor: Sanayi üretiminde hem belli bir
kırılganlık hem de üretim artışı dinamikleri aynı anda etkide
bulunmaktadır. İç ve dış siyasi faktörler krizi tetikleyebilir,
ama aynı zamanda dünya ekonomik koşulları ve ekonominin kendi iç
dinamiği kriz faktörlerini etkisiz kılar ve üretim artışı
devam eder. 2016 başından bu yana dünya ekonomik koşulları Türk
ekonomisinin kriz faktörlerini tetikleyecek derecede olumsuz
etkilememiş, tam tersine Türk sermayesi “dirayetli” hareket
etmiş ve keza Türkiye bağlamında Erdoğan merkezli dış siyasi
gelişmeler de beklenen sonucu vermemiştir. Diktatör Erdoğan’ı
iktidardan uzaklaştırmak için dışarıdan medet umanlar, bir kez
daha düşünmeliler; Erdoğan'ın, sarayda oturan tek kişi
olmadığını, onu orada tutanın Türk sermayesinin çıkarları
olduğunu düşünmeliler.
1.3-Yıllara
göre sanayi üretiminin seyri
Yukarıdaki
grafik, aylara ve çeyreklere göre sanayi üretiminin yıllık bazda
görünümünü ele vermektedir. Bu grafik, bazı aylarda veya
çeyreklerde üretimin gerilemesinin kriz tellallığı yapmak için
mutlaka bir neden olmayacağını anlatıyor. Üretim bir veya iki ay
düşünce kriz şavırcılığı yapma, soruna daha geniş bir
perspektifte bak diyor. Bu perspektif de şunu gösteriyor: 2010=100
bazında Türkiye’de sanayi üretimi artan oranlarda sürekli
büyümüştür.
Bu
veriler, kriz şavırcılarına bir ders veriyor!
Soruna
bir de zincirleme endeks bazında bakalım.
Aşağıdaki
grafik bize şunu gösteriyor: 2010 ve 20111’deki kriz sonrası
güçlü büyüme geride kalmıştır. 2012-2016 arasında yıllık
büyüme oranları yüzde 3,5-1,9 bandına gerilemiştir. Ama sanayi
üretiminde büyüme devam etmektedir.
Aşağıdaki
grafik, yukarıda sürekli büyümeyi gösteren grafiğin
ayrıntısıdır.
2-
İmalat sanayi kapasite kullanım oranları
Yukarıdaki
grafik bize şunu gösteriyor:
Kriz
öncesinde imalat sanayi kapasite kullanım oranları yüzde 80’in
üzerinde. Kriz sürecinde yüzde 70’lerin altına düşüyor.
Krizden çıkışla birlikte yüzde 75-80 arasında gidip geliyor.
2007-2017 (ilk altı ay) arasında kapasite kullanımında genel
eğilim önemsiz oranda bir gerilemeyi gösteriyor. Bunu eğilim
çizgisinden anlıyoruz.
Şimdi
bir de 2016’dan bu yana kapasite kullanım oranlarının seyrine
bakalım.
Kapasite
kullanım oranlarındaki istikrarsızlık; inişler, çıkışlar,
örneğin Ağustos 2016’da olduğu gibi sert düşüşler sanayi
üretiminde kırılganlığın, istikrarsız gelişmenin doğrudan
ifadesidir.
Grafik
bize aynı zamanda şunu da gösteriyor. 2016 başından bu yana
kapasite kullanımında ortalama oran, dengesiz de olsa
yükselmektedir. Bunu eğilim çizgisinden anlıyoruz.
Kapasite
kullanım oranlarının ortalama yüzde 77-80 bandında seyrettiği
bir ekonomi hiçbir zaman krizde olamaz.
Bu
veriler de kriz şavırcılarına ders veriyor.
Kriz
bağlamında şu kapasite kullanımı üzerine biraz gidelim. Bakalım
nereye varacağız. Burada sorun, son aylarda, daha doğrusu geçen
yılın son aylarında ekonomik kriz şavırcılığı yapanlarla
değildir. Sorun imalat sanayi kapasite kullanım oranlarından
hareketle maddi değerlerin üretiminde, somutta da sanayide, durumun
ne olduğunu tespit etmektir. Kısaca; kriz tespiti yapabilmek için
imalat sanayi kapasite kullanım oranlarının seyri analiz edilmiş
olmalıdır. Ama kriz tespiti yapanların böyle bir analiz
yaptıklarını söyleyemeyiz. Şimdi burada 2008-2016 ve sonrasında
imalat sanayi ana sektörlerinde kapasite kullanım oranlarındaki
değişime bakalım.
