75. YILINDA CUMHURİYET
HANGİ
CUMHURİYET?
Burjuvazi,
cumhuriyetinin 75. yılını kutluyor. 75 yıllık cumhuriyet, 75
yıllık burjuva iktidar demektir. Bu anlamda burjuvazi 75. doğum
gününü kutluyor. 75. yıl kutlamalarının, şimdiye kadarki
yıllık kutlamaların hepsini gölgede bırakacak derecede
“görkemli” olması için harcamalardan da kaçınmıyor. Başta
Türk kökenli ülkelerden olmak üzere bir dizi devlet ve hükümet
başkanları ve devi eti temsil eden “zevat” davet edilmiş.
Faşist
diktatörlük gövde gösterisi yapıyor. Dünya ülkelerine ve bölge
halklarına vermek istediği mesaj açık: el ele tutuşularak
“birlik ve beraberlik “, “vatan “ın bölünmez bütünlüğü
birkez daha ilan edilecek. 75 senelik ekonomik gelişme ve mevcut
askeri güç, tehdit unsuru olarak sergilenecek. Bazı
eksikliklerimiz olabilir, ama Türkiye “demokratiktir, “güçlü
“dür, “bağımsız “dır vb. mesajı 75. yıl kutlamalarının
esas mesajıdır. Bu kutlamalarda Türk şovenizmi doruk noktasında
olacak. Olağanüstü bir durum olmazsa, kutlamalar boyunca şu veya
bu ülke tehdit edilmeyecek, ama Türk ulusunun, Türk insanının ne
denli kahraman, özverili, akıllı, zeki olduğu bir daha
anlatılacak. Türk ulusu, Türk insanı, yeniden burjuva çıkarlara
alet edilecek. Burjuvazi, 75. yılını kutladığı cumhuriyet
konusunda devrimcilerin ve komünistlerin de söz sahibi olduklarını
unutmamalıdır. Burjuvazinin kutladığı cumhuriyet, milyonlarca
işçinin ve emekçinin; sözcüğün gerçek anlamında ulusun
cumhuriyeti değildir. 75 yıl, bir sürecin ifadesidir. Her süreç
gibi, bu sürecin de bir doğuşu ve gelişmesi söz konusudur.
Bugünkü cumhuriyeti ve anlamını ele almadan önce, cumhuriyetin
doğuş koşullarına değinmekte ve oluşumunun anlamını
açıklamakta yarar görüyoruz. Çünkü cumhuriyet olgusu, burjuva
iktidar olgusu, ulus ve uluslaşma olgusundan farklı düşünülemez.
Yani cumhuriyetin kurulma koşulları, Türklerin uluslaşma ve
ulusal devlet kurma koşullarını ifade eder. Bu diyalektik bağ
görülmeksizin tarihsel süreç ve olaylar şu veya bu kahramanın
eylemine indirgenir ve soruna salt o kahramanın sınıfsal karakteri
açısından bakılmış olur. Bunun kaçınılmaz sonucu, Türkiye
örneğinde olduğu gibi, tarihin toptancı değerlendirilmesi olur:
Değişmeyen 75 yıllık cumhuriyet!
1-
Cumhuriyetin İlanına Giden Yol: Anadolu’da Bağımsızlık
Mücadelesi
Dünya
Savaşı, aynı zamanda, Osmanlı Devleti’nin de sonu olmuştu.
İtilaf Devletleri adına hareket eden İngiltere ile 30 Ekim 1918’de
imzalanan “Mondros Silah Bırakışım Sözleşmesi “, altı yüz
küsur yıllık Osmanlı Devleti’nin sonunu hazırlamıştı. Bu
sözleşmenin 7. maddesine göre İtilaf Devletleri (İngiltere,
Fransa ve Rusya), “kendi güvenliklerini tehdit edecek herhangi
bir durum ortaya çıkarsa, herhangi bir stratejik
noktayı işgal etme hakkı”na sahiptiler. 24. maddede de
“altı Ermeni ilinde karışıklık çıkarsa, müttefikler bu
illerin herhangi bir bölümünü işgal etme hakkını ellerinde
tutarlar” deniyordu. Bu iki madde, İngiliz ve Fransız
emperyalistlerinin işgalci niyetlerini doğrudan ifade eden
maddelerdi. Sözleşmenin bütün maddeleri emperyalizme
teslimiyetin, köleliğin, ülke olarak yok edilişin ifadesiydi.
Yukarıya
aktardığımız iki madde ise, fiili işgalin sadece bir zamanlama
sorunu olduğunu gösteriyordu ve emperyalist devletler 7. ve 16.
maddeleri çıkarlarının gerektirdiği şekilde yorumlayarak fiili
işgale başladılar. Sözleşmede yer almamasına rağmen 13 Kasım
1918’de İstanbul işgal edildi. Daha sonra da, Anadolu’nun
önemli bir bölümü ve Trakya, İngiliz, Fransız ve İtalyan
emperyalizmi ve Yunanistan tarafından işgal edildi. 1918/1919
döneminin nesnel durumu, yorumla değiştirilmeyecek tarihsel durumu
böyleydi: Yabancı işgal. Daha sonra, örgütsüz olduğundan
dolayı burjuvazinin önderliğini kabul eden ve bugün ezici
çoğunluğu Türk şovenizmiyle zehirlenmiş olan halk; bu
nedenlerden dolayı o günkü eylemi küçümsenen, hor görülen
halk, emperyalist işgale karşı çıktı, kendiliğinden direnmeye
başladı. Örgütleyici, mücadeleyi yönlendirici bir güç
olmadığı için, kendi kendini bölgesel olarak örgütledi.
Komünist partisi henüz kurulmamıştı ve yeni alevlenen Kurtuluş
Savaşında onun önderliği söz konusu değildi. Böyle bir
önderliğin olmadığı koşullarda ulusal burjuvazi, emperyalizme
ve Yunan istilacılarına karşı yürütülen halk direnişinin
önderliğini gasp etti. Stalin “Sun Yat-sen Üniversitesi
Öğrencileriyle Bir Konuşma”sında, “Kemalist devrim, bir
üst tabaka devrimidir; yabancı emperyalistlere karşı mücadele
süreci içinde varılan ve daha sonraki gelişmesi içinde aslında
köylülere ve işçilere karşı, evet bir tarım devrimi
imkanlarına karşı yönelen, milli ticaret burjuvazisinin bir
devrimidir.” (Eserler, Cilt 9, s. 204) diyordu. Gerçekten de
Kemalistler, bir yandan emperyalist işgalden kurtuluş için
mücadele ederken, bir yandan da çekirdek halinde de olsa her türlü
bağımsız halk hareketini hile ve zorbalıkla ezmeye ve yok etmeye
büyük özen gösteriyorlardı. Onların, başını Çerkez Ethem’in
çektiği Kuva-yı Seyyare’ye, Türkiye Halk İştirakiyyun
Fırkası’na, M. Suphi’nin TKP’sine ve Koçgiri Kürtlerine
karşı izlediği politika bunu açıkça gösterir. Öte yandan
kemalist burjuvazi, emperyalist istilaya karşı mücadelesini
başından bu yana sağlam ve sarsılmaz bir biçimde destekleyen
Sovyetler Birliği’ne karşı çeşitli dolaplar çevirmekten,
emperyalistlerle birleşerek ona saldırı planları kurmaktan da
geri kalmadı. 28-29 Ocak 1921’de M. Suphi ve yoldaşlarını
katlederek emperyalistlere göz kırpan Kemalistlerin temsilcisi
Bekir Sami 23 Şubat 1921’de, yani daha savaş sürmekteyken
Londra’da düzenlenen en bir konferansa katılıyor ve
emperyalistlerle anti-Sovyet bir ittifak oluşturmaya çalışıyordu.
