KIBRIS
SORUNU VE EMPERYALİST DALAŞ
Ecevit'in
ABD'de de kimlerle, hangi konuyu, hangi kapsamda konuşacağı çok
önceden tespit edilmişti. Protokolün, ziyaretten önce en ince
noktasına kadar hazırlanması ve ele alınacak konuların
belirlenmesi ve bu konular hakkında görüşlerin karşılıklı
teatisi ziyaret öncesi gerçekleştirilmişti. Ecevit ve Clinton,
Ecevit, IMF veya Dünya Bankası hangi konuyu hangi boyutta ele
alacaklarını ve kamuoyuna nasıl bir açıklamanın yapılacağını
biliyorlardı. Nitekim öyle de oldu. Amerikan emperyalizmi ve Türk
devleti, dünya kamuoyuna, özellikle de AB'yle görüşmelerin ne
denli olumlu olduğu, Türkiye-ABD arasında "dostluk"
ilişkileri olduğu ve Türkiye'nin çok önemli bir ülke olduğu
mesajı verilecekti. Bu mesaj verildi. Hal böyle olmasına rağmen
Türk medyasında, beklentiler üzerine bolca yorum yapıldı.
Umduğunu bulamadı diyenlerin yanı sıra, çetin pazarlıklar
yapıldı diyenler de oldu. Her halükarda bu yorumcuların gözden
kaçırdıkları gerçek, Amerikan emperyalizminin mali ve siyasi
konuları birbirinden ayırarak ele almasıydı. Amerika, devlet
olarak doğrudan mali "yardım" vaadinde bulunmadı ve bu
biçimdeki "yardım"ın sınırlı olacağını çok
önceden açıklamıştı. Amerikan emperyalizmi, mali konularda
devreye IMF'yi ve Dünya Bankası'nı soktu ve Türkiye'nin mali
talepleri IMF ve Dünya Bankası tarafından ele alındı. Henüz
kimin ne dediği pek belli değil. "Deprem yardımı", IMF
ile Stand-by sorunu devam ediyor. Her halükarda tahkim yasasının
çıkmış olmasını ve Türkiye'de enerji sektöründe yatırımların
kaçınılmaz olduğunu göz önüne getirirsek Türkiye'ye gelecek
olan yabancı sermaye miktarının birkaç milyar dolarla sınırlı
kalmayacağı açıktır. Merkez Bankası Başkanı Erçel'in
açıklamasına göre uluslararası piyasalardan Türkiye'ye 2000
yılında 11 milyar dolar ve 2001 yılında da 13 milyar dolar olmak
üzere toplam net 24 milyar dolar akacaktır. Bu miktar, azami
değildir. Amerikan emperyalizmi, Türkiye'nin mali taleplerine kendi
etkisindeki kurumları devreye sokarak sermaye akışı için yeşil
ışık yakarak cevap vermiş oldu.
Amerikan
emperyalizmi, Türkiye'ye yaklaşımında çok daha "ilgili"
olduğunu gösterdi. Görüşmelerde ABD ve Türkiye'nin siyasi ve
askeri alanda tam bir işbirliği içinde oldukları ortaya çıktı.
Öyle ki, Amerikan emperyalizmi, insan hakları vb. konularda
Türkiye'ye yönelik eleştirilerini "bu sorunlar çözülür",
reformlar yapılır anlayışıyla geçiştirdi. AB'yi kastederek,
bütün dünyaya Türkiye ile "stratejik ortaklık" içinde
olduğunu açıkladı. Bununla da yetinmeyerek veya "stratejik
ortaklık" anlayışının bir sonucu olarak Türkiye'yi G
20'lere taşıdı. Türk burjuvazisinin Amerikan gezisinde elde
ettiği esas sonuçlar bunlardır. Artık ABD, Türkiye'nin sorunu
benim sorunum demek istiyor. Türkiye'de ABD'nin sorunu benim sorunum
diyecek ve ilişkiler böyle giderse Amerikan emperyalizminin
çıkarları için savaşmaktan geri durmayacaktır. Kore'de olduğu
gibi, "özgür dünya" adına değil, "stratejik
ortaklık" adına.
ABD
ile Türkiye arasındaki ekonomik, siyasi ve askeri ilişkiler artık
bu "stratejik ortaklık" çerçevesinde, Amerikan
emperyalizminin 21. yy stratejisi çerçevesinde ele alınmak
zorundadır. Kıbrıs da bu çerçevede ele alınması gereken bir
sorundur. Ecevit'in ABD ziyaretinden önce Kıbrıs sorunu yeniden
alevlendirildi, pazarlık konusu edileceği üzerine bolca yazıldı.
