TC'NİN ORTADOĞU POLİTİKASI
Bir
ülkenin iç ve dış politikası ayrılmaz bir bütünün,
diyalektik birliğin ifadesidir. Bu diyalektik birliğin nesnel
temelini, hakim sınıfın ekonomi eksenli çıkarları belirler.
Ekonomi eksenli çıkarlar da iç ve dış politikanın karakterini
belirlerler. İç politikanın aksine dış politik çıkarlar, söz
konusu devletin gücüne, mevcut enternasyonal koşullara, somut ve
tarihsel güç dengelerine bağlı olarak gerçekleştirilir veya
gerçekleştirilmesi bu faktörler tarafından etkilenir.
Kapitalizm
koşullarında devletsel bağımsızlık, her koşul altında dış
politikada bağımsızlık anlamına gelmez. Çağımız, emperyalizm
çağıdır ve bu çağda kapitalizmde iki türden dış politika söz
konusudur; emperyalist devletin dış politikası ve emperyalizme
bağımlı, yeni sömürge devletlerin dış politikası (ulusal
bağımsızlık sonucu elde edilen ve kapitalist sistemi aşmayan
devletsel bağımsızlık geçicidir).
Emperyalist
Devletin Dış Politikası
Kapitalist
üretim ve hakimiyet ilişkilerine dayanan emperyalist dış
politika, tekelci burjuvazinin çıkarlarına hizmet eder.
Emperyalist dış politika, gericiliğin, başka ülkeleri, özellikle
de bağımlı ülkeleri sömürmenin, talan etmenin ifadesidir.
Emperyalist dış politika aynı zamanda, rekabetin, hegemonya
mücadelesinin de ifadesidir. Dış politik yönelimiyle emperyalist
devlet, tekeller için uygun, onların çıkarlarına tekabül eden
koşulları oluşturmanın en önemli aracıdır. Emperyalist
devletin dış politikasında ilke, görev ve amaç, uluslararası
koşulların, tekelci sermayenin çıkarlarına tekabül edecek
şekilde gelişmesine/şekillenmesine hizmettir. Nihai olarak
emperyalist dış politika, dünyayı yeniden paylaşmak için
emperyalistler arası savaşın diplomasi biçiminde sürdürülmesidir.
Emperyalizme
Bağımlı, Yeni Sömürge Devletin Dış Politikası
Bu
türden ülkelerin bağımsız dış politika yürütmeleri söz
konusu değildir. Emperyalizme bağımlılık ve yeni sömürgeci
ilişkiler, kaçınılmaz olarak bu ülkelerin iç ve dolayısıyla
dış politikasını da belirler. Başka türlü de olamaz.
Bağımlılık ve yeni sömürge ilişkiler bu türden ülkelerin
bağımsız gelişememesinin, emperyalizmin çıkarlarına tabi
gelişmesinin ifadesidir. Böylesi ilişkiler içinde olan yeni
sömürge ülkelerin, kendi ulusal çıkarları doğrultusunda
bağımsız dış politika oluşturmaları söz konusu olamaz.
Bağımlılık, yeni sömürgecilik, her alanda ve her cephede
emperyalizmin çıkarlarına tabi olmak ve ona göre şekillenmektir.
Bu, dış politikada da aynen geçerlidir.
Şüphesiz
ki bu bağımlılığı mutlak olarak algılamak da yanlıştır.
Emperyalizme bağımlılık ve bu çerçevede oluşan bağımlı dış
politika, yeni sömürge ülkelerin dönem dönem, özgül koşul ve
konularda efendilerinin çıkarlarına ters düşen bir dış politik
açılımda bulunmayacakları anlamına gelmez. Yeni sömürge ülke
açısından hayati önemi, ulusal gururu ifade eden gelişmeler
olabilir ve bu durumlarda yeni sömürge bir ülke, emperyalist
çıkarlara ters düşen adımlar atabilir. Böyle bir gelişmeye,
Türkiye’nin 1974'te Kıbrıs’ın kuzey kesimini işgal etmesi
gösterilebilir. Bu türden dış politik çıkışlar, istisnaidir.
Kural, bağımlılıktır.
Türk
Devletinin Ortadoğu Politikası
Türkiye’nin
Ortadoğu politikasını kavrayabilmek için bu politikanın oluştuğu
dünya koşullarını ve o koşullar içinde Türkiye’nin yerini
ele almak gerekir. Türkiye’nin bugünkü dış politikasının
temelleri II. Dünya Savaşından sonra atıldığı için bu dönemi
çıkış noktası olarak alacağız.
II.
Dünya Savaşı Sonrasında Uluslararası Durum ve Güçler Dengesi
Emperyalist-faşist-militarist
blokun (Almanya, Japonya ve İtalya) yenilgisi, bir bütün olarak
emperyalist sistemin önemli ölçüde güç kaybetmesinin
belirleyici nedenlerinden birisiydi. II. Dünya Savaşı ve sonuçları
kapitalizmin genel krizini, eski döneme nazaran daha da
keskinleştirmiş ve dünyanın iki dünyaya bölünmesine, iki
pazarın, sistemin oluşmasına yol açmıştı; II. Dünya
Savaşından sonra enternasyonal alanda güçler dengesi sosyalizmin
lehine değişmişti. Faşizme indirilen ölümcül darbede esas payı
olan SSCB'nin enternasyonal alanda otoritesinin giderek artması buna
açık bir örnektir. Artık SSCB'nin katılımı olmaksızın dünya
politikasının önemli hiç bir sorunu çözülemezdi.
Bunun
ötesinde birçok ülke kapitalist/emperyalist sistemden kopmuştu.
Avrupa ve Asya’da bir dizi halk demokrasisi ülkeleri kurulmuştu.
Bu dönem dünya sosyalist sisteminin oluştuğu dönemdi. SSCB'nin
zaferi, enternasyonal alanda artan prestiji ve dünya sosyalist
sisteminin oluşması, aynı zamanda emperyalist sömürge sisteminin
çöküşünü hızlandıran bir neden de olmuştu. Emperyalizm,
gelişen ulusal kurtuluş hareketleriyle artık baş edemiyordu.
II.
Dünya Savaşı sonucunda kapitalist sistemin güçler dengesinde de
önemli değişmeler olmuştu: Bir taraftan eski çelişkiler
keskinleşirken, diğer taraftan da yenileri oluşmaya başlamıştı.
Bir bütün olarak baktığımızda savaş sonrası dönemde
emperyalizmin ekonomik ve siyasi nüfuzunun ve nüfuz alanının
daralmış olduğunu görüyoruz. Bu durum, bunun ötesinde
enternasyonal alanda devrimci sürecin gelişmesi, emperyalizmi
global bir strateji izlemeye itmişti. Emperyalist global
stratejinin, somutta da Amerikan emperyalizminin çıkarlarına
tekabül eden global stratejinin izlenmesinin başka nedenleri de
vardı veya başka türlü ifade edersek; bu emperyalist global
stratejinin, diğer tanımıyla antikomünist global stratejinin
içeriğinin, biçiminin ve başlıca özelliklerinin oluşumunda
kapitalizmde eşit olmayan gelişmenin, kapitalist ülkelerin eşit
olmayan ekonomik ve siyasi gelişmelerinin önemli bir etkisi vardı:
Savaş öncesi dönemde dünya emperyalizminin temel güçlerini
oluşturan altı emperyalist ülkeden üçü (Almanya, Japonya ve
İtalya), II. Dünya Savaşından ağır bir yenilgiyle çıkmışlardı.
Galip emperyalist devletlerden Fransa ve İngiltere, oldukça güç
kaybetmişlerdi, savaştan en güçlü çıkan tek emperyalist ülke
ABD olmuştu ve bu gücüne dayanarak da dünya emperyalizminin önder
gücü, kapitalist dünyanın jandarması olmuştu.
II.
Dünya Savaşı sonrasında kapitalist dünyada bütün koşullar
Amerikan emperyalizminin lehineydi ve o, bütün olanakları
kullanarak kapitalist dünyaya kendi politikasını dikte ediyordu.
Bırakalım geri kalmış ülkeleri, çoğu kapitalist ülke ABD'ye
görece bağımlı duruma gelmişlerdi. Savaş sonrasının koşulları
Batı Avrupa'nın kapitalist-emperyalist ülkelerini dahi Amerikan
emperyalizminin hakimiyet talebine boyun eğmeye zorlamıştı.
Emperyalist
global strateji, önde gelen emperyalist güçlerin ekonomik ve
askeri güçlerinin Amerikan emperyalizmi önderliğinde
toparlanmasını, siyasi ve ideolojik açılım ve faaliyetlerin
koordine edilmesini öngörüyordu. Böylece bütün olanaklar ve
mevcut potansiyel, Amerikan emperyalizmi önderliğinde, sosyalist
sistemi yok etmek, dünya devrimci hareketini yenilgiye uğratmak
için en etkili bir şekilde kullanılacaktı. Emperyalist ülkeler
ve bir bütün olarak uluslararası gericilik, sosyalist dünya
sisteminin yıkılması, en azından güçsüzleştirilmesi, gelişen
enternasyonal devrimci mücadelenin önünün alınması ve Sovyetler
Birliği'nin iktisadi, siyasi, ideolojik ve askeri çember altına
alınması konularında tam bir görüş birliği içindeydiler.
Böyle bir stratejiye önderlik etme konusunda ise koşullar
belirleyici olmuştu. Bu önderliği Amerikan emperyalizmi
üstlenmişti. Buna karşı olanlar (örneğin Fransa ve Almanya) ise
ABD’nin önderliğini kabullenmek zorunda kalmışlardı. II. Dünya
Savaşı öncesine kadar karşılıklı düşmanlık içinde olan
emperyalist koalisyonlar yıkılmış ve bütün emperyalist ülkeler,
genel çıkarlar veya koşulların dayatması sonucunda, Amerikan
emperyalizminin hegemonyası altında emperyalizmin global
antikomünist stratejisinin birer parçaları olmuşlardı.