28 Şubat 1921’de ise Kemalistler Sovyetler’den Artvin ve
Ardahan’ı kendilerine bırakmalarını istemekte ve Batum’a
asker sokmaktaydılar. Ama, bütün bunlara rağmen ulusal
burjuvazinin, -I. Dünya Savaşı yıllarındaki güçlenmesinin,
örgütlenmesinin de bir sonucu olarak- gelişen mücadeleye önderlik
etmeye soyunduğu ve cılız da olsa objektif olarak anti-emperyalist
bir rol oynadığı yadsınamaz. Yalpalayan ve kendi gücüne
güvenmeyen ulusal burjuvazi, önce Sultan’ın ve işgalci güçlerin
“iyi niyetine hitap etti. Kağıt üzerinde kalan protestolarla
uğraştı. İstanbul’un burjuva aydınlarının bir kısmı,
Türkiye’nin ABD mandası olmasını talep etti. Anadolu’daki
burjuva politikacıları ve M. Kemal’in yakınındaki bazı kişiler
arasında da bu anlayışta olanlar vardı. Ancak Sultan’a ve
işgalci emperyalist güçlere bağlanan umutlar boşa çıkınca
burjuvazi, doğuda ve batıda köylülerin; “Kuvayı Milliye”
güçlerinin sürdürdüğü başarılı partizan savaşından da
cesaret alarak, daha doğrusu yararlanarak ulusal kurtuluş
mücadelesinden yana tavır aldı. Ancak bundan sonra bölgesel
(yerel) sürdürülen mücadelenin ulusal çapta örgütlenmesi
gündeme geldi. Kime karşı savaşılıyordu? Aynı cephede yer alan
üç düşmana karşı; a- işgalci emperyalistlere karşı, b-
onlarla işbirliği içinde olan azınlıklara karşı ve c- Osmanlı
Devleti’ni “temsil eden” Sultan’a (İstanbul hükümeti) ve
onun Anadolu’daki güçlerine karşı. Kuşkusuz bu savaşın
içinde bir başka savaş -bir çeşit üstü örtülü ve gizli bir
iç savaş- daha vardı. Ulusal burjuvazi, başından bu yana
sistemli bir biçimde silahlı güç tekelini elinde bulundurmaya ve
dolayısıyla özellikle de potansiyel rakip konumundaki partizan
güçlerini tasfiye etmeye ve kendi denetimi altına almaya
çalışıyordu. Emperyalist işgale, vatansızlaştırılmaya sadece
halk karşı çıkmamıştı. Halkın “temsilcisi” ve Anadolu’da
da örgütlenen mücadele ile bağı olan Meclis-i Mebusan’ın
çoğunluk üyeleri de -ikiyüzlü ve kaypak bir biçimde de olsa-
işgale karşıydılar. Bu son Osmanlı Meclisi, 12 Ocak 1920’deki
son toplantısında, daha önce Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk
Cemiyeti’nin aldığı kararları benimsemiş ve bu kararla Misak-ı
Milli (Ulusal And) olarak kabul ve ilan etmiştir. Mutlaka gerekli
olmadığından hareketle Misak-ı Milli’yi ifade eden talepleri (6
madde) buraya aktarmıyoruz. Ama şu kadarını belirtelim: Bu
taleplerde belli bir toprak bütünlüğü anavatan olarak görülüyor.
Çok içtenlikli bir biçimde olmasa da halkın etnik/ulusal duygu ve
eğilimine saygı duyularak referandum talep ediliyor ve yeni
Türkiye’nin sınırlarını belirlerken, sorunlu bölgelerde
halkın görüşüne başvurmaya hazırız deniyor. Ortada Kürdistan
yok. Ortada Irak yok (İngiliz mandası). Ortada Suriye yok (Fransız
mandası). Ortada işgal edilmiş Anadolu, Fransa’nın işgalinde
Suriye, İngiltere’nin işgalinde Irak ve emperyalist işgale hayır
diyen Anadolu halkı var. Sonra ulusal devlet kurmak için yeni bir
adım atılır; antiemperyalist mücadelenin merkezileştirilmesinin
ilk adımı olan Türkiye Büyük Millet Meclisi açılır.
İstanbul’da Meclis-i Mebusan, 18 Mart 1920’de son toplantısında
“mebusluk vazifesinin güven içinde yapılması imkanı oluncaya
kadar meclis görüşmelerinin yapılmaması” kararını alır. Bu
karardan bir gün sonra, 19 Mart 1920 tarihli ve M. Kemal imzalı
genelge gereğince bütün ülkede; ulaşılabilir yerlerde seçimler
yapılır. 22 Nisan 1920’de yapılan bir çağrı ile Millet
Meclisi 23 Nisan 1920’de toplanır. 23 Nisan 1920’de açılan
Büyük Millet Meclisi, Türk ve Kürt ulusal burjuvazilerinin, çok
uluslu burjuva devlet kurmaları için attıkları ilk ciddi adımdır;
ilk ve son ortak adımdır. İtilaf devletleri, bir taraftan
Anadolu’da örgütlenen mücadeleyi ve buna bağlı olarak Osmanlı
hükümetinin bitişini görüyorlar, diğer taraftan da Osmanlı
Devleti’nin nasıl paylaşılacağı konusunda anlaşamıyorlardı.
Nihayetinde Fransa ve İngiltere, Anadolu’nun nasıl paylaşılacağı
konusunda kendi aralarında anlaştılar. 10 Ağustos 1920’de
Sevres’de imzalanan anlaşma, köleliğin belgesiydi. Ulusal
burjuvazinin ilerici konumunu belli ölçüde abartsa da esasta doğru
bir tarzda koyan bir pasajda şöyle deniyordu: “Türkiye’nin
bağımsızlığını fiilen ortadan kaldıran köleleştirici
Sevres Antlaşması, gerçekte siyasi iktidarını çoktan yitirmiş
olan İstanbul hükümeti ile imzalanmıştı. Büyük ulusal meclisi
temsil eden Ankara ’da yeni kurulmuş olan hükümet, Türkiye ’yi
aralarında paylaşan emperyalistlere karşı kurtuluş savaşı
çağrısında bulundu. Bu hükümet, Türkiye ’nin bağımsızlığının
yeniden sağlanmasını, ulusal bir devlet çerçevesinde Türk
topraklarının elde edilmesini ve kapitülasyonların kaldırılmasını
talep ediyordu. Yeni hükümet, Boğazlar sorununun Karadeniz
ülkelerinin düzenleyecekleri konferansta ele alınmasında, Anadolu
’da her türlü yabancı nüfuzun kaldırılmasında ısrarlıydı.
Kemal Paşa’nın hükümeti, Türkiye ’de ulusal azınlıklara
Avrupa’nın demokratik ülkelerinde azınlıkların sahip oldukları
bütün hakları verme sözünde bulundu” (Geschichte der
Diplomatie- Diplomasi Tarihi- C. 3, Bölüm 1, Berlin 1948, s. 122)
Mücadelede kaypak ve tutarsız burjuvazinin önderliği altında
yürüyen Anadolu insanı, Sevres Antlaşmasını tanımadı.
Sevres’i tanıyanlar vatan haini ilan edildi. Sevres, Türklerin
ulusal bilinçlenmesinde önemli bir sıçramanın ifadesi olmuştur.
