deneme

16 Temmuz 2022 Cumartesi

“CAHİL OLMAK NE GÜZEL, HER ŞEYİ BİLİYORSUN”!


CAHİL OLMAK NE GÜZEL, HER ŞEYİ BİLİYORSUN”!

EKONOMİK KRİZ Mİ – YOKSULLUK MU?


Hepsi değilse de genel olarak “sol”da ekonomik kriz analizinde kriz teorisiyle, Marks’ın kriz analiziyle; bir bütün olarak Marksist-Leninist politik ekonomi ile açık bir inatlaşma var. Ekonomi, ya burjuva kriz teorilerine göre veya Marksist-Leninist kriz teorisine göre analiz edilir. Üçüncü bir kriz teorisi yok. Kapitalist toplumda iki temel sınıf ve her birinin de kendine özgü ideolojisi vardır. İdeolojilerin yansıma alanlarından birisi de ekonomidir; burjuvazi, ekonomiyi pek çok ekollere ayrışmış kendi politik ekonomi anlayışına göre analiz eder ve Proletarya da, daha doğrusu onun partisi de ekonomiyi Marksist-Leninist politik ekonomi anlayışına göre analiz eder. Tabii küçük burjuva olarak tanımlanan bir ara “sınıf” da vardır kapitalizmde. Bu sınıfın da kendine özgü bir politik ekonomi anlayışı vardır.

Gerek dünya gerekse de Türkiye ekonomisini, gelişmesini, krizlerini bilinçli olarak analiz ettiğimi sandığımdan bu yana, burjuva politik ekonominin şu veya bu ekolünün “sol” kesim, “sol” örgütler üzerinde ne denli etkili olduğunu görmemek mümkün değildi, değildir. Sol görünümlü aydınların burjuva politik ekonominin şu veya bu ekolünün görüşlerini “sol” örgütlere, işçi hareketine, sendikalara taşıması karşısında tutarlı bir mücadele verilmemiştir, verilmiyor.

Son ekonomik krizden bu yana (2018’in ortalarından bu yana) ekonomi üzerine yazılıp çizilenlere baktığımızda şunu görüyoruz: Türkiye ekonomisi 2018’in ortalarında patlak veren fazla üretim krizinden hala çıkamamıştır, kriz devam ediyor, bunun sonucu olarak işsizlik oranı düşmüyor, yoksulluk, açlık, sefalet diz boyu. Demek ki, ekonomik kriz olmasa bunların hiçbirisi olmayacak, en azında işsizlik oranı düşecek, halkımız yoksulluk, açlık, sefalet içinde olmayacak!...

2018 krizinden bu yana sanayi üretimi sadece 2019 yılında yüzde 0,6 oranında daralıyor. Yani, diyelim ki krizden bir önceki yıldan (2017) bugüne (2019 hariç) kadar sürekli büyüyor. Aynı durum GSMH için de geçerli.

Teoriyi küçümsemede aymazlık “sol”a hakimdir dersek abartmış olmayız. Gerçekten de, teori adına işin en acı tarafı bu aymazlığın kanıksanmasıdır. Kullanılan kavramların doğruluğu veya yanlışlığı, politik ekonominin de doğrudan sınıfsal olduğu, işçi sınıfının doğruları bilmek zorunda olduğu “sol” un umurunda değil. Bunu cehaletin bir göstergesi olarak görmek mümkün değil. İşçi sınıfına ve emekçi yığınlara gerçekleri anlatmak isterken, anlatamamak, yanlış anlatmak ne korkunç bir şey değil mi? Sanki ekonomi krizde olmazsa her şey güllük gülistanlık olacakmış anlayışı veya sürekli kriz kriz denmesse kapitalizmi teşhir etme imkanının elden gideceği anlayışı... Sanılıyor ki, kapitalizmi teşhir etmenin tek yolu krizdir. Burjuva muhalefet bunu yapıyor, halkımız da aynı yolda gidiyor. Kriz ve kriz! “Sol” da, halkımız kriz diyorsa mutlaka bir bildiği vardır düşüncesiyle kriz vardırdan hareket ediyor veya burjuva muhalefetin uluslararası “tanınmış” ekonomistlerinden aldıkları ideolojik beslenmeyle yol alacaklarını sanıyorlar.

Ortada büyük bir kavram sorunu, kargaşası var. Burjuvazinin kavramlarını kullanarak işçi sınıfına bir şey anlatamazsınız. Bazı kavramlar vardır ki, içeriği doğrudan, tartışmasız sınıfsaldır. Sadece bir örnek vereyim. Burjuva medya, burjuva basın deme yerine “ana akım medya”, “ana akım basın” veya “ana akım muhalefet” kavramlarını kullanıyorsanız burjuva ideoloji sizin ideolojinizi kendine benzetmiş, ruhunuza, düşünce tarzınıza hakim olmuş demektir. Ana akım medya dediğiniz medya burjuva medyadır. Ana akım basın dediğiniz burjuva basındır. Ana akım muhalefet dediğiniz burjuva muhalefettir. Bu durumda olanların vay haline! Bunlar giderek, ‘halkımız komünizm, Marksizm-Leninizm, proletarya diktatörlüğü, devrim’ kavramlarından ürküyorlar, bu kavramları kullanmayalım derlerse hiç şaşmamak gerekir. Bunun genel adı sapla samanı birbirine karıştırmak demektir.

Sapla saman birbirine nasıl karıştırılıyor?

Bu soruya cevap vermeden önce ekonomi krizde mi, değil mi sorusuna bakalım. Ortada bir kriz var ama nasıl bir kriz sorusunun ilk kısmı, yani “ortada bir kriz var” kısmı “sol”u, burjuva muhalefeti ve halkımızı ilgilendiriyor. İkinci kısmı, yani “nasıl bir kriz” anladığım kadarıyla Hazine ve Maliye Bakanı N. Nebati’yi, diktatörü ve Marksist-Leninistleri ilgilendiriyor. “Sol”, burjuva muhalefeti ve halkımız genel olarak krizden; ekonomik krizden bahsediyor. N. Nebati ve diktatör krizin adını koyuyorlar; pahalılık, enflasyon, kur.

Hangisi doğru?

Kapitalizme, kapitalist ekonomiye içsel olan tek bir kriz vardır: Fazla üretim krizi. Bu kriz maddi değerlerin üretiminde patlak verir. Ancak, başka krizler de var. Bu krizlerin genel adı mali krizlerdir. Bu krizler olmasa da kapitalizm varlığını sürdürür. Mali krizler fazla üretim krizlerinin “refakatçısı”dırlar.