Yukarıdaki
grafikte iki farklı dönemde imalat sanayi ara malları, tüketim
malları ve yatırım malları üretiminde kapasite kullanım
oranlarını gösterdik (3). Grafiğin üst kısmında 2008 krizi
öncesinde, kriz sürecinde ve sonrasında söz konusu bu ana
sektörlerde kapasite kullanım oranlarındaki değişimi görüyoruz.
2009’un Şubat ve Mart aylarında yatırım malları üretiminde
kapasite kullanım oranı yüzde 50 bandının altına düşüyor;
Şubatta yüzde 47,4 ve Martta da yüzde 48,3 oranlarında
gerçekleşiyor. Sonraki dönemde artıyor.
Yine
aynı yılın Mart ve Nisan aylarında ara malları üretiminde
kapasite kullanım oranı yüzde 62,7 ve yüzde 62,9’a geriliyor ve
sonra yükselmeye başlıyor. Keza aynı yılın Mart ayında tüketim
malları üretiminde kapasite kullanım oranı yüzde 62,7’ye
geriliyor ve sonrasında artmaya başlıyor (4).
Bu
bize neyi gösterir? Şu gerçeği gösterir: Ekonomik kriz bir veya
birkaç önemli sektörde patlak verip tüm ekonomiyi etkisi altına
alabilir. Ama ne olursa olsun kapitalist genişletilmiş yeniden
üretimin işleyişi değişmez. Nihayetinde üretim araçları
üreten bölüm (burada yatırım malları ve ara malları) ile
tüketim araçları üreten bölüm arasındaki ilişki hep değişik
seviyelerde devam eder: Tüketim araçları üreten sektörler,
üretebilmek için üretim araçları üreten sektörden makine,
teçhizat vb. almak zorundadır. Şayet tüketim araçları
sektörleri makine vb. biçimde üretim araçları satın almazlarsa
üretim araçları üreten sektörler krize girer. Kriz döneminde de
gerçekleşen budur. Bu nedenle yukarıdaki grafiğin ilk kısmında
yatırım malları (üretim araçları üreten bölüm) üretimi
yüzde 50’nin atına düşmüştür.
Kapitalist
bir ekonomide şu olmaz: Yatırım malları sektörü krizde
olmayabilir, ama tüketim malları sektörleri krizdedir veya da
tersi; yatırım malları sektörü krizde olmayabilir, ama tüketim
malları sektörleri krizdedir! Her iki sektör arasında sermaye
hareketinden kaynaklanan diyalektik bağ böyle bir gelişmeyi
dışlar: Ya her iki bölüm de krizdedir veya da değildir. Bütün
fazla üretim krizlerinde bu süreç yaşanır.
Şimdi
yukarıdaki grafiğin alt kısmına bakalım: Ne görüyoruz? Her üç
sektörde de kapasite kullanımı yüzde 70 bandının altına
düşmemiştir. Tüketim malları üretiminde kapasite kullanımı
2016’nın Mart ayında yüzde 71,8 ve 2017’nin keza Mart ayında
yüzde 71,9 oranlarında gerçekleşmiştir.
Ara
malları üretiminde kapasite kullanım oranı 2016’nın yüzde
75,8 ve 2017’nin Ocak ve Şubat aylarında yüzde 76,5 oranında
gerçekleşmiştir.
Yatırım
malları üretiminde en düşük kapasite kullanım oranı 2016’nın
Şubat ayında yüzde 77,4 ve 2017’nin aynı ayında yüzde 81
oranında gerçekleşmiştir.
Nesnel
gerçeklik böyle.
Şimdi
bir de imalat sanayi toplamında kapasite kullanım oranlarını
2007-2017 arasındaki bütün aylar bazında gösterelim. Kapasite
kullanım oranıyla bağlam içinde yukarıdaki ilk iki grafikte
2007-2017 arasında yıllar da belirtilerek kapasite kullanım
oranının gerileme eğilimi içinde olduğunu gösterdik (ilk
grafik). İkinci grafikte 2016 ve 2017 ayları bazında kapasite
kullanımını somutlaştırdık. Aşağıdaki grafik verileri ilk
grafikteki verilerin aynısıdır. Burada şu farkı göstermek
istedik: 2008 krizi sürecinde imalat sanayi toplamında kapasite
kullanım oranı Nisan 2009’da yüzde 62 bandına kadar gerilemiş.