Emperyalist ülkeler arası çelişkiler ortadan kalkmamıştı.
Tersine giderek yeniden keskinleşiyorlardı. Bu, kapitalist dünya
içindeki gelişmenin bir ifadesiydi. Ama Amerikan emperyalizmi
(ekonomik ve askeri gücüne dayanarak ) önce sosyalist SB'ni, sonra
da revizyonist, sosyal emperyalist SB'yi "özgür” dünyanın
esas düşmanı olarak gösterebildiği müddetçe, kapitalist
dünyanın süper gücü olma konumunu tartışmasız korumuştu.
Amerikan emperyalizmi kendi önderliğinde ve kendi emperyalist
çıkarlarına tekabül eden bir antikomünist blok oluşturmuştu.
Bu blok. 1989/90’da revizyonist blokun dağılmasına kadar
varlığını sürdürmüştür. Bu blok içinde her bir bölgenin ve
ülkenin önemi ve görevi Amerikan emperyalizmi tarafından
belirlenmişti. Görevlendirilen ülkelerden birisi de Türkiye idi.
Amerikan
Güdümlü Dış Politika (Ortadoğu Politikası) Truman Doktrini ve
Türkiye
II.
Dünya savaşı döneminde ve özellikle de savaş sonrası yıllarda
Amerikan emperyalizmi, Ortadoğu üzerindeki rekabetini
yoğunlaştırmıştı. İngiliz emperyalizminin nüfuz alanı olan
bu bölge, kısa zamanda Amerikan nüfuz alanı olmuştu. Ortadoğu
üzerindeki hegemonya mücadelesini İngiliz emperyalizmi
kaybetmişti. Amerikan emperyalizmi elde ettiği mevzileri
güçlendirmek ve bölgeyi tamamen kontrol altına almak için daha
40’lı yılların ikinci yarısında İran, İsrail ve Suudi
Arabistan ile sıkı ilişkilere girmişti. Amerikan stratejisinde
Türkiye'nin yeri ise daha özeldi. Savaş sonrası döneme kadar
ABD, Türk dış politikasında, İngiltere, Fransa, SB ve Almanya
ile olan ilişkilerle karşılaştırıldığında, oldukça tali bir
konumdaydı. Türkiye, savaşın sonuna doğru, galip devletler
arasında yer alarak bu durumdan faydalanmak için “Anti-Hitler”
koalisyonu safında yer aldı ve bütün dikkatini, daha doğrusu dış
politikada bütün dikkatini. Amerikan emperyalizminin çıkarlarıyla
uyumluluk içinde olmaya çevirdi. Türk burjuvazisi, antiemperyalist
mücadeleye ve ekonominin gelişmesine, bir bütün olarak Türkiye'ye
maddi manevi destekte bulunan SB'ye çoktan sırt çevirmişti. SB'ye
düşmanlık ve savaş sonrasında dış politikada antisovyetizm
daha da yoğunlaşmış ve Türkiye, boğazlarla ilgili anlaşmanın
gözden geçirilmesini, Türkiye’nin boğazlar üzerindeki
hükümranlık haklarının SB tarafından, tehdit edildiğini
savunarak ABD emperyalizminin desteğini almaya çalışmıştır.
Türk-Amerikan
ilişkileri hızla gelişir. Daha Eylül 1946'da Türkiye-İngiltere
ve ABD'nin Ege Denizi'nde ortaklaşa gerçekleştirdikleri tatbikat
ile ABD. Türkiye'ye askeri alanda da yardım etmeye ve soğuk savaş
politikasında özel bir rol vermeye hazır olduğunu ima ediyordu.
Bunun nedeni vardı. Türkiye’nin jeopolitik konumu oldukça
önemliydi. Türkiye. Amerikan güdümündeki "özgür dünyayı
savunma hattı"nın güney kesiminde yer alıyordu. Türkiye.
Bulgaristan ve SB'nin komşusuydu. Türkiye, Yunanistan ile birlikte
Balkanlar’da, Ortadoğu'da ise İran ile birlikte sosyalist dünyayı
çevreleyen antikomünist çemberin önemli üssü konumundaydı.
Türkiye'nin
Truman Doktrini'ne dahil edilmesi kolay olmadı. Bunun için Amerikan
Senatosu'nun onayı gerekliydi. Senato’yu ikna etmek için Devlet
Başkanı Truman, Türkiye'nin karşı karşıya kaldığı iç
"komünist tehlike”den bahsetmeye başladı. Amerikan hükümeti
de “Sovyet tehdidi”ni ele aldı ve Türkiye’nin, silahlanma
harcamalarını tek başına karşılaması durumunda istikrarlı bir
gelişme gösteremeyeceğini işledi. Bu açıklamalardan sonra
Amerikan Kongresi 1947'de Türkiye ve Yunanistan’a askeri ve
iktisadi yardım yasasını onayladı. “Yardım”ın koşulu
vardı: Türk hükümeti, “yardımı’ın kullanımını kontrol
etmek için Amerikan görevlilerine ve “yardım” programının
gerçekleştirilmesini haber yapmak için de gazetecilere ülkede
serbest hareket etme hakkını tanımak zorundaydı. Birtakım iç
protestolara rağmen Türk hükümeti bu koşulu kabul etti ve 150
milyon dolar tutarındaki ilk yardımı aldı. Dönemin Amerikan
dışişleri bakan yardımcısı D. Acheson, hükümetinin "yardım"
kararını, Türk rejiminin yıkılmasının ve "Rusya'nın
sızmasının engellenmesi amacıyla açıkladı.”
Türkiye’nin
Truman Doktrinine dahil edilmesiyle Amerikan emperyalizminin Türkiye
üzerindeki nüfuzu arttı. Amerikan “yardımı” her şeyden önce
Türkiye'de hakim sınıfların konumunu, militarizmi ve gericiliği
güçlendirdi. Türkiye'de antikomünist ve antisovyetik rejimin
güçlü kılınması, soğuk savaş politikasına dahil edilmenin ve
bölgede ABD çıkarlarını kollayarak görevler üstlenmenin en
önemli koşuluydu. Öyle de oldu. Türkiye Amerikan emperyalizminin
çıkarlarına hizmet edecek tava gelmişti.
1948
in ortalarında NATO projesi şekillenmişti. Türk hükümeti bu
pakta üye olmak istedi. Ama geri çevrildi. Ret için, coğrafi
konum ve ülkenin üye ülkelerle arasındaki iktisadi ve askeri
gelişmişlik farkı neden olarak gösterildi. Ama esas neden bu
değildi. Amerikan emperyalizmi Türkiye'ye özel bir görev vermeye
niyetliydi. Amerikan emperyalizmi, kendine hizmet edecek bölgesel
bir askeri pakt oluşturmak istiyordu. Bu. ABD güdümünde.
İngiltere'nin de katılabileceği Türkiye merkezli ve Ortadoğu’nun
Müslüman ülkelerini kapsamına alan bir askeri örgütlenme-paktı
olacaktı.
Eisenhower
Doktrini Ve CENTO Paktı
Ortadoğu'da
emperyalist askeri blok politikası ve bu politikaya konu olan bölge
ülkelerinin dış politikası, emperyalist ülkelerin giderek
keskinleşen çelişkileri koşullarında şekilleniyordu. Bölgede
askeri pakt alanında da rekabet öncelikle eski sömürgeci güç
İngiltere ile ABD arasında sürdürülmekteydi. Ama gelişme ABD
emperyalizminin lehineydi, çünkü ABD, kapitalist dünyadaki hakim
siyasi-askeri ve ekonomik gücünün ötesinde, örneğin bölgemiz
somutunda Türkiye, İran, Irak ve Suudi Arabistan ile askeri
anlaşmalar da yapmıştı. 1945/1946'da İngiliz emperyalizminin.
Mart 1945'te kurulan "Arap Ligi"ni, 1937'de kendi
insiyatifiyle Türkiye, İran, Irak ve Afganistan arasında kurulan
Sadabat Paktı'na dahil etme çabaları sonuçsuz kaldı.
Ekim
1951 de ABD. Fransa, İngiltere ve Türkiye'nin katılımıyla bir
"Birleşik Ortadoğu Komutanlığı"' projesi hazırlanır.
Bu oluşuma Arap ülkelerinin dışında İsrail'in de katılımı
öngörülür. Ama Arap ülkeleri, bu projeyi de reddederler. Bu
retten sonra, emperyalist ülkelerin katılmadığı ama Arap
ülkeleri, Türkiye ve İsrail'den oluşan askeri blok anlayışı da
yine Arap ülkeleri tarafından reddedilir.
İngiltere,
Ortadoğu’da kendi güdümünde bir askeri pakt kurmak için bir
girişimde daha bulunur. Bu, ilk aşamada Arap ülkeleri ve İsrail’in
katılmadığı, İngiltere önderliğinde ABD, Türkiye, Yeni
Zelanda, Avustralya ve Güney Afrika’nın katıldığı bir pakt
olacaktı ("Ortadoğu Savunma Örgütü").