Önce mali krize bakalım. Mali kriz dendiğine aklımıza banka krizleri, borsa krizleri, kredi krizleri, borçlanma krizleri, döviz/kur/enflasyon krizleri gelir.

Türkiye’de banka krizi var mı? Batan, iflas eden bankalar var mı? Yok. Olsaydı, vatandaş parasını kurtarmak için banka şubelerine hücum ederdi. O halde banka krizi yok.

Türkiye’de borsa krizi var mı? Yok. Olsaydı borsa (BİST 100) çökerdi. İstanbul borsasından böyle bir durum var mı? Yok. O halde borsa krizi de yok.

Türkiye’de kredi krizi var mı? Yok. Olsaydı diktatör (kamu) ve özel sermaye yurt içinde ve dışında kredi bulamazlardı. O halde kredi krizi de yok.

Türkiye’de borçlanma krizi var mı? Yok. Kamu ve özel sektör, borçlarını çevirebilecek durumdalar. O halde borçlanma krizi de yok.

Türkiye’de döviz/kur/enflasyon krizi var mı? Var. Diktatör ve N. Nebati,nin adını koymadan bütün uğraşları vatandaşlara sabredelim, yakında çözeceğiz dedikleri enflasyon ve kur krizdir.

Peki, bu doğruyu “sol” neden söylemiyor? Orası bir muamma! “Ana akım muhalefet”, yani burjuva muhalefet ‘bunlar ekonomiyi batırdı, biz kurtaracağız” diyor, yani ekonomi toptan krizde diyor. Aynısını bazı “sol”lar da söylüyor. Kriz, toptan çöküş! Neyi o bir ara kapitalizmi bütün dünyada toptan çökertme furyası!

Şimdi sapla saman birbirine nasıl karıştırılıyor sorusuna gelelim.

Bir örnek: DİSK’in en son “İşsizlik ve İstihdam Raporu”nda analiz edilmesi gereken veriler sunuluyor. Analiz ediliyor mu? Hayır, o verilerle, işsizlikle ekonomik kriz arasında bağ kuruluyor ve kapitalizm güya teşhir ediliyor.

İkinci bir örnek: Kriz ve yoksulluğun başlı başına ayrı nedenlerden dolayı ortaya çıktığını; her birinin kendine özgü nesnel yasalarının olduğunu anlatmak, devasa bir ideolojik mücadeledir. Ancak, “sol” bunu hiç mi hiç yapmıyor. Daha doğrusu soruna bu açıdan bakmıyor. Halkımız geçinemiyoruz diyor, bundan biz kriz çıkartıyoruz vs.

Şimdi yukarıda tanımladığım iki örneği burada açmak istiyorum.

Türkiye’de 2018 Eylül’de başlayan ekonomik kriz ve 2020 Mart ayından bu yana yaşanan salgınının da etkisiyle işgücü piyasası dışına çıkış eğilimi artıyor.” (1)

DİSK’in söz konusu raporunda yer alan bu grafik bize neyi gösteriyor? Dar tanımlı işsizlik oranı Mayıs 2019’da yüzde 13,7’den Mayıs 2022’de yüzde 10,9’a düşüyor. Sayısal olarak da 4,481 milyondan 3,785 milyona düşüyor. Peki, sadece veya salt bu veri bize neyi gösterir? 2019 kriz yılıdır, Mayıs ayı itibariyle de işsizlik 4,481 milyona varmıştır.

Yukarıdaki grafikte konjonktür çevriminin 2018’de krizin patlak vermesinden bu yana nasıl bir seyir izlediğini göstermek istedik. Krizin patlak vermesiyle birlikte sanayi üretimi Eylül 2018-Ekim 2019 arasında sürekli yüzde 6,3 ila yüzde 0,3 daralma/küçülme bandında seyretmiştir. Bu “dört başı mamur”, ama etkili/derin olmayan bir fazla üretim krizdir.

Ara kriz 2020’nin Mart, Nisan, Mayıs ve Haziran aylarını kapsıyor. Sanayi üretimi ara kriz öncesindeki en yüksek seviyesini (Şubat 104,4) Ağustos ayında aşıyor (106,1). Ağustos 2020’de bugüne kadar sanayi üretimi sürekli artan oranlarda büyüyor. (2)

Peki, buna rağmen nasıl oluyor da ekonomik krizden bahsedebiliyoruz ve geniş tanımlı işsizlikle ekonominin seyri (kriz) arasında bağ kurabiliyoruz?

Veya soruyu şöyle soralım:

Bir fazla üretim krizinden (ekonomik kriz) bahsedebilmek için maddi değerlerin üretimi (sanayi üretimi) arka arkaya birkaç ay veya çeyrek gerilemelidir; büyüme daralmalıdır. Böyle bir durum var mı? Yok.

Bir fazla üretim krizinden bahsedebilmek için:

-İşletmelerin, fabrikaların kapanması gerekir (iflas).

-Bankaların kapanması (iflas) etmesi gerekir.

-İhracatın, özellikle de sanayi üretiminden kaynaklanan ihracatın daralması gerekir.

-İşletmeler kapandığı için işsiz sayısında ani bir artışın olması gerekir.

Bunların hiçbirisi yok. Tam tersine başta bankalar olmak üzere sermaye, karına kar katıyor; özellikle bankalar kar rekoru kırıyor. Diktatör ve medyası sürekli ihracat rekoru kırıldığından bahsediyor (Ama aynı zamanda ithalatta da rekorların kırıldığından bahsetmiyor). İhracat gerçekten de son dönemde olağanüstü denebilecek oranda artarak yıllık 250 milyar dolara dayandı. İhracatın böyle arttığı bir dönemde ekonominin krizde olmasını söylemek en hafif deyimle “abesle iştigal etmek”ten başka bir şey olamaz.

Sanayi şimdilik “doludizgin” ürettiği için dar anlamda işsizlik oranı gerilemiştir.

Ancak, çalışma yaşına gelenlerin sayısı arttığı ve bu artan çalışabilir nüfus iş bulamadığı için geniş tanımlı işsizlik artmaktadır. Dolayısıyla işsizlik oranında ve mutlak sayısında oynaklık krizden dolayı değil, ekonomi kapasitesinin çalışma yaşına gelenleri istihdam edememesinden kaynaklanmaktadır. Örneğin işgücüne katılımın Mayıs 2021’de yüzde 51’den Mayıs 2022’de yüzde 53,6’ya; aynı dönemde istihdam oranının da yüzde 44,2’den yüzde 47,8’e çıkması bunu göstermektedir.