Ama şimdi, en azından 2016’nın son aylarından bu yana
ekonominin krizde olduğunu savunanlar, kapasite kullanım oranı
yüzde 76-79’larda seyrederken bu ekonominin krizde olduğunu
açıklamak zorundalar.
3-
İşsizlik sorunu
Aşağıdaki
grafikte şunu görüyoruz: Verili dönem içinde işsizlik oranında,
eğilim çizgisinin de gösterdiği gibi belli bir gerileme var.
2008-2017 arasında işsizlik oranı Ocak-Mart 2009’da olduğu gibi
yüzde 14’ün üzerine hiç çıkmamıştır. Ocak-Şubat 2010 ve
Ocak 2017’de yüzde 13’ün üzerinde seyretmiştir.
Son
dönemlerde işsizlik oranı:
2016’dan
bu yana işsizlik oranının nasıl geliştiğini aşağıdaki
grafikte görmekteyiz. Bu grafikte işsizlik oranının Nisan
2016’dan itibaren Ocak 2017’ye kadar sürekli arttığını;
yüzde 9,3’ten yüzde 13’e çıktığını ve sonrasında da
yeniden gerilemeye başladığını ve Nisan 2017’de yüzde 10,5’e
düştüğünü görüyoruz.
Tabii
bu resmi verilere dayanarak işsizliğin gerçek boyutlarını
göremeyiz. İstatistiğin bir dizi hilesi olduğu gibi istatistiğin
hazırlanmasında da bir dizi hileye baş vurarak istediğinizi
kanıtlayan sonuçlar elde edebilirsiniz. Ama her halükarda resmi
verilere göre son dönemlerde işsizliğin doruk noktası yüzde 13
oranıyla Ocak 2017.
Resmi
verileri değil de Devrimci İşçi Sendikalar Konfederasyonu
Araştırma Enstitüsü’nün (DİSK-AR) araştırmasını doğruyu
tespit eden değerlendirme olarak ciddiye alalım. Türkiye
İstatistik Kurumu'nun (TÜİK) Nisan ayı işsizlik verilerinin
değerlendirildiği bu araştırmada DİSK-AR vardığı sonucu
grafikleştiriyor.
“Nisan 2017
döneminde tarım dışı işsizlik oranı bir önceki yılın aynı
ayına göre 1,4 puan artarak yüzde 12,4 olarak gerçekleşti. Tarım
dışı kadın işsizliği ise 3 puanlık bir artışla yüzde 17,4
olarak hesaplandı. Tarım dışı genç işsizliği ise 4,2 puanlık
bir artışla yüzde 22,4’e yükselirken, tarım dışı genç
kadın işsizliği 6,5 puan artarak yüzde 29,3 olarak
gerçekleşti...
İşsizlik
son altı yılın en yüksek oranına yükselirken bütün işsizlik
türlerinde tırmanış yaşanıyor. Genişletilmiş işsiz sayısı
6 milyon olarak gerçekleşti.” DİSK-Ar, ag. araştırma)
4-Türkiye’de
kapitalizmin eleştirisi üzerine
Türkiye’de
kapitalizm üzerine veya da ekonominin seyri üzerine “sol”
kesimden eleştiriler oldukça yetersizdir. Bu yetersizliği bu
yazıda açmak, makaleyi bir kitapçık boyutuna taşımak anlamına
gelir. Ama şu kadarını söylemeliyim: Türkiye’de kapitalizmin
analizi yapılmamış, yapanlar da gerçeği görmemek için analiz
yapmış. Dolayısıyla neyi eleştirdiğimizi somut olarak
bilmiyoruz; önümüzde, kafamızda canlandırdığımız soyut bir
kapitalizm var. İşte bu kapitalizm eleştiriliyor. Bu nedenle nasıl
bir kapitalizmle karşı karşıyayız sorusuna cevap vermek -doğru
cevap vermek- mümkün olmuyor. Yıkılmak istenen sistemi ve sınıf
düşmanını küçümsemek adına o sistemin ve sınıfın neye
neden muktedir olabildiğini bilmiyoruz, bunu analiz edemiyoruz.