Ortadoğu'da
ABD ile İngiltere’nin askeri pakt kurma rekabeti, adeta yarışı,
giderek keskinleşir/hızlanır. Amerikan emperyalizmi, "Sovyet
tehdidi”ni, "komünizm tehlikesi”ni sürekli ön plana
çıkartarak, bölgesel güçleri kendi güdümünde örgütlemeye
çalışır. Nitekim Nisan 1954’te Pakistan ile Türkiye arasında
kurulan askeri ittifakı, kendi önderliğindeki bir askeri paktın
oluşumu olarak görür. Amerikan emperyalizmi, Türkiye-Pakistan
askeri anlaşmasından hemen sonra Irak ile askeri "yardım"
anlaşması imzalar ve bu anlaşmadan dolayı da Irak ön Türkiye ve
Pakistan'ın oluşturduğu pakta girmesini bekler. Ama olmaz, çünkü
İngiltere, Irak hakim güçleri üzerindeki nüfuzunu kullanır ve
Irak, ABD'nin inisiyatifinde gelişen Türkiye-Pakistan askeri
bloklaşmasını değil, İngiliz emperyalizminin önerdiği Türkiye
ile askeri ittifakı kabul eder (24 Şubat 1955). 5 Nisan 1955'te
İngiltere de bu ittifaka katılır. Bağdat Paktı olarak bilinen bu
askeri örgütlenmede İngiltere, Irak'ın Ortadoğu'da merkezi
dayanak noktası olmasını planlar. 1955 sonunda İngiltere,
Türkiye, Irak, İran ve Pakistan'ın üye, ABD'nin gözlemci olduğu
"Ortadoğu Pakt Örgütlenmesi" (Bağdat Paktı)
şekillenmiş olur.
Bağdat
Paktı’nın temel görevi, NATO'nun Ortadoğu'daki çıkarlarına
hizmet etmekti. Bu paktta, NATO üyesi olan ABD, İngiltere ve
Türkiye yer alıyorlardı. SB, pakt alanının sınırıydı.
Bu
paktın başka görevleri de vardı. Bu askeri oluşum. Ortadoğu’da
gelişen anti-İngiliz ve antiemperyalist hareketleri boğmaya da
yönelikti. Dolayısıyla bu pakta üye bölge ülkelerinin dış
politikası bu pakt tarafından ve etken olan Amerikan ve İngiliz
emperyalizmi tarafından belirleniyordu.
Pakta
üye bölge ülkeleri, bu askeri oluşumu, kendi bölgesel
sorunlarının çözümünde bir araç olarak görüyorlardı.
Örneğin Türkiye, Kıbrıs sorunun bu pakt vasıtasıyla kendi
lehine çözümlemeye çalışıyordu. İran, Bahreyn Adaları
konusunda İngiltere ile, Pakistan, Keşmir konusunda Hindistan ile
sorununu bu pakt vasıtasıyla çözümlemeye çalışıyorlardı.
İç
çelişkiler ve Irak dışında Arap ülkelerinin katılmaması
Bağdat Paktını işlersiz kılıyordu.
Türk
dış politikasının emperyalizme bağımlılığı Mısır'a karşı
oluşturulan İngiliz-Fransız-İsrail saldırganlığında bir kez
daha açığa çıkar. Bu üç ülkenin 29 Ekim 1956’da Mısır'a
karşı başlattıkları saldırganlığı NATO ve Bağdat Paktı
üyesi olan Türkiye açıktan desteklemiştir. Öyle ki sadece
desteklemekle kalmamış, Bağdat Paktı’nın diğer üyelerini,
özellikle de İran ve Irak'ı bu desteğine ortak etmek için aktif
bir faaliyet yürütmüştür.
Türkiye
rolünü oynamakta kusur etmez. Aynı yıl içinde; 1956'da
emperyalist ülkeler Suriye'nin iç işlerine müdahale etmeye
kalkışırlar. Nedeni ise bu ülkenin SB ile ilişkilerini
geliştirmesidir. Bu müdahale, provokasyon için ABD, Türk
hükümetini öne sürer ve Türk hükümeti de, bölgede Sovyet
tehdidinin yaygınlaşmaya başladığını propaganda eder. Amerikan
hükümeti. Türk hükümetinin bu konudaki açıklamalarını
destekler ve Bağdat Paktı üyesi olan bir ülkenin, somutta da
Türkiye'nin tehdit edilmesine göz yummayacağını açıklar.
ABD'nin Bağdat Paktı Askeri Komitesi’ne girdiği (Mart 1957)
açıklanır ve bu durum, bölgedeki çelişkileri daha da
keskinleştirir. Ekim 1957'de açığa çıkartılan Suriye
hükümetini devirme komplosuna Türkiye de katılır. Bu komplo
Şam'da ki ABD elçiliği önderliğinde Türk ve İran gizli
istihbarat servisleri ortaklığıyla hazırlanmıştı. ABD, Suriye
Türkiye’ye yönelik askeri bir harekata girişecek olursa
Türkiye'ye hemen “yardım"da bulunacağını açıklamakta
gecikmez. Türkiye, ABD ile işbirliği içimde Mısır'a karşı da
provokatif adımlar atar (Süveyş sorununda).
Bu
dönem. '50’li yılların ikinci yarısının başı ABD
emperyalizminin Ortadoğu üzerine rekabeti nihai olarak kendi lehine
sonuçlandırdığı dönemdir. 6 Kasım 1956'da Fransa ve İngiltere,
Mısır’a karşı başlattıkları savaşı durdurmak zorunda
kalırlar. Üçlü saldırganlar (Fransa, İngiltere ve İsrail)
Mısır karşısında siyasi olarak yenilirler ve bu ülke
topraklarını terk ederler. Bu gelişme Fransa ve İngiltere'nin
Arap dünyasındaki konumlarını zayıflatır. Bu durumu Amerikan
emperyalizmi kendi çıkarı için kullanır, konumunu adım adım
geliştirir ve güçlendirir. Ortadoğu ülkelerinin ABD'ye
bağımlılığını yeni bir tarzda geliştirmek için Amerikan
Devlet Başkanı Eisenhower\Amerikan dış “yardım” programına
sarılır. Eisenhower, Ortadoğu ülkelerine ekonomik ve askeri
'‘yardım” önerir. Amerikan emperyalizmi, bölgede gerileyen
emperyalist nüfuzu doldurmaya kendi önderliğinde yeniden güçlü
kılmaya çalışır. ABD, bölgenin önceki sömürgeci güçleri
olan İngiltere ve Fransa'nın rolünü üstleniyordu. Eisenhower,
Ocak 1957’de Amerikan Kongresi’nde bölgeye yönelik stratejik
yönelim ifade eden açıklamasını yapar. Eisenhower Doktrini
olarak bilinen bu stratejik açılımın çıkış noktasını.
Ortadoğu'da iktidar boşluğu olduğu, bölge ülkelerinin
“enternasyonal komünizm” tarafından tehdit edildiği görüşleri
oluşturmaktaydı.
Burada
söz konusu olan, aslında artık revizyonistleşen SB ile ABD
arasındaki rekabet ve bölge ülkelerinin ve dış politikalarının
da buna göre şekillenmesiydi.
Bu
doktrin, Şubat 1957'de Mısır, Ürdün, Suriye ve Suudi Arabistan
tarafından reddedilir, ama ABD bölgedeki saldırganlığını
sürdürür.
1956-1959
dönemi Ortadoğu’da kargaşanın nispeten yoğun olduğu bir
dönemdir. Bu dönemde Türk burjuvazisi, her seferinde veya
Ortadoğu’ya yönelik politikasında hep ABD’nin yanında yer
almıştır. Bir örnek: Lübnan’daki iç gelişmeler, Mayıs
1958’de iç savaşa dönüşür ve antiemperyalist bir karakter
alır. Bu gelişmeye ABD ve İngiltere, Eisenhower Doktrini
çerçevesinde ve Bağdat Paktı'nı kullanarak müdahale etmek
isterler. Irak-Ürdün ordusu Lübnan’a saldırı hazırlığı
yapar. Ama "yardım" talebinde bulunan Chamoun
başkanlığındaki Lübnan hükümetinin devrilmesiyle bu
emperyalizm-Arap gericiliğinden oluşan komplo gerçekleşmez.
14
Temmuz 1958'de Irak monarşik rejimi yıkılır ve ilerici-milliyetçi
“cumhuriyet "rejimi kurulur. Irak-Ürdün federasyonu dağılır.
Bu gelişmenin antiemperyalist yönü de vardır. Irak. 24 Mart
1959‘da Bağdat Paktı’ndan ayrıldığını ve 2 Haziran 1959'
da da Amerikan "yardım” programına ilişkin üç anlaşmanın
geçersizliğini resmen açıklar.
Ortadoğu'daki
gelişmeler ABD ve İngiliz emperyalizminin aleyhinedir. Amerikan
emperyalizmi, Irak'taki antiemperyalist, anti-amerikancı gelişmeyi
durdurmak, bölgenin tümüne yayılmasını engellemek için
Türkiye’yi öne sürer. Türk hükümeti. Irak’taki gelişmenin
Türkiye’ye de sirayet edeceği bahanesiyle, yani Irak'taki eski
statükoyu yeniden kurmak için bu ülkeye saldırı hazırlığına
girişir. Ama Türkiye-Irak sınırındaki infrastrüktürel
nedenlerden dolayı bundan vazgeçilir.
Bütün
bu gelişmeler Bağdat Paktı’nın inisiyatifsiz olduğunu
göstermiştir. ABD emperyalizmi, bu askeri bloku tamamen çökmekten
kurtarmak ve yeni bir yapılanmaya gitmek için adım almakta
gecikmez. Amerikan emperyalizmi. 5 Mart 1959’da Türkiye, İran ve
Pakistan ile ikili askeri anlaşmalar imzalar. ABD, bu ülkelerdeki
ekonomik ve askeri durumu istikrarlı kılmak için “yardım”da
bulunur.
Bağdat
Paktı, Irak'ın ayrılmasından kısa bir zaman sonra CENTO
("Central Treaty Organization”) olarak yeniden şekillenir. Bu
pakt içinde ABD patrondur. Diğer ülkeler (İngiltere hariç)
arasında en güçlü konumda olan Türkiye’dir. Daha doğrusu ABD,
en sadık uşağı olan Türkiye’yi süreç içinde bu paktın en
önemli ülkesi-askeri gücü konumuna getirmiştir. Türk ordusu,
Amerikan çıkarlarını korumak için bölgenin, hem sayısal açıdan
ve hem de eğitim-teçhizat açısından en güçlü ordusu konumuna
getirilmiştir. (CENTO içinde İngiltere’nin rolü giderek
önemsizleşir.)