Bu durumu Türkiye’de faşistler, göçmenlerle bağlam içinde ele alarak yabancı düşmanlığını, Türk ırkçılığını körüklemekte kullanmaktalar. Her faşist kurum ve kuruluş bunu yapmıyor. MHP, iktidar partisi olduğu için yapmazken, Ümit Özdağ’ın kurduğu ve önderliğini yaptığı “Zafer Partisi” göçmen-istihdan-işsizlik ilişkisini yabancı düşmanlığını, ırkçılığı körüklemek için yoğun bir biçimde kullanmaktadır. Bu faşist parti, Avrupa’da, örneğin Almanya’da Alman neonazilerin taktiklerini kullanmaktadır.”Yabancılar olmasa Almanlar işsiz kalmaz” türünden ırkçılık ve yabancı düşmanlığı Anadolu coğrafyasında yaygınlaştırılıyor.

İkinci örnek. Ekonomik krizle yoksulluk arasındaki bağ:

Ekonomik kriz ve yoksulluk üzerine burada söyleyeceklerimi daha önce yayımladığım “Zenginlik Ve Yoksulluğun Nedenleri makalemden aldım. (3)

Burada yaptığım o makaleden bir özettir.

Nasıl ki, fazla üretim krizinin (ekonomik kriz) kendine özgü nesnel yasası varsa yoksulluğun da kendine özgü nesnel yasası vardır. Ancak, “sol” adına ekonomik kriz ve yoksulluk üzerine yazıp çizenler hiçbir ayrım yapmaksızın kriz ve yoksuluğu eşitlemekteler. Yani kriz yoksulluğun nedeni olarak gösterilmektedir.

Kriz ve yoksulluk konusunda “sol”da her türden reformist, revizyonist ve yeni Keynesci burjuva politik ekonomi savunucularının anlayışlarını görebilirsiniz. Orada ücretle kriz arasında, ücretle yoksulluk arasında bağ kurularak en pespaye burjuva anlayışların Marksizm, Marksizm-Leninizm kılıfına büründürülerek savunulduğu görülür.

Öyle ki, Marksist kriz teorisinin akıl almaz biçimde bayağılaştırıldığını; ekonomide para-kredi hareketini, borsa hareketini incelemeksizin nerede bir “altüst” oluş görülürse orada hemen bir ekonomik kriz patlatıldığına az şahit olmadık. Ayrıca, küçük burjuva yoksulluk teorisiyle fazla üretim krizi arasında bağ kurup kriz patlatanlar da az olmamıştır. Bu türden saçmalıklar sadece bu coğrafyaya da özgü değildir.

Bu da yetmiyor. Bildik burjuva ekonomi teorilerinden esinlenerek burjuvazinin hemen her kriz döneminde kriz kıstasları olarak yaptığı açıklamalara dayanılarak ekonomi analizi yapılabiliyor. Öyle ki, ekonomi büyürken, istihdamın azalmasına hayret edilebiliyor. Oysa teknolojinin üretimde yoğun bir biçimde kullanılmasından dolayı hemen bütün sanayisi makineli üretim aşamasında olan ülkelerde istihdam (çalışan işçi sayısı) azalırken üretim (artı değer) artmaktadır. Türkiye de böylesi ülkelerden birisidir.

Ekonominin krizde olmaması mutlaka refah anlamına gelmez. 2020’deki büyümenin yoksullaştıran, işsizleştiren, borçlandıran bir büyüme olduğu gerçeğine neden şaşıyoruz ki.

Krizin dönemsel, çevrimsel olduğunu, ama yoksulluğun dönemsel, çevrimsel olmadığını, kapitalizmde yoksulluğun her zaman var olduğunu anlamamak için ayak diretiyoruz. “Sol”un politik ekonomi ufku, burjuva politik ekonomi ufkunu aşmıyor; özellikle keyneysçi ekonomi anlayışının etkisi nedeniyle bu alandaki mücadelenin ideolojik bir mücadele olduğunun farkında değiliz; bu nedenle sürekli, kriz ve yoksulluk demekle kapitalizmi teşhir ettiğimizi sanıyoruz. Bir örnek: Yanılmıyorsam Türkiye’de iki iktisatçı kapitalizm/ekonomi teknik olarak krizde değil, ama kriz var diyebiliyorlar ve buna karşı “sol” sesini çıkartmıyor. Neden, çünkü ekonomi üzerine anlayışlarına bu iktisatçılar referans gösteriliyor. Marksist-Leninist politik ekonominin kriz anlayışına cepheden saldırılıyor ve ses çıkmıyor. Bu ideolojik mücadele alanı keynesçilere bırakılmış.

Ekonomik kriz dönemselliğini ve yoksulluğun da her zaman var olduğunu, burjuva politik ekonominin keynesçi ekolüne göre açıklayamazsınız. Bunu açıklayabilmek için Marksist-Leninist teorisyen veya Marksist-Leninist politik ekonomi uzmanı olmanıza da gerek yok. Herhangi bir devrim, işçi sınıfını örgütleme iddianız varsa ekonomik kriz dönemleri size devasa bir imkan sunar. Bu imkanı değerlendirmek ve hitap ettiğiniz sınıfı bilinçlendirmek için ekonomik kriz ve yoksulluğun bir ve aynı şey olmadığını, her birinin kendine göre yasalarının olduğunu bilmek zorundasınız. Bunu önemsiz görebilirsiniz, bunun yerine 24 saat sokakta olmayı tercih edebilirsiniz. Ama bu arada sendikalarda veya başka yerlerde yuvalanmış reformistler örgütlemek istediğiniz işçi sınıfını teorik ve arkasından da pratik olarak yönlendirirler. Aradaki fark, sorunun önemi bu.

Ancak, bunun kıymeti harbisi ne diye kendimize sorarız. Burjuva muhalefet, uluslararası “tanınmış” ekonomistlerinin, uluslararası yazarların, ulusal ve uluslararası örgütlenmiş sendikaların görüşlerine dayanarak kriz der, halkımız da ekonomideki durumu kriz olarak tanımlar sen de onların arkasında koşarsın. Önünde değil, arkasında koşarsın. Gerçeğimiz, sınıf mücadelesindeki yerimiz bu.

Birkaç ekonomist ekonomik krizi, teknik bir olguya indirger, örneğin teknik olarak kriz yok der, susarsın. Peki, bu dönemlerde değil de ne zaman bu konuda Marksizm-Leninizmi savunacaksın, Marksist-Leninist politik ekonominin sınıfsal olduğunu, bu alanda devasa bir ideolojik mücadele vermen gerektiğini hatırlayacaksın ve ona göre hareket edeceksin? Bunu, gerektiği süreçte yapmıyorsan sen nasıl bir “sol”sun veya Marksistsin veya Marksist-Leninistsin?

Diğer taraftan sermaye hareketinin (kriz çevriminin) dönemselliğini ve bunun nedenini anlamadığımız için ekonomideki her zikzaklı gelişmeyi, para, banka spekülasyon krizlerini bir ve aynı kefeye koyarak kriz çığırtkanlığı yaparız. Bazıları 2008’den buyana, bazıları da 2018’in Temmuzundan bu yana, hele hele pandeminin başlamasından bu yana sürekli genel bir kriz çığırtkanlığı yapmadılar mı, yapmıyorlar mı?

Burada söz konusu olan, sermaye hareketinin neden periyodik, çevrimsel olduğudur. Periyodik krizler makineli üretim aşamasında olan kapitalizmin, sanayi kapitalizminin ürünüdür. Kapitalizm, makineli üretim aşamasına 19. yüzyılın ilk çeyreğinde geçti. Şüphesiz ki, daha önceleri de krizler vardı. Ama bunlar belli bir periyodu olmayan, özgün nedenlerden kaynaklanan, kapitalizmin nesnel ekonomik yasalarından kaynaklanmayan; kapitalizmden önce de var olan krizlerdi (para, banka spekülasyon krizleri vs.).

Kriz çevriminin zorunluluğunu veya ekonomik krizlerin devreselliğinin maddi temelini Marks, sabit sermayenin dolaşımında görmüştür(4). Ama yoksullaşmanın nedenini başka yerde aramıştır.

Proletaryanın Yoksullaşması Teorisi

İşçi sınıfının genel yoksullaşması üzerine teoriler Marks'tan önce de geliştirilmişti. Sanayi kapitalizmi (makinalı üretim) sürecinde ortaya çıkan ekonomik kriz olgusu, toplumsal bir güç olarak işçi sınıfının durumu, mücadelesi, yaşam koşulları, sonuç itibariyle bu sınıfın genel yoksullaşması üzerine düşünce oluşumunu da beraberinde getirmiştir. (5) Bunun ötesinde, işçi sınıfının iktisadi (sendikal) ve siyasi (parti) örgütlenmesi; mücadelesi ve kendi ideolojisine-dünya görüşüne sahip olması (Marksizm-Leninizm) her dönem birçok kapitalist ülkede örgütlü güç olması, bir taraftan, sermaye tek elde toplanırken, diğer taraftan maddi değerleri üretenlerin yaşam koşullarının giderek mutlak ve görece kötüleşmesi, burjuvaziyi en gericisinden en "ilerici" görünen sosyal demokratına kadar; işçi sınıfının yoksullaşmasıyla ilgilenmeye zorlamıştır.

Kapitalizmin serbest rekabetçi ve emperyalizm-tekelci devlet kapitalizmi dönemlerinde bir dizi burjuva, sosyal demokrat yoksullaşma teorileri üretilmiştir. Ama bu teorilerin en doğruları bile sorunu genel olarak ortaya koymaktan veya sorunun şu veya bu yönünü ele almaktan öteye geçememiştir.

Proletaryanın mutlak ve görece yoksullaşma teorisini geliştiren Marks olmuştur.

Gerçekten de yoksulluk yeteri kadar gıda, başkaca ihtiyaç maddelerinin üretilemediğinden mi kaynaklanıyor? Her işçi, gerekli olandan daha fazlasının üretildiğini biliyor. Ama ürünlerin tüketilebilmesi için değer olarak, meta olarak satılmaları gerekir, yani sahibine kâr sağlaması gerekir. Her ekonomik kriz, yoksulluğun ürün yetersizliğinden kaynaklanmadığının, tam tersine pazarları dolduran, satılmayan ürün bolluğunun doğrudan bir göstergesidir. Ekonomik kriz, ürün bolluğu içinde yoksulluk üretir. Bütün dünyada yoksulluk içinde kıvranan insan sayısı 2-3 milyar, bazılarına göre dört milyardır. Ama aynı zamanda pazarlarda ürün ve üretim aracı fazlalığı var. Kapitalist, kâr getirmediği için, satılmadığı için ürününü denize döküyor, çürümeye terk ediyor. Antalya’da domatesler yol kenarına dökülüyor. Öyleyse sorun, nüfus fazlalığı değildir veya nüfus fazlalığı, herhangi bir doğa yasasının etkisinin sonucu değildir.

Kapitalizmde proletaryanın mutlak yoksullaşmaktan kurtulma şansı yoktur

Kapitalizmde toplumsal-maddi zenginliğin temel üreticisi işçi sınıfıdır. İşçi sınıfı, bir taraftan toplumsal zenginliği üretirken diğer taraftan da mutlak yoksullaşmasının nedenlerini üretir.

"Toplumsal zenginlik, işleyen sermaye bu burjuva sermayenin büyüme ölçüsü ile hızı ve dolayısıyla proletaryanın mutlak kitlesi ve işinin üretkenliği ne kadar büyük olursa, yedek sanayi ordusu da o kadar büyük olur. Sermayenin genişleme gücü ile emrindeki işgücünün gelişmesi de aynı nedene bağlıdır. Bundan dolayı yedek sanayi ordusunun görece büyüklüğü, zenginliğin potansiyel enerjisi ile birlikte artar. Ama bu yedek ordunun faal orduya oranı ne kadar büyükse, sefaleti, çalışma sırasında katlandığı ıstırapla ters orantılı olan toplam artı-nüfus kitlesi de o kadar büyük olur. Nihayetinde, işçi sınıfının düşkünler tabakası ile yedek sanayi ordusu ne kadar yoğun olursa, resmi yoksulluk da o kadar yaygın olur. Bu, kapitalist birikimin mutlak genel yasasıdır." (6)

Kapitalizmde yoksulluğun yasası budur. Kapitalizmde sermaye-zenginlik birikimi esastır, aksi taktirde kapitalizm var olamaz. Sermaye-zenginlik birikimi (kapitalist birikim) kaçınılmaz olarak bir taraftan işsizler ordusunu büyütür ve diğer taraftan da proletaryanın yoksulluğu/sefaleti artar.