Ama bu sorun üzerine neyin ne kapsamda konuşulacağı da önceden
biliniyordu. Öyle de oldu; Ecevit-Clinton görüşmesinde Kıbrıs
sıradan bir sorun, ele alınan sorunlardan sadece birisi olarak
değerlendirildi. Bu, Kıbrıs, sorununun artık önemsizleştiği
anlamına gelmiyor. Tam tersine, Kıbrıs, farklı güçler açısından
oldukça önemli bir sorun. Görüşmelerde bu sorunun, beklendiği
boyutlarda ele alınmamasının yegane nedeni sorunun çözümü
konusunda Türkiye ile ABD arasında bir yakınlaşmanın sağlanmış
olmasıdır. Bu yakınlaşma, Türk burjuvazisinin Kıbrıs
politikasında, vazgeçmesi temelinde değil, Amerikan
emperyalizminin hegemonya politikasının gereklerine uygun bir
yakınlaşmadır. Önce bu politikanın ne olup olmadığına
bakalım.
İki
Kutuplu Dünya Döneminde Amerikan Emperyalizminin Kıbrıs
Politikası
İki
kutuplu dünya ile Amerikan emperyalizmi ve Sovyet sosyal
emperyalizminin iki süper güç olarak dünya hegemonyası için
dalaştıkları dönemi kastediyoruz. Bu dönemin 1974'e kadar olan
bölümünde Kıbrıs, "bağımsız" bir devlet
konumundaydı. (Devlet olarak yapılanışı 16.8. 1969). Kıbrıs,
her iki süper güç açısından batmayan uçak gemisiydi. Kıbrıs,
Amerikan emperyalizminin çıkarlarına tam hizmet etmiyordu. Kıbrıs,
ne Türkiye ve ne de Yunanistan gibi NATO üyesi. Kıbrıs'ın,
İngiliz sömürgesiyken elden çıkması gibi bir durum da yoktu.
Yani "özgür dünya"nın jandarması ABD'nin elinin
altında bir üs konumundaydı. Ama devlet olarak "bağımsız"
olan Kıbrıs, Amerika'nın gözüne batan bir dikendi. Üstelik
Kıbrıs hükümeti ABD'ye üs vermeye de yanaşmıyordu. Stratejik
konumundan dolayı Kıbrıs'a iki süper devletin duyduğu ilgi
büyüktü. İki süper devlet, Kıbrıs'ı mutlaka elde edilmesi ve
elde tutulması gereken bir "obje" olarak görüyordu.
Batmayan uçak gemisi olarak Kıbrıs, stratejik olarak çok yönlü
önemliydi. (Şimdi de öyle). Kıbrıs'a hakim olmakla Sovyet sosyal
emperyalizmi, Akdeniz bölgesine hakim olacağına ve Kıbrıs
üzerinden Ortadoğu"ya çıkacağına inanıyordu. Amerikan
emperyalizminin nüfuzunda olan bir Kıbrıs, Sovyet sosyal
emperyalizminin bölgede tutunamayacağı anlamına geliyordu. NATO
üyesi olarak Yunanistan ve Türkiye, bu askeri örgütlenmenin güney
sınırını oluşturuyorlardı. Bağımsız bir Kıbrıs, bu sınırı
Akdeniz cephesinde bölüyordu. Bu adaya Sovyetler Birliği'nin
yerleşeceğini düşünmek bile Amerikan emperyalizmi açısından
bir karabasandı.
Makarios'un
devrilmesinden sonra ABD, Türkiye ve Yunanistan arasındaki
sertleşmeyi ve savaşa doğru gidişi engellemeye çalıştı. İki
NATO üyesinin savaşa tutuşmaları, Amerikan emperyalizminin
çıkarlarına hiç uygun değildi. Makarios'un devrilmesinden sonra
Sovyetler Birliği, Akdeniz'deki askeri mevcudiyetini takviye ederek
güçlendirdi. Sovyet sosyal emperyalizmi, Amerikan emperyalizminin
taktiksel zor durumundan yararlanmak istiyordu. ABD'nin hem Kıbrıs'ı
elden kaçırmamak ve hem de iki NATO üyesi arasında savaşı
önlemek durumunda kalması, SB'yi o dönemde taktiksel olarak
cesaretlendiriyordu. Nitekim Sovyet sosyal emperyalizmi, Türkiye'nin
Kıbrıs tezini (darbeden sonra) başından beri destekliyordu.
Böylelikle Türkiye'yi kendi yanına çekeceğini umuyordu. Sovyet
sosyal emperyalizmi, aynı niyetle Yunanistan'a da yakınlaşmaya
çalıştı, onun bütün çabası bir şekilde Kıbrıs'a çıkmak,
adayı kendi nüfuzu altına almaktı. Sovyet sosyal emperyalizmi
pragmatizmde sınır tanımıyordu.
Sonra
revizyonist blok ve Sovyetler Birliği dağıldı, bununla birlikte
iki kutuplu, iki süper devletli dünya da dağıldı. Buna bağlı
olarak '90'lı yıllardan itibaren emperyalist ülkelerin dünya
hegemonyası mücadelesi açısından bazı ülkelerin stratejik
konumu değişti. Yeni koşullar, çıkarların yeniden yönlenişi,
yeni değerlendirmeleri beraberinde getirdi. Amerikan emperyalizmi
açısından Türkiye ve Kıbrıs bu türden değerlendirmelere birer
örnektir.
İki
süper güçlü dünyada Türkiye'nin yeri belliydi ve iki süper güç
arasında paylaşılmayan bir "obje" değildi. Ama bu,
Kıbrıs için pek söylenemez. Revizyonist blokun dağılmasından
sonra dünya, tek süper güçlü ama çok kutuplu bir sürece girdi.
Bu, emperyalist ülkeler arasında dünya hegemonyası için
rekabette yeni bir durumdur. Bu süreç, Türkiye ve Kıbrıs'ın
stratejik açıdan önemini artırdı. Kıbrıs üzerine rekabette
Sovyetler Birliği'nin yerini bir bütün olarak AB aldı. Şimdi
bölgemiz; Türkiye ve Kıbrıs üzerinde rekabet ABD ve AB arasında
sürdürülüyor. Bu iki emperyalist güç arasındaki rekabet
keskinleştiği için, önceleri dönem dönem gündeme getirilen
Kıbrıs sorunu, şimdi gündemden hiç düşmüyor. Her bir güç
sorunu kendi çıkarı doğrultusunda çözmek istiyor. Çözüm
Ankara'da, Atina'da, Washington'da ve AB başkentlerinde aranıyor.
Kıbrıslıya; Kıbrıslı Türk'e ve Rum'a kimse bir-şey sormuyor.
Niye sorulsun ki! Bir arada yaşayabilmiş olan insanları bir arada
yaşayamaz duruma getiren politika, dün de bugün de aynı
politikadır. Bu politika hakim olduğu müddetçe de Kıbrıs sorunu
ancak ve ancak güçler dengesine göre çözülebilir(l). Ama bu
konuya geçmeden önce bir arada yaşayabilmiş insanların bir arada
yaşayamaz duruma getirilmeleri sürecine bakalım.
Kıbrıs'ta
Etnik Ayrıştırma Politikası ve Sonuçları
Kıbrıs'ta
Türklerin ve Rumların ortak yaşamı İngiliz sömürge hakimiyeti
altında '50'li yıllara kadar sürmüştü. Her iki etnik grubun
milliyetçiliği esas itibariyle İngiliz sömürgeciliğine karşı
kurtuluş mücadelesinde gelişti. Ağustos 1960'da kurulan iki
toplumlu devlet, her iki tarafın burjuva politikacıları tarafından
nihai amaca ulaşmayı geciktirici bir durum olarak görülmekteydi.
Rum milliyetçilerinin nihai amaçları Enosis'ti. Yani Kıbrıs'ın
tamamının Yunanistan ile birleşmesi ve Türk milliyetçilerinin
nihai amacı da taksimdi. Her iki taraf arasındaki belirtilen amaçlı
siyasi mücadele, karşılıklı katliam, 1974'te Türklerin tezine
uygun bir çözüme ulaştı. Makarios'a yapılan darbeyi bahane eden
Türkiye, garantörlük hakkını kullanma adı altında Kıbrıs'ı
işgale girişti. Yunan faşist cuntasının Makarios'u devirme
girişimi Türk burjuvazisi için aranan bir fırsattı ve o, fırsatı
değerlendirerek nihai amacı, taksim'i gerçekleştirdi.
Adaya
çıkan Türk ordusu, yaklaşık 160 bin Rum'u Kuzey'den Güney'e
doğru sürmeye başladı. Ordu birlikleri, Rumlara kaçma olanağı
sağlamak için ağır ilerliyorlardı. Türk burjuvazisinin esas
amacı, ne Kıbrıslı Türkler'! Rum katliamından kurtarmak ve ne
de Rumlardan intikam almaktı. Kıbrıslı Türkler"in Rum
katliamından kurtulması ve Rumlara yönelik katliam esas amaca
ulaşmak için atılan adımların sadece birer sonucuydu; Türk
burjuvazisi, Kıbrıs'ın Kuzey kısmını Rumlar"dan
arındırmayı ve işgal ettiği bu bölüme stratejik üs olarak
yerleşmek amacını güdüyordu. Bu nedenle Kuzey'deki Rumları
istenmeyen "unsur"lar olarak görüyor, Güney'e kaçmaları
için işgal hareketini yavaşlatıyordu. Taksimin tam, geriye
dönüşümsüz gerçekleşmesi için atılması gereken ikinci adım,
nüfuz değişimiydi. Türk burjuvazisi amacına ulaşmak için
adanın demografik yapısının tamamen değiştirilmesi gerektiğini
biliyordu ve bunu da işgal sürecinde ve hemen sonrasında
gerçekleştirmeye koyuldu.
Kıbrıs'ta
Türkler ve Rumlar kendilerine ait bölgelerde değil, karışık
olarak bir arada yaşıyorlardı. Türk burjuvazisi bu nedenle, şayet
Türkler'i korumak istiyorsa adanın tamamını ve özellikle de
Güney kesimini işgal etmesi gerekiyordu. Bu, imkansız bir adım
olduğundan atılması gereken ilk adım, stratejik olarak
Türkiye'nin çıkarına en uygun olan Kuzey'de Rumlar'ı kovmak,
adada dağınık olarak ve özellikle de Güney'de yaşayan Türkler'i
Kuzey'e çekmekti. Bu adımın ilk aşaması, Kuzey'deki Rumlar'ın
Güney'e sürülmesi kolay gerçekleşti. İkinci aşama zordu ve
uzun sürdü. İşgal hattının Güney kesiminde kalan Türkler'in
sayısı yaklaşık 44 bin kadardı. Yani adadaki o zamanki Türk
nüfusun yarısı. Bu insanlar küçük gruplar halinde Kuzeye
geçseler de süreç hızlı ilerlemiyordu. Ancak Ağustos 1975'te
iki taraf arasında yapılan anlaşmayla Güney'deki Türkler'in
Kuzey'e göçü sağlandı. Buna karşın Kuzeyde kalmış olan 15
bine yakın Rum'un "normal yaşam" sürdürmesini Türk
tarafı teminat altına alacaktı.
Etnik
ayrıştırma süreci 1975'te tamamlandı. Bu süreci işgal ile
hızlandıran ve sonuçlandıran, daha doğrusu 1974/75'teki etnik
ayrıştırma sürecine dikte eden taraf, Türk ordusuydu. Ama bu
süreci on yıl önce başlatan taraf ise Rumlardı. Kıbrıs'ın
bağımsızlığını Enosis'e giden süreçte sadece bir aşama
olarak gören Kıbrıslı Rum ve Yunanistanlı şovenistler,
paramiliter güçler 1963/64 olaylarını başlattılar. Bu yıllarda
etnik ayrıştırmanın ilk adımı atılmıştı. Ayrıştırmanın
ilk adımını 1963/64'te Rum kesimi attı. 1974/75'te de Türk
ordusu ikinci ve nihai adımı atarak etnik ayrıştırma sürecini
tamamladı.
Her
iki tarafın şovenistleri "ana vatanları Türkiye ve
Yunanistan'ın politikalarını uygulayarak adada, her iki etnik
grubu aynı potada birleştiren Kıbrıslı olma veya Kıbrıslılık
bilincinin gelişmesini engellediler. İki etnik gruba onların
kaynaşmasına dayanan Kıbrıslı olma olanağı, Ağustos 1960'ta
Kıbrıs devletinin kurulmasıyla elde edilmişti. Türkiye ve
Yunanistan, adadaki uşakları ile birlikte Kıbrıs'ta Kıbrıslı
olma bilincinin gelişmesini engellemek için birbirleriyle
yarıştılar. Zaten her iki tarafın nihai amaçları (taksim ve
Enosis) Kıbrıs'ta Kıbrıslı olma bilinci değil, Türk veya Rum
olma/kalma bilincine hizmet ediyordu. Kıbrıslı olmayı esas alan
her iki taraftan devrimci ve demokratların çabalarını
engellediler ve bunun ötesinde bu güçleri katletmeye yöneldiler.
1974'te
ada fiilen ikiye bölündü. O günden bugüne her iki tarafın
çabalarına baktığımızda anlayışlarında değişen bir şeyin
olmadığını görüyoruz. Türk tarafı, nihai amacı olan taksimi
fiilen gerçekleştirmişti. Bütün uğraşısı da fiili taksime
hukuki içerik vermekti. Yunan tarafı ise, adanın eski, 1974 öncesi
statüsüne dönüştürülmesini Enosis için yeni bir start olanağı
olarak görmeye devam ediyor. Güçler dengesi bakımdan Yunanistan,
Türkiye karşısındaki yetersizliğini ve Enosis için tek başına
bir şey yapamayacağını bildiği için umudunu uluslararası
görüşmelere bağlıyor. 1975'ten bugüne kadarki Kıbrıs
konusundaki uluslararası görüşmelerin sonuçlarına baktığımızda
ilginç bir gelişme görüyoruz; çoğu kez Türk tarafı baskı
altında tutuluyor, ambargo ile karşı karşıya kalıyor. Ama
fiilen kaybeden Yunan tarafı, kazanan ise Türk tarafı oluyor. Öyle
ki, Rum-Yunan tarafı Şubat 1977'de imzalanan ve Denktaş-Makarios
"ilkeler" olarak bilinen "bağımsız, bağlantısız
bir federal Cumhuriyet" anlayışını sonraları reddetme
yolunu seçtiler. Amerika'nın Türkiye'ye uyguladığı silah
ambargosu ve BM'nin sıkıştırmasıyla -ve '70'li yılların ikinci
yarısında Türkiye'de genel devrimci demokratik mücadelenin
yükselişi ve bunun faşist diktatörlüğü zora sokuşu da göz
önünde tutulursa- sonuç alınacağını ve Kıbrıs'ta '74
öncesine dönüleceğini sanıyorlardı. Tam tersi oldu. Türkiye,
her vesile ile Kıbrıs sorununun hükümet politikası olmadığını,
bunun ulusal bir dava olduğunu ve 74'ten önceki duruma
dönülemeyeceğini açıklıyordu.
Makarios,
Kıbrıs'ın "devletsel bağımsızlığını da söz konusu
yapıyordu. Yani gerektiğinde Sovyet sosyal emperyalizmi ile ilişki
kurarım mesajını veriyordu. Bu, SB'nin Kıbrıs'ta nüfuz sahibi
olması için bir olanaktı. Makarios'un ölümünden sonra Kıbrıs
Rum kesimi önderleri tamamen pro-batıcı (batı yanlısı)
oldukları için Kıbrıs'ta iki süper devletin hegemonya mücadelesi
olanağı geri plana itilmiş ve Kıbrıs, batılı emperyalist
ülkelerin bir sorunu durumuna gelmişti. Sovyet sosyal
emperyalizminin var olduğu dönemde de Batılı emperyalist güçler
arasındaki; hegemonya mücadelesi ön plana çıkamadığı için,
iki süper devlet arasındaki dünya hegemonyası mücadelesine tabi
kaldığı için, Kıbrıs sorunu, dönem dönem Türk ve Yunan
burjuvazisinin iç politik sorunlarından dolayı alevlendirilen bir
sorun olarak ele alındı.
'90'lı
yılların başından bu yana durum değişmeye başladı. 1989/91
döneminde revizyonist blok çökmüş ve SB dağılmıştı. SB'den
geriye kalan Rus emperyalizmi dağılmanın ve blok olarak çöküşün
beraberinde getirdiği sorunlarından dolayı hâlâ içinden
çıkamadığı siyasi, ekonomik, askeri bir kriz içine girdi. Bu,
görece bir zayıflama demekti ve Rus emperyalizmi geri çekilerek,
şimdilik dünya çapındaki hegemonya mücadelesinde iddiasız
olduğunu kabul etti.
Aynı
dönemde, Sovyet "tehlikesi"nin ortadan kalkması
vesilesiyle birlikte batılı emperyalist ülkeler arasındaki
cendereye sıkıştırılmış durumdaki çelişkiler/rekabet
atılımları açığa çıktı. Özellikle bir taraftan ABD, diğer
taraftan bir bütün olarak AB ve onun belirleyici bileşeni olan
Almanya arasındaki rekabet, dünya politikasına bölgesel adımlarla
(Balkanlar, Kıbrıs) damgasını vurmaya başladı.
Yunanistan
ve Rum kesimi, bu sefer de bu gelişmeye umut bağladılar. 1994/95'e
kadar Kıbrıs sorunu BM'de ele alınıyordu. Yunanistan ve Kıbrıs
Rum kesimi, Kıbrıs sorununu BM'den AB'ye kaydırmaya çalıştılar.
Onlara göre Türkiye, ne pahasına olursa olsun AB'ye girmek istiyor
ve Türkiye'nin AB üyeliği Kıbrıs'ta vereceği tavize endeksli
olmalıdır. Amerikan emperyalizmi ile rekabet eden AB de bir bütün
olarak Kıbrıs'a hakim olmayı kendi çıkarlarına uygun görüyor
ve üyesi Yunanistan'ın "sorunu"na sahip çıkıyordu.
Kıbrıs
ve Emperyalistler Arası Çelişkiler
S-300
"badiresi" atlatıldıktan sonra Kıbrıs, yeniden ABD-AB
arasındaki bir soruna dönüştü. Rusya'dan S-300 füzeleri
ısmarlayan Rum kesimi -güya Yunanistan'ın bundan haberi yokmuş-
Enosis'i gerçekleştirmek için her yola başvuracağını gösterdi.
Bu füzeleri Rusya'dan satın almak" aslında ABD ve AB'ye
yönelik bir tehditti. Bu füzelerin yerleştirilmesi ve kullanılması
için çok sayıda Rus elemana ihtiyaç vardı. Bir bütün olarak bu
füzeler ile birlikte Rusya, Kıbrıs'a yerleşecekti. Türk
burjuvazisi, bu füzelerin kendisi için hiç de büyük bir tehlike
oluşturmadığını biliyordu. Ama bunu, Kıbrıs Rum kesimi ve
Yunanistan'a karşı bir fırsat olarak değerlendirdi ve savaş
naraları atmaya başladı. Rusya'nın Kıbrıs'a yerleşme
olasılığını göz önünde tutan AB ve ABD, Kıbrıs üzerindeki
kendi araçlarındaki rekabeti bir kenara bırakarak "obje"nin
bütününü kurtarmak için Türkiye'ye hak verdiler ve bu füzelerin
Kıbrıs'a konuşlandırmamasını sağladılar. ABD, AB işbirliği
ile Türk tarafı teskin edilmiş, Rum tarafı azarlanmış,
Yunanistan tarafı oyunun kurallarına göre oynaması için hizaya
getirilmiş ve Rus tehlikesi atlatılmıştı. O dönemde "Ethos"
gazetesi ile söyleşi yapan Rus Savunma Bakanlığı'ndaki devlet
seferi general L. İvazov şöyle diyordu; "Bazıları Rusya'nın
Güneydoğu Avrupa'da bir rol oynamasını istemiyorlar. Bunlar,
şimdiki güçler dengesinin, Türkiye'nin lehine olan güçler
dengesinin devamını istiyorlar".
Böylelikle
Rus emperyalizmi bir taraftan ABD'ye mesaj yollarken diğer taraftan
geçici zayıflığımızdan dolayı sesimiz ancak bu kadar çıkıyor,
ama bölgede var olma niyetimiz değişmemiştir, diyordu.
Rusya
hâlâ bu niyetiyle yaşar durumda. Bu nedenle onu bir kenara
bırakıyoruz. Geriye ABD ve AB kalıyor. Kıbrıs
sorunu-Türkiye-Yunanistan-ABD ve AB!
AB,
Türkiye'nin üyelik nedeniyle Kıbrıs'ta taviz vereceğine inandığı
için Kıbrıs Rum kesimi ile bütün Kıbrıs'ı bağlayan üyelik
görüşmelerine başladı. Bunun üzerine Türkiye, Kıbrıs'ta
taviz verilemeyeceğini, Kıbrıs Rum kesimi ile AB arasındaki
ilişkilerin gelişmesine paralel olarak Kıbrıs Türk kesimi ile
Türkiye arasında entegrasyonu geliştireceğini açıkladı. Bu,
Türk burjuvazisi için önemli bir fırsattı. 74'teki fiili taksime
şimdi hukuki bir kılıf bulunuyordu. AB, Kıbrıs politikası ile
Kıbrıs'ın hukuki olarak da bölünmesini hızlandırıcı bir rol
oynadı. Kıbrıs sorununun AB'ye havale edildiği 1994/95'ten en son
G -7'ler toplantısına kadar Amerika'nın Kıbrıs'a baskısı,
izlemekten pek öteye geçmedi. G7'ler toplantısında sorun, BM'ye
havale edilsin diye gündeme getirildi. Öyle de oldu. Şimdi Kıbrıs,
yeniden BM'nin gündeminde. Zaten AB'nin Türkiye'nin aday üyelik
sorununda Kıbrıs'ı pek ön plana çıkartmaması da bunu
gösteriyor.
Ecevit-Clinton
görüşmesinde, Clinton, "Kıbrıs'ta bundan böyle 74 öncesine
geri dönüş olmaz" demiş. Clinton'un bu açıklaması, Türk
burjuvazisinin anlayışı. Aynı açıklama Rum kesiminde ve
Yunanistan'da şaşkınlığa yol açınca Amerika, "Clinton'ın
sözü yanlış anlaşıldı, bu, siyasi değil, güvenlik içerikli
bir açıklamaydı" diye yorum yapmak zorunda kaldı. Önemli
olan, açıklamanın kendisidir. ABD, ilk defa adanın fiili
bölünmüşlüğünü kabul ediyor. Aynı dönemde BM Genel
Sekreteri K. Annan'ın Denktaş ve Ecevit ile görüşmesinden sonra
yaptığı açıklama da ilginç; Annan, Denktaş'a şunları
söylemiş; "Bay Annan müzakere sürecinde bir hususta kararlı.
Kıbrıs sorununa dışarıdan çözüm planları sunulmasına karşı.
Bu beni çok memnun etti. Genel sekreter ayrıca bize haber vermeden
sürpriz bir karar veremeyeceğini vaat etti" (11 Eylül 1999
tarihli Hürriyet'ten).
Amerika
ziyareti sırasında Annan ile görüşen Ecevit, ona "Türkiye
ve KKTC olarak Ada'daki sorunun çözümünde sizi tek yetkili
görüyoruz. Başka hiçbir yaptırım veya arabuluculuğu kabul
etmiyoruz" demiş. Ve Annan
da, Ecevit'i dinledikten sonra "sizinle görüşene
dek Ada'da tarafları bir araya getirmek için davet
mektubu gönderme hazırlığı içindeydim. Ancak şimdi Ankara'nın
ne kadar ciddi olduğunu gördüm. Bu yüzden ben de acele etmeyerek
beklemenin en uygunu olacağını düşünüyorum"demiş (2
Ekim 1999 tarihli Hürriyet'ten).
Türkiye
ve Kıbrıs Türk kesimi uzun zamandan beri, Kıbrıs sorununun
çözümü için konfederasyon önerisinde bulunuyorlar. ABD, bu
öneriye sıcak baktığını bir kaç kez "ağzından kaçırdı".
Bütün bu niyet ve açıklamaları alt alta getirdiğimizde,
toplayıp ve çıkardığımızda ortaya belli bir politika , belli
bir gerçek çıkıyor. Yaklaşık olarak '90'lı yılların başından
bu yana Türkiye'nin Kıbrıs politikası Amerikan emperyalizminin
desteğini alıyor. Daha önceki genel sekreteri B. Ghali,
vasıtasıyla Denktaş'ı azarlayan BM gitmiş. Şimdiki genel
sekreter vasıtasıyla Türk tarafını dinleyen ve anlayan bir BM
gelmiş. Daha önce Türkiye'ye ambargo koyan, Türkiye'yi
cezalandıran ABD gitmiş, yerine Türkiye'ye "hak veren"
bir ABD gelmiş!! Bunun bir nedeni olmalıdır. Bu neden, Amerikan
emperyalizminin hem bölgesel hakimiyetinde ve hem de 21. yy
stratejisinin bir gereği olarak bölgeyi mutlaka kendi güdümünde
tutma anlayışında aranmalıdır.
Bir
arada yaşamış olan ve bir arada yaşama bilincinde olan insanlar,
yerlerinden-yurtlarından kopartılarak her iki tarafın, esasen de
Türk ve Yunan hakim sınıflarının çıkarları doğrultusunda
etnik ayrıştırmaya maruz bırakıldılar. Bu yetmiyormuş gibi,
her gün 24 saat körüklenen şovenizmle birbirlerine düşman
edildiler. Yeni nesil böyle yetişti. Beraber olmanın değil ayrı
kalmanın, düşman olmanın koşulları yaratıldı. Böyle bir
gelişmenin sorumlusu, her iki tarafın hakim sınıflarıdır. Adada
fiili bir durum yaratılmıştır ve her iki tarafta da toplumlar bu
fiili duruma göre siyasi, ekonomik, kültürel vb. örgütlenmiş ve
şekillenmişlerdir.
Kıbrıs
sorununu "çözmek" isteyen emperyalist güçler bu durumu
bilmiyorlar mı? Elbette biliyorlar. Ama onların niyeti, Kıbrıs
sorununu çözmek değil, adayı kendi kontrolleri altına almaktır.
Bu amaca ulaşmak için, dünya kamuoyu önünde ikiyüzlü duruma
düşmekten de çekinmiyorlar. Bir taraftan, örneğin Balkanlar'da
olduğu gibi, insanları etnik kökenlerine göre ayrıştırıyorlar,
ama diğer taraftan Kıbrıs'ta birleştirmek istiyorlar. Neden?
Çünkü Yugoslavya'nın parçalanmasında ve Kosova savaşında
gördüğümüz gibi, bu bölgede emperyalistler arası rekabet,
insanları etnik kökenine göre ayrıştırmayı kaçınılmaz
kılıyor iken, Kıbrıs'ta tam bunun tersi yapılmak isteniyor. Bir
tarafta emperyalist çıkar, "böl ve yönet" taktiğini
uygun görürken, diğer tarafta "birleştir ve yönet"
taktiğini geçerli görüyor.
Gerek
ABD ve gerekse de AB, Kıbrıs'ın bütününe hakim olmak için
mücadele ediyorlar. Ama en kötü durumda bir kısmıyla da yetinmek
zorunda kalacaklar.
Revizyonist
blokun dağılmasından sonra Türkiye gibi Kıbrıs'ın da önemi
arttı. Bu blokun çökmesi ve SB'nin dağılmasından sonra o zamana
kadar dünya çapında hakim olan güç dengeleri ve rekabetin yönü
değişti. Elini çabuk tutan ve tabii gücüne dayanan Amerikan
emperyalizmi, 21. yüzyılda da dünya hakimiyetini sürdürmek için
yöneliş alanlarını ve bu alanlarda işbirliği yapabileceği
güçleri belirledi. 21. yüzyılda dünya hakimiyeti Avrasya
alanının kontrolünden geçiyordu. Bu alan(bu alan Batı Avrupa’yı
da kapsamına alıyor) dünya üretiminin %60'dan fazlasını
sağlıyor ve dünya enerji kaynaklarının önemli bölümü bu
alanda bulunuyor. Bu alana girmek nispeten kolay oldu. Ama çıkmak,
yani elde edilen zenginlikleri dünya pazarına taşımak o kadar
kolay değil. Bunun için güvenli toprakların olması gerekiyor.
Anadolu coğrafyası, Amerikan emperyalizmi için en uygun alandı
(Tabii ki Türkiye'nin ABD açısından önemi, sadece yapılması
düşünülen petrol boru hattından kaynaklanmıyor). Bakü-Ceyhan
ve Ortadoğu bağlamında Kıbrıs oldukça önemli bir üs oluyordu.
Akdeniz'e indirilen petrolün kontrolü ve Ortadoğu'ya olan
yakınlık. Kıbrıs, esasen bu iki açıdan/olgudan dolayı ABD ve
AB için önemlidir. Her iki emperyalist güç arasındaki rekabet
giderek keskinleştiği için Kıbrıs sorunu da gündemden hiç
düşmez oldu. ABD ve AB arasındaki rekabet, bölge üzerindeki
hegemonya mücadelesi devam ettiği müddetçe Kıbrıs sorunu da hep
gündemde kalacaktır ve Kıbrıs'ın geleceği şimdilik bu iki
emperyalist güç arasındaki dengenin seyrine bağlı olacaktır.
Son
söz henüz söylenmedi. Söylenmesi için de zaman erken. Dalaşma
anlaşılan o ki, bir süre daha BM şemsiyesi altında sürdürülecek.
Ama tarafların tavırları oldukça açık. Bir taraftan Türkiye ve
ona Kıbrıs politikasında yakınlaşan ABD, diğer taraftan
Yunanistan-AB.
Son
dönemlerde AB -Türkiye cephesinde ne değiştiyse- Türkiye'nin
AB'ye aday üyeliğine sıcak baktığının mesajlarını veriyor ve
anlaşılan o ki, Yunanistan'ı frenleyerek, