DÜNYA
EKONOMİSİNİN GÜNCEL DURUMU
Kapitalist-emperyalist
dünya ekonomisi açısından tehlike bu sefer doğrudan geliyor.
Devrimle özdeşleştirilen “Doğu tehlike si” bu sefer iktisadi
anlamda Batı’nın yatırımcılarına korkmayı öğretti. Tehlike
çanları önce “Asya Kaplanları” denen ülkelerde ve Japonya’da
çalmaya başladı. Arkasından Rusya geldi. Her seferinde “bu
konjonktürel bir gelişmedir, paranızı katlamaya yüzde yüz kâr
sağlamaya devam edin, satın alın” dendi. Ekonomideki gelişmenin
pek de konjonktürel olmadığı inkar edilemez olunca kriz sözü
telaffuz edilmeye başlandı. Bölgesel olduğu, etkisinin başka
yerlerde olamayacağı söylendi. Ama bu da tutmadı. Asya ve ar
kasından patlak veren Rusya krizleri bütün dünya ekonomisini
etkiledi. Etkilenme kimi ülkelerde büyük boyutlarda olurken bazı
ülkelerde görece önemsiz kaldı. Ama her halükarda etkilenme
oldu. Başka türlü de olamazdı. Çok sözü edilen
küreselleşmenin, yani sermayenin ve üretimin
uluslararasılaşmasının almış olduğu boyut göz önünde
tutulursa bütün dünya ekonomisinin Asya ve Rusya krizinden önemli
derecede etkilenmesi gerektiği sonucuna varabiliriz. Dünya
ekonomileri (ülkeler) sermaye akışı, dış ticaret, ortak üretim
vb. faktörlerle birbirlerine sıkı bir şekilde bağlıdır.
Kriz,
Asya’da ve Rusya’da değil de başka bir ülkede veya bölgede de
patlak verebilirdi. Bu ülkelerde patlak vermesinin nedenleri,
koşullarının olgunlaşmış olmasındandır. Nerede patlak verirse
versin nedeni aynı olacaktı; dünya çapında bir aşırı kapasite
var. Yığınların alım gücü ise bu kapasiteyi eritmiyor. Yani
arz, talebin çok üstünde. Talebin sınırını ücret belirliyor.
Buradaki oran, üretim ile yığınların alım gücü arasındaki
oran, mutlak değil görecedir. İnsanlar üretileni, ürün diye
pazara sürüleni tüketme eğilimindedirler. Yani kapitalizmde
insanlar tüketmeye özendirilirler, yönlendirilirler. Ama onların
alım gücü elde ettikleri ücretle sınırlıdır. Bundan dolayı
üretim sürekli artar, yığınların alım gücünü de aşarak
artar ve birdenbire pazarların satılmayan metalarla dolup taştığını
görürsünüz, kapitalistler, satabileceklerinden fazla mal
üretmişlerdir. Bu süreci Marks şöyle ifade eder;
“Bütün
krizlerin nihai nedeni, daima kapitalist üretim dürtüsü
karşısında yığınların yoksulluğu ve sınırlı tüketimidir;
kapitalist üre tim dürtüsü, sadece toplumun mutlak tüketim
gücünün üretici güçlerin sınırını teşkil edermişçesine
geliştirir”(Marks, Kapital, C. III, s. 501. Alm).
Burada
söz konusu olan, periyodik olarak patlak veren fazla üretim
krizleridir. Aslında Asya’nın bazı ülkelerinde ve Rusya’da
olan da buydu. Ama oralarda kriz, doğrudan fazla üretim krizi
olarak patlak vermedi. Bu ülkelerde önce, fazla üretim krizine
eşlik eden mali kriz patlak verdi.
Her
kriz döneminde olduğu gibi bu sefer de krizin esas sorumlusu
bulundu! Devasa boyuttaki maddi zenginlikleri yok eden krizin
sorumlusu olarak, mali pazarlar, yani borsalar ve spekülatörler
gösterildi: Ah şu spekülatörler olmasaydı, ah savaş olmasaydı!!
Aslında yeni olan hiçbir şey yok. Spekülasyon yeni değil,
spekülatörler de öyle. Yeni olan, en fazlasıyla spekülasyonun
almış olduğu boyut. Gerçekten de kapitalist dünya ekonomisi bu
boyutta bir spekülasyonu tarihinin hiçbir döneminde görmemişti;
bütün dünyada her gün 1500 milyar dolar daha fazla, en fazla kâr
için yerküreyi dolaşıp duruyor.
Buradaki
esas soru, bu boyutta bir sermaye nereden kaynaklanıyor? Nereden
geliyor bu sermaye? Madem teknolojinin üretimde kullanılması
verimliliği önemli boyutlarda artırıyor, üretimde modern
teknoloji devasa boyutlara varan sabit sermaye yatırımı ve
değişken sermayenin (işgücünün) azalması demektir. Devasa
boyutlarda artan sabit sermaye ve azalan değişken sermaye; yeni
sermayenin organik bileşiminin yükselme si kâr oranlarını
düşürür. Kâr oranlarının düşme si yatırımcıyı sanayi
alanından koparır. Yatırımcı, en fazla kârı elde etmek için
iştah kabartan alanlar arar. Bu alan, spekülasyondur. Her gün
yerküreyi dolaşan spekülatif sermaye böyle oluşuyor.
Bu
sermayenin oluşmasının nesnel nedenleri var ve bu nedenler
kapitalist üretim biçiminin çelişkilerinden, örneğin kâr
oranlarının eğilimli düşüşü yasasından ve en fazla kâr elde
etme yasasından kaynaklanır. Suçlu, kapitalist sistemin
kendisidir.
Kapitalist
ekonominin işleyişi fazla, aşırı sermaye birikimine neden oluyor
ve bu sermaye en fazla kârı elde etmek için kurtuluşu
spekülasyonda borsalarda kumar oynamakta buluyor. Aşağıdaki
veriler spekülasyonun boyutunu gösteriyorlar.
Dünya
döviz pazarlarında günlük ortalama işlem hacmi (milyar dolar)
1989
|
1992
|
1995
|
1998
|
|
Miktar
|
590
|
820
|
1190
|
1490
|
Endeks
|
100
|
139
|
202
|
252
|
1989’dan
1998’e, sadece 9 sene içinde günlük spekülasyonun hacmi % 152
oranında; 2,5 misli artıyor. Kapital’de yazılanı hatırlayalım;
“Quarterly
Reviewer, sermayenin, kargaşalıktan, kavgadan kaçtığını ve
ürkek olduğunu söylüyor, ki bu, çok doğrudur. Ama sorunu
oldukça eksik olarak ortaya koymaktadır. Sermaye, kâr olmadığı
zaman ya da az kâr edildiği zaman hiç hoşnut olmaz... Yeterli kâr
olunca sermaye cesaretlenir. Güvenli bir yüzde 10 kâr ile her
yerde çalışmaya razıdır; kesin yüzde 20, onun iştahını
kabartır; yüzde 50, küstahlaştırır; yüzde 100, bütün insani
yasaları ayaklar altına aldırtır; yüzde 300 kâr ile, sahibini
astırma olasılığı bile olsa, işlemeyeceği cinayet,
atılmayacağı tehlike yoktur. Eğer kargaşalık ile kavga kâr
getirecekse, bunları rahatça dürtükler.” (T. J. Dunning,
Aktaran Karl Marks, Kapital, C. I. S.788. Alm).
İşte
emperyalist gerici savaşlara, katliamlara açlığa/sefalete,
krizlere neden olan, sermayenin bu yasasıdır; en fazla kâr elde
etme yasasıdır. Asya’yı, Rusya’yı kasıp kavuran sermaye de
aynen böyle hareket etmişti.
Şimdi
bu sermaye hareketinin sonuçlarına bakalım.
1-Güneydoğu
Asya
Bölge
ülkelerinde büyüyen, ekonomi değil. Şimdi oralarda işsizlik,
yoksulluk, açlık oranları büyüyor. G. Kore’de her gün
ortalama 10 bin insan işsiz kalıyor. Daha Mayıs 1998’de
işsizlerin sayısı 1,5 milyona varmıştı. Bu, bir yıl öncesine
göre üç misli bir artış. İşsizlik oranı 1994’ten %2,4’ten
1997’de % 2,6’ya çıkıyor. Bu oran 1997’nin 1. çeyreğinde %
3,1’den 1998’in 1. çeyreğinde %5,6’ya çıkıyor. Eğilim
artış yönünde. Malezya’da da durum aynı; bu ülkede işsizlik
oranının %2,7’den 1998’de %8’e çıkacağı tahmin
ediliyordu. Yani yaklaşık üç misli bir artış.
Krizin
en kapsamlı sosyal tahribatı Endonezya’da görüldü. Bu ülkede
işsizlerin sayısı 80 milyonu geçti. Yani Endonezya Ekonomi
Bakanının verilerine göre nüfusun % 40’ı işsiz. 1998 yılı
sonu itibariyle de nüfusun üçte ikisinin işsiz kalacağı tahmin
ediliyordu. Krizin başlangıcında yoksul sayısı 22 milyon
deniyordu.