Sevres’ten Mudanya’ya; 10 Ağustos 1920’den 11 Ekim 1922’ye
Anadolu’da sürdürülen antiemperyalist mücadele, ulusal bilincin
sıçramalı gelişmesini sağlamıştı. 11 Ekim 1922’de imzalanan
Mudanya Askeri Sözleşmesi, genel olarak Türkiye tarihinde ve özel
olarak da kurtuluş mücadelesi tarihinde çok önemli bir anlam
taşır. Bu anlaşma, Türk burjuvazisinin doğrudan dikte ettiği
ilk anlaşmadır. Bir dizi savaştan sonra yenilen sadece Yunan
ordusu olmamıştı. Esas yenilen, Yunanistan’ı öne süren
İngiliz emperyalizmi olmuştu. Bu anlaşma ile vatan olarak
algılanan toprakların batı kesimi yabancı işgalden kurtulmuş ve
Anadolu’da silahlı çatışmalar da sona ermişti. Mudanya Askeri
Sözleşmesi, ulus bilinçlenmesinde ve kendi gücüne güvenmede
önemli bir mesafenin ifadesidir. Sıra, Mondros Sözleşmesi ile
başlayan ve Mudanya Sözleşmesi ile sonuçlanan sürecin hesabının
çıkartmaya gelmişti. Bu hesap, Lozan’da çıkartıldı.
Yeni
Türkiye Lozan’a yenik olarak gitmedi. Tam tersine orada kendi
gücüne güvenen, kendi gücünü kanıtlamış olan, bağımsızlık
mücadelesini başarıyla sürdürmüş olan bir Türkiye vardı,
oraya burjuvazi gitmişti. Ama onu oraya götüren, Anadolu halkının
kahraman ve onurlu mücadele- siydi. Lozan’da, genç Sovyetler
Birliği’nin de doğrudan desteğiyle; masa başında başta
İngiltere olmak üzere emperyalist haydutlarla boğuşulmuştur.
Buna pazarlık yapıldı da diyebiliriz. Bu durumda yeni Türkiye’nin,
en güçlü emperyalist ülkelerle pazarlık edecek kadar güçlü ve
önemli olduğunu da kabul etmek zorundayız. Her neyse, pazarlık
veya siyasi boğuşma, nasıl telaffuz edersek edelim, nesnel
gerçeklik değişmiyor. Lozan süreci, kesintili olarak 20 Kasım
1922’den 24 Temmuz 1923’e kadar sürer. Bu anlaşmanın, konumuzu
doğrudan ilgilendiren üç maddesini buraya aktarıyoruz. - Suriye
sınırı: Bu sınır, 20 Ekim 1921’de Ankara hükümeti ve Fransa
arasında imzalanan Türk-Fransız Anlaşması’nın 3. maddesinde
öngörüldüğü gibi tespit edilmiştir. - Irak sınırı: Türkiye
ile Irak arasındaki sınır, dokuz ay içinde Türkiye ile Büyük
Britanya arasında dostça belirlenecektir (madde 3). Bu sorun,
1925’te Türkiye-İngiltere arasındaki anlaşma ile
sonuçlanmıştır. - Kapitülasyonlar: “Bağılı yüksek taraftar
Türkiye’de kapitülasyonların tümü ile kaldırılmasını, her
biri kendisi ile ilgili olarak kabul ettiklerini açıklarlar”
(madde 28). Lozan Anlaşması’nın imzalanmasından sonra,
emperyalist işgalciler yeni Türkiye’yi tanımak ve ordularını
geri çekmek zorunda kalmışlardır. Bu, dünya tarihinde ilk
antiemperyalist mücadelelerden birinin sonucunda emperyalistlerin
yenilgisinin belgesidir. “Britanya, Fransa ve İtalya’nın
silahlı kuvvetlerince işgal edilen Türkiye topraklarının
boşaltılmasına ilişkin protokol ve açıklama” 24 Temmuz
1923’te imzalanmış ve işgalciler “geldikleri gibi gitmişlerdir
“. Bu, burjuvazinin, halkın gücü, halkın kendi gücüne güveni
ve özverisi sayesinde kazandığı kısmi zaferin “protokol ve
açıklama” olarak tanımlanmasıdır. Sevres, Anadolu’da
tarafsız kalınamayacağını gösteriyordu. Ya Sevres’den yana
olunacaktı ya da ona karşı olunacaktı. Ve Anadolu’daki
antiemperyalist mücadele de Sevtes’e karşı olanlar ile Sevtes’i
isteyenler arasındaki mücadeleydi. Lozan, ise bu mücadelenin
sonucudur. Antiemperyalist karakteri cılız da olsa, sürdürülen
savaş, haklı bir savaştı. Lozan, bu haklı savaşın bütün
dünyaya kabul ettirilmesinin ifadesidir. Bu anlamda Lozan, a- Türk
halkının uluslaşma sürecinde belirleyici önemi haiz bir dönüm
noktasıdır. b- Türklerin ulusal devlet kurmalarının ifadesidir.
c- Türklerin ulus, ulusal devlet olarak varlıklarını emperyalist
dünyaya da kabul ettirmeleridir. 29 Ekim 1923’te cumhuriyetin
ilanı, rejim biçiminin açıklanmasından başka bir anlam
taşımıyordu: “Türkiye Devletinin şekli hükümeti
cumhuriyettir“. Cumhuriyetin ilanıyla burjuvazi, burjuva
cumhuriyetçi bir düzen kurmuş oluyordu. Daha doğrusu, mücadele
içinde şekillenen anlayış ve devletsel kurumlaşmalar belli bir
idare biçimiyle ifade edilme zorunluluğunun bir sonucu olarak
cumhuriyet ilan ediliyordu. Bu anlamda cumhuriyet, kurtuluş
mücadelesinin siyasi ve askeri sonuçlarının burjuvazinin
amaçladığı bir rejim olarak şekillendirilmesidir. 75. yılında
cumhuriyetin karakterini açıklamak için, 1923’te kurulan
cumhuriyetin karakterini kısaca da olsa ele almak kaçınılmazdır.
2-
Kurulan Cumhuriyetin Karakteri ve Anadolu Halkları (Esasen
Türkler ve Kürtler) Açısından Anlamı
Tarihi
salt burjuvazinin rolü ile sınırlayarak ele alırsak -bu tarzda
ele alışın yanlışlığı bir yana- kitlelerin tarihsel süreçteki
sürekli bahsedilen rolünü küçümsemiş ve hatta reddetmiş
oluruz. Bütün gelişmeler burjuvazinin hanesine kaydedildiğinde
veya farkına varılmadan öyle yapıldığında, tarihsel eylemin
karakteri de sadece burjuvazinin ölçüleri; ne derece demokratik
olup olmadığı açısından değerlendirilmiş olur. Cumhuriyet
olgusu, Türklerin uluslaşması ve ulusal devlet kurmaları
olgusundan farklı ele alınamaz. Demek oluyor ki burada bir siyasi
iktidar sorunu var. Mondros’tan Lozan’a Anadolu’da bir çifte
iktidar süreci yaşanmıştır. Aslında bu dönem ikiden fazla
iktidarlı bir dönemdi. Bir taraftan mücadeleyi örgütleyen Ankara
hükümeti, diğer taraftan bu mücadeleye karşı, mücadeleyi
örgütleyen Osmanlı hükümeti ve yabancı işgalci güçler. Ve
bir taraftan da iktidar bilincine sahip olmayan ve esas itibariyle
köylülüğe dayanan partizan güçlerinin temsil ettiği çekirdek
halindeki halk iktidarı. Bu sonuncusu, son çözümlemede
birincisinin bir uzantısı gibiydi. Bir taraf (ulusal burjuvazi ve
onun yönettiği halk), niyet ve amacı ne olursa olsun fiilen
antiemperyalist mücadele sürdürüyor, diğer taraf ise işgalci
konumlarını devam ettirmek ve Osmanlı Devleti’ni ayakta tutmak
için burjuvazinin önderliğinde silahlı mücadele sürdüren halka
karşı savaşıyor. Marksist literatürde bunun adına -siyasal ve
sosyal içeriğinin ne denli güçlü olduğundan bağımsız olarak-
devrim ve karşıdevrim denir. Çifte iktidar sorunu da bu iki güç
arasındaki sorundur. Tabii, bu mücadelede halk yığınlarının
-görece pasif ve burjuvazinin hegemonyası altındaki- bu rolünü
göremez, sorunu sadece burjuvazinin rolüne indirgersek, ulusal
burjuvazinin tutarlı bir devrim ne söz, tutarlı bir reform
programı olduğunu savunmak abes olur. Her halükarda nesnel durum,
farklı güçlerin, birbirini siyasi olarak yok etme mücadelesidir
ve Anadolu’da bu mücadelenin sonucu olarak iktidar değişimi
sağlanmamıştır, sadece ilan edilmiştir. İktidar değişimi
mücadele sürecinde olmuştur. Anadolu’da devrim veya karşıdevrim
ne Lozan’da ve ne de cumhuriyetin ilanında aranmalıdır. Lozan ve
cumhuriyetin ilanı sonuçtur, değişim antiemperyalist mücadele
sürecinde gerçekleşmiştir. Çifte iktidar dönemi, Osmanlı
feodalitesinin siyasi iktidarının, burjuvazinin Anadolu’da zaten
var olan siyasi iktidarına geçmesiyle kapanmıştır. Böylelikle
19181923 döneminde siyasi iktidar bir sınıfın elinden (feodaller
ve komprador burjuvazi) ulusal burjuvazinin eline geçmesiyle
antiemperyalist mücadele sonuçlanmış ve bu da ifadesini
cumhuriyetin kurulmasında bulmuştur. Cumhuriyetin ilanı, daha önce
verilen mücadelenin siyasi, rejim biçimi şeklindeki sonucu
olduğuna göre, bunun uluslaşmak ve ulusal devlet kurmak açısından
önemi nedir? Ulusal devlet (veya ulus-devlet) oluşumu hakkında
Stalin şöyle der: “Batı Avrupa’da -İngiltere, Fransa,
İtalya ve kısmen de Almanya- feodalizmin tasfiyesi ve insanların
uluslar olarak birleşmeleri dönemi zamansal olarak şu veya bu
şekilde, merkezi devletlerin doğuş dönemiyle çakışır.