Bunun çok basit örnekleri vardır. Birkaçını belirteyim:
Üretmiyor veya ne üretiyor ki; dışa bağımlı; inşat sektörüyle
yürüyor; borç batağına gömülmüş vs. Bu ve benzeri
tanımlamaları hemen her devrimci gazetede, dergide bir biçimde
okuyabilirsiniz veya tartışmalarda duyabilirsiniz.
İnatla
okumuyor ve analiz etmiyoruz. Ama Lenin tam tersine yapıyordu;
Rusya’da ekonominin -özellikle sanayide ve tarımda- gelişmesini
yeni verilerle sürekli analiz etmiş, siyasi sonuçlar çıkartmış
ve sınıf mücadelesinde değerlendirmiştir. Biz neden yapmıyoruz?
Ekonomi
battı, kriz, borç batağı vb. demekle işçi sınıfını ve
emekçi yığınları harekete geçiremeyiz. Türkiye’de kapitalizm
ve ekonomi bağlamında burjuvazi nasıl eleştirilmelidire birkaç
örnek vermek istiyorum.
1-İşgücü
verimliliği
Türkiye’de
işgücü sömürüsünün yoğunluğunu açıklayabiliyor muyuz?
Belki açıklayan yazılar vardır, ama ben rastlamadım.
Mart
2016’da “The Economist” dergisinde yayımlanan “Düşük
ücretler, düşük üretkenliğin hem nedeni hem de sonucudur”
makalesinde aşağıdaki grafiğe de yer veriliyor.
Bu
grafikte Türkiye’de çalışılan saat başına işgücü
verimliliğinin özellikle 1980’den sonra Japonya, Almanya ve
ABD’den geri kalır tarafının olmadığını görüyoruz.
2002/2003’ten sonra ise Türkiye işgücü verimliliği bakımından
söz konusu diğer ülkeleri açık ara geride bırakmaktadır.
Bunun
bir izahı olması gerekir. Gelişmiş ekonomilerde, örneğin söz
konusu bu üç emperyalist ülkede işgücü verimliliği
düşmektedir. Ama 21. yüzyılda, 2001 krizinden sonra Türkiye’de
artmaktadır.
Böyle
bir gelişmenin Türkiye ekonomisinde olmaması gerekir demek için
Marks’ın “Kapital”inde sayısız alıntı bulabiliriz. Aynı
şekilde emperyalist ülkelerde işgücü verimliliğinin
gerilemesinin nedenleri üzerine de bir dizi anlayış bulabiliriz.
Türkiye
bağlamında burada önemli olan Marks’ın şu anlayışıdır:
“Kapitalist
üretimde ... üretkenliğin artmasıyla işten tasarruf sağlandığı
zaman, işgününün kısaltılması hiç bir zaman düşünülmez.
Amaç, yalnızca belirli miktarda metanın üretimi için
gerekli olan çalışma zamanının kısaltılmasıdır.
Çalışmasındaki üretkenliğin artması sonucu işçinin,
eskisinin diyelim 10 katı meta üretmesi ve böylece her biri
üzerinde onda-bir kadar az çalışma zamanı harcaması, onu eskisi
gibi 12 saat çalışmaktan alıkoyamayacağı gibi, bu, 12 saatte
120 parça yerine 1.200 parça üretmesini de engellemez. Dahası
var, işgünü, aynı zamanda, 14 saatte, diyelim 1.400 parça
üretecek şekilde uzatılabilir de. .. Kapitalist üretim
sınırları içersinde, işin üretkenliğinin gelişmesinin tüm
amacı, işgününde, işçinin kendi yararına olarak çalıştığı
sürenin kısaltılması ve bu kısaltma yoluyla kapitalistin
çıkarına bedavadan çalışacağı sürenin uzatılmasıdır
(abç, İ. Okçuoğlu)”
(K. Marks, Kapital, C. 1, s. 339/340 (Alm.), Türkçesi, s. 335).
Bunun
diğer anlamı ister çalışma saatlerinin uzatılmasıyla (mutlak
artı değer sömürüsü) veya da yoğun teknoloji kullanımıyla,
çalışma saatleri uzatılmasa da (görece artı değer sömürüsü)
işçilerin iliklerine kadar, korkunç derecede sömürülmeleridir.
