TONY
BLAIR’IN “ÜÇÜNCÜ YOL”U
“Third
Way” (Üçüncü Yol) hikayesi aslında hiç de yeni değildir. Adı
üçüncü yol konmasa da iki yol arasında yeni bir yol arayanlar
hep olagelmiştir. Bernstein, revizyonizmini üçüncü yol olarak
tanımlamadı, ama marksizme ihanet ederek, burjuva ve proleter
ideoloji arasında bir ucube oluşturdu. Bu, revizyonizmdi ve
marksizme ihanetti. Sonra sosyal demokratlar şekillendi,
Bernstein’in yolunda ilerleyerek, onlar da, adını koymasalar da
üçüncü bir yoldan yürüdüklerini lanse etmeye çalıştılar.
Güya sermaye ile emek arasında yer alıyorlardı. Sonra bir
Finlandiya politikası çıktı ortaya, SB ile kapitalist dünya
arasında ayrı bir yol olarak. Sonra, adı konmasa da “Prag
ilkbaharı” Dubçek “üçüncü yol”un yolcusuydu, ama
revizyonist blokun tankları onu yolundan alıkoydu. Demek oluyor ki
politik ve ideolojik alanda üçüncü bir yol arayışı hiç de
yeni değil. Yeni olan, T. Blair’in kendi üçüncü yolunu adeta
bir devrim diye yansıtmayı ve dünyanın önde gelen devlet
adamları tarafından tartışılmasını talep etmesidir. “Üçüncü
yol”, reformcu Blair’in kendi dünya görüşünü ifade eden bir
kavram. Bu yolun izahına baktığımızda “başarı”nın sırrı
görülüyor: Önce sol, sonra sağ ve sonra da sağ şerit üzerinde
ileri!! Veya şöyle de diyebiliriz: Önce “sosyalizm”, sonra
kapitalizm ve sonra da üçüncü yol adı altında kapitalizm
kulvarında ilerlemek. T. Blair, sosyal demokratların başka
ülkelere hükümet olmalarıyla “üçüncü yol”cuların
çoğalacağına ve dünya politikasını yönlendirecek güce sahip
olacaklarına inanıyor. Aslında AB içinde 12 ülkenin böyle
olması gerekir. Ne de olsa bu 12 ülkenin çoğunda sosyal
demokratlar hükümetteler. Bunların sonuncusu G. Schröder, “üçüncü
yol”a yatkın. Öyle ki, uçkuru yüzünden zor günler geçiren
Clinton da bu yola ilgi duyuyor. “Üçüncü yol”, ne de olsa
“doğal düşmanları olmayan bir politika”, yani “ideolojisiz”
bir politika, ideolojisiz bir politikaya da burjuvazi her dönem
ihtiyaç duymuştur, yığınları ideolojisizleştirmek ve politik
mücadeleyi sınıfsal içeriğinden kop artmak için. “Üçüncü
yol” veya da “Blairizm”, belli bir ideolojik anlayış üzerinde
yükselmiyor! Bu yol, “değer”ler üzerinde yükseliyor. Doğru
veya yanlış, toplumun yarattığı değerler, sanki şu veya bu
ideolojiden kopuk! Bay Blair’e göre ideolojilerin düşmanı
vardır, modası geçmiştir. İdeolojinin düşmanı kim olabilir
ki? Tabii ki diğer ideoloji. Örneğin burjuva ideolojinin düşmanı,
proleter ideolojidir ve proleter ideolojinin düşmanı da tabii ki
burjuva ideolojidir. “Blairizm”e göre böylesi ideolojilerin
artık modası geçmiştir. Şimdi esas olan “değer”lerdir.
Blair’in açıklamasına göre değerler, her şeyi kapsamına
alırlar, yani ideolojilerin modası geçtiğine göre ve değerler
de her şeyi kapsamına aldığına göre burjuva toplum da aynı
değerler üzerine yükselmelidir; ideolojiye paydos, sınıf
mücadelesine paydos, yaşasın sınıf işbirliği, sınıf
uzlaşmacılığı! İşte Blair efendi bunu vaaz ediyor. Blair’e
haksızlık etmeyelim: Tabii ki değerlerin de düşmanları var:
“Kinizm, kadercilik, önyargı ve toplumsal dışlanma”! Buna
karşın “yetenek, hırs, çaba ve umut” “değer”lerin
“dostu” olan kavramlardır. Bay Blair’in “değer”leri
üzerine yükselen toplumda bireycilik esastır. O, bireye kaderci,
önyargılı olma, dışlanma, ama yetenekli, hırslı ol, çaba
harca ve umutlu ol diyor. Blair’in değerleri toplumu atomize
ediyor, örgütlenmeyi ve örgütsel mücadeleyi, sınıfsal ve
grupsal çıkarların savunulmasının yerine kişisel çıkarlar
için çabayı, mücadeleyi ön plana çıkartıyor. “Adaletli
toplum” bu yolun anahtar kavramlarından birisidir. Bu toplumun
veya “üçüncü yol”un “değer”leri üzerinde yükselen
toplumun kurulması için Blair’in yöntemleri hiç de yeni değil:
elastiki, akılcı, pragmatik. Yani işçi sınıfını ve emekçi
yığınları “üçüncü yol” adı altında “adaletli toplumu”
kurmak için sermayenin çıkarlarına koşmakta; yığınları
kandırmakta nazik olacaksın, rafine olacaksın. Aksi takdirde
emekçi yığınlar, o “halk” kavramı içine girenler “üçüncü
yol”un daha önce uygulanan “yol”lardan hiç de farkının
olmadığını anlayabilirler. “Üçüncü yol” broşüründe
şöyle deniyor:
“Doğru
politikada pazarın mekanizmaları sosyal hedefler için
belirleyicidir. İşletmeci coşku, sosyal adaleti teşvik edebilir
ve yeni teknoloji, bu açıdan bir şanstır, tehdit değil. Üçüncü
yol, modernleştirilmiş bir sosyal demokrasiden yanadır. Bu
demokrasi, sosyal adaleti kabulde ve sol ortanın amaçlarına
ulaşmasında ateşli olmalıdır, ama bunlara ulaşma yöntemlerinde
elastiki, yenilikçi ve öngörülü olmalıdır”. Bu yolun
politikası, “amacımıza ulaşmak için en iyi araçların sürekli
aranmasıdır. Bu, gelişmiş sanayileşmiş toplumlardaki değişmeler
üzerine berrak bakış üzerine kurulmuştur”. Niyet bundan
daha da iyi formüle edilemez ve açıklanamazdı. Blair, burada eski
sosyal demokrasinin tarihe karıştığını, uygulanmasının nesnel
koşullarının kalmadığını, ama burjuva düzenin devamı için
yeni bir sosyal demokratik anlayışa, evet bir “devrim”e
ihtiyacın olduğunu açıklıyor. Şimdi bunun üzerinde duralım ve
“üçüncü yol”un tekelci sermayenin yolu olduğunu göstermeye
çalışalım. Özellikle II. Dünya Savaşından sonra emperyalist
burjuvazi hakimiyetini, duruma bağlı olarak dönem dönem hükümete
getirdiği sosyal demokratlarla ve dönem dönem de muhafazakar,
neoliberal partilerle sürdürmüştür. Stalin döneminde Sovyetler
Birliği’nde sosyalizmin zaferi, emperyalist ülkelerde işçi
hareketini etkilemiş ve emperyalist burjuvazi, bu etkiyi kırmak ve
düzen içine hapsetmek için bir dizi reformların
gerçekleştirilmesini kendi çıkarına uygun görmüştür. Bu
dönemde eskiden beri süregelen klasik sosyal demokratik politikalar
“altın çağı”nı yaşamışlardır. Devlet müdahaleciliği,
devletin ekonomiye müdahalesi, sosyal hakların kapsamlaştırılması,
yeni refah toplumu anlayışı, toplumsal eşitlik anlayışı,
herkese iş şiarı ve başka bir dizi talepler klasik sosyal
demokrasinin içeriğini oluşturuyorlardı. Emperyalist ülkelerde
tekelci devlet kapitalizmi ‘70’li yıllara kadar klasik sosyal
demokratik içerikli partilerin hükümet olmasını
kaldırabiliyordu. Ama ‘70’lerden itibaren devlet tekelci
kapitalizmi kendi içsel gelişmesinin sonucu olarak kronikleşen
yapısal krizlerle, kriz devreviliğindeki değişimle ve buna bağlı
olarak devletin ekonomiye daha yoğun müdahalesiyle; tekeller adına
aldığı tedbirlerle karşı karşıya kaldı. II. Dünya Savaşı’nın
korkunç yıkımı-tahribatı sonucu doğan pazar, ancak ‘70’li
yıllara gelindiğinde doymuştu. Aynı zamanda, dev adımlarla
gelişen teknoloji, sermayenin bileşimini etkiliyor, otomasyon
tekniği vb. sonuçta milyonlarca işçinin sokağa atılmasına
neden oluyordu. Bu süreçte emperyalist devletler, Uluslar arası
planda keskinleşen rekabetin doğrudan sonucu olar ak, gelir ve
harcamalarını tekellerin çıkarına tamamen uygun hale getirmek
zorunda kalıyorlardı: emperyalist ülkelerde kazanılmış sosyal
hakların, uygulanan bir dizi reformların özellikle ‘70’lerden
itibaren rafa kaldırılmaları hiç tesadüfi değildir. Emperyalist
burjuvazi hakimiyetini sürdürmek için arabasına yeni, değişik
politik içerikli güçleri koşmaya başlamıştır. ‘70’li
yılların sonundan itibaren birçok emperyalist ülkede (örneğin
Almanya, İngiltere) muhafazakar, neoliberal partilerin hükümet
olmaları bunun ifadesidir. Neoliberalizm ifadesini küçültülmüş
devlette, piyasa ekonomisine tam özgürlükte, sosyal hakların
mümkün olduğunca kısıtlanmasında, bir bütün olarak ekonominin
rekabet gücüne sah ip olması için gerekli tedbirlerin alınmasında
ve nihayet özelleştirmeye ağırlık verilmesinde buluyordu.
Neoliberal politikaların uygulandığı ülkelerde (örneğin
İngiltere) gerçekten de bir taraftan devletin bütün olanakları
tekellerin güçlenmesine seferber edilirken, sosyal haklar mümkün
olduğunca kısıtlanmış ve işsizlerin sayısı artmıştır. Her
halükarda ‘80’lerden bu yana kapitalist dünya ekonomisinin
gelişme seyri, emperyalist ülkeler arasındaki rekabet, en gelişmiş
otomasyon teknolojilerinin üretim sürecine dahil edilmesi
milyonlarca işçiyi sokağa atmıştır. Daha fazla üretmek için,
giderek daha az sayıda işçi çalıştırmak kapitalizmin genel
krizi sürecinde eğilim olmaktan çıkarak yasa olmuştur. Hiçbir
kapitalist, hiçbir tekel modern teknoloji bazında daha az sayıda
işçiyi harekete geçirerek daha ucuza ve daha çok üretim
yapıyorsa, bundan geriye bir adım atmaz. Rekabet buna müsaade
etmez. Dolayısıyla dünya ekonomisinin son 20-30 yıllık süreci,
işsizliğin süreklileşme, kronik kitlesel işsizlik sürecidir.
Bu, geriye dönüşümü olmayan bir süreçtir. Emperyalist
burjuvazi, mezar kazıcısının proletarya olduğunu biliyor.
Emperyalist devletin bütün sorunu şu: Nasıl bir yol izleyelim ki,
bir taraftan tekeller ekonomik olarak daha da güçlenirlerken geniş
yığınların daha da yoksullaşmasını bir nebze de olsun
durduralım. Bir taraftan tekellerin daha da zenginleşmesi ve diğer
taraftan da işçi sınıfının yoksullaşması kapitalizmin birikim
yasasının bir gereğidir. Kapitalist birikimin mutlak genel
yasasına göre, sermayenin – zenginliğin– birikimi ile birlikte
a- sanayi yedek ordusunun büyümesi, b- proletaryanın yoksulluğu,
c-kapitalistin/tekellerin işçi sınıfı üzerindeki zorbalığı
kaçınılmazdır.
Bugünün
koşullarında sermaye birikimi, işsizliği eğilim olmaktan
çıkartarak yasa yapmıştır. Kapitalizmin, artık –normal
koşullarda– kronikleşmiş kitlesel işsizlikten ve bunun
beraberinde getirdiği toplumsal sorunlardan kurtulması imkansızdır.
Emperyalist burjuvazi, düzenini klasik sosyal demokratik ve
neoliberal politikalarla devam ettiremeyeceğini çok iyi biliyor.
Emperyalist
burjuvazi, klasik sosyal demokratik politika arı gerçekleştirerek
rekabet gücüne sahip olamayacağını çok iyi görüyor. O,
neoliberal politikaların uygulanması sonucunda geniş yığınlar
nezdinde teşhir olmuşluğunu da görüyor. Yani bu politikaları
uygulamayı vaad eden partilerin seçilme ve hükümet etme şansı
artık kalmamıştır. Emperyalist burjuvazi, klasik sosyal
demokratik politikaları uygulayacak partilerin hükümet olmalarını
kaldıracak durumda değil ve neoliberal, muhafazakar politikalar da
iflas ettiğine göre, yığınları yeniden düzene bağlayacak,
belli bir dönem daha uyutacak, yönlendirecek bir politikaya ihtiyaç
vardır. İşte bunun adı “Blairizm”dir, “üçüncü yol”dur.
Bu yol hakkında neler söylenmiyor ki, “ideolojisiz yol”, “artık
tek yol yok”, “modern sosyal demokrasinin yenilenme yolu” vs.
Blair’in “üçüncü yol”unun hangi değerler üzerinde
yükseleceğine karar verecek olan Blair değil, emperyalist
burjuvazidir, tekelci sermayedir. Blair’in misyonu, tekelci
sermayenin dediğini yapmaktır. Blair, “adaletli toplum”u,
“üçüncü yol”unun önemli değerlerinden birisi olarak
görüyor. Peki sömürünün olduğu yerde, sömürü ve
adaletsizliğin olduğu yerde “adaletli toplum” nasıl
kurulacaktı? “Doğru politikada pazarın mekanizmaları sosyal
hedefler için belirleyicidir” anlayışı “üçüncü yol”un
da adaletsiz bir toplumu hedeflediğini ifade etmiyor mu? Kapitalist
toplumun antagonist sınıflardan oluştuğunu, bu toplumda
proletarya ile burjuvazi arasındaki sınıf mücadelesinin yok
olmayacağını, tersine toplumun geleceğini belirleyeceğini
gizlemeye Blair’in gücü yetmez. Mevcut mülkiyet ilişkileri,
burjuva mülkiyet ilişkileri koşullarında “adaletli toplum”un
kurulamayacağını, kapitalist toplumda paylaşımın asla ve asla
adaletli olamayacağını gizlemeye Blair’in gücü yetmez. Blair,
sosyal demokrasiyi modernleştirmeyi hedefliyor. O, “üçüncü
yol”unun “modernleştirilmiş sosyal demokrasi” olduğunu
yazıyor, broşüründe. Bugünün koşullarında “modernleştirilmiş”
sosyal demokrasi nasıl olabilir? Modernleştirilmiş sosyal
demokrasiden veya “üçüncü yol”dan anlaşılması gereken
-Blair ’e göre- klasik sosyal demokrasinin ötesine geçmek,
klasik modern demokrasiden daha ileri olmak anlamına gelir. Öyle
ya, modernleştirmek var olanı, çağın, sürecin koşullarına
göre geliştirmek anlamına gelmez mi? Gelmesine gelir de, bu nasıl
yapılacak? Bunun nasıl yapılacağı konusunda Blair demagoji
yapıyor ve aynı zamanda susuyor. Demagoji yapıyor, çünkü o,
önerdiği yolun klasik sosyal demokrasinin modernleştirilmesi
olmadığını çok iyi biliyor. O, susuyor. Çünkü konuşursa,
somutlaşırsa foyası açığa çabuk çıkacak. Bir konuda daha
şimdiden çıktı bile: Blair, asgari ücret tespit etti, tabii ki
“üçüncü yol” doğrultusunda, “adaletli toplum”u kurmak
için. Buna en fukara işçil er ve sendikalar sevindiler, ama bu
erken bir sevinmeydi. Tespit edilen asgari ücret çok düşüktü ve
sonunda sevincini gizleyemeyenler kapitalistler oldu. Aslında
Blair’in “üçüncü yol”unun sosyal demokrasi ve neoliberalizm
karışımından oluşan bir yol olması gerekir. Yani bir parça
sosyal demokrasi ve bir parça da neoliberalizm. Yani neo-sosyal
demokrasi veya sosyal demokratik neoliberalizm! Her halükarda ortaya
bir ucube çıkıyor. Yoksa Blair, kapitalizm ile sosyalizmin
karışımı bir ucube mi yaratıyor. Mesela şöyle
“Kapital-sosyalizm” veya da “sosyal-kapitalizm”!
Sosyal
kapitalizm biraz mantıklı! Blair, belki tam da bunu kast ediyor.
Blair, adaletli toplumdan, değerlerden, eşitlikten vb. bahsederken
“sosyal” demagoji yapıyor. Bu türden demagojiyi Blair’in
“üçüncü yol”undan çıkartırsak geriye bütün çıplaklığıyla
kapitalizm kalıyor. Evet, Blair bu bilinen kapitalizmi yığınlara
yeniden yutturmaya çalışıyor. Blair, işsizliği ortadan
kaldıramayacağını, bırakalım kaldırmayı, işsizlerin sayısını
önemli oranda azaltamayacağını biliyor. O, makaslanmış sosyal
hakları yeniden uygulamaya koyamayacağını biliyor. Blair,
eğitimde eşitliği sağlayamayacağını biliyor. O, ücretleri
reel olarak artıramayacağını, ama düşüreceğini çok iyi
biliyor. Blair, devletin olanaklarını, toplumsal yaratılan
değerleri tekellerin hizmetine sunacağını çok iyi biliyor. O,
sermayenin çıkarı için, İngiliz ordusunu savaşa göndereceğini
de çok iyi biliyor. Blair, kendinden önceki hükümetlerin,
neoliberal hükümetlerin politikalarının İngiliz emperyalizminin
politikası olduğunu, bu politikalardan; saptama ve uygulamalardan
geriye dönüşün olamayacağını, hükümet ede bilmek için
ileriye gitmesi gerektiğini ve ileriye de ancak var olandan
hareketle gidebileceğini çok iyi biliyor. Ayn en Almanya’da yeni
başbakan Gerhard Schröder gibi. Schröder, yapacağı yeniliği,
eskinin üstüne inşa edeceğini, eski hükümetin politikalarını
(iç ve dış) öz itibariyle değiştirmeyeceğini, tersine
uygulayacağını açıklamıştı. İşte, Blair’in “üçüncü
yol” açısından umudu olan Schröder böyle.
Blairizm/Schröderizm=emperyalizm!! T. Blair, Milliyet’e yazdığı
mektupta “üçüncü yol”unu anlatırken bir dizi demagojinin
yanı sıra şöyle diyor:
“Eski
sol ve yeni sağ, Avrupa kıtası çapında değişik şekiller aldı
ve almaya da devam ediyor. Üçüncü yol içinde, tek bir klişe ya
da reçete söz konusu değil. Ama Avrupa’nın ilerici partileri,
ortak değerleri paylaşırlar ve hepimiz yeni görevleri yerine
getirmek ve yeni işler başarmak çabasına uyum sağlıyoruz.”
(27 Eylül ‘98 tarihli Milliyet) Blair, doğru söylüyor.
Burjuvazi, işçi sınıfını ve geniş emekçi yığınları bugüne
kadar “sol” ve sağ partileriyle kendi politikasına koşmaya
çalıştı. Bunda başarı sız olmadı diyemeyiz. Ama artık bu
“sol” ve sağ partilerin ipliği pazara çıktı. Mevcut politika
ve pratikleriyle tükendiler. Şimdi söz konusu olan, “sol”suz
ve sağsız olmak, günün koşullarına uymak ve “yeni görev”lerin
üstesinden gelmek. Sermaye tam da bunu istiyor. Politikası,
görünüşte ideolojisizleşmiş, “rengi” belli olmayan, ama
sermayenin çıkarlarına en iyi hizmet eden partiler! Gelişme
gerçekten bu yönde. Özellikle revizyonist blokun yıkılmasından
sonra emperyalist burjuvazinin yoğunlaştırdığı antikomünist
propaganda, sosyalizm “öldü” naraları göz önüne getirilirse
Blairizmin mantıksal yönlerinin de olduğu görülür. “Üçüncü
yol” toplumu ideolojisizleştirmeyi, antagonist sınıfları
ortadan kaldırmayı(!), toplumu münferit bireylerden oluşan bir
bütün olarak göstermeyi amaçlı yor. Böyle bir toplumda sınıfsal
duruş, sınıfsal tepki ve mücadele değil, bireysel başarı
(“müteşebbis coşku”), “yetenek”, “hırs”, “çaba”
ve “umut” esastır. Böylesi değerlerle “üçüncü yol”
“değer”ler üzerine yükseldiğine göre toplum atomize
ediliyor, kişi ve kişisel çıkar, sınıf ve sınıfsal çıkarın
önüne konuyor. Bu, toplumu, ezilen ve sömürülen sınıfları
tekelci sermaye adına esir almaktan ve uyuşturmaya çalışmaktan
başka bir anlam taşımıyor.
Aynı
mektupta devamla Blair şöyle yazıyor:
“Ekonomideki
yaklaşımımız, ne laissez-faire, ne de devlet müdahaleciliğidir.
Hükümetin rolü, makro-ekonomik istikrarı sağlamaktır.”
Bir insan, sermayenin kölesi olduğunu bundan daha iyi açıklayamaz.
Blair, devletçi değiliz ve devletin ekonomiye müdahale etmesini de
istemiyor uz diyor. Peki ne istiyorsunuz? Makro-ekonomik istikrarı
sağlamayı! Makro-ekonomik istikrarı sağlamak –devletçi ol veya
olma– sermayenin çıkarları doğrultusunda hareket etmek
demektir. Ekonomi Blair’in değil tekellerin elinde ve hükümet,
ancak ve ancak sermayenin çıkarlarını politik arenada savunmak
zorundadır. Blair, devletçi olmayı veya olmamayı burjuva düzenin,
kapitalizmin çelişkilerinin, krizlerinin, toplumsal çürümenin
nedeni olarak göstermeye çalışıyor. Yani diyor ki, biz bu ikilem
dışında kaldığımız için, o sorunlarla da karşı karşıya
kalmayacağız. Geniş yığınları kandırmanın, bana güvenin
diye susturmanın güncel çağrısı! Başta işçi sınıfı ve
geniş emekçi yığınların burjuva partilerden fazla bir
beklentilerinin olmadığını, seçimlere katılma oranlarından da
anlıyoruz. Bu ülkelerde komünist partilerin olmaması,
burjuvazinin daha rahat demagoji yapmasının bir nedeni. Ama emekçi
yığınlar, “demokrasi” ve burjuva partilere güvenlerinin
olmadığı da açık. Bunu Blair de biliyor ve “üçüncü yol,
demokratik yenilenme ve siyasete olan güvenin yeniden tesisidir”
diye yazıyor Milliyet’e gönderdiği mektupta. Acaba? “Demokratik
yenilenme ve siyasete olan güvenin yeniden tesisi” baskı ve
sömürü üzerine yükseleceği için “üçüncü yol” bunda hiç
de başarılı olamayacaktır.
Proleter
Doğrultu, Sayı 19, Kasım-Aralık 1998.