Hem gıda maddeleri hem de giyim, yakacak ve konutlar-bütün bunların fiyatı artmıştır, işçi, mutlak yoksullaşıyor. Yani o, tam da eskisine göre daha da fakirleşiyor. O, daha kötü yaşamaya, daha kıt kanaat beslenmeye, sürekli daha az yemek yemeye, bodrumlarda ve çatı aralarında ikamet etmeye zorlanmaktadır...

Kapitalist toplumda zenginlik inanılmaz bir hızla-aynı zamanda işçi kitlelerinin yoksullaşmasıyla artmaktadır." (7)

İşçinin aldığı ücret ne olursa olsun, kapitalizmde işçi sınıfının durumu mutlak olarak kötüleşmektedir.

Kapitalizmde işçi sınıfının sermayeye bağımlılığı mutlaktır ve onun yoksullaşması da mutlaktır

"...Bütün artı değer üretim yöntemleri, aynı zamanda, birikim yöntemleridir ve birikimdeki her gelişme bu yöntemlerin gelişmesi için bir araç haline gelir. Bundan da şu sonuç çıkar ki, sermaye birikimi oranında, aldığı ücret, ister yüksek ister düşük olsun, işçinin yazgısı daha da beter olacaktır. Nihayetinde, görece artı-nüfusu veya da yedek sanayi ordusunu birikimin büyüklüğü ve hızı ile daima dengeli durumda tutan yasa, işçiyi, sermayeye, Vulcan'ın Prometheus'u kayalara mıhlamasından daha sağlam olarak perçinler. Bu yüzden, bir kutupta zenginliğin birikimi, diğer kutupta, yani kendi üretimini sermaye olarak üreten sınıf tarafından sefaletin, yorgunluk ve bezginliğin, köleliğin, bilgisizliğin, zalimliğin, ahlaki yozlaşmanın birikimi ile aynı anda olur." (8)

Marks burada mutlak yoksullaşmanın biçimlerini de sıralıyor: Sefalet-yoksulluk; çalışma yorgunluğu-bezginliği; kölecilik; bilgisizlik-cehalet; zalimlik; ahlaki yozlaşma.

Diğer taraftan, işçi sınıfının durumu, sadece ücretin seviyesiyle sınırlandırılarak ele alınamaz. Marks'ın sözünü hatırlayalım: "Aldığı ücret yüksek veya düşük olsun, işçinin durumu sermaye birikimi oranına göre kötüleşecektir", yani işçinin aldığı ücret artsa da onun durumu kötüleşecektir.

Ücretler artarken dahi proletaryanın mutlak yoksullaşıyor olması ilk bakışta çelişkili gözükebilir, ama işin gerçeği böyle; ücret hareketini kendi başına bir olgu olarak ele alamayız. Bu, reformistlere özgü bir anlayıştır. Ücret hareketi, işgücü değerinin hareketiyle bağlam içinde ele alınmalıdır. Ücreti, işgücü değerinin değişiminden bağımsız olarak ele alırsak ve işçi sınıfının durumunu sadece ücret ile ölçersek varacağımız nokta kapitalist gelişme sürecinde işçi sınıfının durumunun mutlak iyileştiği noktasıdır.

Gerçekten de neredeyse bütün 19.yüzyıl boyunca, ama özellikle de 19.yüzyılın ikinci yarısında önemli kapitalist ülkelerde reel ücretler sürekli bir artış trendi içinde olmuştur. Ama bu gelişmeden hareketle ücretlerin asgari geçimin üstüne çıktığını; işçilerin asgari ihtiyaçlarını karşılamanın ötesinde bir ücret aldıklarını söyleyebilir miyiz? Söyleyemeyiz. Reformistlere göre tek başına ücret artışı, işgücü değerinin değişiminden bağımsız olarak ele alınması, yani işçi sınıfının durumunun iyileşip iyileşmediğinin salt ücret hareketine göre ölçülmesi yeterlidir. Reformistlerin, sınıfın durumunun iyileşip-iyileşmediği konusunda yegane kıstasları budur.

Marksist-Leninistlerin göz önünde tuttukları temel nokta ise, asgari geçim koşullarının da değişmesidir. Yaşam koşulları, işçilerin ücretlerinden bağımsız olarak değişiyor. Dün ihtiyaç olmayan bugün asgari ihtiyaç oluyor. Gıda tüketiminden kültürel yaşama, konut sorununa kadar bu böyle. Bu durumda dünyanın hangi kapitalist ülkesinde veya kapitalizmin hangi döneminde, işgücü değerinin değişimiyle bağlam içinde alınan ücret hareketi -bu durumda ücret artışı- asgari ihtiyaçları karşılamanın ötesine geçmiş ve kapitalizm, kendi gelişmesi içinde işçi sınıfının mutlak yoksullaşmasını, mutlak iyileşmeye çevirmiş? Bu hiçbir ülkede, hiçbir dönem olmamıştır.

Türkiye gibi ülkeler göz önüne getirilirse, ücret bazında proletaryanın yoksullaşma boyutları korkunçtur.

Teknolojik gelişme devasa adımlarla ilerliyor. Her yeni teknolojinin üretimde, dolaşımda, maliyede vs. kullanılması bu alanlarda çalışanların işsiz kalması anlamına gelir. Burada yeni bir durumla karşı karşıyayız; kapitalist üretim, gelişmesinin doğrudan bir sonucu olarak daha fazla, daha ucuz üretmek için daha az işçi çalıştırmayı kapitalizmin genel krizi koşullarında eğilim olmaktan çıkartarak yasa konumuna getirmiştir. Bu, geriye dönüşümü olmayan bir süreçtir. Bu, kitlesel işsizliğin kronikleşmesidir. Artık kapitalizmin kitlesel kronik işsizlikten kurtulmasının nesnel olanağı yoktur. O halde; kapitalist üretim, işçileri sürekli mutlak yoksulluğa mahkum ediyor.

Kapitalizmin birikim yasası, sermayenin birikim yasası, proletaryanın yoksullaşma yasasıdır. Şu da bir gerçektir ki, proletaryanın mutlak yoksullaşması işçi sınıfının çeşitli/bütün katmanlarını aynı derecede etkilemeyebilir. Yani proletaryanın mutlak yoksullaşması teorisine göre işçi sınıfının durumu; süreç içinde giderek mutlak kötüleşmesi, işçi sınıfının bütün sosyal katmanlarının durumunun süreç içinde mutlak kötüleşeceği anlamına gelmez. (9) Veya işçi sınıfının bazı tabakalarının durumunun mutlak iyileşmesi, mutlak yoksullaşma yasasının genel olarak geçersiz olduğu anlamına gelmez.

Proletaryanın Görece Yoksullaşması

Marks tarafından geliştirilen mutlak yoksullaşma teorisi, sermaye birikiminin kaçınılmaz bir sonucudur. Bu teoriye göre işçi sınıfının durumu sadece kötüleşmez, sürekli mutlak kötüleşmek zorundadır. Şayet bu anlaşılmıyorsa, bunun sorumlusu ne Marks'tır ve ne de teorinin kendisidir. Bu durumda demek oluyor ki, işçi sınıfının durumunun kapitalizm koşullarında neden sürekli mutlak kötüleşmek zorunda olduğunu; mutlak yoksullaşmanın, nedenlerini biz anlatamıyoruz.

Marks, proletaryanın görece yoksullaşma teorisini de geliştirmiştir. Görece yoksullaşma teorisinin kaynağı da sermaye birikimidir. Ve bu teori, en basitçe, mutlak yoksullaşma teorisinden hareketle anlatılabilir.

"Proletaryanın görece yoksullaşması, burjuva toplumda işçi sınıfının ulusal gelirin toplam miktarındaki payı sürekli azalırken, sömürücü sınıfların payının sürekli artmasından ibarettir." (10)

Başka türlü ifade edersek; görece yoksullaşma teorisine göre, kapitalistlerin durumuna oranla işçi sınıfının durumu giderek kötüleşir ve kapitalistler giderek daha çok zenginleşirken, işçiler giderek daha da fakirleşir. Kapitalist toplumda bir taraftan zenginlik giderek artarken, diğer taraftan işçilerin durumu giderek mutlak kötüleşir. Öyleyse sermaye, kapitalist açısından, işçilerin durumunun görece olarak kötüleşmesi doğaldır; sermaye birikiminin bir sonucudur. Sermaye birikiminin olmazsa olmaz koşulu sömürüdür; işçilerin sömürüsüdür. Ve kapitalist üretimde, kapitalizm koşullarında bir tarafta yoksulluk birikmeksizin, diğer tarafta zenginlik birikmez. Kapitalizmde bir tarafta zenginliğin birikebilmesi için, yoksulluğun ve sefaletin üretilebilmesi gerekir. Veya kapitalizmde bir tarafta üretilen yoksulluk, diğer taraftan biriktirilen zenginlik demektir. Marks'ın dediği gibi "öyleyse, bir kutupta zenginliğin birikimi aynı zamanda karşı kutupta yoksulluğun... birikimidir."

Buna göre:

Proletaryanın mutlak yoksullaşması, birikimin de, zenginliğin de giderek düştüğü veya değişmeden kaldığı bir toplumda gerçekleşmiyor; kapsamı, hacmi ne olursa olsun, birikimin kendisi zenginliğin artışının doğrudan ifadesidir. Öyleyse mutlak yoksullaşma , zenginliğin, birikimin giderek arttığı bir toplumda gerçekleşiyor. Bu, aynı zamanda bir kutupta mutlak zenginleşmenin, diğer kutupta mutlak yoksullaşmanın doğrudan ifadesidir.

Bunun, görece yoksullaşma teorisi açısından anlamı nedir?

Bir kutupta mutlak zenginleşmenin ve karşı kutupta da mutlak yoksullaşmanın mantıksal bir sonucu, aynı zamanda bir kutupta görece zenginlik, karşı kutupta da görece yoksulluk demektir. Yani kapitalist sınıf sadece mutlak olarak daha da zenginleşmiyor ve işçi sınıfı da sadece mutlak olarak daha da yoksullaşmıyor. Aynı zamanda kapitalist sınıf, işçi sınıfına nispeten görece olarak daha da zenginleşirken, işçi sınıfı da, kapitalist sınıfa oranla görece olarak daha da fakirleşiyor.

Demek oluyor ki, proletaryanın görece yoksullaşma teorisi sermaye birikiminden kaynaklanıyor. Bu, proletaryanın mutlak yoksullaşma teorisinin mantıksal bir sonucudur. (11)

Sorunun teorik kısmı böyle. Anlatmaya çalıştığımız gibi fazla üretim krizi kendine özgü nesnel yasasına göre hareket eder; bu kapitalizme içsel olan bir yasadır. Bu yasanın işlevsel olmadığı bir kapitalizm düşünülemez. Fazla üretim krizi bu yasa doğrultusunda periyodik-dönemsel, yani belli aralıklarla patlak verir.

Yoksulluğun da kendine özgü yasası vardır. Bu yasa, sermaye birikimi yasası bağlamında işlevsel olduğu için sürekli, kesintisiz her dönem etkilidir.

Bu her iki ekonomik nesnel yasanın etkisinden dolayı kapitalizmde mutlak ve görece yoksulluk bu sistemin ayrılmaz bir görüngüsüdür.

Yoksulluk, sadece ve sadece krizle, krizin bir sonucu olarak açıklanamaz. Ancak, kriz döneminde yoksulluk daha derin ve kapsamlı olur.

Ekonomi krizde olmasa da yoksulluğun sadece işçi sınıfını değil, geniş emekçi yığınlarını da derinden etkilediğini Covid-19 koşullarında görüyoruz. Örneğin 2020 yılında ekonomi yüzde 2,2 oranında, 2021’de ise yüzde 10’un üzerinde büyümüştü, ama işçi sınıfı ve geniş emekçi yığınların hem yaşam standartları gerilemiş hem de ulusal gelirdeki payları azalmıştır. Bu durum, ekonomi krizde olmamasına rağmen mutlak ve görece yoksullaşmanın daha da şiddetlenmiş olduğunu gösterir.

Bu yasallıklardan dolayı yoksulluk varsa kriz var küçük burjuva yoksulluk teorisiyle fazla üretim krizi açıklanamaz. Çünkü yoksulluğun ve ekonomik krizin nedeni bir ve aynı değildir.

Yukarıdaki açıklamalardan da anlaşılacağı gibi proletarya iki türden yoksullaşmaya karşı karşıyadır.

Şimdi Türkiye toplumunda işçi sınıfının mutlak ve görece yoksullaşmasının boyutunu birkaç örnekle gösterelim.

Mutlak yoksullaşma

Proletaryanın mutlak yoksullaşması, yaşam standardının doğrudan düşmesi demektir. Tüketim maddelerinin (gıda, giyim, yakacak vb.), kiraların vb. fiyatlarının artması, işinin yaşam standardının doğrudan düşmesi demektir. Tüketim maddelerinde, kirada fiyatların artması, enflasyon işçinin her geçen gün eskisine göre daha da fakirleştiği anlamına gelir.

Aslında bu konuda söylenecek fazla bir şey yok. Mutlak yoksullaşma, enflasyonla, tüketim maddelerinin fiyatının artmasıyla, ücretlerin reel olarak düşmesiyle ölçüldüğü için bu yoksulluk türü üzerine her evde, her ortamda “hayatın ne denli pahalı” olduğu üzerine sohbetten, yakınmadan geçilmez.

Görece yoksullaşma:

İşçi sınıfının toplam ulusal gelirdeki payının azalması demektir. Ulusal gelir belli bir miktar olduğu için bu miktar içinde proletaryanın payının azalması sömürücü sınıfların payının artması anlamına gelir.

Ulusal gelirde ücretlerin ve sermayenin payına baktığımızda gelişme şöyledir: Ulusal gelirde ücretlerin payı 1991’de yüzde 37,51’den 2006’da 34,39’a düşer. Aynı dönemde sermayenin payı (“İşletme artığı”) yüzde 62,49’dan 65,61’e çıkar.

Yukarıdaki grafik durumun vahametini; sömürünün korkunçluğunu göstermektedir. İşçi maddi değerleri yaratıyor; üretiyor, ama bu üretimdeki payı sadece yerinde saymıyor, giderek azalıyor. Örneğin ekonomi 2020 yılında yüzde 2,2 oranında, 2021’de yüzde 10’un üzerinde büyüyor, ama bu büyümede işçilerin payına hiçbir şey düşmüyor; tam tersi oluyor, işçilerin payı ulusal gelirde azalıyor; 2019’a yüzde 31,3’ten yüzde 29,4’e, 2021’de ise 27,04’e geriliyor (2019’dan 2021’e 4,26 puan düşüyor). (12)

Salt bu veriler, Türkiye'de sömürünün ne derece korkunç boyutlarda olduğunu, Türkiye sanayinde işgücünün resmen talan edildiğini gösteriyor.


Kaynak/Açıklama:

1) Disk Ar, 13 Temmuz 2022, s. 7)

2)Bkz.:http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com/2021/05/bir-acayip-kriz-konjonktur-hareketi.html

3) Bkz.: http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com/2021/06/zenginlik-ve-yoksullugun-nedenleri.html

4)“Büyük sanayinin bütün hareket şekli, emekçi nüfusun bir kısmını, sürekli olarak, işsiz ya da yarı-işsiz insanlar haline getirmeye dayanıyor. Ekonomi politiğin yüzeyselliği, kendisini, sınai devresel dalgalanmaların salt bir belirtisi olan kredi hacmindeki genişleme ve daralmayı bunların nedeni olarak görmesiyle de ortaya koyar. Tıpkı belirli bir hareketle fırlatılmış bulunan gökcisimlerinin daima bunu yinelemeleri gibi, bir kez bu birikimi izleyen genişleme ve daralma hareketi içine sokulan toplumsal üretim için de durum aynıdır. Sonuçlar, sırası gelince, neden halini alırlar ve durmadan kendi koşullarını yeniden üreten sürecin tümü içerisindeki değişik olaylar, devresel bir şekle bürünürler. Bu devresellik bir kez yerleşti mi, nispi artı-nüfusun yaratılmasını —yani sermayenin kendisini genişletmesi için gerekli olandan fazla bir nüfusun meydana gelmesini— ekonomi politiğin kendisi bile, büyük sanayinin zorunlu bir koşulu olarak görür.” (Marks; Kapital, C. 1 s. 662)

Babbage'a göre İngiltere'de makinenin ortalama üretimi 5 senedir; bundan dolayı reel olanı belki 10 senedir. Sabit sermayenin büyük ölçüde gelişmesinden bu yana sanayinin yaşadığı devreviliğin -bununla birlikte sermayenin toplam üretim aşamasının da- şu veya bu biçimde 10 senelik bir zamana tekabül ettiği şüphe götürmez. Başka belirleme nedenleri de bulacağız. Ama bu, nedenlerden biridir.

Tarım gibi...sanayi için de geçmişte iyi ve kötü zamanlar olmuştu. Ama karakteristik dönemlere, çağlara ayrılmış çok yıllık sanayi çevrimi büyük sanayiye özgüdür”(K. Marks, Grundrisse, s. 608).

Öyleyse, yatırılan sermaye değeri bir devirler çevriminden geçmek zorundadır… Bu çevrim, kullanılan sabit sermayenin ömrü, yani yeniden üretim ya da devir zamanı ile belirlenir” (Marks; Kapital, C. II, s. 185).

Marks bu süreci ortalama 10 sene olarak tanımlıyor. Yani her 10 senede bir sabit sermayenin yenilenmesi, kriz gündeme geliyor. Bu, kapitalizmin serbest rekabetçi döneminde gerçekten de böyle olmuş; her 8-10 senede bir fazla üretim krizleri patlak vermiş ve krizler, yeni yatırımlar için çıkış noktasını oluşturmuştur.

Demek ki, “kapitalizmin her 7-10 senede bir girdiği klasik kriz döngüsü” izlemesini belirleyen

sabit sermaye hareketidir.

 

5) Bkz. K. Marks, Kapital, C. I, Kapitalist Birikimin Genel Yasası bölümü.


6) Marks, Kapital, C. I, s. 673/674).


7) Lenin; C. 18, s. 428/429, “Kapitalist Toplumda Yoksullaşma”).


8) Marks; Kapital C. I, s. 674/675.


9) Proletaryanın Mutlak Yoksullaşması ve İşçi Sınıfının Çeşitli Katmanlarının Durumu: "Kapitalizmin gelişme yolu, emekçilerin-onların -bir üst tabakası rüşvetlenirken ve daha iyi konuma getirirken-ezici çoğunluğunun açlık ve sefaletinin yoludur." (Stalin, C. 7, s. 83)

Proletaryanın mutlak yoksullaşması teorisine göre, işçi sınıfının durumu süreç içinde giderek mutlak kötüleşir. Ama bu, işçi sınıfının bütün sosyal katmanlarının durumunun süreç içinde mutlak kötüleşeceği anlamına gelmez. Demek oluyor ki, işçi sınıfının bazı katmanlarının durumu iyileşebilir. Engels, gelişmenin bu yönüne "İngiltere’de Çalışan Sınıfın Durumu" yapıtının 1892'deki baskısına önsözünde dikkati çekiyordu. Engels orada şöyle der;

"Bu dönemde (bununla Engels 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren başlayan dönemi kastediyor- İ. Okçuoğlu) işçi sınıfının durumu nasıldı? Dönemsel olarak büyük kitle için dahi iyileşme, vardır. Ama bu iyileşme yeniden ve yeniden çalışmayan rezervin büyük kitlesinin akışıyla yeni makinelerle işçilerin sürekli püskürtülmesiyle, kır proletaryasının gücüyle... eski seviyesine indirildi.

Sürekli iyileşme, işçi sınıfının sadece, 'korunan' iki bölüğünde gerçekleşiyor. Bunlardan ilki fabrika işçileridir. Çalışma günlerinin nispeten mantıklı sınırlarının yasal tespiti, onların vücut kondisyonunu eski haline getirdi ve onlara bölgesel yoğunlaşmayla da güçlendirilmiş bir ahlaki üstünlük verdi. Durumları, 1848 öncesindekinden şüphe götürmez iyidir....

İkincisi, büyük Trade-unionlardır. Bunlar, sadece yetişkin erkeklerin işinin kullanılabilir olduğu veya hakim olduğu iş dallarının örgütleridir. Burada şimdiye kadar ne kadın ve çocuk işi ve ne de makine rekabeti onların örgütlü gücünü kırabildi. Makina tesviyecileri, doğramacılar, marangozlar, inşaat işçileri-bunların her biri kendisi için bir güçtür. Öyle ki, makine kullanımına başarıyla karşı koyabilen bir güç. Durumları 1848'den bu yana dikkate değer bir şekilde şüphesiz iyileşmiştir... Onlar, işçi sınıfı içinde bir aristokrasi oluşturuyorlar. Nispeten konforlu bir durumu elde etmeyi başardılar ve bu durumu nihai olarak kabul ediyorlar... Onlar, her uyumlu kapitalist için özelde ve kapitalistler sınıfı için de genelde oldukça net, uzlaşılabilir insanlardır...

Ama işçilerin büyük kitlesine gelince; onlar için yaşam güvensizliğinin ve sefaletin seviyesi bugün, eskisinden daha düşük değilse, (en azından) eskisi kadar düşüktür." (Marks-Engel; C. 22, s. 273/274)

Demek oluyor ki, işçi sınıfının bazı katmanları durumlarını iyileştirebiliyorlar.

"Emperyalizm... proletaryanın üst katmanlarının rüşvetlendirilmesinin ekonomik olanağını yaratıyor, besliyor, biçimlendiriyor ve oportünizmle pekiştiriyor... Emperyalizm, işçiler arasında da imtiyazlı kategoriler ayırım yapmak ve onları proletaryanın büyük kitlesinden kopartmak eğilimine sahiptir." (Lenin; C. 22, Emperyalizm, s. 286, 288).

İşçi sınıfının bu kesiminin, kendi özel mücadeleleriyle durumlarını iyileştirdiklerini veya kapitalistlerin onların durumunun iyileşmesine gönüllü razı olduklarını söyleyebilir miyiz? Hayır. Bu imtiyazlı kesimin; işçi aristokrasisinin oluşmasının, kapitalizmin emperyalizme doğru gelişmesiyle doğrudan ilgisi vardır. Kapitalistler, işçi sınıfının bütününü aldatabilmek, sınıfın direncini kırmak ve sömürüyü yoğunlaştırmak için; sınıfın bütününü reformist yola sevk edebilmek ve siyasi olarak teslim alabilmek için işçi sınıfının oldukça küçük bir azınlığının durumunun iyileşmesini kabul ediyorlar. Sermayenin çıkarları, burjuvaziyi bu kabul için zorluyor ve burjuvazi bu iyileşmenin yükünü işçi sınıfının çoğunluğunun sırtına yıkıyor, sömürge ve bağımlı ülkelerin talanı sonucunda elde edilen kâr ve ekstra kârın bir kısmını bu alanda harcıyor.

"Ama iyileştirmekten bahseden ekonomistler belki de, İngiltere'de aynı sanayide çalışan 1,5 milyon işçi, ekonominin üç sene değil de on sene açılıp gelişmesini sağlamak için Doğu Hindistan'da ölmek zorunda bırakılan milyonlarca işçiden bahsetmek istiyorlardır."(K. Marks; C. 4, s. 123/ 124, “Felsefenin Sefaleti”).


10) Politik Ekonomi Ders Kitabı, Berlin 1955, s.166/167.

11) İşçi sınıfının görece durumunun ne anlama geldiğini Rosa Luxemburg şöyle açıklar:

"...Örneğin bir durumda işçiler, öncesine nazaran daha çok gıda maddelerine, daha zengin gıdaya, daha iyi giyime sahip olabilir. Ama şayet diğer sınıfların serveti daha da hızlı artarsa, işçilerin toplumsal üründeki payı küçülür. Öyleyse mutlak olarak alındığında işçilerin yaşam standardı yükselebilirken, payları, diğer sınıflara görece olarak alındığında düşebilir. Ama her insanın ve her sınıfın yaşam standardı verili zamana ve aynı toplumun diğer katmanlarına göre ele alındıklarında ancak, doğru değerlendirilmiş olur. Afrika'da primitif yarı vahşi veya barbar bir zenci aşiretinin prensi, Almanya'da ortalama bir işçiye göre düşük bir yaşam standardına, yani daha basit konuta, daha kötü giyime, ham gıdaya sahiptir. Ama bu prens, aşiretinin olanaklarına... oranla 'prensçe' yaşarken, Almanya'da fabrika işçisi, zengin burjuvazinin lüksü ve zamanın ihtiyaçlarıyla karşılaştırıldığında oldukça fakir yaşamaktadır. Öyleyse, işçilerin bugünkü toplumdaki konumlarını doğru değerlendirmek için, sadece mutlak ücretin -yani ücret miktarının-değil, bilakis görece ücretin de yani işçinin ücretinin, işinin toplam üründeki payının da incelenmesi gerekir." (Toplu Eserler; C. 5, s. 757/758, "Ulusal Ekonomiye Giriş".)

 

12)https://tr.euronews.com/2022/05/23/iscinin-milli-gelirden-ald-g-pay-duserken-sirketlerinki-art-yor