Sendikal örgütlenmenin zayıf olduğu, siyasi örgütlenmesinden
yoksun; siyasi örgütlenmesinde iddialı olan örgütlerin sınıfla
ilişkisinin olmaması veya bireyler temelinde olması koşullarında
bu sınıf; tarihi misyonu devrimi gerçekleştirerek, sosyalizmi
kurmak olan bu sınıf, hakim sınıfların her türlü baskı ve
şantajına açık bırakılmış demektir. Bu sınıfın ölesiye
çalışması için bütün nesnel koşullar var demektir. Sanırım
tam da bu Türkiye’de bir gerçekliktir.
Ama
avanak küçük burjuva yukarıdaki grafikten hiçbir şey anlamaz.
Ona göre aslından böyle bir grafik olmamalıdır; düşünsenize
Türkiye gibi derme-çatma bir kapitalizmin olduğu ülkede iş(gücü)
verimliliği Almanya, ABD ve Japonya gibi modern teknolojiye dayalı
ülkelerden çok çok ileride!
Türkiye’de
hangi koşullarda veya hangi koşulların bir araya gelmesi sonucunda
işgücü düpedüz talan edilmektedir; işçi ölesiye
çalıştırılmaktadır; kelimenin gerçek anlamıyla
köleleştirilmektedir? İşçi sınıfını örgütlemek isteyenler
bunu izah etseler ve bu izahla o sınıfı örgütlemeye çalışsalar
nasıl olur?
2-İşgücü
sömürüsü
Karl
Marks, “Kapital”de artı değer ve kar oranlarını ve bunun işçi
gücü, işçi sınıfı bağlamından ne anlama geldiğini analiz
etmiştir. Peki biz; işçi sınıfını örgütleyip de devrim
gerçekleştirmek amacında olanlar olarak Türkiye’de işçi
sınıfının sömürüsünü analiz edip, bundan genel ve özel
siyasal sonuçlar çıkartıp, programlaştırdık mı,
talepleştirdik mi ve bu program ve taleple sınıfın kapısına
dayandık mı; fabrikalara, işletmelere girdik mi; onları o
koşullarda örgütlemeye çalıştık mı? Bilmiyorum, belki
yapanlar vardır!
Sömürü
söz konusu olduğunda Türkiye’de kapitalizm oldukça vahşidir;
sanıyorum benzerlerini ancak 19. yüzyılda bulabilirsiniz.
1950-1991 arasında -çoğumuzun varlığını dahi kabul
etmediğimiz dönemde- artı değer oranı yüzde 200 ila 300
arasında değişen oranlardaydı. Bu oranlar bazı dönemlerde yüzde
400’ün, 500’ün üzerine de çıkabiliyordu.
Aynı
dönemde kar oranları da yüzde 32,8 ile yüzde 45,9 arasında
değişebiliyordu. Örneğin Almanya, ABD, Japonya gibi en gelişmiş
kapitalist ülkelerde kar oranlarının yüzde % 5’lere, 10’lara
düştüğü dönemlerde Türkiye’de bu oranlar yüzde 40’ların
üzerinde seyrediyordu (5).
3-
İşgücü ödemelerinin gayrisafi katma değer içerisindeki payı
Buna
işçi sınıfının kendi yarattığı yeni değerden aldığı pay
da diyebiliriz. İşgücü ödemesi (6) (Ücret payı), yeni üretilen
değerin ne kadarının işçi sınıfının yeniden üretimine
(çalışabilecek derecede yaşamını devam ettirmesine) ayrıldığını
gösterir. Gayrisafi katma değerin (7) geriye kalan kısma
kapitalist “işletme artığı/karma gelir (8) olarak el koyar. Bu,
işçi sınıfının yarattığı değerdir ve karşılığı
ödenmemiştir. Yeni yaratılan değerde işçi sınıfının ve
kapitalistin payını aşağıdaki grafikte görüyoruz.
Birim
100’e tamamlanmak için her iki oran (değer) dışında kalan oran
(değer) “üretim üzerinde net vergileri” ve “sabit sermaye
tüketimini” ifade eder. Yani 1998 yılında garisafi katma değerin
yüzde 54,6’sı kapitaliste, yüzde 28,8’i işçiye ayrılırken
geriye kalan yüzde yüzde 16,6’sı da “üretim üzerinde net
vergilerin” ve “sabit sermaye tüketiminin” payıdır.
Gayrisafi
katma değerde kapitalistin payı arttıkça işçinin payı azalır
veya tersi. İşçinin payının artması demek, ücretlerin artması
demektir. Bunun böyle olduğunu 2009’dan sonra ücret artışlarında
görüyoruz. Demek ki, 2009’dan sonra ücretler bir biçimde artmış
ve bu artışın sonucu işçilerin garisafi katma değerdeki payı
artarken kapitalistlerin payı da azalmış.
Yukarıdaki
grafikte Türkiye’de işgücü sömürüsünün resmen bir talan
olduğunu, acımasız olduğunu görüyoruz. Sendikal örgütlenmesi
zayıf, siyasi önderliğinden yoksun ve burjuvazinin açık baskı
ve ideolojik, siyasi yönlendirmesine açık bir sınıf, kendi
misyonunun tanıyamaz hale getirilmiş.
Kendi
yarattığı değerden aldığı pay her ne kadar 1998’de yüzde
28,8’den 2015’te yüzde 33,2’ye çıksa da bu oran oldukça
düşüktür.
Yukarıdaki
grafiği aşağıdaki grafikle karşılaştıralım:
Verili
dönem içinde ABD, Almanya gibi ülkelerde; genel anlamda gelişmiş
kapitalist ülkelerde yaratılan yeni değerde işçi sınıfının
payı giderek düşmektedir; örneğin ABD’de bu pay 1980’de
yaklaşık yüzde 70’den yüzde 65’in altına düşüyor; aynı
şekilde Almanya’da da yüzde 70’den yüzde 65’e düşüyor.
Ama her halükarda bu ülkelerde işçi sınıfının yeni yaratılan
değerdeki payı Türkiye’dekinin iki mislinden fazladır.
Burjuvazinin
“çevre” diye tanımladığı, emperyalizme bağımlı, geri,
yeni sömürge ülkeler toplamında yeni yaratılan değerde işçi
sınıfının payı ortalama olarak yüzde 55’in üzerinden yüzde
45’in altına düşüyor (yaklaşık 10 puanlık bir gerileme). Bu
ortalama oran da Türkiye’dekinden daha yüksektir.
Bu
ekonomiyi, Türkiye’de kapitalizmi, onun iç çelişkilerini, bu
çelişkilerin yukarıya aktardığımız yansımalarını veya da
başka yansımalarını ele alarak eleştirsek ne kaybederiz?
“Yaşasın-kahrolsun” edebiyatını, kriz, battı çığırtkanlığını
kaybederiz, ama işçi sınıfı ve emekçi yığınları bilinçli
kazanabiliriz.
Lenin’in
deyimiyle propaganda yerine “terbiyeli yalan”la yol alınamaz.
Sermaye nasıl gelişeceğini, “ne durumda olduğunu”, neye
ihtiyacının olduğunu bize sormuyor; sahibine dahi sormuyor. Kendi
nesnel yasaları doğrultusunda hareket ediyor. Önemli olan o
yasaların etkisini; aynı zamanda toplumsal ve ekonomik tahribatını
görebilmektir ve eleştiri oklarını oralara yöneltebilmektir.
Böyle yapıyor muyuz? “Sömürerek büyüyorlar”, dışa
bağımlı, “sıcak” para gelmezse çöker, kriz, aslında
üretmiyor veyası ne üretiyor ki demek marifet değil. Türk
ekonomisinin, öncelikle de sanayinin dışa bağımlılık oranını
hesap ettiniz mi? Hesap etmeye de gerek yok, Tüik yayınlıyor. O
yayınlara bir baksanız, dışa bağımlılık konusunda daha
dikkatli konuşursunuz, analiz edersiniz.
Krize
ve “sıcak” para gelmezse diktatör Erdoğan’ın iktidarda
kalamayacağına pek bel bağlandı. Ama ne iştir anlayamadım
gitti, bu “sıcak” para Türkiye’yi pek seviyor, geliyor da
geliyor; bu durumda Erdoğan da iktidarda kalıyor. Peki, şu “sıcak”
paranın Türk ekonomisindeki yerini, neden geldiğini analiz etsek
nasıl olur? Ve Erdoğan’ın iktidarda kalışını “sıcak”
para hareketiyle, krizle açıklarken daha dikkatli olsak nasıl
olur? Erdoğan hala iktidarda ve “sıcak” paracılarla,
“krizciler”in bir açıklaması yok.
Diktatör
Erdoğan’ın ikide bir ABD’ye, Almanya’ya, AB’ye “Ey”
çekmesi bizi haklı olarak çok ve yakından ilgilendiriyor. Biraz
da neye güvenerek “Ey” çektiğine kafa yorsak nasıl olur?
Aslında
bu türde soru listesi oldukça uzun. Türkiye’de kapitalizmi ve
sermaye hareketini ve bunun toplum ve sınıflar üzerindeki etkisini
nasıl eleştirmemiz gerektiğini beceremediğimiz müddetçe,
liberal burjuvazinin, avanak küçük burjuvazinin eleştiri
anlayışına mahkum olmaya devam ederiz ve soru listesi de uzadıkça
uzar.
Bu
seferlik bu kadar...
Notlar:
3)
Bkz.:
TCMB, İmalat Sanayi Kapasite Kullanım Oranı Aylık Toplu
Sonuçları, s. 7, Aralık 2011 ve TCMB,İmalat Sanayi Kapasite
Kullanım Oranı (Temmuz 2017), s. 3.
4)
Bkz.: Türkiye Cumhuriyeti Kalkınma Bakanlığı; Ekonomik ve Sosyal
Göstergeler, 1950-2014, Temmuz 2015, s. 77.
5)
Bu verilerle ilgili olarak şunu söylemeliyim: O zamanın
koşullarında mevcut istatistiklerden yararlanılarak yapılan artı
değer ve kar oranları hesaplamasının gerçeği tam olarak
yansıttığına ben de inanmıyorum.“Türkiye ekonomisinde
sermayenin telaşını, burjuvazinin bu telaştan kaynaklanan
çığırtkanlığını, birtakım hesaplamalara dayanarak göstermek
isterdik. Bu isteğimizi, istediğimiz gibi yerine getirmeyeceğiz.
Elimizde bir dizi kaynak olmasına rağmen, bu kaynaklarda
aradığımızı bulamadık. Örneğin, Türkiye ekonomisinde
sermayenin telaşını, artı değer oranını (sömürü oranını),
kâr oranını, ortalama kâr oranını, kâr oranının düşme
eğilimini en yaklaşık bir şekilde göstermek isterdik. Ne var ki
istatistik veriler bu türden hesaplar yapmaya hiç elverişli
değiller.
Çalışmamızın
orijinlinde 1963-1979 döneminin kâr ve artı değer oranlarını
hesaplamıştık. Aynı kaynakları kullanarak bu hesaplamayı
1950-1991 arasına yayma olanağı olmadığı için yeni bir
hesaplama yaptık. Bu hesaplamamızda T.C. Başbakanlık Devlet
İstatistik Enstitüsü’nün “İstatistiki
Göstergeler, 1923-1992” Yayımını
(1994) esas aldık. Tabi bu kaynaktaki verilerle de tam sonuca
varmak mümkün değil. Ama bazı sonuçlar çıkartılabilir...
Bu
verilerin gerçeği tam olarak yansıtmadıklarını bir daha
belirtelim. Buna rağmen tespit etmek istediğimiz eğilimi
görüyoruz”. İ. Okçuoğlu; Türkiye’de Kapitalizmin
Gelişmesi, kitap 2, genişletilmiş 2. baskı, sayfa 447-450, Ceren
yayınları, Haziran 2003) 447-450.
6)
“İşgücü
ödemeleri,
muhasebe dönemi boyunca, girişim tarafından çalışanın yaptığı
iş karşılığında,
ayni ve nakdi olarak ödenen toplam karşılıklar olarak
tanımlanmaktadır. Nakdi ya da ayni olarak ödenen maaş- ücretler
ile İşverenler tarafından çalışanlar adına ödenen sosyal
güvenlik katkılarından oluşmaktadır”
(Tüik açıklaması).
7)“Gayrisafi
Katma Değer
(GSKD), yerleşik ekonomik birimlerin belli bir dönemde ekonomik
faaliyetleri sonucunda ürettikleri mal ve hizmetlerin (çıktı)
değerinden, bu üretimde bulunabilmek için kullandıkları mal ve
hizmetler (ara tüketim) değerinin çıkarılması sonucu elde
edilen değerdir” (Tüik açıklaması).
8)”İşletme
artığı,
net katma değerden, çalışanlara yapılan ödemeler ve üretim
üzerindeki vergilerin çıkarılması ve sübvansiyonların
eklenmesiyle elde edilir. Katma değer içinde sermayenin payını
ifade etmektedir”
(Tüik açıklaması).