CENTO'nun
temel iki görevi vardı: Bunlardan birisi Amerikan emperyalizminin
"komünist yayılmacılığa”, “komünist tehdide” karşı
mücadele adı altında uluslararası plandaki en önemli rakibi olan
Sovyet sosyal emperyalizmini çember altında tutmak için bu ülkeye
komşu olan CENTO üyelerini üs olarak kullanmaktı. CENTO'nin
ikinci temel görevi ise Ortadoğu’yu Amerikan emperyalizminin
nüfuz alanı olarak tutmanın ve bölgede gelişen ve gelişecek
olan anti-amerikancı, antiemperyalist mücadeleleri boğmanın aracı
olmak. Bu görevlerin yerine getirilmesi için Amerikan emperyalizmi,
özellikle Türk ve İran ordularını modernleştirmiş ve güçlü
kılmıştı. Öyle ki Türk ordusu 1969’da asker sayısı
bakımından NATO’da ABD'den sonra ikinci sırada yer alırken.
CENTO'nun Asya ülkeleri ordularının yarısını oluşturuyordu.
Ama CENTO, Amerikan emperyalizmi tarafından güçlendirilmesine
rağmen, kalıcı bir askeri pakt olamadı. Devrimden sonra yeni İran
hükümeti 11 Mart 1979’da. "ülkenin çıkarlarına hizmet
etmediği” nedeniyle CENTO'dan ayrıldığını açıkladı. Bir
gün sonra da (12 Mart 1979) Pakistan, bu pakttan ayrıldı.
Türkiye’nin de 16 Mart 1979’da pakttan ayrılma açıklamasıyla
CENTO nihai olarak dağılmış oldu.
Truman
Doktrini’nden 1960’a kadar olan dönemde Amerikan emperyalizmi
Türk dış politikasını ve dolayısıyla Türkiye’nin Ortadoğu
politikasını adeta koşulsuz belirlemiştir. Bu dönem,
"cumhuriyet” Türkiye'si tarihinin en uşak, en köleci
dönemiydi. Özellikle Bayar-Menderes döneminde; bütün "50’li
yıllarda genel olarak emperyalizmin, özel olarak da Amerikan
emperyalizminin bir dediği ikiletilmedi, bütün emperyalist
talepler kabul edildi ve uygulandı. Bunun sonucudur ki bu dönemde
Türkiye’nin genel olarak dış politikası ve özel olarak da
Ortadoğu politikası komşularından tecrit olmuş, düşmanlıktan
başka bir şey kazanmamış bir ülke dış politikası olmuştu. Bu
tek yanlı, hiçbir şekilde Türkiye’nin ulusal çıkarlarına
hizmet etmeyen, ama doğrudan ve açıkça Amerikan emperyalizminin
dünya ve bölge çıkarlarına hizmet eden bir dış politikaydı.
Türkiye’nin
Ortadoğu Politikasında Nüanslaşma
27
Mayıs (1960) Darbesi’nden sonra Türkiye-ABD ilişkileri, daha
önceki döneme nazaran sorunlu olmaya başlamıştı. Bu durum
Türkiye'nin genel olarak dış politikasında ve özel olarak da
Ortadoğu politikasında daha önceki döneme ve Amerikan
politikasına göre belli bir nüanslaşmaya; farklılaşmaya neden
olmuştu. Türk burjuvazisini tedirgin eden nedenler vardı. Örneğin
Amerikan emperyalizminin Küba Krizinin bir sonucu olarak ve aynı
zamanda artık önemsizleştiğinden dolayı 1957’de Türk-Sovyet
sınırına yerleştirilen "Jüpiter” füzelerini, Türk
hükümetine haber vermeden apar topar geri çekmesi, bu füzeleri
Türkiye’nin "güvenlik ihtiyacı” olarak gören Türk
burjuvazisini “rencide" etmişti. Kendilerine haber
verilmemesini ve doğan boşluğun doldurulmamasını Türk hakim
sınıfları sorun yapmışlardı. Bunun ötesinde ABD'nin Kıbrıs
sorununda Türkiye’nin yanında yer almaması ve 1964'te Başkan
Johnson’ın, Başbakan İ. İnönü’yü “Kıbrıs’a
çıkarsanız, NATO çerçevesindeki askeri yardımları keseriz,
Türkiye’ye verdiğimiz Amerikan silahlarını kullanamazsınız”
diye tehdit etmesi, Türk ordusunun Kıbrıs'a çıkmasını
engellemişti veya 10 sene gerilemişti (Kıbrıs’ın Kuzey kesimi,
1974’te Türk ordusu tarafından işgal edildi). Bu olgular,
Amerika’nın "dostluğuna” karşı belli bir güvensizliğin
gelişmesine neden olmuştu. Tabii bu, efendiyle uşak arasındaki
bir sorundu. Özellikle bu iki neden ve buna ilaveten Kıbrıs’ın
işgalinden sonra ABD'nin Türkiye üzerindeki baskısı ve
uyguladığı silah ambargosu, bütün "dost” ilişkilere,
NATO ve CENTO üyeliğine rağmen, Türkiye’nin dış siyasi
ilişkilerini gözden geçirme gereğini duymasına neden olmuştur.
Türkiye, NATO ve CENTO'ya bağlılığıyla komşularından tecrit
olmuş, dış politikası olmayan, ama Amerikan emperyalizminin
çıkarlarına tamamen angaje olmuş bir maşa durumundaydı. Türk
burjuvazisi ’60’lı yıllardan itibaren dış politik
ilişkilerine yeni nicel içerikler verme sürecine girmiştir.
Şüphesiz, Türkiye-ABD ilişkilerinde öz itibariyle değişen bir
şey olmamıştı. Her şeye rağmen Türkiye, CENTO'nun
dağılmasından sonra. NATO üzerinden veya doğrudan ABD'nin
Ortadoğu'daki İsrail ile birlikte en önemli dayanak noktası
olmaya devam etmiştir. Ama buna rağmen veya ABD çıkarlarına, bu
çıkarları zedeleyecek derecede ters düşmeyen dış ilişkiler
geliştirilmiştir. Örneğin başta SB olmak üzere revizyonist
ülkelerle "iyi komşuluk ", işbirliği ilişkileri
sıklaştırılırken Ortadoğu ülkeleri ile de ilişkilerin
geliştirilmesine önem verilmeye başlanmıştır. Öyle ki CENTO
üyesi olmalarına rağmen Türkiye, İran ve Pakistan 1967 yazındaki
İsrail saldırganlığını ve Arap topraklarını işgal etmesini
protesto etmişlerdir. Türkiye ilk defa 5 Haziran 1967’de başlayan
ve altı gün süren İsrail-Arap savaşı döneminde Dışişleri
Bakanı İ. S. Çağlayangil vasıtasıyla Türkiye’deki üslerin
‘Araplara karşı bir oldu-bitti için kullanılmasının söz
konusu olmayacağını' açıklıyordu. Bunun ötesinde Türkiye,
Arap ülkeleriyle ilişkilerini düzeltmek için bu ülkeleri
İsrail'e karşı desteklediğini açıklamış ve savaşta ağır
kayıplara uğrayan Arap devletlerine yiyecek, giyecek ve ilaç
yardımı yapmıştır.
Türkiye,
bu savaş durumunu görüşmek için toplanan BM Genel Kurulumda da
Arap ülkelerinden yana tavır almıştır. Arap ülkeleri hakim
sınıfları Türk hükümetinin tavrından oldukça memnun
kalmışlardır. Öyle ki Hatay sorunundan (1939) dolayı Türkiye
ile ilişkileri soğuk olan Suriye bile Dışişleri Bakanı
vasıtasıyla şöyle bir açıklama yapabilmiştir; "Türkiye’nin
son buhran sırasında Arap milletini gerek Birleşmiş Milletler de,
gerek bu teşkilat dışında desteklemesi, Suriye halkında taktir
ve şükran duyguları yaratmıştır... Türkiye’nin, Arap
Devletlerinin haklı davasına devamlı destekte bulunmasının diğer
dost devletlerle birlikte bu alanda faaliyet sarf etmesinin,
saldırının izlerinin silinmesine, dolayısıyla iki memleket
arasında dostluk ve komşuluk münasebetlerinin kuvvetlendirilmesine
ve Ortadoğu'da adil bir barışın yeniden kurulmasına katkısı
olacağına inanıyoruz." (Bkz. Olaylarla Türk Dış
Politikası, 1919-1990, s. 536) Türkiye'nin İsrail-Arap savaşındaki
tavrını, Mısır hükümeti de "iftihar edilecek bir tutum"
olarak açıklıyordu. Türkiye, 1967 Arap-İsrail savaşından sonra
hemen hemen bütün İsrail-Arap ülkeleri arasındaki çatışma ve
gerginlik durumlarında Arap ülkelerinin yanında yer alarak
İsrail'i protesto etmiştir. 1967 Arap-İsrail savaşından ve
Türkiye’nin "olumlu" tavrından sonra Arap dünyası ile
Türkiye arasındaki diplomatik ilişkiler oldukça gelişmiştir.
Türkiye'nin
Ortadoğu, somutta da Arap ülkeleriyle politik ilişkileri yaklaşık
'90'lı yıllara kadar belirttiğimiz, çerçevede gelişmiştir. Bu
dönemdeki bütün hükümet programlarında, "Beş Yıllık
Kalkınma Planları”nda , Arap ülkeleriyle olan ilişkilere önem
verildiğini görmekteyiz. Birkaç örnek verirsek:
25
Ocak 1974‘tc kurulan CHP-MSP koalisyon hükümeti programından;
"Ortadoğu'da
adil ve devamlı bir barışın gerçekleşmesi içten dileğimizdir.
"Milletlerarası
hayatta tek taraflı çözüm yollarının kuvvete başvurularak
kabul ettirilmesine karşı olan Türkiye, Ortadoğu'da silahlı
çatışmaya son verilip tarafların anlaşmazlığa müzakere
yoluyla çözüm aramalarını memnuniyetle karşılamaktadır.”