Diğer
ülkelerde de durum farklı değil. Her tarafta işsizlik, açlık,
sefalet binlerce firmanın, işletmenin iflası. Ama aynı zamanda
direniş. Özellikle G. Kore’de halk ayakta. Endonezya halkı
faşist Suharto’yu devirdi ve rejimi tavize zorladı.
IMF’nin,
Dünya Bankasının örnek “öğrencileri”, emsalsiz “yükselen
pazar”lar süngüsü düşmüş durumdalar. Kriz onların
gelişmelerini yıllarca geriye attı. Para birimlerinin değeri
hesabı üzerinden bu ülkelerin ekonomik güçleri, bir sene
öncesine göre en azından yarı yarıya azaldı.
Bu
veriler, ekonomik gelişmenin durumunu yeteri kadar gösteriyor.
20-30 sene büyük oranlardaki büyüme, yerini büyük oranlara
varan mutlak küçülmeye bırakıyor.
Bu
ülkeler dünya pazarına yıllarca ucuz üretici olarak mal sürdüler
ve küçümsenemeyecek ihracat ve büyüme başarısı elde ettiler.
Bunun böyle devam edeceği sanıldı ve sanayi ve gayrimenkul
alanlarına büyük miktarlarda yatırımlar yapıldı. Yalnız bu
işleyişin bir “püf’ noktası vardı. Bu yatırımlar büyük
oranlarda yabancı sermaye tarafından finanse ediliyordu. G. Kore,
Endonezya, Malezya, Tayland ve Filipinler’de uluslararası banka ve
başka mali kurumların yıllık kredi miktarı 1990-’94 arasında
19 milyar dolardır. 1995-’96’da 75 milyar dolara çıktı. Yani
dört misli arttı. Bu miktar, 1996’nın 4. çeyreğinden 1997’nin
3. çeyreğine 54 milyar dolar tutarındaydı. Sadece G. Kore’nin
dış borcu 1991’de 34,3 milyar dolardan 1997’de 155,2 milyar
dolara çıkarak 6 senede 4.5 misli arttı.
Bu
sermaye, Japonya’dan ve diğer bütün emperyalist ülkelerden
geliyordu.
Tıkanma
önce ihracat alanındaki zorluklarla başladı. “İhracatla
büyüme” sınırı aşılmış, ihracat oranları düşmeye
başlamıştı. Bununla birlikte alınan kredilerin geri ödenmesinde
zorluklar baş göstermişti. Ödemeler dengesi bozulmuştu. Gerisi
borsalardaki düşüşlerden biliniyor. Ocak 1997’ye göre Ocak
1998’de hisse senetlerinin değeri Japonya’da % 11,6; G. Kore’de
% 22,3; Malezya’da %Tayland’da %56,2; Endonezya’da % 39,2; Hong
Kong’da %36,2; Singapur’da %44,4 ve Filipinler’de % 46,2
oranlarında mutlak düşerken sadece Tayvan’da % 12,1 oranında
artmıştı. (Bkz. Spiegel. 19.1.1998) Aynı dönemde Yen (Japonya)
%14; Won (G. Kore) % 53,6; Ringit (Malezya) %40,9; Rupi (Endonezya) %
69,9; Baht (Tayland) %49,8; Singapur-Doları % 20,2; Tayvan Doları
%19,1 ve Filipin Pezo su %36,7 oranlarında değer kaybederken,
sadece Hong Kong Doları % 0,1 oranında değer kazanmıştı.
Alınan
borçlar ödenemedi, krediler “çürük” çıktı. Üretilen
mallar satılamadı. İflaslar birbirini kovaladı. O devasa
bankalar, şirketler ve firmalar kartondan şatolar gibi birbiri
ardına yıkıldılar. Önce yabancı sermaye, o spekülatörler
kaçtılar. Parayı alan, kurtarabildiği kadarını kurtaran kaçtı
ve sonra, bu ülkelerde ekonomiler yere serilince kaçanlar yeniden
gelmeye başladılar. Neredeyse bedavaya şirketleri, firmaları,
gayrimenkulleri satın aldılar.
1998’in
Ekim ayı itibariyle son 12 ay ortalaması olarak çok iddialı kâra
sahip otomobil sanayinde üretimin %60,9 oranında gerilemesi krizin
ağırlığını gösterir. Kapitalizmin tarihinde ender görülen
bir üretim düşüşü.
İtfaiyeci
olarak giden IMF, kundakçı olarak ortaya çıktı. Emperyalist
ülkelerin ve mali kurumlarının bütün çabaları, krizin bölgesel
sınırları içinde kalmasını sağlamaya yönelikti. Krizden
etkilenmiş olmaları, bu alanda da başarısız kaldıklarını
gösteriyor.
2-Japonya
Dünya
ve bölge ekonomisi açısından ikinci şok dalgası Japonya’dan
geldi. Dişi dökülen kaplanlar kervanına Japonya da katıldı.
Haziran 1998’den itibaren; bölgesel “enfeksiyon”, Japonya ile
birlikte “Asya gribi”ne dönüştü.
Japonya,
dünyanın ikinci büyük ekonomisi. GSMH’nin üçte ikisini
Asya’da üretiyor. Dış ticaretinin beşte birini bölgenin kriz
ülkeleriyle yapıyor. Ayrıca bu ülkelerle kredi bağları var.
Japon bankaları yatırımcıları kriz ülkelerine büyük hacimlere
varan sermaye aktardılar. Örneğin 1997 yılı sonu itibariyle
Tayland’ın 90 milyar dolarlık dış borcunun yarısı Japonya’ya.
Japonya’nın Hong Kong’a açtığı kredi miktarı 87 milyar
dolar. 1998 yılı başı itibariyle Japon bankalarının kriz
bölgesine aktardığı sermaye hacmi 260 milyar dolar. Bundan dolayı
Japonya, sadece krizden etkilenen değil, aynı zamanda krize neden
olanlardan (faktörlerden) birisidir.
Japon
ekonomisinin sorunları ve durgun seyrini sadece bölgedeki kriz
ülkelerinin etkisiyle açıklanamaz. Japon ekonomisi 1990’dan bu
yana belli bir durgunluk içindeydi. Öyle ki, 1991’den sonra
iktisadi büyüme (GSMH) sadece iki defa % 1 sınırını aşmıştı.
1990 öncesinde sermaye birikimi büyük boyutlara varmıştı. Borsa
ve gayrimenkul teşvik edildi. İnşaat ve sanayi alanında kapasite
fazlalığı doğdu. İşletmeler, bankalar, politikacılar, yatırım
ve tüketimdeki bu yükselişin devam edeceğine inanmıyorlardı.
Ama olmadı. Temeli ‘90 öncesinde atılan şişirme ekonomi
borsada patladı. 1998’de 40.000 puana çıkan Nikkei endeksi
1992’nin Ağustos’unda 14,309 puana düştü (%63 oranında
daralma). Gayrimenkul alanındaki spekülasyonda çöktü. Krediler
ödenemedi, firmalar iflas ettiler. Arkasından 1991/92’de başlayan
dünya fazla üretim krizi geldi.
Japon
emperyalizmi ekonomik durgunluktan kurtulmanın yolunu ihracatta
buldu. 1995’ten beri sürekli izlenen Dolar karşısında Yen’in
değerini düşürme politikasıyla da ihracatı önemli boyutlarda
artırdı. Ama bu alandaki başarılar da Japon ekonomisini durgunluk
durumundan kurtaramadı. Japon ihracatının GSYİH’daki payı
ancak % 10 civarında. Bu oran pek yüksek değil. (Örneğin
Almanya’da % 25) Japon ihracatının büyük bir kısmını Japon
çok uluslu tekeller yapıyorlar. Bu tekellerde ihracattan elde
ettikleri kârları ülke içinde değil, yurt dışında
yatırıyorlar. Yani ihracattan elde edilen kârın, Japon
ekonomisinin canlanmasında beklenilen rolü oynamadığı açık.
Bu
durgunluk durumuna kriz ülkeleri olumsuz faktör olarak etkide
bulununca Japon ekonomisi 1998’in ortalarında fazla üretim
krizine girdi. 1998’in ilk çeyreğinde GSYİH % 0,7 oranında
mutlak küçüldü, ikinci çeyrekte de mutlak küçülme devam etti.
Hükümetlerin konjonktürü canlandırma paketleri sonuç vermedi.
İşsizlerin sayısı ikiye katlanarak 2,9 milyona çıktı. 1997’de
%3,4 olan işsizlik oranı, 1998’in 3. çeyreğinde %4,3’e çıktı.
İşsizlikten dolayı intihar edenlerin sayısı da Ocak 1999
itibariyle 22 bin olarak açıklandı. Buna bağlı olarak iflas eden
firma sayısı da arttı. 1997/1998 mali yılında iflas eden firma
sayısı 17.400 idi.
“Asya
Kaplanları” ülkelerindeki kriz, Japon tekellerinin ihracatını
ve sermaye ihracını (doğrudan yatırımlar) oldukça olumsuz
etkiledi. Japonya ihracatının % 45’ini Doğu Asya ile yapıyor.
Ekim
1998’de Japon İktisadi Planlama Dairesi, Japonya’nın II. Dünya
Savaşı’ndan bu yana en ağır ve en uzun krizini yaşadığını
açıkladı.
Japon Sanayisi ve GSYİH’sının Büyüme
Eğilimi, %
|
||||||
Endesk:
1990= 100
|
1995
|
1996
|
1997
|
1997’nin
4. çeyreği
|
1998’in
3. çeyreği
|
12 ayın
ortalaması
|
Sanayi
üretimi
|
96,2
|
98,5
|
101,9
|
100,1
|
94,3
|
-7,5
|
GSYİH
|
107,4
|
112,8
|
114,5
|
113,6
|
110,6
|
-3,5*
|
*) 4 çeyreğin ortalaması.
Bkz.:Main Economic Indicator, Aralık 1998, OECD.
|
Mali Yıl Bazında GSYİH’nın Gelişme Seyri
(Zincirleme Endeks)
|
|||||||
1992/1993
|
1993/1994
|
1994/1995
|
1995/1996
|
1996/1997
|
1997/1998
|
1998/1999*
|
|
GSYİH
|
0,4
|
0,5
|
0,6
|
2,8
|
3,2
|
-0,7
|
-1,8... -2,5
|
*)1998/1999: -1,8 hükümetin tahmini; -2,5
IMF’nin tahmini.
|
Japon
ekonomisi, sadece kaçınılmaz bir fazla üretim krizinin
sorunlarıyla karşı karşıya değildir. Bu krizin, beraberinde
getirdiği banka sisteminin iflasını da aşması gereken önemli
bir sorun olmaktadır. 1990’dan bu yana süregelen firma iflasları,
ödenmeyen kredilerden oluşan kocaman bir dağın oluşmasını
beraberinde getirmiştir. Japon Maliye Bakanlığının hesabına
göre geri ödenmeyen kredilerin tutarı 1130 milyar Mark’a (87
milyar Yen) varmaktadır. Bu miktar giderek artmaktadır. Standard
& Poor's’ın
hesabına göre geri ödenmeyen kredilerin miktarı 150.000 milyar
Yen’e varıyor. Bu miktar, Japon GSYİH’nın % 30’una eşittir.
Bu
ödenmemiş krediler, firma birleşmeleriyle de kapatılamıyor.
Çünkü hiçbir Japon bankası bugün borçlu bir firmayı
devralmaya yanaşmıyor veya da devralacak durumda değil. Burada
dünya ekonomisi açısından bir tehlike potansiyeli mevcut. Japon
ekonomisinin bankalarının, şirketlerinin durumu böyle devam
edemez. Zorlanmanın devam etmesi ve sorunların aşılamaması
durumunda Japonya, yurt dışındaki 960 milyar dolara varan
sermayesini geri çekmeye yönelebilir. Bu adımın atılması
durumunda özellikle Amerikan ekonomisinde kriz çanları çalar.
Çünkü 960 milyar doların 300 milyar dolarlık kısmıyla Japon
bankaları ve yatırımcıları Amerikan devlet istikrazları
almışlar. ABD, bütçe açığını bu miktarlarla kapatıyor. Bu
paranın bir kısmının çekilmesi veya çekilecek dedikodusunun
çıkartılması Dow Jones endeksini altüst edecektir.
Japon
emperyalizmi, tarihinin en ağır krizlerinden birisini yaşıyor.
II. Dünya Savaşı dönemi ve sonrasındaki savaş koşulları ve
sonuçlarından kaynaklanan ekonomi göstergelerini dikkate almazsak:
Japon
sanayi üretimi endeksi; (dünya krizleri döneminde)
Bu
verilere göre, Japon ekonomisi sadece sanayi üretimi bazında
1929-32 ve 1974/75 krizlerinde olduğu gibi ağır bir krizle karşı
karşıyadır günümüzde.
Dünya
ekonomisinin krize girmesinde “Asya Kaplanları”
oluşturabilecekleri tehlikeyi oluşturmuşlardır. Onların etkisi,
mevcut etkilemeleriyle sınırlanıyor. Ama bu, Japon emperyalizmi
açısından geçerli değil. Japonya, bütün dünya ekonomisinin
yeni bir fazla üretim krizine girmesinde belirleyici bir etkilenme
faktörü olma özelliğini hala korumaktadır.
3-Çin
Çin
ve ekonomisi üzerine çok şey söyleniyor. “Reel sosyalizmin
çöküşünden bu yana istikrar adası olan Çin kavramından uyanan
dev kavramına kadar kullanılan kavramlar tekelci/sermayenin
emperyalist ülkelerin bu ülkeye bakışlarını gösterir.
Çin,
ekonomisine istikrar kazandırmak için birçok cephede mücadele
ediyor: Devlet işletmelerinin yaklaşık yarısı verimsiz
çalışıyorlar, yani zarar ediyorlar. Devlet, bu işletmelerin
“pazar ekonomisi” kıstaslarına göre yeniden örgütlenmesini
sağlamaya çalışıyor. Yapılan planlamaya göre 2000 yılına
kadar 60 bin devlet işletmesi 620 büyük tekel olarak yeniden
örgütlenmiş olacak. Devlet işletmelerinin toplam sayısı 305
bine varıyor. Bu işletmeleri “pazar ekonomisi” kıstaslarına
göre yeniden örgütlemek, 40 milyon işçiyi sokağa atmak
demektir. Bu miktarı, mevcut yaklaşık 130 milyon işsize eklersek
ve işsiz sayısının her gün arttığı göz önünde tutulursa
önümüzdeki dönemde Çin’de işsizlerin sayısının 200 milyon
civarında olacağı sonucuna varabiliriz.
Çin’de
modern anlamda, “piyasa ekonomisi” kıstaslarına göre kurulmuş
banka yok. Bu, başlı başına bir mali sistem sorunu. Çin
bankalarının açmış oldukları kredinin %20 ile % 25’i
sorunlu/çürük. Standart ve Poars’ın tahminine göre Çin
kredilerinin 200 milyar dolarlık bir kısmı sorunlu, ödenme umudu
yok. Devlet, umutsuz bir şekilde bu mali sorunların üstesinden
gelmeye çalışıyor.
Bugünkü
durum itibariyle Çin, Asya’da devrilmemiş domino taşı. Çin’in
durumu bilinmesine rağmen bu ülkeye akan devasa miktarlardaki
yabancı sermaye henüz kaçış sürecine girmedi. Garip bir durum!
Açıktır ki, Çin ekonomisi sarsıntıya girdiğinde sadece şu
veya bu ülke ekonomisi değil, bütün dünya ekonomisi
panikleyecektir. Bu durumda önce Japon ve “Asya Kaplanları”
ülkeleri ekonomileri yeni bir darbe alacaklardır ve bu da bütün
şiddetiyle dünya ekonomisine, öncelikle de ABD ve AB ekonomilerine
yansıyacaktır.
Çin
para birimi üzerine ”güven” ve “güvensizlik” devam ediyor.
Bir kısım çevre Çin’de rezervlerin 150 milyar Dolar’a
vardığını ve bu miktarla Yuan’ın spekülasyona karşı
korunabileceği anlayışındayken, korkusu daha ağır basanlar
Yuan’ın değer kaybına uğrayacağı anlayışındadırlar. Her
şeye rağmen Yuan, şimdilik değer kaybına uğramadı. Üstelik
23. 10. ‘98’den 21.1.’99’a kadarki dönemde, örneğin Mark
karşısında değer kazandı.
Kıta
Çin’i açısından Hong Kong tehlikelere tamamen açık bir alan
konumunda. Bölgedeki spekülasyon dalgasına rağmen; yaşanan mali
krize rağmen spekülatörler Hong Kong Dolar’ının ABD Doları’yla
bağını koparmadılar. Hong Kong, spekülasyona direndi. Ama yara
almaktan da kurtulamadı. Örneğin gayrimenkul fiyatları % 40
düştü. Hong Kong endeksi (Hong Kong) 25.3.’98’de doruk
noktasından(11810, 63 puan) 20.7.’98’de dibe vurdu. (6660, 42
puan), yani % 43,6 oranında geriledi, ama 15. 1.’99’da da 10147,
40 puana çıkarak 20.7.’98’e göre % 52 oranında arttı.
Spekülasyon
krizi yaşamamasına rağmen Hong Kong’da fazla üretim krizi
patlak verdi. Örneğin üretim (ekonominin büyümesi) 1998’in
ikinci çeyreğinde % 5 oranında mutlak küçüldü. 1998 toplam
itibariyle de GSYİH’nın keza % 5 oranında mutlak küçüleceği
tahmin ediliyordu.
Batı’nın
ve özellikle de Japonya’nın büyük bankalarının Hong Kong’a
açtıkları kredi miktarı, kriz patlak vermeden önce 480 milyar
dolara varıyordu. Şimdi onlar, bu parayı geri alma derdine
düştüler.
Asya
krizinden oldukça önemsiz oranda etkilenen Tayvan olmuştur. Mali
ve fazla üretim krizi bölgeyi kasıp kavururken, ada cumhuriyet,
Tayvan’da ekonomik büyüme devam etmiştir ve 1999’da da
büyümenin % 5 civarında olacağı hükümet tarafından tahmin
edilmektedir.
4-Rusya
Ah
zavallı Rusya! Böyle mi olacaktın! 1956’dan 1990/91’e kadar
sosyalizm tabelası altında revizyonist ve giderek de sosyal
emperyalist bir ülke olarak Sovyet insanını, dünya proletaryası
ve emekçilerini “gelişen güçlenen reel sosyalizm” yalanıyla
kandırdın, sömürdün, talan ettin. Sonunda ve rakibin klasik
kapitalizm tarafından değil, kendi iç sorunlarından dolayı
çöktün/dağıldın. Ortada kaldın, dişleri dökülmüş canavar
oldun. Öyle ki, devlet başkanı sıfatı taşıyan bir ayyaşın
eline düştün. Batılı eski düşmanlarına yardım edin, yoksa
Rusya kan gölüne çevrilecektir mesajı gönderdin. Yardımına
koştular. Ama kendi çıkarları doğrultusunda kredi verdiler;
ancak harçlık oldu. (Örneğin 1990-1996 döneminde Macaristan’a
akan yabancı sermaye 15 milyar dolar. Çin’e yapılan yatırımlar
1990’da 14 milyar dolardır. 1996’da 169 milyar dolara çıkarken,
1996 sonu itibariyle Rusya’ya yatırılmış olan yabancı sermaye
miktarı ancak 5,8 milyar dolardı). Yeni dostların, ekonomini geri
bir ülke ekonomisi olarak şekillendirmeye koyuldular. Bunun mimarı
IMF’dir. IMF’nin yeniden yapılanma, reform, “piyasa
ekonomisi”ne uyumluluk adı altında üç-beş dolarlık “yardım”
için teslim oldun. 1956’dan bu yana yeraltında kurumlaşmış
olan ahlaksızların ve hırsızların, talancıların ve
üçkâğıtçıların ülke zenginliğini yurt dışına aktardı.
Bunların kaçırdıkları miktar 120 ile 150 milyar dolar arasında
tahmin ediliyor. Batı’nın emperyalistleri yabancı sermaye ile
Rus insanını açlığa mahkum etti. Olan sorunları daha da
ağırlaştırdı ve bütün bu gelişmelerin sonucu ortada: Borçlar
ödenemedi, çalışanların ücretini vermek için para bulunamadı.
Bütçe “tam takır” oldu. Hammadde fiyatları düştüğü için
ihracat gelirleri yetmedi ve görünen kriz patlak verdi, mali
alanda.
Rus
hisse senedi endeksi(RTS) 1997’nin Eylül'ünde 500 puandan 1998’in
Ekim'inde 38,8 puana düşerek %92,2 oranında geriledi.
Rusya
1998’in Ekim'inde 1929’un Amerikasındaki “Kara Cuma”yı
yaşadı adeta. RTS, 26. 1. 1999’da 116,11 puana çıkarak Ekim
1998’e göre % 199 oranında, yani yaklaşık 3 misli arttı, ama
Eylül 1997’ye göre % 76,8 oranında gerilemiş oldu.
Rusya
dış borçlarını ödeyemeyeceğini resmen ilan etti. İflaslar
birbirini kovaladı. 90 günlük geçiş dönemi sonrasında mevcut
1. 600 bankadan 1000’inin kapanacağı tahmin ediliyor.
Rusya’nın
toplam dış borcunun 213 milyar dolar olduğu tahmin ediliyor. Bunun
91 milyarlık kısmı Sovyetler Birliği döneminde kalma. Rusya’nın
ödemesi gerektiği ve ödeyemediği banka kredilerinin toplamı 129,
4 milyar Mark. Bu miktar içinde Alman bankalarına olan borç 54,7;
ABD’ye 12,7; Fransa’ya 12,5 ve İtalya’ya olan borç 7,7 milyar
Mark’tır. (31.12.1997 tarihi itibariyle).
Silah
gücüne, özellikle de atom silah gücüne dayanarak dünya
politikasında “hava atmaya” çalışan ve eski günlerini
hatırlayan Rusya’nın aslında hiçbir şansı yok. O, önde gelen
emperyalist ülkeler arasındaki çelişkilerin keskinleşmesinden
dolayı, örneğin Ortadoğu’da (Irak) ve Balkanlar’da
(Yugoslavya) söz sahibi olmaya çalışıyor.
Rusya
krizi, dünya ekonomisini olumsuz etkilemiştir. Asya krizi ile
birlikte dünya ekonomisi açısından giderek büyüyen kar topuna
yeni katılan bir faktör olmuştur. Ayrıca değineceğimiz gibi
Rusya krizi, Türkiye ekonomisini çok olumsuz etkilemiştir.
5-Latin
Amerika
Asya’da
ve Rusya’da görülen gelişme, şimdi Brezilya’da ve anlaşılan
o ki giderek de bütün L. Amerika’da görülecek. Önce istikrarlı
temeli olmayan ekonominin, sermaye akımıyla şişirilmiş bir
büyümesini görüyoruz. Devletin işletmelerinin o an elde edilen
büyük büyüme oranlarından dolayı olağanüstü borçlandıkları
fark edilmiyor. Daha doğrusu büyüme devam edecektir diye yüksek
borçlanmaya pek aldıran yok. Yabancı sermaye akımından dolayı
para biriminin değeri, gerçek değerinin üstüne çıkıyor. Bu
durum, finansman zorlukları baş gösterene kadar devam ediyor.
Finansman zorluğu da genellikle ülkeye gelen yabancı sermayenin
beklenen zaman zarfında amaçlanan kârı getirmemesiyle başlıyor.
Bu sefer, gelen yabancı sermaye ülkeden kaçmaya başlıyor. Kaçışı
engellemek için iştah kabartan faizler veriliyor ve paranın
değerinin düşmesini engellemek için devlet rezervlerini harcıyor.
Bu sürecin sonuçlarını “Asya Kaplanları”nda ve Rusya’da
gördük. Aynı süreç şimdi Brezilya’da yaşanıyor.
Aslında
tahminler Mercosur ülkeleri (Brezilya, Arjantin, Paraguay ve Uruguay
arasında kurulmuş olan “ortak pazar”, bu pazara Bolivya ve
Şili’de bağlanmış durumdalar) için olumluydu. Bölgenin
önümüzdeki dönemde en hızlı büyüyen bölgelerden birisi
olacağı tahmin ediliyordu. Pazar oldukça büyük. Ne de olsa bu
bölgede yaşayan insan sayısı 230 milyon. Ama Asya krizi her şeyi
altüst etti. Asya krizinin, başlangıçta L. Amerika’ya
yarayacağı da tahmin edildi. (Aynı tahmin avanak politikacılarımız
tarafından Türkiye için de tahmin edilmişti). Asya’dan kaçan
sermayeden L. Amerika ve Türkiye gibi ülkelere demir atacağı
sanıldı. Ama beklenen olmadı ve üstelik bir de Rusya krizi patlak
verince yerküreyi dolaşan sermaye L. Amerika’ya uğramadı;
uğrayamaması bir yana, bölgeden, özelliknGSMHle de Brezilya’dan
kaçmaya başladı. Bir kısım büyük yatırımcılar, Rus ve Asya
pazarlarındaki kayıplarını finanse etmek için Brezilya değerli
kâğıtlarını satmaya başladılar. Real’in değer kaybedeceği
korkusuyla kaçan yabancı sermaye, geriye kocaman bir döviz ve
dolar rezervi deliği bıraktı. Haftalardan beri ülkeden kaçan
sermaye miktarı, günlük ortalama olarak 500 milyon dolara
varıyordu. Brezilya’nın döviz rezervi, kısa zamanda eriyerek 74
milyar dolardan, Eylül 1998 sonu itibariyle 74 milyar dolara düştü.
Brezilya hükümeti istikrarı sağlayamadı ve sonuçta Real’in
değerini Dolar karşısında düşürdü. Değer kaybı %30’un
üzerindeydi. 1998’de Bovespa endeksi 15.4.1998’deki en yüksek
noktasından(12299,0 puan) 10.9.’98’de dibe vurdu. (4761,0 puan
), yani yaklaşık % 62 oranında geriledi. Endeks 15.1. 99’da
6073,0 puana çıkarak, 10.9.98’e göre %27 oranında artmasına
rağmen, 15.4.’98’deki değerinin %50,6 oranında gerisinde
kaldı.
Brezilya,
800 milyar dolarlık GSMH ile dünyanın dokuzuncu büyük ekonomisi.
GSYİH’nın büyüme oranı, 1994’te yaklaşık %6’dan 1997’de
% 3’e düşüyor. 1998’de büyüme oranının % 1,5 olacağı
tahmin ediliyor. İşsizlik oranın 1994’te % 5’ten 1998’de
yaklaşık % 9’a çıkacağı tahmin ediliyor.
Brezilya
ekonomisi, 1998’de önemli derecede sarsılmasına rağmen mali ve
fazla üretim krizinde değildi. Ama gelişme o yöndeydi ve nitekim
bu ülkede mali ve fazla üretim krizleri Ocak 1999 itibariyle aynı
anda patlak verdi. (Benzeri bir durum 1994’ün ilk yarısında
Türkiye’de de görülmüştü). GSYİH’nin 1999 senesinde % 6
oranında mutlak küçüleceği tahmin ediliyor.
Brezilya,
L. Amerika’nın en büyük/güçlü ekonomisi. Bu ekonominin
gelişme seyri kıtanın diğer ülkelerini de kaçınılmaz olarak
etkiliyor. Örneğin Arjantin ihracatının % 40’ını Brezilya’ya
yapıyor. ABD’nin dış ticaretinde bu ülkenin payı % 20.
Brezilya ekonomisinde yabancı sermaye hakim. Ülkede ciro hacmi
bakımından en güçlü 20 tekelin dokuzu yabancı. Bunların dördü
ABD, ikisi Alman, biri İtalyan, biri İsviçre ve diğer biri de
Britanya-Hollanda menşeli. Brezilya, yabancı sermaye açısından
kıtaya yayılmada bir üs olarak da kullanılıyor. Dolayısıyla
Brezilya’da patlak veren mali ve fazla üretim krizi, öncelikle L.
Amerika ülkeleri ve ABD ekonomisini olumsuz etkileyecektir. Bu
olumsuz etkilenme, yabancı sermaye ve dış ticaret yoluyla daha
önemsiz oranlarda AB için de geçerlidir.
Brezilya’daki
krize rağmen bölge ekonomilerinin hepsi krizsel bir gelişme içinde
değil. Bütün bölgede 1997’de ekonomik büyüme % 5,2
oranındaydı. Bu oranın 1998’de %3 oranında olacağı tahmin
ediliyor. Bunun ötesinde Brezilya krizine rağmen Arjantin, Peru,
Şili ekonomileri gelişme içindedirler.
Brezilya
krizi, şimdilik “kontrol” altında gelişiyor. Ama krizin
kontrolden çıkması, yani karşı tedbirlerin alınmaması veya
tama men etkisiz kalması veya da ters tepkiye neden olması
durumunda L. Amerika, ABD ve AB ekonomileri “kontrolsüz”
gelişmeden oldukça büyük oranlarda olumsuz etkileneceklerdir. Ama
bugün açısından böyle bir durum yoktur.
6-ABD
ve AB
1
Ekim 1998’de Wallstreet çıkışlı mali deprem bütün borsaları
etkisi altına aldı ve birçok büyük ve küçük yatırımcının
hayalini yıktı. Temmuzda 6200 puana çıkan DAX endeksi (Almanya)
değerinin üçte birinden fazlasını kaybetti ve 4000 puan
sınırının altına düştü. Aynı dönemde Dow Jones endeksi
(ABD) 9337 puandan 7632 puana düştü. % 18 kayıp. 5 Ekim’de de
Nikkei endeksi (Japonya) 13000 puanın altına düştü. Borsalardaki
bu deprem 1929 felaketini hatırlattı. Hemen paralellikler bulundu.
Borsa tarihinde “Kara Cuma” olarak bilinen 24 Ekim 1929’da Dow
Jones, birkaç gün içinde değerinin yarısını kaybetmişti.
Tesadüfe bakın ki 1987’deki borsa krizi ve 1998’deki borsa
depremi yine Ekim ayında gerçekleşmişti. 1929’da Amerikan
sanayi üretimi yaklaşık % 20 oranında mutlak küçülmüştü.
Ama bugün durum, 1929’dakinin tersi. 1998’de Amerikan ekonomisi
büyüme trendi içindeydi. Ama büyüme oranları küçülüyordu.
Bu küçülme yaklaşık % 2,5 oranında. Güneydoğu Asya
ülkelerinde ve Rusya’da bu oran % 15’e kadar varıyor.
Dünya
ekonomisinin tahmin uzmanları, büyüme tahminlerini yeniden gözden
geçirmek zorunda kaldılar. “Bölgesel kriz” (Asya ve Rusya
kastediliyor) bölgesel olarak kalmıyor, bütün dünya ekonomisini
etkiliyordu. 30.9.’98’de IMF, “dünya krizine çok
yaklaşıldığı” tespitini yapıyordu.
Açık
olan şu ki, Asya’da başlayan ve Rusya’da devam eden kriz sadece
“gelişen pazarlar” ile sınırlı kalmıyor, Batı’nın
emperyalist ülkelerini de etkisi altına alıyordu. Etkilenme ve bu
emperyalist ülkelerde ekonomik devreviliğin iç çelişkilerinin
keskinleşmesi ekonomik gelişmede belli bir durgunluğa, ekonomik
büyümenin yavaşlamasına neden oluyordu.
Etkilenme,
daha ziyade dış ticaret vasıtasıyla olmakta ve bu alanda en
şanssız olan da ABD. ABD, ihracatının % 30’unu Güneydoğu Asya
bölgesi ülkeleriyle yapıyor. İhracatın %20’si de L. Amerika
ülkeleriyle yapılıyor. Böylelikle Amerikan ihracatının % 50’si
kriz ve krizsel durum içinde olan bölgelere yapılmaktadır.
Amerikan ekonomisinin ‘90’lı yıllardaki ekonomik krizden
çıkmasında ihracat patlamasının rolü küçümsenemez. Şimdi
durum giderek tam tersine dönüyor. İhracatın olumsuz etkilenmesi
Türk ekonomisinin Rusya krizinden etkilenmesine benziyor.
AB
ve özellikle de Alman emperyalizmi açısından durum biraz olumlu.
Almanya’nın Güneydoğu Asya ile ihracatı, toplam ihracatın
ancak %5’ine tekabül ediyor. Bu oran, Japonya’ya ihracatta %3 ve
Rusya’ya ihracatta da ancak %2’dir. Güney Amerika’nın ise
Alman ihracatındaki payı %3. Ama AB’nin Alman ihracatındaki payı
%56. 15 AB ülkesi ise toplam ihracatlarının %61’ini kendi
aralarında yapıyorlar ve AB ekonomilerinde krizsel ögeler, örneğin
ABD ekonomisine nazaran daha zayıf.
Ama
gerek ABD’de olsun ve gerekse de AB’de olsun, üretim ile
yığınların alım gücü arasındaki makas giderek açılıyor.
Yani bir taraftan artan işsizlikten dolayı doğan yoksullaşma ve
diğer taraftan da artan üretim karşısında alım gücünün
görece düşüşü, bu ülkeler de kapitalist üretimin iç
çelişkilerinin keskinleşmesine bir işaret olmaktadır. Ama bu
ülke ekonomilerindeki durgunluğa doğru gelişme ye ve Asya, Rusya
krizlerinden etkilenmeye ve L. Amerika korkusuna rağmen ABD’de ve
bir bütün olarak AB’de fazla üretim krizi yoktur. Aşağıdaki
veriler, hem bu durumu geçmiş dönemlerle karşılaştırma içinde
vermektedir.
Önde
gelen emperyalist ülkelerde sanayi üretiminin gelişme seyri son
birkaç yılda yüzde olarak şöyledir:
ABD
|
Almanya
|
Fransa
|
İngiltere
|
|
1995
|
3.3
|
2.0
|
2.0
|
2.1
|
1996
|
4.4
|
0.4
|
0.2
|
1.0
|
1997
|
6.0
|
3.6
|
3.8
|
0.8
|
Son iki ay ortalaması
|
2.1
|
4.2
|
3.0
|
0.4
|
Bu
tabloda birçok iddianın ne denli tutarlı olup olmadığını
görüyoruz.
-Mevcut
durum; sanayi üretiminin büyümesi bu ülkelerde krizin olmadığını
gösteriyor.
-Buna
rağmen iddia edildiği gibi ortada “en ağır kriz” “derinleşen
kriz” falan yok. Bu ülkeler ve dünya ekonomisi en ağır krizini
1929-32 döneminde yaşamışlardı.
Mevcut
durumu GSYİH bazında gösterelim.
Bu
tabloda şimdiki durum açısından dünya ekonomisinin üçte
ikisinin, yani ABD ve AB ekonomilerinin 1997 ve 1998’de ekonomik
krizde olmadıklarını, sadece ABD ekonomisinde büyüme oranının
küçülüyor olduğunu görmekteyiz. Dünya ekonomisinin 1998’de
büyüme oranı % 3 ile % 4 arasında tahmin ediliyordu. Bu tahmin
%1,4 civarlarına çekildi. Şimdiki durum açısından dünya
ekonomisinin krizde olan üçte biri, krizde olmayan üçte ikisini
olumsuz etkilemekte ve onun bu olumsuz etkileme gücü büyüme
oranlarının aşağıya çekilmesine neden olmaktadır. Şimdi dünya
ekonomisinin krizde olmayan alanlarda da krize doğru bir gelişmeyi,
kriz faktörlerinin artışını izliyoruz.
Kapitalist
ekonomiyi firma birleşmeleri de istikrarsızlaştırmakta bir kriz
faktörü olmaktadır. Dünya çapında, ulusal ve uluslararası
alanda korkunç boyutlara varan firma birleşmeleri ve devralmaları
bütün hızıyla devam ediyor. 1997’de bütün dünyada satın
alma ve birleşmelerin sayısı 23 bine varıyordu. Birleşmelerin
değer hacmi de artıyor. Örneğin 1997’deki birleşmelerin toplam
değeri 1630 milyar dolardı. Yani 1997’deki Türkiye GSYİH’nın
8,1 misli bir değer. Uluslararası birleşmelerin değeri sadece
1994-1997 arasında 130 milyar dolardan 320 milyar dolara çıkmıştı.
Sadece 1998’de gerçekleştirilen veya planlanan en büyük 10
birleşmenin toplam değeri 595,78 milyar dolara varıyordu. Bütün
amaç dünya pazarlarında ilk üç sırayı kapmaktır. Başka türlü
var olma şansı yok. Böylelikle birleşmeler vasıtasıyla dünya
pazar payları satın alınmış oluyor ve beklenen kâr elde
edilmeyince yeniden satılıyor; elden çıkartılıyor. Elden
çıkartma talebi yeniden örgütlemek, rasyonelleştirmek demektir.
Bu da işsizlik, borsaları etkilemek anlamına gelir; yani kriz
faktörlerinin çoğaltılması.
7-Türkiye
Küçük
burjuva çevrelerin “bilim sel” değerlendirmelerine göre, Türk
ekonomi si “sürekli kriz” içindedir. Bu anlayışta olanların
hiçbirisi şimdiye kadar neden böyle bir anlayışta olduklarını;
Marksist teoride sürekli krizin olup olmadığını açıklamadı.
Anlaşılan o ki Türkiye emperyalizme bağımlı olduğu, yeni
sömürge bir ülke olduğu için sürekli kriz içinde kalmaya
mahkumdur. Sürekli kriz teorisinin bayraktarlığını yapanlar
Özgürlük Dünyası, Kızıl Bayrak, Kurtuluş ve “Partizan”
camiasıdır. Özgürlük Dünyası, son dönemlerde fazla üretim
krizi vb. telaffuz etmeye başladı. Ama sonuç aynı. Bu dergi,
ikide bir ekonomi çökertmeciliğiyle tanınmıştır. K. Bayrak’ın
kriz çığırtkanlığını geçiyoruz. “Bağımsızlık ve
Demokrasi Yolunda Kurtuluş”un 3. sayısında aynen şöyle
yazılıyor;
“Bilin
ki, ülkemiz yıllardır kriz içindedir. Zaten bu, yeni sömürge
ülkelerin hepsi açısından geçerli olan bir durumdur. Yeni
sömürgecilik ilişkilerinin geliştiği her yerde kriz sürekli bir
hal alır.” (sayı 3, s. 29. 7 Kasım 1998)
Marks,
Engels, Lenin ve Stalin istedikleri kadar ekonomik krizlerin sürekli
değil periyodik olacaklarını yazmış olsunlar. Marksist kriz
teorisi istediği kadar bu anlayış üzerine kurulmuş olsun, bütün
bunların Kurtuluş’tan arkadaşlar nezdinde beş para kıymeti
yok. Çünkü onlar, kapitalizmin nesnel yasalarını sadece
emperyalist ülkelerle sınırladıkları için Türkiye gibi yeni
sömürge ülkelerde aynı kapitalizmin yasalarını geçersiz
kılıyorlar. Bu arkadaşlara göre, kapitalizm ve yasaları evrensel
değildir. Türkiye de bu evrenselliğin dışında kalıyor. Öyleyse
kriz süreklidir. Biz burada “deli saçması” olan bu anlayışı
eleştirmeyeceğiz, ama ekonomideki reel gelişmeyi gösterirken,
sürekli kriz anlayışının da “deli saçması” bir anlayış
olduğunu belirtmekle yetineceğiz.
Diğer
bir konu da açık bir tanımı yapılmayan sürekli kriz anlayışının
son aylarda mali kriz olarak somutlaştırılmasıdır. Yani Asya’da
ve sonrasında Rusya’da patlak veren mali kriz, özellikle
Rusya’dakinin etkisiyle Türkiye’de de patlak vermiş! İyi hoş
da Türkiye’de patlak veren ve giderek derinleşen bu krizin
göstergeleri/ kıstasları nedir? Bu soruya cevap verilmiyor. En
fazlasıyla İMKB endeksinin düşmesi gösterilebilir. Ama endeks
çoktan beri yükselme trendi içinde. Spekülatif sermaye
Türkiye’den kaçtı. Kaçan bu miktar 6 milyar dolar civarında
tahmin ediliyor. Peki sonra ne oldu? Kaçan bu sermaye geride nasıl
bir tahribat, yıkıntı bıraktı? Batan, iflas eden, devletin
desteğine muhtaç kalan bankalar, mali kuruluşlar, şirketler var
mı? Yok! Öyleyse kriz de yok.
Ekonomide
her konjonktürel gelişmeyi kriz olarak değerlendirirsen, elbette
ki kapitalist bir ülkede kriz sürekli var olur.
Şüphesiz
ki Türk ekonomisi, istikrarlı bir ekonomi değildir. Emperyalizme
bağımlılık, onun istikrarsızlığını artırıcı bir rol
oynuyor. Ama aynı zamanda unutmamak gerekir ki, Türk ekonomisi
“Asya Kaplanları” denen ülkelerde olduğu kadar bir yabancı
sermaye ye sahip değildir. Türkiye’deki yabancı sermaye, G.
Kore’deki ve başka o bölge ülkelerindeki yabancı sermaye ile
karşılaştırılmayacak kadar azdır. Tamda bu nedenden dolayı
spekülasyon, Türk ekonomisini sadece sınırlamayla etkili
kalmıştır. Bunu anlamayan elbette ki ekonominin seyrini
kavramayacaktır ve genel lafızlara sarılacak, genel lafızlarla
“somut durum” analizi yapacaktır. Yapılan bu analizlerin
sonuçlarını görüyoruz. Bu görüşte olanların hiçbir tespiti
doğrulanmamıştır.
Türk
ekonomisi, Asya ve özellikle de Rusya krizinden oldukça
etkilenmiştir. Bizim bazı avanak burjuva politikacılar, Asya’da
ve Rusya’da kaçan sermayenin L. Amerika’nın yanı sıra
Türkiye’ye de akın edeceğini düşünüyorlardı.
Bu
baylar, kısmen de olsa yanılmadılar. Ama az miktarda sermaye
geldi. Gelen sermayenin ekonomiyi canlandıracağını düşündüler.
Oysa gelen sermaye, en tehlikeli sermaye idi. Kumar sermayesiydi.
Yani spekülasyon peşinde koşan sermaye. Bu, Clinton’ın uçkur
davasından, hükümetin kurulmamasından dahi nem kapan tedirgin
olan sermaye idi. Nitekim az sayıda gelen bu sermaye ve eskiden beri
İMKB’de oynayan yabancı sermaye kaçtı ve Türk ekonomisine
yapabileceği tahribatı yaptı. Yapılan tahribat ise, sıkıntı ve
sorun yaratmaktan ileri gitmedi. Bundan sonra ve dünya ekonomisinin
krize doğru gittiği bu süreçte, Türk ekonomisinde bir mali
krizin patlak vereceğini ve bunun maddi değerlerin üretimine, yani
sanayi üretimine yansıyacağını savunana ne denir bilmiyoruz. Ama
en azından şunu biliyoruz: Türkiye ekonomisi böyle bir süreci
geride bırakmıştır. Türkiye’de en fazla, aynen Brezilya’da
olan, 1994’te (ilkbahar) olan olur. Yani fazla üretim kriziyle
aynı zamanda patlak veren mali kriz, ki bu durumda böyle bir mali
krizin beş para kıymeti harbiyesi yoktur.
Asya
ve Rusya krizinden etkilenme Türk ekonomisinin seyrini krize doğru
çevirmiştir. Yani Türkiye’de de krize doğru bir gidiş var.
Fazla üretim krizi patlak verir mi vermez mi veya ne zaman patlak
verir sorusu aslında hiç de önemli değildir. Ekonomide böylesi
sorulara kesin cevap vermek için kahin olmak gerekir. Ama ekonomik
gelişmenin gelişme eğilimini tespit etmek ve sınıf mücadelesinin
sorunlarına hazırlık bakımından oldukça önemlidir.
Asya
krizinin etkisi uzun vadede ortaya çıkarken, Rusya krizi Türk
ekonomisini adeta doğrudan vurdu. Rusya’ya yapılan ihraca tın
olağanüstü düşmesi, sanayi üretimini olumsuz etkiledi ve ortaya
üretim ve kapasite aşırılığı çıktı. Şöyle:
Bu
tablonun anlamını kısaca açıklayalım: 1997’nin Kasım ayından
1998’in Kasım ayına toplam sanayi %2,3; madencilik sanayi %2;
imalat sanayi %2,8; kâğıt ve basım sanayi % 14,7; Taş-Top.
dayalı ürünler sanayi %0,4; metal ana sanayi % 6,3 ve makine
sanayi %5,2 oranlarında mutlak küçülüyor, yani üretim mutlak
olarak düşüyor. Sadece iki yılın birer ayı
karşılaştırıldığında, yani sadece aylık üretim
karşılaştırıldığında, mutlak düşüşler pekala konjonktürel
bir üretim düşüşü olarak görülebilir. Bu böyle midir, değil
midir soru suna cevap vermek için uzun bir dönemin ortalamasını
karşılaştırmak gerekir. Tablodaki onbir aylık üretim
karşılaştırması da bunu gösteriyor. Onbir aylık
karşılaştırmada sadece metal ana sanayinde üretimin 1997’den
1998’e %1,1 oranında mutlak gerilediğini, ama toplam sanayi
üretiminin %10,3’ten %4,1; imalat sanayi üretimi %10,8’den
%3,2’ye ve makina sanayi de % 43,1’den %9,9’a düşerek bu
alanlarda üretimin büyüme oranları küçülmüştür. Onbir aylık
karşılaştırmada görülen üretimin büyüme oranlarının
küçülmesini, aylık karşılaştırmadaki mutlak düşüşlerde
birleştirirsek, Türk ekonomisinde 1998’in ikinci yarısından
itibaren görülen durgunluğun konjonktürel olmadığı sonucuna
varırız. Bu, birinci nokta. İkinci nokta ise, bu verilerin dönem
itibariyle Türkiye ekonomisinin bir krizde olmadığını
göstermesidir. Üretimin büyüme oranlarının küçülmesi,
ekonomik kriz anlamına gelmez. Ancak önemli bir sektörde başlayan
üretimin mutlak daralması, diğer sektörlere de yansımışsa;
yani ekonominin çeşitli sektörleri belli bir zaman dilimi içinde
mutlak küçül- me/daralma içindeyseler ve aynı dönemde bankalar,
firmalar, şirketler, başka mali kurumlar arka arkaya iflas
etmişlerse, ürünler stoklanmışsa ve bu gelişmelerden dolayı
işçiler sokağa atılmışlarsa işte o zaman ekonomik kriz vardır.
Şimdi soru/sorun şu: Türkiye’de böyle bir süreç yaşanıyor
mu? Yaşanmıyor. Peki yaşanma olasılığı var mı, yani krize
doğru bir gidiş var mı? Var.
Diyeceksiniz
ki, kâğıt ve basım sanayi üretimi Kasım’dan Kasım’a %14,7
oranında mutlak küçülmüş. Basım sanayi sektörünün toplam
sanayi üretim içindeki payı %3. Sektörün hepsi batsa da Türk
sanayisi bu sektörlerden dolayı krize girmez, madencilik ve metal
sektörlerinden dolayı da girmez. Ama üretimin mutlak düşüşü
ya da mensucat, kimya ve makine sektörlerinde söz konusu olursa bu
düşündürücüdür. Çünkü bu sektörlerin toplam sanayi
üretimindeki payları % 16,6 ila % 27,8 oranlarında değişiyor.
Asya
ve Rusya krizi ekonomiyi nasıl etkiliyor?
Güneydoğu
Asya ülkelerinde devalüasyondan dolayı maliyet fiyatlarının
düşmesi, sonuçta Türkiye pazarına ucuz ara malı sürmelerini
beraberinde getirdi. Bu, tekstil sanayinde yaşanıyor. Örneğin
iplik. Şu anda iplik üretimi Türkiye’de Güneydoğu Asya
ülkelerine nazaran daha pahalı. Hükümetin, ipliğin hammaddesi
olan pamukla ilgili kararlarının /teşvikinin nedeni bu. Böylelikle
pamuk, dolayısıyla iplik ve sonuçta da tekstil üretimi dünya
pazarlarında rekabet edebilecek kadar ucuza mal edilmeye çalışıyor.
Rusya
krizi ihracatı önemli oranda etkiledi. Rusya ihracatta beşinci
sırada yer alıyor. İhracattaki payı ise % 7 civarında. Bağımsız
Devletler Topluluğu’nun payı ise % 11 civarında. Yani
Türkiye’nin ihracatı en fazlasıyla %10 küçülür. Bunun
parasal değeri 2- 3 milyar dolardır. Rusya krizinin ihracat
üzerinden tahribatı bu kârdır. İhracatın yarısından fazlası
AB ülkelerine yapılıyor. Bu durumda AB’nin krize girmesi Türk
ekonomisini kesinlikle krize sürükleyecektir. GSYİH’da ihracatın
payı %13 (1997). Yani Türkiye’de üretilen maddi değerlerin
ancak %13’ü ihraç ediliyor.
Bütün
bu olguları göz önünde tuttuğumuzda şu sonuca varırız.
-Türk
ekonomisi 1998 yılı itibariyle krizde değildir. 1998’de sanayi
üretimi yaklaşık % 5 oranında büyümüştür.
-
Dünya ekonomisinin koşullarından dolayı Türkiye’de de ekonomi
belli bir durgunluk içindedirler. Ekonominin bazı dallarında
üretim ciddi bir düşüş ve gerileme göstermektedir. Bir kriz
sürecine girilmiştir.
Sonuç
yerine:
Genel
olarak krizden, açık tanımı yapılmayan derinleşen bir krizden
bahsetmenin hiçbir bilimsel anlamı ve değeri yoktur. Marksist
teori, genel lafızlarla, genel kavramlarla somut durumun
açıklanmasını reddeder. Somut olarak dünya ekonomisinin durumu,
gelişme yönü vb. ele alındığına göre, bu süreçte kriz
kavramının somutlaştırılması gerekir. Yani ne türden bir
krizle karşı karşıya olduğumuzun açıklanması gerekir. Bu
krizler, spekülasyon-mali kriz ve fazla üretim krizidir.
Kapitalist
ekonomi dönemsel olarak patlak veren fazla üretim krizleri
tarafından sarsılır. Bu krizler, üretimin toplumsal karakteri ile
ona özel el koyuş arasındaki temel çelişkiden kaynaklanan yasal
bir görünümdür. Yani makinalı üretime dayanan kapitalist
ekonomide/emperyalizm döneminde fazla üretim krizlerinin devresel
olarak patlak vermeleri bir yasadır. Süreklilik söz konusu
değildir. Sanayinin gelişmesiyle sabit sermaye, kapitalist
ekonominin devresel hareketini oluşturur ve kapitalist üretimin
ancak bu aşamasında devresel krizler bir zorunluluk olurlar. Bu
krizler 17. ve 18. yüzyıllarda görülen para-kredi-
spekülasyon-mali krizlerden tamamen farklıdırlar. Devresel
krizlere fazla üretim veya ekonomik krizler denir ve doğrudan
kapitalist yeniden üretim sürecinden kaynaklanırlar. Bu krizlerin
sürekli olamayacaklarını ve ancak devresel olarak patlak
vereceklerini Karl Marks, sabit sermayenin dönüşüm hareketini
inceleyerek tespit etmiştir :
“Kullanılan
sabit sermayenin değer büyüklüğü ile dayanıklılığı,
kapitalist üretim biçiminin gelişmesiyle birlikte geliştiğine
göre, sanayi ile sanayi sermayesinin ömrü her belirli yatırım
alanında, birçok yılı, diyelim ki ortalama on yılı kapsayacak
şekilde uzar. Sabit sermayenin gelişmesi bir yandan bu ömrü
uzattığı halde öte yandan bu ömür, kapitalist üretim tarzının
gelişmesiyle aynı şekilde devamlı olarak hız kazanan üretim
araçlarındaki sürekli alt üst oluşlarla kısalır. Bu, üretim
araçlarında bir değişiklik ve bunlar fiziki olarak tükenmeden
çok önce manevi değer kaybı nedeniyle sürekli yenilenmeleri
zorunluluğunu getirir. Modern sanayinin temel dallarında bu yaşam
çevriminin ortalama on yıl olduğu varsayılabilir. Ama burada
önemli olan, belli bir sayı değildir. Şu kadarı açıktır; bu
süre içinde sermayenin sabit kısmı tarafından hareketsiz
tutulduğu birkaç yılı kapsayan birbiriyle bağıntılı devirler
çevrimi, devresel krizlere maddi temel sağlar. Bu çevrim sırasında
işler, birbirini izleyen durgunluk, orta derecede faaliyet, yükseliş
ve kriz dönemlerinden geçer. Sermayenin yatırılmış olduğu
dönemlerin birbirlerinden çok farklı olduğu ve zaman bakımından
çakışmaktan çok uzak bulundukları doğrudur. Ama bir kriz, daima
geniş yeni yatırmaların çıkış noktasını oluşturur. Bu
nedenle, bir bütün olarak toplumun bakış açısından bir sonraki
devir çevrimine az çok yeni bir maddi temeli sağlarlar.”(K.
Marks. Kapital C. II, s. 198)
Marks
böyle tespit ediyor. O, böyle tespit ediyorsa ve bu tespit sürekli
krizi reddediyorsa yani ekonomik krizlerin ancak devresel olarak
patlak vereceğini tespit ediyorsa bundan anlaşılması gereken,
Marksizme inanan her kişi, çevre ve örgütün buna inanması ve
sürekli kriz anlayışına karşı mücadele etmesi gerekir.
Fazla
üretim krizlerine çoğu kez, mali- spekülasyon-kredi-banka-para,
döviz- enflasyon krizleri refakat ederler. Bütün bu krizler, fazla
üretim krizlerinin asla ve asla nedeni değildirler. Bu krizler, en
fazlasıyla aşırı üretim krizlerini şu veya bu oranda
derinleştirebilirler. Çelişkileri keskinleştirebilirler. Devrevi
hareketi olmayan bu krizlerin patlak vermesi -şayet o süreçte
fazla üretim krizi yoksa- mutlaka fazla üretim krizi patlak verecek
anlamına gelmez. Bu krizler, doğrudan kapitalist yeniden üretim
sürecinden kaynaklanmazlar ve tam da bu nedenden dolayı kapitalist
üretim biçiminin yasal bir görünümü değillerdir. Yani bu
krizler, makinalı üretim aşamasında olan kapitalizmin değil,
kapitalizm önce si dönemin krizleridir.
Asya’nın
söz konusu ülkelerinde, Rusya’da ve Brezilya’da krizler aynen
kitaplarda yazıldığı gibi patlak vermişlerdir. Bu ülkelerde
spekülasyon-mali krizler, fazla üretim krizlerinin habercisi
olmuşlardır. Bahsettiğimiz gibi üretim, bu ülkelerde bir yerde,
bir sektörde tıkanmıştır. Marks, “bir krizin (fazla
üretim krizi kast ediliyor, SP) genel kriz olması için
önemli metaları (motor rolü
oynayan, SP) etkisi altına alması yeterlidir” diyor.
(Bkz. “Artı Değer Üzerine Teoriler”, C. 26, s. 506. Alm)
Japonya’da, “Asya Kaplanları” denen ülkelerde, Rusya’da ve
son olarak da Brezilya’da olan da buydu. Şimdi bu ülkeleri
ekonomik kriz kasıp kavuruyor ve dünyanın başka ülkelerini de
etkiliyor.
Yeni
bir dünya fazla üretim krizine doğru gelişmeyi hızlandıran
faktörleri /momentleri verelim:
-Japonya
ve Güneydoğu Asya ülkelerinde patlak veren ve devam eden fazla
üretim krizi;
“Asya
kaplanları” denen ülkelere itfaiyeci olarak giden IMF, kundakçı
olarak açığa çıktı. Bölge ekonomilerine istikrar (!)
kazandırmak için IMF’nin açtığı 117 milyar dolarlık kredi
ekonomileri daha da kötüleştirmekten başka bir işe yaramadı.
Bölge ülkeleriyle ilgili olarak yukarıda verdiğimiz tablolardan
da anlaşılacağı gibi sanayi ve GSYİH %10- %15 oranlarına varan
bir mutlak gerileme içinde. Keza Japonya’da sanayi üretimi
küçümsenemeyecek oranlarda mutlak düşmüştür.
-Çin
ekonomisi dünya krizine doğru gidişi hızlandıran bir
faktör/tehlike olma özelliğini koruyor.
Üretimde
şimdilik büyüme oranında önemsiz bir küçülme söz konusu. Çin
para birimi Yuan, ABD Doları’na bağlandı ve 1997’de %40 değer
kazandı. Bu durum Çin ihracatını güçleştiriyor. İmalatı
pahalıya mal olan Çin ürünlerinin dünya pazarlarında rekabet
şansı azalıyor. Japon para birimi Yen’in değerinin düşürülmesi,
Yuan’ın değer kaybetmeme direnişini kıracak ve Yuan da değer
kaybına uğrayacaktır. Bu durumda bütün Güneydoğu Asya
ülkelerinde para birimleri yeniden değer kaybına uğrayacaklardır.
-Rusya
krizi:
Bu
ülke birçok krizi bir arada yaşadı. Yapısal kriz, siyasi kriz,
mali- spekülasyon-para krizi ve fazla üretim krizi. Siyasal kriz
şimdilik küllenmiş, hafiflemiş durumda. Mali spekülasyon para
krizi, devam eden yapısal ve fazla üretim krizinden dolayı önemini
kaybetmiştir.
-Latin
Amerika:
Bir
bütün olarak L. Amerika 1998’de krizde değildi. Brezilya,
Arjantin, Şili gibi ülkelerde ekonomi 1998’de de mutlak
büyümesine rağmen, L. Amerika özellikle Asya krizinin etkisi
altında kalmış ve üretim genel olarak durgunluk sürecine
girmiştir. Ocak 1999’da Brezilya’da mali ve fazla üretim
krizinin aynı anda patlak vermesi, öncelikle Arjantin ekonomisini
etkileyerek tüm kıta ekonomilerine yayılma ve ABD ve daha az güçle
AB ekonomilerine sirayet etme özelliği taşımaktadır.
-Hammadde
fiyatlarının olağanüstü düşmesi:
Asya
krizinin en önemli sonuçlarından birisi, dünya hammadde
fiyatlarını etkilemesidir. Bu ülkeler, hammadde alımını önemli
boyutlarda azaltınca, dünya çapında aşırı hammadde üretimi
doğdu. Farklı nedenlerden dolayı dünya çapında hammadde
fiyatları 1980-1997 arasında % 45 düştü. Güncel olarak petrol
fiyatı da varil başına 10 doların altına indi. Bu, görülmemiş
bir durum. Hammadde üreticisi ülkelerin ekonomilerini oldukça
olumsuz etkilemektedir. Rusya’da fazla üretim krizinin patlak
vermesinde hammadde fiyatlarındaki düşüş belirleyici olmuştu.
-Kara
Afrika’nın durumu yürekler acısı. Emperyalistler arası
rekabet, bölgesel savaşlar, katliamlar bu zengin kıtanın daha da
fakirleşmesine ve yoksulluktan kurtulmasına neden oluyor. Bir bütün
olarak kıta, dünya ekonomisinin krize doğru gelişmesinde bir
faktör ol maya devam ediyor.
-ABD
ve AB ülkelerinde ekonomik durumu yukarıda açıkladık. Bu ülke
ekonomileri krize karşı direniyorlar, krizden etkileniyorlar, ama
henüz krizde değiller.
-Devam
eden uluslararası yapısal kriz, dünya ekonomisinin yeni bir fazla
üretim krizine doğru gelişmesinde önemli bir faktör oluyor.
Süreklilik
kazanan otomasyon, en modern teknolojinin üretimde kullanılması
bir taraftan üretimde verimliliği olağanüstü artırıyor, diğer
taraftan da kitlesel işsizliğe neden oluyor. (Bu da iç pazarı
daraltıyor.) Bir diğer örnek verecek olursak; Alman sanayi üretimi
1997’de ancak 1991 ’deki seviyesine ulaşabildi. Ama aynı
dönemde ciro bazında bir sanayi işçisinin üretkenliği yaklaşık
328 bin Mark’tan 544 bin Mark’a çıktı, yani işçinin
üretkenliği 1991’den 1997’ye yaklaşık % 66 oranında arttı.
Önümüzdeki
dönemde dünya çapında çalışabilir nüfusun ancak % 20’sinin
çalışmasıyla yüzde yüzünün çalışması durumunda elde
edilen ürünün elde edileceğinin hesabı yapılıyor. Yani her yüz
işçiden 80’i işsiz kalacak. Bu durum, kapitalist ekonomiyi
tamamen istikrarsızlaştıracaktır. Bugün bu sürecin başındayız.
Akıl
almaz boyutlara varan firma birleşmeleri de yapısal krizin bir
sonucu ve aynı zamanda ögesidir. Her birleşme, uluslararası plan
da daha büyük pazar hizmet etmek zorundadır. Rekabet gücünü
artırmak zorundadır. Bu da otomasyon üretim sürecini yeniden
yapılandırmak ve sonuçta da kitlesel işsizliktir.
-Emperyalist
ülkelerin hangi biçim ve araçlarla olursa olsun gelişen krize
karşı mücadeleleri başarısız kalmıştır. Asya örneğinde
görüldüğü gibi alınan tedbirler krizi durduramamış, tam
tersine derinleştirmiştir.
-Yeni
sömürge ülkelerin mevcut borçlanma içinde boğulmaları,
ekonomilerinin Asya ve Rusya krizinden etkilenmeleri emperyalist
ülkelerin gelişen krizin yükünü yeni sömürgelerin üstüne
yıkmalarını, dozajını artırmalarını engelliyor. Bu ülkeleri
de daha da fazla talan etmenin olanakları daralıyor, talan sınıra
yaklaşıyor.
-Doğu
Avrupa ülkeleri ve Rusya dışında Bağımsız Devletler Topluluğu
ülkeleri, dünya ekonomisine entegre olmuş durumdalar ve bundan
dolayı hem gelişen krizden etkileniyorlar ve hem de fazla üretim
karşısında subap olma özelliğini kaybetmişlerdir.
Şimdilik
bütün göstergeler, dünya ekonomik krizine doğru bir gelişmeye
işaret ediyorlar. Emperyalist dünya sistemi daha büyük bir
istikrarsızlığa doğru gidiyor. Önemli olan, gelişmenin mevcut
durumunu ve yönünü doğru tespit etmek, bundan sonuçlar çıkartma
ve sınıf mücadelesinin gelişmesinde değerlendirmektir.
Sınıf
Pusulası, Sayı 1, Mart-Nisan 1999.