Böylelikle burada uluslar, gelişmelerinde devletsel biçimlere
bürünüyorlardı. Bu devletlerde herhangi önemli ulusal gruplar
olmadığı için burada ulusal baskı da yoktu” (Stalin; C.
5, s. 29, Der X. Parteitag der KPdSU(B)- SBKP(B)’nin X. Parti
Kongresi).
Türk
ulusal devleti böyle- si koşullarda doğmamıştı. Mondros
Sözleşmesi ve Sevres, emperyalist ülkelerin Türkiye’yi
parçalama girişimiydi. “Bu, emperyalist grupların, Türkiye
’yi parçalama ve devletsel varlığını sona erdirme çabasıydı.
Müslüman halklar arasında devletsel bakımdan en gelişmiş ülke
olan Türkiye, böyle bir perspektife razı olamazdı. O, mücadelenin
bayrağını çekti ve emperyalizme karşı Doğu ’nun halklarını
kendi etrafında topladı.” (Stalin; agk, s. 32) Sonuçlanmış
şekliyle Misak-ı Milli sınırları içinde Türkiye, tek uluslu
bir devlet değildi. Bu sınırlar içinde iki ana halk topluluğu
vardı: Türkler ve Kürtler. “Durum, Doğu Avrupa’da biraz
değişikti. Batı ’da uluslar, devlet olarak gelişirlerken
Doğu’da milliyetler devletleri, birçok milliyetten oluşan
devletler oluştu. Avusturya, Macaristan ve Rusya böylesi
devletlerdir. Avusturya’da Almanlar, siyasi bakımdan en gelişmiş
olarak ortaya çıktılar ve Avusturya milliyetlerinin bir devlette
birleşmeleri görevini üstlendiler. Macaristan’da Macarlar, Macar
milliyetlerinin çekirdeği olarak devlet oluşumuna en uygun
olanlardı ve onlar, Macaristan’ı birleştirenlerdi. Rusya’da
milliyetleri birleştirici rolünü Büyük Ruslar üstlendiler...
Devlet oluşumunun kendine özgü bu cinsi, sadece, henüz tasfiye
edilmemiş feodalizm ilişkileri koşullarında zayıf gelişmiş
kapitalizm koşullarında; geri plana itilmiş milliyetlerin ekonomik
bakımdan bütünlüklü uluslar olarak gelişme olanağına
kavuşmadan gerçekleşebilirdi.”(Stalin; C.2, s. 278,
Marxismus und Nationale Frage- Marksizm ve Ulusal Sorun). Statlin’in
bahsettiği Avusturya-Macaristan ve Rusya’nın yanı sıra Türkiye
de bu türden bir devlet olarak kurulmuştu. Osmanlı Devleti,
yarı-feodal, görece az gelişmiş kapitalist ilişkiler içindeyken
yıkıldı. Yani ne feodalizm tasfiye edilmişti ve ne de
kapitalizmin hakimiyeti söz konusuydu. Böyle bir süreç içindeyken
parçalanan Osmanlı Devleti’nde ana milliyet konumunda olan
Türkler, yeni kurulan devlette de aynı konumlarını sürdürdüler.
Türklerin yanı sıra Kürtler de, Misak-ı Milli sınırları
içinde ulus olarak gelişebilecek güce sahip başka bir milliyetti.
Çok milliyetli doğan Türkiye’de Türkler, hakim ulus olarak
gelişirken, Kürtler de bağımlı ulus olarak geliştiler. Türkiye,
Türk burjuvazisinin şekillendirdiği bir devlet olarak doğdu. Bu
şekillenme cumhuriyetin ilanıyla devletsel-rejimsel olarak
başlamıştır. Yeni Türkiye, ulusal sorunlu bir burjuva ulusal
devlet olarak doğmuştu. Dolayısıyla ulusal baskı, daha devletin
doğuşundan beri vardı. Mondros, Sevres, Mudanya, Lozan ve
cumhuriyetin ilanı, bu devletin doğuşunda dönüm noktalarını
ifade eden kavramlardır. Mondros ve Sevres, Stalin’in dediği
gibi, “emperyalist grupların Türkiye’yi parçalama ve devletsel
varlığına son verme denemesi“yken, Mudanya, Lozan ve
cumhuriyetin ilanı da “emperyalizme karşı mücadele bayrağının
çekilmesinin” ifadesi ve sonucuydu. Burjuvazi, Misak-ı Milli
sınırları içinde tek uluslu değil, çok milliyetli ulusal bir
devlet kurdu. Yeni kurulan devlet, ulus olmanın bütün unsurlarının
-zaten var olan ve nispeten de gelişmiş durumda olan unsurlarının-
Türkler açısından engelsiz gelişmesinin açık ifadesiydi.
Cumhuriyet ise bu gelişmenin rejimsel biçimiydi. Ve Türkler,
kökeni ve başlangıcı İttihat ve Terakki dönemine dayanıyor
olsa da, esas olarak 1918-1940 döneminde, yani nispeten kısa bir
süreç içinde, burjuva cumhuriyetçi bir düzen sürecinde bir
burjuva ulus olarak şekillendiler. Özel mülkiyet koşullarında
bir toplumun ulus olarak gelişmesi ekonomik gelişmeden;
kapitalizmin gelişmesinden bağımsız olarak ele alınamaz.
Burjuvazi, kapitalizm geliştikçe ekonomik açıdan güçlendi ve
uluslaşma sürecinin ilerlemesiyle, yani toplumda sınıf
antagonizmasının ilerlemesiyle de tarihsel misyonunu tamamladı.
Bir toplumun feodal ilişkilerden çıkarak burjuva da olsa
uluslaşmasında, ulusal devlet kurmasında, feodalizm karşısında
kapitalizmde; feodal toplum karşısında kapitalist toplum da
tarihsel bir ilericilik vardır. Türk burjuva cumhuriyetinin daha
sonraki süreçte gericileşmesine ve bugününe bakarak Türklerin
ulusal değerlerini, bir bütün olarak Türk ulusunu küçümsemek
ve hor görmek, onu burjuvaziyle, onun eylemini burjuvazinin
eylemiyle özdeşleştirmek yanlıştır. Stalin şöyle diyor.
“Ulus, içten de, sınıf mücadelesinin keskinleşmesiyle de
parçalanır. Kapitalizmin ilk aşamalarında proletarya ve
burjuvazinin ‘kültür ortaklığı’ndan bahsedilebilir. Ama
büyük sanayinin ve sınıf mücadelesinin
gelişmesiyle ‘ortaklık’ da yok olmaya başlar. Aynı ulusun
işveren ve işçileri birbirlerini anlamamaya başlamışlarsa orada
ciddi olarak ulusun ‘kültür ortaklığı’ndan bahsedilemez.
Burjuvazi savaş diye tutuşurken ve proletarya da ‘savaşa savaş’
açıklaması yaparken ‘kader ortaklığı’ndan bahsedebilir mi?
Böyle birbirlerine zıt unsurlardan bütünlüklü, bütün
sınıfları kapsamına alan bir ulusal birlik oluşur mu?”
(Stalin; C.2, s. 298/299. Marksizm ve Ulusal Sorun).
Türklerin
uluslaşmasına, Türk ulusunun gelişmesine; bir bütün olarak
cumhuriyet olgusuna Stalin’in bu anlayışı açısından bakmak
gerekir. Türkiye’de Türk proletaryası ve burjuvazisi arasındaki
“kültür ortaklığı” ne zaman sona erdi? 75 yıllık
cumhuriyet dendiğinde bu ortaklığın 1923’te sona ermesi
gerekir. Yeni Türkiye’de proletarya ve burjuvazi arasında aynı
“dil “i konuşmamak ve “kültür ortaklığı“nın sona
ermesi 1923’te yeni cumhuriyetin ilanıyla başlamış oluyor.
Stalin’in mantığıyla devam edersek, Türkiye’de büyük
sanayinin gelişmesini ve sınıf mücadelesinin keskinleşmesini
cumhuriyetin ilanıyla başlatmamamız gerekir. Ama nesnel gerçeklik
tamamen farklı. Türkiye’de kapitalizmin büyük üretim aşaması
ancak ‘30’lu yılların sonunda hakim olmaya başlamıştır.
‘30’lu yılların sonuna kadar ise -yine Stalin’in deyimiyle-
“kapitalizmin ilk aşamaları“, yani küçük meta üretimi ve
manifaktür aşaması hakimdi. Kurtuluş savaşı döneminde sadece
Türk halkının değil, Kürt halkının da Türk burjuvazisiyle
-bir dizi çelişme ve çatışmaya rağmen- esas olarak ortaklığı
söz konusuydu. Bahsi geçen sürecin başında hakim olan,
proletarya ile burjuvazi arasındaki “ortak kültür” idi, ulusun
bu sınıflarının birbirlerini anlamalarıydı. (Bu, iki sınıf
arasındaki mücadeleyi, hatta çatışmaları dışlamaz).
Bu
süreç geliştikçe ve özellikle de ‘30’lu yılların başından
itibaren proletarya ile burjuvazi arasındaki zaten zayıf olan
“ortak kültür” yok olmaya, ulusun bu unsurları birbirlerini
anlamamaya başlamışlardır. Bunun böyle olduğunu anlamak
isteyen, burjuvazinin neden ‘30’lu yılların başında Türk
şovenizmini göklere çıkartmak ve ona gövdesinden koptuğu Türk
ulusunu şovenizmle zehirlemek için teoriler geliştirdiğine kafa
yormalıdır. Bu teoriler neden ‘20’li yıllarda değil de ‘30’lu
yılların başında gündeme getirilmiştir? Soru bu. ‘30’lu
yıllardan itibaren Türkiye toplumunda burjuvazi ile proletarya ve
emekçi yığınlar arasında ulusal birlikten ve ortak hedeflerden
bahsetmek sınıf uzlaşmacılığını savunmaktır. Sosyal şoven
olmaktır veya “Kemalist” burjuvazinin kuyruğuna takılmaktır.
‘30’lu yıllara kadar veya ‘20’li yıllarda cumhuriyet
olgusu, burjuva düzenin gelişmesi açısından tarihsel olarak
ilerici bir rol oynamıştır. Böyle bir ayrım yapmak mutlaka
gerekli mi ve bu ayrımı yapmakla ‘20’li yıllardaki
cumhuriyeti, o burjuva cumhuriyetçi düzeni savunmuş mu oluyoruz?
Bu ayrımı yapmak gereklidir ve bu ayrımı yapmakla da söz konusu
dönemi asla savunmuş olmuyoruz. Bir bütün olarak cumhuriyet
olgusu, 75 yıllık cumhuriyet, işbirlikçi tekelci burjuvazinin ve
büyük toprak sahiplerinin elinde; faşist diktatörlüğün elinde
milyonlarca işçi ve emekçinin Türk şovenizmi zehrinin etkisinde
kalmaları için vazgeçilmez bir silahtır/araçlır. Bu sil ahı
onun elinden almak, bu silahın gücünü görecelendirmek bütün
devrimcilerin ve komünistlerin şovenizme karşı mücadelede kat
etmek zorunda oldukları önemli bir mesafedir. Kemalist
burjuvazinin, halka ve onun devrimci dinamizmine dayanarak cumhuriyet
adına gerçekleştirdiği ilerici adımları birkaç noktada
toparlayabiliriz: İşgalci emperyalist güçlerin ülkeden
kovulması; feodal yönetimin ifadesi olan saltanat ve hilafetin
kaldırılması, İslami-feodal Osmanlı hukuk anlayışının
kaldırılması; dine dayalı eğitim ve yargı sisteminin
kaldırılması; tekke ve zaviye ve türbelerin kapatılması,
tarikatların yasaklanması; aşarın kaldırılması;
kapitülasyonların kaldırılması ve bir burjuva devletin
kurulmasıdır. Kemalist burjuvazi bunların ötesinde, nüfusun
çoğunluğunun okur- yazar olmadığı koşullarda eğitime önem
vermiş ve öyle ki, bunu Batı ölçülerine uygun bir biçimde
gerçekleştirmeye çalışmıştır. Burjuvazi, Osmanlıca yerine
Türkçe’yi egemen kılmış, Latin alfabesini vb. benimsemiştir.
Burjuvazi tüm bu adımları ‘20’li yıllarda atmıştır.
Burjuvazinin yaptıkları sadece bunlarla sınırlı değildir. Türk
ulusal burjuvazisine pragmatizm yön vermiştir. Ulusal burjuvazi
hiçbir dönem ne demokrat ve ne de devrimci olabilmiştir. Öyle ki,
onun hiçbir dönemde tutarlı bir reform programı da olmamıştır.
Onun mücadele eden kesimi şüphesiz ki yer yer emperyalizmle flört
etmekle birlikte, sözcüğün burjuva anlamında ve burjuva sınıf
çıkarlarının elverdiği ölçüde yurtseverdi. Ama yurtseverlik,
mutlaka, her koşul altında devrimci ve demokrat olmak anlamına
asla gelmez. Anti-demokrat ve devrim karşıtı olan ulusal
burjuvazi, daha antiemperyalist mücadele döneminde TKP’nin seçkin
önderlerini Karadeniz’de katlettirmiştir. Devrimci ve ilerici
halk örgütlenmelerini ezmiştir. 1921’deki Kürt ayaklanmasını
kana boğmuştur. Aramızda ayrım yok, kardeşiz diyerek Kürtlerin
antiemperyalist mücadeleye katılmalarını sağlamış, ama
Lozan’da verdiği sözü unutarak Kürt halkını baskı altına
almış ve ‘20’li ve ‘30’lu yıllardaki bütün Kürt
ayaklanmalarını kana boğmuştur. Kemalist burjuvazinin Kürt
halkına karşı politikası, onu yok saymaktan, katletmekten,
asimile etmekten ve sömürmekten ibaret olmuştur. Kemalist
burjuvazi, fırsatını buldukça halk düşmanı yüzünü
göstermenin ötesinde, iktidarını sağlamlaştırdıkça her
cephede daha da gericileşmiştir. Kemalist burjuvazinin kurduğu
burjuva-cumhuriyetçi düzen, ilk yıllarında dahi gerçek anlamda
demokratik değildi. Kemalistlerin ‘demokrasi’ kıstası,
kendilerine karşı olunup olunmamasından ibaretti. Bu anlamda
Kemalistler, kendilerine karşı olan bütün toplumsal muhalefeti,
komünist, devrimci ve başka burjuva örgütlenmeleri dağıtmak ve
muhaliflerini katletmek için kurumlaşmalara da başvurmuşlardır.
Onlar, Şubat 1925’te açılan Takrir-i Sükun dönemiyle yeni bir
terör dalgası estirerek, bütün muhalefet güçlerini ezmeyi
amaçlamışlardır. Bütün bunlar ulusal burjuvazinin; Kemalist
burjuvazinin ikiyüzlülüğünü gösterir. Böyle bir harekette
tutarlı bir ilericilik ve yurtseverlik, hele demokratlık ve
devrimcilik aramak, tabii ki yanlıştır. 75 yıllık tarih, o
cumhuriyet bir süreçtir. Bu süreç herkesin kabul edeceği gibi ve
yukarıda da gösterdiğimiz gibi çeşitli aşamalardan
oluşmaktadır. O halde, cumhuriyet olgusunu ve buna bağlı olarak
Kemalist burjuva olgusunu değişmemiş/değişmeyen, her dönem aynı
kalmış bir bütün olarak göremeyiz. Böyle bir anlayış tarihsel
materyalizmin yasalarına aykırıdır. Hal böyle olunca, cumhuriyet
veya Kemalizm derken hangi dönemdeki cumhuriyetten ve Kemalizmden
bahsediliyor sorusu gündeme gelmektedir. Bunu açıklamak ve faşist
diktatörlüğün elindeki 75 yıllık cumhuriyet silahını
göreceleştirmek, Türk şovenizmine karşı mücadelemizin önemli
bir çıkış noktası olmalıdır.
3-
Burjuvazinin Savunduğu Cumhuriyetin Karakteri
Burjuvazi
demagoji yapıyor. 75 yıllık bir tarihten bahsediyor, dolayısıyla
75 yıllık bir cumhuriyetten bahsediyor. Aslında bu demagojinin
kendi içinde bir mantığı var. Burjuvazi açısından cumhuriyet,
giderek mükemmelleşen, eksikliklerini aşan bir sürecin ifadesi.
Tabulaştırılmış bir süreç. Başlangıcında bu sürece
damgasını vuran şahsiyetle, yani M. Kemal ile özdeşleştirilen
bir süreç, faşist diktatörlük açısından hem bir bütün
olarak cumhuriyet süreci ve hem de M. Kemal bir tabudur. Taraf
tutmak zorundasın. Ya bu tabuları kabul edeceksin ve faşist
diktatörlükten yana olacaksın ya da reddedeceksin ki, bu durumda
da cumhuriyet düşmanısın, laisizme karşısın vb. Faşist
diktatörlük halka, milyonlarca proletere ve emekçi yığınlara
bunu dayatıyor ve demagojisini bu anlayış üzerinde yükseltiyor.
Burjuvazi, medyada milyonlarca insana şöyle sesleniyor:
Görüyorsunuz ki, biz tarihimize, cumhuriyetimize, onun önderi
Atatürk’e sahip çıkıyoruz. Bunlar, bizim varlık nedenlerimiz.
Ama bölücüler vb. ise bu tarihi, bu olguları reddediyorlar vs.
Faşist diktatörlüğün bu demagojisini boşa çıkartmak için
onun cumhuriyet ve M. Kemal üzerinde oluşturduğu tabuyu parçalamak
zorundayız. Bu tabuyu parçalamanın, cumhuriyetin şu veya bu
dönemini savunmakla veya M. Kemal’in şu veya bu anlayışını
olumlamakla ilgisi yoktur. Bugünkü mücadelemize doğrudan etkisi
olmayan tarihsel gelişmenin şu veya bu dönemini savunmak veya
savunmamak tamamen talidir. Önemli olan, 75 yıllık cumhuriyet
tabusunun toplumsal bir gelişmenin ifadesi olduğunu, M. Kemal’in
de bu gelişmenin belli bir döneminde etkili olduğunu
gösterebilmektir. Burjuvazi 75 yıllık cumhuriyet derken neyi
savunuyor? Cumhuriyetin kuruluş koşullarındaki politik anlayışı
mı? 1923-1930 dönemi cumhuriyetini mi? 1930-1940 dönemi
cumhuriyetini mi? 1945-1950 dönemi cumhuriyetini mi? 19501960 dönemi
cumhuriyetini mi? 1960-1970 dönemi cumhuriyetini mi yoksa,
1970’lerden beri süregelen faşist diktatörlüğünü mü? M.
Kemal derken burjuvazi hangi M. Kemal’i kastediyor? 1919’a
kadarki M. Kemal’i mi? 1919-1923 dönemindeki M. Kemal’i mi?
1923-1930 dönemindeki M. Kemal’i mi yoksa, 1930-1938 dönemindeki
Kemal Atatürk’ü mü savunuyor? Bu her bir dönemin kendine özgü
olan özellikleri vardır. Ama burjuvazi aynı anlayışta değil. O,
bu dönemlerin hepsini 75 yıllık cumhuriyet olgusuna sığdırıyor
ve 1919-1923 döneminde, yani yabancı istilacılara karşı verilen
mücadele döneminde neysem bugün de aynıyım demeye getiriyor.
Bundan dolayıdır ki, “cumhuriyet “in ve “Kemalizm“in
“neo“suna şiddetle karşı çıkıyor. Aynı anlayışı,
“cumhuriyetin bekçisi şanlı Türk ordusu”na bakışta da
görüyoruz. Bu ordunun gerçekten de az çok şanlı olduğu bir
dönem vardı: Yabancı işgale karşı mücadele dönemi. Sonraki
dönemde ise bu ordu, burjuva düzeni korumak için toplumsal
mücadeleyi ezmenin, Kürt ulusunu katletmenin fiili aracı olmuştur.
Faşist diktatörlük, ordusunun bugünkü gücüyle övünüyor ve
Kürt ulusunu katledişini “vatan bekçiliği” olarak lanse
ediyor. Ordu, korkunç bir tabu ve milyonlarca insan buna inanıyor.
Baştan sona; o günden bugüne şanlı bir ordu! Burjuvazi
cumhuriyetinin 75. yılını kutluyor. Marksist Leninist
Komünistlerin görevi bu “kutlama” sürecine kutlananı; yani o
cumhuriyeti teşhir ile katılmaktır. Teşhir, genel lafızlarla
yapıldığında geriye teper. Teşhir, ele alınan konu ne olursa
olsun, somut olmayı kaçınılmaz kılar. Teşhirde ayrıntı
esastır. Hangi cumhuriyetin 75. yılı? O günkü cumhuriyet ile
bugünkü cumhuriyet bir ve aynı değildir. O günkü iktisadi
ilişkiler, üretim ilişkileri, bugünkünü ile bir ve aynı
değildir. O günkü sınıfların cumhuriyete giden yoldaki
konumları bugünküyle aynı değildir. O günkü burjuvazi bugünkü
burjuvazi değildir. O günkü uluslararası ilişkiler, bugünkünün
aynısı değildir. O günkü toplumsal şekillenme bugünkünün
aynısı değildir. “O günkü” ile kastettiğimiz, bütün
olguları ister tamamen doğru, tamamen yanlış veya kısmen doğru,
kısmen yanlış bulalım, olumluyalım veya reddedelim, bu bugünkü
‘cumhuriyet’in faşist karakterini değiştirmeyecektir. Bunu biz
biliyoruz. Ama bunu, devrimi gerçekleştirmek için, bu cumhuriyeti
yıkmak için hitap ettiğimiz milyonların; işçi sınıfı emekçi
yığınların ezici çoğunluğu bilmiyor. Onlar, Türk şovenizmiyle
zehirlenmiş durumdalar ve genel lafızlarla değil, ayrıntıların
anlatımıyla, somutlukla kazanılacaklardır. Bizim propaganda,
ajitasyon ve teşhir çalışmamız bu gerçekliği dikkate almak
zorundadır. Yeni Türkiye’nin kuruluş döneminde dahi demokrasi
yaşanmamıştır. Türk burjuvazisi, kurtuluş savaşı döneminde
ne denli “devrimci” ve yurtsever olursa olsun, asla demokrat
olmamıştır. Onun kurduğu cumhuriyetin belirleyici özelliği,
demokratik anlayıştan yoksunluğuydu. Bu yoksunluk, süreç içinde
gerici diktatörlüğün ve faşist diktatörlüğün ifadesi
olmuştur. Burjuvazi 75. yılında cumhuriyetini kutlarken, faşist
diktatörlüğünü kutluyor. Temel üretim araçlarının özel
mülkiyette olduğu koşullarda, yani kapitalizm koşullarında en
iyi, en “demokratik” yönetim biçimi cumhuriyettir. Ama en
“demokratik” burjuva cumhuriyeti de, nihayetinde burjuvazinin
halk sınıf ve tabakaları; işçiler ve emekçiler, sömürülenler
üzerindeki diktatörlüğüdür. Türkiye’de, burjuvazinin 75.
yılını kutladığı cumhuriyet böyle bir cumhuriyet,
burjuva-demokratik bir cumhuriyet değildir. Devletin, ülkenin resmi
adı Türkiye Cumhuriyeti’dir, ama fiili yönetim, fiili idare,
fiili devlet biçimi faşizmdir; faşist diktatörlüktür. Burjuvazi
ülkemizde, cumhuriyet ve demokrasi adına faşizm uyguluyor ve onun
dilinde cumhuriyet faşizmle eş anlamlıdır. - 75. yılı kutlanan
cumhuriyet, işbirlikçi tekelci burjuvazinin ve büyük toprak
sahiplerinin iktidarıdır. Burjuvazi bu faşist iktidarını, bütün
Anadolu insanına, bunun ötesinde bütün dünyaya barışın,
kardeşliğin, demokrasinin ifadesi olarak kutlatmaya çalışıyor.
O, bu kutlamayla, Türk şovenizmini daha da kapsamlaştırarak ve
derinleştirerek milyonlarca işçi ve emekçiyi cumhuriyet dediği
katliam idaresine/mekanizmasına sahiplenmeye çağırıyor. - 75.
yılı kutlanan cumhuriyet, emperyalizme bağımlılığın idare
biçimidir. Türkiye yeni sömürge bir ülkedir. Ara sıra şu veya
bu emperyalist güçle (bugünlerde AB ile) kavgalı olsa da, bu onun
emperyalizme bağımlı oluşuyla çelişmez. Türk hakim
sınıflarının en has efendisi, Amerikan emperyalizmidir. Hakim
sınıflar, emperyalizme kölece bağlıdırlar. İktidarda
kalmaları, emperyalizmle işbirliğine ve yabancı sermayenin,
emperyalist devletlerin çıkarlarını (mali, ekonomik, siyasi,
askeri) ne derece yerine getirip getirmediklerine bağlıdır.
Burjuvazi, 75. yılında cumhuriyeti kutlarken milyonlarca işçi ve
emekçiye emperyalizme bağımlılığı, yeni sömürge statüyü
kutlatmayı amaçlıyor. - 75. yılı kutlanan cumhuriyet, ulusal
baskının, katliamın ve asimilasyonun idare biçimidir. Cumhuriyete
giden yol ve cumhuriyetin kurulması, Türkler açısından ilerici
yönleri olan bir süreçtir. Bunların önemi üzerinde durduk. Ama
cumhuriyet, kurulmadan önce ve kurulduktan sonra da Türk halkı
dışında diğer uluslar ve ulusal azınlıklar için bir cehennem
olmuştur. Türk burjuvazisi, Anadolu’da ulusal-etnik farklara asla
tahammül etmemiştir ve ulusal kurtuluş, bağımsızlık, ulusal
kimlik için mücadeleyi vahşice bastırmış, kana boğmuştur.
1921-1940 arasındaki Kürt ayaklanmalarında bu böyle olmuştur.
Günümüzde devam eden Kürt ulusal mücadelesinde de, burjuvazi
aynı anlayışını devam ettirmektedir. Türk burjuvazisi, ülke ve
dünya kamuoyuna, “biz terörü demokrasi kuralları içinde
çözmeye çalışan tek ülkeyiz” diye, mücadelenin uzun soluklu
oluşunu yurtsever hareketin gücüne değil de “demokratik”
tavrına bağlama iki yüzlülüğünü gösterecek derecede çukur
olmuştur. Burjuvazi, bütün kurumlarıyla (ordu, polis, mahkeme
vb.) Kürt ulusunu katletme mekanizmasına dönüşmüştür. Türk
burjuvazisi, Türk şovenizmini de körükleyerek milyonlarca işçi
ve emekçiye işte bu katliam ve sömürge sistemini cumhuriyet
olarak kutlatmayı amaçlıyor. 75. yılı kutlanan cumhuriyet,
baskının, işkencenin, faili “meçhul“lerin, devlet terörünün,
sokak ortasında infazların, insan haklarını ayaklar altına
almanın, demokratik, devrimci ve sosyalist basını susturmaya
çalışmanın cumhuriyetidir. 75. yılı kutlanan cumhuriyet,
Susurluk cumhuriyetidir, çetelerin, kontrgerillaların, ordunun,
MGK’nın cumhuriyetidir. Bu cumhuriyetin bütün gözeneklerinden
pislik akıyor. Tamir edilecek, düzeltilecek, yeniden yapılandıracak
bir yanı kalmamış. Bütün kurumlarıyla, bütün politikacı ve
partileriyle burjuvazi, bu pisliğin içinde boğulmamak için
debeleniyor. Susurluk cumhuriyeti “olmamak” için çaba harcıyor
gözükerek, milyonlarca insanın gözünü boyamaya çalıştılar.
Ama hiçbir sorunu çözemediler ve Susurluk cumhuriyeti olarak
kaldılar. İşkence, faili meçhul sokak infazı yok dediler, ama
hepsini kabul ettiler. Çeteleri dağıtacağız dediler, ama çeteler
hükümetleri dağıtıyor, politikayı hükümet yapar dediler, ama
MGK’nın kararlarını uygulamanın ötesinde bir şey yapılamıyor.
İşkence-faili “meçhul “, sokak infazı, çeteler,
kontrgerilla, ordu, polis, hepsi iç içe geçmiş. Susurluk, bu iç
içe geçmişliğin ifadesiydi. Bunun içindir ki bugünkü idare
biçimi, Susurluk cumhuriyetidir. İşte bu cumhuriyet: Susurluk,
MGK, işkence, kontrgerilla cumhuriyeti, kendini “cumhuriyet
kutlamaları” ile milyonlarca işçi ve emekçi nezdinde
kanıksattırmaya çalışıyor. Burjuvazi, milyonlara şu mesajı
veriyor: “Demokrasi, özgürlük budur, bunu kutlayın“. Yani
Susurluk’u, kontrgerillayı, işkenceyi demokrasi ve özgürlük
olarak kutlayın!! 75. yılı kutlanan cumhuriyet işgücünün
sadece sömürüsünün değil, talanının, hırsızların, ulusal
zenginliklerin yerli ve yabancı sermayeye peşkeş çekilmesinin,
özelleştirmenin cumhuriyetidir. Sermaye, işçi sınıfının bütün
mücadele olanaklarını/araçlarını boşa çıkartmaya çalışarak
ve mevcut sistemin kendine sunduğu baskı araçlarına dayanarak
işgücünü talan boyutlarında sömürüyor. Toplum, çoğunluğun
en yoksul olanları, azınlığın ise en zengin olanları
oluşturduğu bir bölünme içindedir. Hırsızlar, rantiyeciler,
ülkenin zenginliklerini talan ediyorlar. Özelleştirme adı altında
ulusal zenginlikler yerli ve yabancı sermayeye peşkeş çekiliyor.
Aç olan, baklava, ekmek çaldığı için yıllarca hapis cezası
alıyor. Çünkü “suç” işlemiş. Ama milyonları, trilyonları
çalanlara, hırsızlığını “çıkın” ile açıklayanlara bir
şey yapılmıyor. Çünkü bu cumhuriyet, hırsızların,
talancıların, yerli ve yabancı sermayenin cumhuriyetidir. İşte
burjuvazi “cumhuriyet kutlamaları” ile milyonlarca insana
hırsızların, rantiyelerin, yabancı ve yerli sermayenin
cumhuriyetini, hırsızlığı, talanı vb. kutsatmak istiyor.
Burjuvazi, milyonlarca işçi ve emekçiye bu cumhuriyetin talan
cumhuriyeti olduğunu, zengini daha zengin, fakiri ise daha fakir
yapan cumhuriyet olduğunu kabul ettirmek istiyor. - 75. yılı
kutlanan cumhuriyet, savaş ve tehdit cumhuriyetidir. Türkiye
bölgedeki “vazgeçilmez” jeo-stratejik konumuna, ekonomik ve
askeri gücüne dayanarak bölgesel güç oldu. Şimdi bununla
yetinmek istemiyor. Avrasya sahasında kılıç sallamaya soyunuyor,
“Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar” kavramıyla rekabete
soyunuyor. Bütün marifeti ise Amerikan emperyalizminin yayılmacı,
hegemonyacı çıkarları doğrultusunda hareket etmek, ABD
emperyalizminin çıkarlarına endekslenmek, yani taşeronluk yapmak
ve karşılığında da kırıntılar kopartmaktır. Türk
burjuvazisi, bu “ulusal” çıkarları için ülke içinde ortam
hazırlıyor. Amerikan emperyalizminin çıkarlarına tabi
çıkarlarını “ulusal” çıkarlar olarak tanımlıyor ve
milyonlarca işçi ve emekçiyi bu “ulusal” politikalarla
yönlendirmeye çalışıyor. Onları açıktan savaşa hazırlıyor.
Modern ordu, deneyimli ordu, Suriye başta olmak üzere komşu
ülkelere savrulan tehdit, İsrail ve ABD ile yapılan askeri
stratejik anlaşma bu cumhuriyetin gözü dışarıda olan, savaşa
ve ilhaka yönelik hazırlık içinde olan bir cumhuriyet olduğunu
gösteriyor. Bu haliyle mevcut cumhuriyet, Anadolu insanına
saldırganlığını, tehdit politikasını, savaş niyetini
kanıksatmak, kutsatmak istiyor. 75 yıllık cumhuriyetin oluşum
döneminde ve ilk yıllarında ilerici yönleri de vardı. Bu, onun
bir burjuva cumhuriyet olmadığı anlamına gelmez. O, geliştikçe
gericileşti ve nihayet faşistleşti. Başlangıcındaki tarihsel
ilerici bazı yönlerinden dolayı bu cumhuriyeti savunmamız veya
kutlamalar karşısında tavırsız kalmamız asla söz konusu
olamaz. Geçmişi ne olursa olsun bugünkü cumhuriyet, yıkılacaktır.
Marksist Leninist Komünistlerin asgari görevi budur. Bizim
açımızdan, 75. yılı kutlanan cumhuriyetin önemi,
yıkacağımız/parçalayacağımız hedef olmasından ibarettir. O,
yıkılacaktır, onu yıkacağız .
4-
Nasıl Bir Cumhuriyet İstiyoruz?
Bu
cumhuriyetten devralıp devam ettireceğimiz hiçbir şey yok. Bu
cumhuriyet, her döneminde Anadolu insanına sömürüden, baskıdan
ve zulümden başka bir şey vermemiştir. En ilerici geçindiği
dönemde dahi bu böyleydi. Bu cumhuriyet, bütün kurumlarıyla
bitmiştir, tükenmiştir. Yeniden yapılanma çabaları da onu
kurtaramayacaktır. Bu cumhuriyet, “demokratik” de olsa, bir
burjuva cumhuriyettir, temel üretim araçlarının özel mülkiyetine
dayanan, burjuvazinin hakim sınıf olarak iktidar gücünü ifade
eden bir cumhuriyettir. İşçi-Emekçi Sovyet Cumhuriyetler Birliği,
mevcut cumhuriyetin yegane alternatifidir. İşçi-Emekçi Sovyet
Cumhuriyetleri Birliği (İESCB), Marksist leninist komünistlerin
asgari programının içeriğidir ve kalıcı kurumlaşmanın değil,
durmaksızın sosyalizme geçişin ifadesidir. İESCB, işbirlikçi
tekelci burjuvazinin ve büyük toprak sahiplerinin faşist
diktatörlüğünü, 75. yılını kutladıkları o cumhuriyetlerini
zora dayalı devrimle yıkarak yerine kuracağımız cumhuriyettir.
İESCB, Anadolu coğrafyasında sosyalizme giden yolu açacak olan
bir yapılaşmanın, geçici kurumlaşmanın ifadesidir. İESCB,
temel üretim araçlarında özel mülkiyetin ve bu mülkiyete dayalı
üretim ve dağıtım ilişkilerinin kaldırılmasının ifadesidir.
İESCB, hakim sınıfların bütün üstyapı kurumlarının (devlet,
ordu, polis, mahkeme, eğitim vs.) dağıtılmasının ve bunların
yerine demokratik kurumların kurulmasının ifadesidir. İESCB,
emperyalizmle ekonomik, siyasi, askeri anlaşmaların lağvedilmesini,
dış dünya ile eşitlik, karşılıklı çıkar temelinde
ilişkilerin kurulmasını esas alır. İESCB, Anadolu coğrafyasında
yaşayan farklı ulus ve ulusal azınlıkların tam hak eşitliğini
ve kardeşliğini savunur ve bunu yaşama geçirir. Asgari
programımızın bütün noktalarını burada sıralamaya gerek yok.
Her halükarda komünistlerin, 75. yılında cumhuriyeti eleştiri
anlayışının merkezinde, geriye dönüşümlü değerlendirmelerden
ziyade cumhuriyetin bugününü genel lafızlarla değil, somut ve
ayrıntılarla teşhir etmek ve bu cumhuriyetin alternatifinin İESCB
olduğunun ve İESCB’nin ne anlama geldiğinin propagandası
yapılmalıdır. Milyonlarca işçi ve emekçiye bir alternatif
sunuyoruz. Alternatif sunmak, mevcut olanı doğru bulmamak ve
öneride bulunmak anlamına gelir. Burada söz konusu olan,
milyonları ikna ve örgütleme mücadelesidir. O halde bu
mücadelenin oldukça somut, ayrıntılı yürütülmesi gerekir. 75.
yılında cumhuriyeti teşhir ederken de ve alternatif olarak
İşçi-Emekçi Sovyet Cumhuriyetleri Birliği’nin propagandasını
yaparken de aynı yöntemle hareket etmeliyiz.
Proleter
Doğrultu, Sayı 19, Kasım-Aralık 1998.