Sadi
Irmak başkanlığındaki hükümet programından (12 Kasım
1974-Mart 1975);
“Ortadoğu
ihtilafında Arap ülkelerinin haklı gördüğümüz davalarını
desteklemeye devam edeceğiz... Ortadoğu’da kuvvet kullanılarak
arazi ilhakına karşı çıkmamız dünya barışı ve istikrarı
bakımından inandığımız bir ilkeye sadakatin gereğidir.
Filistin halkının yıllardan beri maruz kaldığı ıstıraplara
ilgisiz kalmamız da mümkün değildir. Ortadoğu ihtilafının
Filistin halkının milli haklarının tanınması olduğuna
inanıyoruz. Kudüs mukaddes şehrinin statüsünün ilhak
neticesinde değiştirilemeyeceği hususundaki kanımızı da
muhafaza ediyoruz. Asırlar boyunca birçok ortak değeri
paylaştığımız Arap ülkeleri ile ikili ilişkiler çerçevesinde
dc temaslarımızı ve her alandaki mübadelelerimizi arttırmanın
doğal bir gelişme olacağını düşünüyoruz...”
31
Mart 1975'te kurulan AP-MSP-CGP-MHP koalisyon hükümeti (1.
"Milliyetçi Cephe" Hükümeti) programından;
"Irak
ile komşuluğun ve dostluğun gerektirdiği yakın temasların ve
işbirliğinin devamı ve daha da arttırılması amacımızdır.
Suriye ile aramızda teessüs eden karşılıklı anlayışın ve
dostça işbirliğinin geliştirilmesinin iki komşu ülkenin
çıkarlarının gereği olduğuna inanıyoruz.
"Türkiye'nin
Suudi Arabistan, Mısır, Lübnan, Kuveyt, Ürdün ve Ortadoğu'nun
tarihi ve kültürel bağlarla bağlı olduğumuz diğer ülkeleri
ile mevcut özel bağlarına da büyük değer vermekteyiz... Manevi
bağların olduğu kadar ortak yararların da tesis ettiği sağlam
bir zemine dayanan bu ilişkilerimizin hızla geliştirilmesi
hususunda çok canlı bir politika izleyeceğiz.”
21
Temmuz 1977'de kurulan "2. Milliyetçi Cephe” Hükümeti
programından;
"Tarihi
ve manevi bağlarla bağlı bulunduğumuz Müslüman ülkelerle
ilişkilerimizi, yeni yaklaşımlarla sağlam temeller üzerinde
geliştirmek ve bu ülkelerle aramızdaki işbirliğine her sahada ve
bu arada sanayi ve teknoloji alanında yoğun bir muhteva kazandırmak
için gayret sarf edeceğiz ve gerekli bütün girişimlerde
bulunacağız. İslam Konferansına üye ülkelerle ilişkilerimizin
de bu çerçeve içinde değerlendirilmesine ve geliştirilmesine
önem vereceğiz. Ortadoğu ihtilafının çözümü için temel
şartların her şeyden önce ilk adım olarak işgal edilen
toprakların terk edilmesi ve Filistin halkının kendi devletini
kurmasını ihtiva eden meşru milli haklarının tanınması olduğu
görüşündeyiz.”
12
Eylül faşist darbesinden sonra (1980) 21 Eylül’de kurulan Bülent
Ulusu hükümeti programından;
"...köklü
tarihsel ve geleneksel bağlarımız olan İslam ülkeleri ile
ilişkilerimizi her alanda yakın dostluk ve kardeşlik anlayışı
ile güçlendirmek için çaba harcanacaktır.
"Arap
ülkeleri, İran ve Pakistan ile ilişkilerimiz bu kuvvetli bağlara
ilaveten komşuluk ve coğrafi yakınlığın icabı olan bir anlayış
ile yürütülecektir. Bölgemizdeki anlaşmazlıklar karşısında
Türkiye’nin yaklaşımı, adalet ve hakkaniyet, her milletin kendi
kaderini bizzat tayin etmesi, kuvvet yoluyla toprak ilhakının reddi
gibi ilkelere dayanacaktır. Bu ilkelerin çerçevesinde Ortadoğu
sorununa karşı tutumumuz ve Filistin halkının haklı davasına
desteğimiz de azimle sürdürülecektir.”
Faşist
diktatörlüğün 1980-1983 atamalı hükümeti ve 1983’ten sonra
da parlamentoya dayalı hükümetleri döneminde Arap ülkelerine;
bir bütün olarak Ortadoğu'ya yönelik olarak şu veya bu şekilde
yukarıya aktardığımız anlayışlar paralelinde yaklaşım
sergilenmiştir.
Türkiye,
İslam Konferansıma karşı başlangıçtaki ihtiyatlı tavrını
terk ederek yakın ilişkilere giriyor. 12-15 Mayıs 1976’da
İstanbul'da toplanan Yedinci İslam Ülkeleri Dışişleri Bakanları
Konferansı, yakın ilişkilere girmenin başlangıcını
oluşturuyor.
Türkiye,
İsrail ile diplomatik ilişkilerini 1980 yılında ikinci katip
seviyesine indirecek kadar ileri gidiyor. İsrail Parlamentosu’nun
14 Aralık 1981de aldığı Golan Tepelerini ilhak kararını
protesto ediyor ve kararı tanımadığını açıklıyor.
Türkiye,
kuruluşu Yaser Arafat tarafından 15 Kasım 1985"de ilan edilen
Filistin Devleti’ni ilk tanıyan ülkelerden birisi oluyor.
Bütün
bunlar neyin ifadesiydi?
Şüphesiz,
değişik hükümet programlarında yer alan ve birbirine benzeyen bu
açıklamaların bir kısmı retoriktir. Ama Türk burjuvazisinin
Ortadoğu ve somutta da Arap ülkeleri hakkındaki açıklamalarının
hepsini retorik olarak göremeyiz. Türkiye'nin Ortadoğu
politikasında belli bir değişimin olduğu açık. Bu değişmenin
nedenleri vardı.
-Ortadoğu
üzerine ABD-İngiltere arasında sürdürülen rekabet Amerikan
emperyalizminin lehine sonuçlanmış ve bölgedeki rekabet iki dünya
arasındaki (revizyonist dünya klasik kapitalist dünya) rekabete
dönüşmüştü. Bu süreçte Amerikan emperyalizmi bir taraftan
çoğu Arap ülkeleri (Irak,, Kuveyt, Mısır, S. Arabistan) hakim
sınıflarıyla "dostluk” ilişkilerini kurmuş ve onları
kendi güdümüne almıştı. Ama diğer taraftan da İsrail’i
Filistin halkının kurtuluş mücadelesine karşı desteklemekten de
geri kalmamıştı. Bu durumda Türkiye'nin de aynı Arap
gericilikleriyle dış siyasi ve iktisadi ilişkilerini
geliştirmesinin Amerikan emperyalizmi açısından sakıncası
yoktu.
Diğer
taraftan, yukarıda belirttiğimiz gibi ABD'nin Türkiye’yi
"Jüpiter" füzeleri ve Kıbrıs konusunda “rencide”
etmesi, Türk burjuvazisinin dış politikadaki tecrit olmuşluğunu
yıkmaya çalışmasında ayrı bir nedendi.
-Türkiye’nin
tek yanlı, ABD emperyalizmine bağımlı dış politik ilişkilerden,
çok yanlı ama yine ABD emperyalizmine bağımlı dış politik
ilişkilere geçmesinde uluslararası siyasi koşulların elverişli
bir rol oynamasından başka, Türkiye’de hükümet ortağı olacak
kadar gelişen İslami hareketin ve buna bağlı olarak, yükselen
antiemperyalist, demokratik mücadelenin hakim sınıfları din
olgusuna sarılmaya itmesinin de belli bir rolü olmuştur.
Uluslararası
koşullar elverişli olduğu ve Amerikan emperyalizminin çıkarlarına
ters düşmediği için Türkiye, revizyonist ülkelerle ilişkilerini
geliştirirken, Arap ülkeleriyle siyasi ilişkilerin gelişmesi
Filistin sorununa yaklaşıma bağlıydı. Türkiye, Filistin
sorununda, Filistin halkının yanında yer aldığını açıklayarak
Arap gericilikleriyle ilişkilerini geliştirirken, ABD, Filistin
halkının kurtuluş mücadelesine karşı çıkarak; İsrail'i
destekleyerek Arap gericiliklerini kendine bağlamıştı.
-Türkiye'nin
Ortadoğu, somutta da Arap ülkelerine yönelik politikasının
değişmesinde Kıbrıs sorununun da belli bir payı var. Kıbrıs
sorununda, özellikle de Kuzey Kıbrıs’ın işgalinden sonra
yalnız kalan Türkiye, bu konuda Arap ülkelerinin desteğini almak
için de bu ülkelerle siyasi ilişkilerini geliştirmiştir. Öyle
ki 1973 Arap-İsrail savaşında Türkiye, Mısır ve Suriye’nin
siyasi destek, insancıl yardım talebini geri çevirmiyor ve 18
Ekim'de de ülkedeki askeri üslerin İsrail'e yardım amacıyla,
Arap ülkelerine karşı kullanılamayacağını ABD hükümetine
bildiriyordu. Bunun ötesinde Yedinci İslam Ülkeleri Dışişleri
Bakanları Konferansı'nda siyonizmin "ırkçı ve emperyalist
bir doktrin" olarak tanımlanmasına karşı çıkmıyor ve
Filistin Kurtuluş Örgütü'nün Ankara'da büro açmasını da
kabul ediyordu.
-Türkiye'nin
Ortadoğu ülkeleriyle ilişkilerini geliştirmesinde ekonominin de
önemli bir rolü vardı. Örneğin, Türkiye’nin ihracatında
Ortadoğu ülkelerinin payı 1977'de % 10.9‘dan 1982 de % 37.6’ya
çıkarken. OECD ülkelerinin payı da % 70.4'ten % 44.5'e düşmüştü.
(Bkz. Olaylarla Türk Dış Politikası, s. 597)
Aynı
kitapta şu ilginç değerlendirme yapılıyor:
"Türk
dış politikasının çok yönlülük niteliğinin özünde bir
değişiklik olmamakla birlikte, etkenler ve icraat alanı açısından
şöyle bir yenilik göze çarpmaktadır; 1960’ların ortalarında
çok-yönlü dış politikanın oluşumunda daha çok siyasi etken
rol oynadığı halde, 1970'lerden, özellikle 1980'lerden sonra
iktisadi etken başlı başına belirleyici bir nitelik kazanmıştır.
Siyasi ilişkilerdeki yakınlaşmanın sonucu olarak iktisadi etkenin
hali, gittikçe belirginleşen bağımsız bir niteliğe kavuşmuştur.
Hatta denilebilir ki. 1960’laıda siyasi ilişkilerin sonucu olan
iktisadi etken. 1980'lerden itibaren siyasi yakınlaşma için bir
neden olmaya başlamıştır. Bu durum özellikle de Ortadoğu'yla
ilişkiler bakımından kendini belli etmektedir.” (s. 608)
Bu
anlayış doğrudur. Bu anlayış. Türk ekonomisinin gelişmesine ve
dünya pazarlarına açılmasına paralel olarak gelişmiştir.
Örnek: Ermenistan'la siyasi ilişkilerin adeta dondurulmuş olmasına
rağmen "illegal” ticaretin gelişmesi. Suriye ve İran ile
siyasi ilişkilerin/çelişkilerin derinleşmiş olmasına rağmen
ekonomik ilişkilerin sürekli ön plana çıkartılması. Ama bu,
Türkiye ile örneğin İran ve Suriye arasındaki çelişkilerin
derinleşmiş olmasının iktisadi ilişkileri hiç etkilemediği
anlamına gelmez.
Sonuç
itibariyle; ele aldığımız bu dönemde. II. Dünya Savaşı
sonrasından 80’li yılların ilk yarısına kadar, daha da
somutlaştırırsak Kürt ulusal mücadelesinin yükselmeye başladığı
döneme kadar olan süreçte Türkiye’nin Ortadoğu politikasının
temel özelliği -"tek yanlılık'tan, "çok yanlılığa"
geçmesine, dönem dönem ABD'ye ters düşmesine rağmen- Amerikan
emperyalizminin çıkarlarına hizmet etmekti. Bu hizmet,
antiemperyalist, ulusal kurtuluş mücadelelerini bastırmayı da
içeriyordu.
Faşist
Diktatörlüğün Son Dönemlerdeki Ortadoğu Politikası
PKK'nın
ulusal kurtuluş mücadelesini başlatması, Ortadoğu'da Kürt
Sorununa bağlı olarak gündeme gelen siyasi gelişmeler,
revizyonist blokun dağılması ve 1991 'deki Körfez Savaşı,
Türkiye’nin Ortadoğu politikasında yeni bir dönemin başlamasına
yol açmıştır. Bu yeni dönemi başlatan en önemli faktörleri
kısaca belirtelim:
Kürt
sorunu ve Türkiye’nin Ortadoğu Politikası: Türk
burjuvazisinin Kürt sorununa ilk ve son siyasi yaklaşımı Lozan
Anlaşması döneminde olmuştur. Emperyalist ülkelere konferansta
koz vermemek ve aynı zamanda Kürt halkını yatıştırmak için
"kardeşlik”ten, Anadolu’nun Türklerin ve Kültlerin
olduğundan bahsedilmiştir. Lozan Anlaşması imzalandıktan sonra
durum tamamen değişmiş ve burjuvazi Kültleri ve “kardeşliği”
unutmuştur. Türk burjuvazisi 1925 Şeyh Sait İsyanından bu yana
Kürt sorununun askeri “çözümünü esas almıştır. Türk
burjuvazisi "Kürt realitesi”ni son döneme kadar
tanımamıştır. Öyle ki, daha Lozan Konferansı döneminde
Kürtleri Türk ulusu kökenli görmüş, kargaların bile güldüğü
"kart-kurt” teorisinden Kürt kavramını türetmiştir.
Burjuvazi, Kürt ayaklanmalarını her seferinde silah zoruyla,
katliamla bastırmış ve ülkede kapitalizmin gelişmesine paralel
olarak daha yoğun bir tarzda asimile etmeye çalışmıştır.
Burjuvazi,
PKK'nin başlattığı mücadeleyi önce “birkaç çapulcu”nun
işi olarak görmüş, mücadelenin gelişme seyri, Kuzey
Kürdistan'da ulusal bir ayaklanmanın olduğunu göstermiştir. Kürt
ulusal mücadelesi kısa zamanda Türkiye’nin gündemine oturmuş
ve ülkenin iç ve dış politikasının en önemli unsurlarından
birisi olmuştur. Kürt ulusal hareketinin uluslararası boyut
kazanmasıyla Türk burjuvazisi de genel olarak kısmen dış
politikasını ve özel olarak da Ortadoğu politikasını Kürt
sorununu göz önünde tutarak şekillendirmek zorunda kalmıştır.
Kürt
ulusal mücadelesinin, askeri açıdan baktığımızda mücadelenin
-gerilla savaşının- doruk noktasına ulaştığı 1992/93
döneminde Türk burjuvazisi "Kürt realitesi"ni tanıdığını
açıklamıştır. Bu "realite”ye birtakım kültürel
hakların verilebileceğini tartışır olmuştur. Ama hepsi bu
kadar.
Gelinen
aşamada askeri alanda inisiyatifi bir ölçüde ele geçiren
burjuvazi, önceleri dönem dönem dile getirilen "PKK'sız
çözüm" anlayışını da bir kenara itmiştir. Askeri alanda
inisiyatifi-üstünlüğü ele geçirmesinden bu yana -özellikle de
son bir seneden bu yana- Kürt "kartı” ile Türkiye üzerinde
baskı kurmaya çalışan emperyalist ülkelerin çabalarına ve
Yunanistan, İran ve Suriye gibi komşu ülkelerin açık desteğine
rağmen nispeten rahat hareket eder duruma geldiği görülmektedir.
Burjuvazi, demagojik bir üslupla sorunun askeri açıdan
çözümlendiği, "terörist" faaliyetin kontrol altına
alındığı ve tamamen yok edilmesi için de birtakım ekonomik ve
sosyal sorunların ivedilikle çözümlenmesi gerektiğini ifade
etmektedir.
Dış
Politika Açısından Türkiye-Ortadoğu Ülkeleri Arasındaki
İlişkiler
Türkiye’nin
Ortadoğu ülkeleriyle ilişkilerinde belli faktörler belirleyici
rol oynamaktalar. Bunların en önemlileri şunlardır: Tarihten
kaynaklanan çelişkiler, Türk dış politikasının ırkçı-şoven
içeriği, Kürt sorunu, ekonomik güç ve emperyalistler arası
rekabetin bölge ülkeleri üzerindeki etkisi.
Türk
burjuvazisinin, her ne kadar sürekli komşu ülkelerle barış
içinde bir arada yaşamaktan, egemenlik haklarına saygıdan
bahsetse de, koşullar oluşunca bütün "barışçıl”
söylemleri bir kenara atarak, tarihsel hak iddiasında bulunması
tesadüfi değildir. Türk burjuvazisi, Osmanlı İmparatorluğu’nun
en çok genişlemiş olduğu dönemdeki sınırlar içinde kalan
topraklara tarihsel hak gözüyle bakmaktadır. Bu sınırlara, İran
hariç bütün Ortadoğu ülkeleri girmektedir. Türk burjuvazisi,
revizyonist blokun dağılmasından sonra eline tarihi bir fırsatın
geçtiğinden hareketle bu yayılmacı emellerini açıktan ifade
etmeye başlamıştır. Burjuvazi, etnik yakınlık ve tarihsel bağ
kavramlarını ırkçı ve şovenist motiflerle doldurmakta ve Türk
ulusunu bu motiflerle yayılmacı politikasına alet etmeyi
amaçlanmaktadır. Burjuvazinin yayılmacı, ırkçı-şovenist
politikası, komşu ülkeleri, eskiden Osmanlı devletinin sınırları
içinde olan günümüz ülkelerini, oldukça rahatsız ve tedirgin
etmektedir. Ortadoğu ülkelerinin Türkiye’ye güvenmemelerinin
tarihsel nedenlerinden birisi de Türk burjuvazisinin bu temel
yayılmacı anlayışıdır.
Türk
burjuvazisi, bazı komşu Ortadoğu ülkelerinin, somutta da Suriye
ve İran’ın Kürt ulusal mücadelesini, Türkiye’nin gelişmesini
ve güçlenmesini engellemek için destekledikleri anlayışındadır.
Bundan dolayıdır ki Türkiye’nin bölgesel askeri ve ekonomik bir
güç olması, bu gücüne dayanarak ve fırsat eline geçerse,
yayılmacılıktan bahsetmesi örneğin Musul ve Kerkük üzerinde
hak iddia etmesi başta Irak olmak üzere İran ve Suriye’yi
tedirgin etmektedir.
Ortadoğu
ülkeleri arasındaki ilişkilerde emperyalist ülkelerin bölgedeki
konumları ve birbirleri arasındaki çelişkiler önemli, çoğu kez
de belirleyici bir rol oynuyor. Bölge ülkelerinin emperyalist
ülkeler arasındaki çelişkilere göre saflaşmaları kendi
aralarındaki ilişkileri de kaçınılmaz olarak emperyalist
çıkarlara tabi olarak şekillendiriyor. Örneğin Suriye’nin eski
dönemde bölge ülkeleriyle ilişkilerinde SB'nin etkisi altında
oluşu göz ardı edilemez. Aynı şekilde Şah dönemi İran’ının
ve sürekli olarak Türkiye ve İsrail'in bölge ülkeleriyle
ilişkilerinde Amerikan emperyalizminin çıkarlarının önemsiz
olduğu asla söylenemez.
Bu
noktaları tek tek ülkeler bazında somutlaştırırsak:
Türkiye-Suriye
İlişkileri
Faşist
diktatörlüğün Suriye ile yegane temel sorunu Kürt ulusal
mücadelesinden kaynaklanmaktadır. Suriye’nin PKK'ya verdiği
destek, Türk burjuvazisi açısından Türkiye-Suriye ilişkilerini
en alt düzeye indiren temel nedendir. Suriye’nin ise Türkiye ile
ilişkilerinin seyrine yön veren iki esas sorun vardır. Bunlardan
birisi Hatay sorunudur, diğeri ise su sorunudur.
Suriye.
Türkiye'nin ekonomik potansiyelini görüyor ve bu potansiyele
dayanarak, bölgesel güç olmanın ötesinde, hegemonyacı,
yayılmacı girişimde bulunacağından hareket ederek onu,
sorunlarının en çok olduğu dönemde sıkıştırarak zayıflatmayı
ve talepleri doğrultusunda tavizler koparmayı amaçlıyor.
Tam
da bundan dolayı Hafız Esat rejimi, Kürt ulusal mücadelesine
destek sunuyor. Biliyoruz ki, Hafız Esat rejimi de Kürt ulusunun
düşmanıdır.
Hatay,
1939’dan kalma ve dönüşümü olmayan bir tarihsel sorundur. Ama
su sorunu yenidir ve ilginç yönleri vardır. Önce, sömürgeci
Türk devletinin Kürdistan’ın suyunda ne hakkı var sorusunu,
konumuz dışı olduğu için bir kenara bırakıyoruz. Ama
Demirel’in H. Esat ile görüşmesinde söylediğini iddia ettiği
gibi, Suriye'nin “Palandöken dağına yağan karda" ne hakkı
var?" Şüphesiz, GAP'ın bütün birimleriyle faaliyete
geçmesiyle ve Türkiye’nin Kürdistan sularını boru hatlarıyla
İç Anadolu’ya yöneltmesiyle Suriye’nin ve de Irak’ın su
sorunu olacaktır. Suriye, Türkiye ile Kürdistan sularını kendi
isteği doğrultusunda paylaştıran bir anlaşma yapsa da bunun
hiçbir önemi olmayacaktır. Sadece Türk burjuvazisi değil, hiçbir
ülke burjuvazisi, bizzat su sıkıntısı çekme pahasına, anlaşmam
var diye, kendi topraklarından kaynaklanan suyu başka bir ülkeye
vermez, işin gerçeği budur.
Bütün
çelişkilere rağmen Türkiye-Suriye ticaret potansiyeli dengesiz de
olsa artmıştır. Örneğin Türkiye’nin Suriye’den ithalatı
1970’de 12 bin dolardan 1995’te 258 milyon dolara, Suriye’ye
yaptığı ihracat ise, keza aynı yıllarda, 177 milyon dolardan 272
milyon dolara çıkmıştır. Suriye’nin Türkiye ithalatındaki
payı 1970’de sıfır iken 1995’te % 1.1’e, ihracatındaki payı
da % 0,3’ten %1,5’e çıkmıştır.
Türkiye-Irak
İlişkileri
Körfez
savaşını ve sonuçlarını fırsat bilen Türkiye, Musul ve
Kerkük'ü işgal ve ilhak hevesini açıkça dile getirmiş, öyle
ki "Misak-ı Milli sınırları” içine almış, bunun
haritası bile, burjuva basında sergilenmiştir. Türk burjuvazisi,
"tarihsel" nedenlere dayanarak ilhakçı emellerini Irak
üzerinde gösteriyor.
Irak'ın
mevcut statüsünden dolayı Kürt sorununun Türkiye-Irak arasında
ne türden bir gelişmeyi beraberinde getireceğini bugünden
kestirmek oldukça güç. Irak’ın Güney Kürdistan'a, kendi Kürt
sorununa nasıl baktığı ve yaptığı katliamlar biliniyor. Bunun
ötesinde, Körfez savaşından önceki dönemde, Türk ordusunun
"kendi topraklarına (Güney Kürdistan’a) girerek, PKK
gerillalarını "sıcak takip” almasına izin verdiği de
biliniyor. Körfez savaşından sonraki dönemde Türkiye, izin
istemeden de Güney Kürdistan'a sürekli girmiştir. Bu durumu Irak
ve Suriye’nin teşvikiyle de hemen hemen bütün Arap ülkeleri
retorik olarak protesto etmişlerdir.
Güney
Kürdistan’da PKK’nin faaliyeti; yerleşikliği göz önünde
tutulursa, mevcut ambargonun kalktığı ve Irak'ın mevcut sınırları
içinde varlığı durumunda Saddam rejiminin veya da Irak devletinin
Türkiye ile ilişkilerinde ne derece Kürt "kartı”nı
kullanacağı soru götürür. Her halükarda Irak, bu konuda Suriye
kadar rahat hareket edemeyecektir. Nihayetinde Irak, Türkiye'den
sonra, Kürdistan’ın en büyük bölümünü işgal etmiştir.
Her
halükarda Irak, Türkiye’nin "Irak’ın topraksal
bütünlüğünden yanayız, onun parçalanmasını istemiyoruz”
gibi açıklamalarına inanmıyor. Zaten Türk burjuvazisi de bu
açıklamasında samimi değil. Bunun ötesinde Irak, Körfez
savaşında ve son krizde Türkiye’nin Amerikan emperyalizmi
yanlısı politikasını kolay kolay unutmayacaktır. Bütün bunlar,
Türkiye-Irak ilişkilerinin sancılı olacağını gösteriyor,
ilişkilerin sorunsuz olduğu dönemde Türkiye'nin Irak'a ihracatı
1970'de 5.7 milyon dolardan 1988'de 986 milyon dolara kadar çıkar,
sonraki yıllarda ihracat oranı giderek düşer ve 1995 te 121
milyon dolar olarak gerçekleşir. Irak’ın Türkiye’nin
ihracatındaki payı 1970'de % İ den 1984 te % 13.1 e kadar çıkar,
sonraki yıllarda ise dengesiz de olsa giderek düşer ve 1995’te
ancak % 0, 7 olarak gerçekleşir.
Türkiye-İran
İlişkileri
Şah
rejimi döneminde İran ile Türkiye arasında, iki ülke
ilişkilerinin gündemini oluşturan ciddi sorun yoktu. Amerikan
emperyalizmi her iki ülkeyi silahlandırıyor, Türkiye’yi NATO ve
CENTO üyesi olarak. İran’ı da CENTO üyesi olarak kendi
çıkarlarına koşuyordu. İran İslam devriminden sonra (1979)
durum değişti ve revizyonist blokun dağılmasından; Ortadoğu’da
ABD-SB kutuplaşmasının ortadan kalkmasından ve Kafkasya ve Orta
Asya’da "serbest” alanların ortaya çıkmasından sonra
İran ile Türkiye arasında resmen ifade edilmeyen, yansıması
şiddetinin oldukça gerisinde kalan bir rekabet başladı. İran bu
rekabetle Türkiye’yi zayıf düşürmek için PKK’ye ve
Türkiye’deki İslamcı harekete açık destek vermektedir.
Kürdistan’ın
üçüncü büyük parçası, İran'ın işgali altındadır. "Kendi
Kürdünü dövüp, komşunun Kürdünü sevmeye” en tipik örneği
İran oluşturmaktadır.
Bunun
ötesinde Türkiye-İran ilişkilerinde, bugün bütün çıplaklığıyla
gözükmese de veya Türkiye-ABD’nin İran’a karşı ortak tavrı
tek yanlı yansısa da, İran’ın AB ile ilişkilerinin gelişmesi
koşullarında her iki ülke arasındaki ilişkilerin gelişme
seyrini AB D-AB çelişkilerinin gelişmesi belirleyecektir.
Her
iki ülke de, hem emperyalizme bağımlılık içinde ve dönem dönem
de kendi potansiyellerine dayanarak Ortadoğu, Kafkasya ve Orta
Asya’da birbiriyle rekabet ediyorlar.
Her
iki ülke arasında siyasi (diplomatik) ilişkilerin olumsuz
gelişmesine rağmen İran’ın Türkiye’nin ithalatındaki payı
1970’de 35 bin dolardan 1995’te 689 milyon dolara çıkmıştır.
Böylelikle İran’ın Türkiye’nin toplam ithalatındaki payı
sıfırdan % 3’e çıkmış oluyordu. Türkiye’nin İran’a
yaptığı ihracat da 1970’de 5.2 milyon dolardan 1995’te 268
milyon dolara çıkar ve toplam ihracattaki payı da % 0,9’dan %
1,5'e çıkmış olur.
Türkiye-İsrail
İlişkileri
Türkiye,
yukarıda da belirttiğimiz gibi. Filistin-İsrail ve Arap-İsrail
sorununda ‘60’lı yılların ikinci yarısından itibaren "Arap
yanlısı” bir tavır sergilemesine ve İsrail ile diplomatik
ilişkilerini katiplik seviyesine indirmesine rağmen, bölge
ülkeleri arasında en sorunsuz ilişkileri bu ülke ile
sürdürmüştür. Bunun böyle olmasının belli başlı birkaç
nedeni vardır: Türkiye ve İsrail. Amerikan emperyalizminin
bölgemizdeki en sadık iki uşağıdır. Bunun ötesinde İsrail,
önce var olabilmek için, sonra da bölgedeki konumunu istikrara
kavuşturmak, güçlü kalabilmek için bölgede de müttefiklere
ihtiyaç duymaktadır. Bu anlamda en uygun güç Türkiye’dir.
İsrail burjuvazisi, ABD’ye dayanarak ve bölgesel işbirliği ile
bir kısım Arap ülkesiyle baş edebileceğine ve emperyalizmin,
somutta da ABD’nin bekçiliğini yapabileceğine inanmaktadır.
Türkiye
ile İsrail, ’80’li yılların ikinci yarısından itibaren
yakınlaşma sürecine girmişlerdir. ‘90’lı yıllardan itibaren
her iki ülke arasındaki siyasi ilişki "içli-dışlı
dostluk" ilişkisine dönüşmüş ve bugün, yapılan
"stratejik işbirliği” anlaşması ile doruk noktasına
ulaşmıştır.
Faşist
diktatörlük, PKK’ye karşı mücadelesinde, İsrail’in FKÖ’ye
karşı mücadele tecrübelerinden, MOSSAD'ın tecrübelerinden
yararlanmak istemiştir. Burada iki terörist ülkenin, ulusal
kurtuluş mücadelesi veren iki örgütü, FKÖ ve PKK’yi nasıl
ezecekleri, her iki ulusu nasıl katledecekleri ve nasıl terörist
eylemler düzenleyecekleri vb. konularında "fikir” teatisinde
bulundukları ve ilişkilerin ana noktasını da bunun oluşturduğu
tartışma götürmez. (Revizyonist blokun dağılması ve Körfez
savaşı, Filistin-İsrail Anlaşması, Oslo Anlaşması), Amerikan
emperyalizmi güdümünde Türkiye ile İsrail'in birbirlerine daha
çok yakınlaşmasına neden olan gelişmelerdi. Bölgeye tam hakim
olmak isteyen ABD, bu hakimiyetini sağlamada ve devam ettirmede
kendine en yakın güç olarak Türkiye ve İsrail’i görüyor.
1997
yılında ABD. Türkiye ve İsrail arasında imzalanan "Stratejik
Askeri İşbirliği Anlaşması” doğrudan Amerikan emperyalizminin
çıkarlarına hizmet eden bir anlaşmadır. Bu stratejik ittifakla
Amerikan emperyalizmi, Ortadoğu’da hakim olan ilişki ve
çelişkilerin belirsizliğine, karmaşıklığına belli bir
saflaşma temelinde son vermenin ilk önemli adımım atmış oluyor.
Bu stratejik ittifak, revizyonist blokun dağılmasından, dünyanın
açık olarak tek pazarlı olma sürecine girmesinden ve aynı
zamanda bu pazarda emperyalist rekabet merkezleri (ABD-AB; Almanya,
Fransa, İngiltere, Japonya, Çin, Rusya) arasında rekabetin
keskinleştiği bir süreçte ilk emperyalist saflaşmanın veya
dünyayı yeniden paylaşma mücadelesinde ve bunun için
emperyalistler arası savaşta ilk stratejik ittifaksal yaklaşımın
ifadesidir. Bu anlaşmanın iki yönü vardır: Bunlardan birisi.
Amerikan emperyalizminin, diğer emperyalist güçleri dışlayarak
Ortadoğu'da yegane hakim güç olma çabası ve Kafkasya ve Orta
Asya’ya açılan yolları kontrol etmek. İkincisi ise bölgedeki
ulusal kurtuluş mücadelelerini, devrimci halk hareketlerini ezmek.
Bunun somut, güncel ifadesi Kürt ulusal kurtuluş mücadelesidir.
Türkiye-İsrail
ilişkilerinde bu stratejik ittifaksal işbirliği esas, diğerleri
talidir.
Emperyalist
İlişkiler Açısından Türkiye’nin Ortadoğu Politikası
Türkiye,
emperyalizme bağımlı, yeni sömürge bir ülke. Ama bundan günümüz
koşullarında, her yeni sömürge ülkenin, her konuda emperyalizme
koşulsuz bağımlı olacağı sonucu çıkartılamaz. Bunun nedeni
üzerinde uzun boylu durmadan -anlaşılır olduğunun doğallığından
hareketle- yüzyılın başındaki emperyalizm-bağımlı
ülke/sömürge ülke ilişkileri ile yüzyılın sonundaki
emperyalizm-bağımlı ülke/yeni sömürge ülke ilişkilerinin aynı
nicelik ve nitelikte olamayacağını belirtelim. [Lenin’in,
emperyalizm analizini ve yüzyıllık emperyalizm tarihini
kavramayanların "nasıl olur” diyeceklerini ve böylelikle
belki de farkına varmadan, dünyayı değişmemeye mahkum
ettiklerini (bu, tarihsel materyalizmin reddidir) söylemekle
yetiniyoruz.]
Yazı
boyunca belirttiğimiz gibi, Türkiye’nin Ortadoğu politikasında
esas ekseni Amerikan emperyalizminin çıkarları oluşturmuştur.
Esas olan budur. Dünyanın iki kutuplu olduğu dönemde Türkiye
önce sosyalist dünyaya, sonra da revizyonist dünyaya karşı
"özgür” dünyada yerini almış ve bu dünyada hakim güç
olan Amerikan emperyalizminin çıkarlarına koşulmuştur. Hem genel
olarak uluslararası planda ve hem de bölgemiz özgülünde bu
böleydi.
Revizyonist
blokun dağılmasından sonra da değişen fazla bir şey olmamıştır
Türkiye açısından. Bu sefer, iki kutupluluğun cenderesinden
kurtulan dünya ve bölgemiz, çok merkezli emperyalist çelişkilerin
etkisi altına girmiştir veya çok merkezlilik, revizyonist blokun
yıkılmasından sonra bütün şiddetiyle ortaya çıkmıştır. Bu
süreçte, Körfez Savaşında ve son Körfez krizinde gördüğümüz
gibi, Türkiye, Amerikan emperyalizminin safında yer almış ve
böylece Amerikan emperyalizmine güdümlü Ortadoğu politikasında
öze ilişkin bir değişmenin olmadığını sergilemiştir. Ama hiç
değişme olmadı denemez. Türk burjuvazisinin yayılmacı iştahı,
ekonomik gelişmesine paralel olarak kabarmış ve bazı fırsatlar
onu cüretlendirmiştir. Örneğin. Avrasya'da “kılıç sallamaya”
kalkışmış, ama kısa zamanda Amerikan emperyalizminin gölgesinde,
onun adına veya onun çıkarlarına uygun olduğunca kılıç
sallayabileceğini anlamıştır. Her şeye rağmen bu durum Türk
burjuvazisinin yayılmacı cüretini geliştirmiştir. Bu
“emperyalist” iştah Musul ve Kerkük petrolleri için de
geçerlidir. Ama emperyalistlerin buna müsaade etmeyeceklerini
anlamakta da gecikmemiştir. Musul ve Kerkük’ün işgal ve ilhakı
bir yana, Körfez savaşma “bir kor üç alırız” diye tam
destek veren Türk burjuvazisi, sonunda 35-40 milyar dolar zarar
edildiğini açıklamak zorunda kalmıştır.
Özellikle
1992/93 döneminde, Kürt ulusal kurtuluş mücadelesinin
gelişmesinin doruk noktasında olduğu dönemde, bu mücadelenin tüm
Ortadoğu’yu sarmasından ve Türk burjuva devletini başarısızlığa
sürükleyeceğinden çekinen emperyalist güçler, Türk
burjuvazisini siyasi çözüm için yoğun bir baskı altına
almışlardı. O dönem ABD emperyalizmi Güney Kürdistan’da Kürt
devletinden ve Türkiye’deki Kültlerden oldukça sık
bahsediyordu. Amaç açıktı. Önemli olan, Ortadoğu’nun
emperyalist kontrolden çıkmaması ve bunun için de Kürt sorununun
FKÖ-leştirilerek çözümüydü. Leninist emperyalizm teorisini
kavramayanlar açısından Türk burjuvazisinin bu tavrı anlaşılır
değil. Çünkü emperyalistlere direnmiş oluyor. Çünkü bu,
emperyalizme göbekten bağımlılıkla çelişiyor! Oysa Türk
burjuvazisinin bu tavrı, emperyalist çıkarlarla temelden
çelişmiyor. Burada efendiyle uşak arasında belli bir sorunun
çözümü üzerinde anlaşmazlık söz konusu. Türk burjuvazisi bu
sorunu, kendi öngördüğü doğrultuda (askeri “çözüm”,
ezmek, katletmek, yok etmek) çözümlemeye devam etti. Gelinen
noktada AB, Türkiye-İsrail stratejik askeri işbirliği
anlaşmasının da bir sonucu olarak ABD, Kürt “kartı”nı, Kürt
devletini rafa kaldırdı. (Şimdi bu “kartı” masada tutan Alman
emperyalizmi.) Sonuç; işbirlikçi burjuvazi de, “namus”
meselesi yaptığı, "ulusal” mesele yaptığı konularda
direnir ve bölgedeki siyasi gelişmelerin yönünü etkileyebilir.
Sonuçlandıralım:
-Türkiye’nin
Ortadoğu politikası genel olarak emperyalizmin çıkarlarının,
özel olarak da ABD emperyalizminin çıkarlarının ifade edildiği
bir politikadır.
-Türkiye’nin
Ortadoğu politikası, bölgemizdeki antiemperyalist, anti-sömürgeci,
devrimci mücadeleye karşı bir politikadır. Türkiye’nin
Ortadoğu politikası; aynı zamanda, emperyalizmin ona, bölgemizdeki
devrimci gelişmeleri bastırmak için vermiş olduğu rolün
ifadesidir.
Türkiye'nin
Ortadoğu politikasında bölge ülkelerinin yeri, emperyalistler
arası çelişkilerdeki saflaşma tarafından belirleniyor.
-Türkiye’nin
Ortadoğu politikasında bölgesel güç olmanın ve buna dayanan
yayılmacılığın özellikleri de vardır.
Proleter
Doğrultu, Sayı 16, Mayıs-Haziran 1998.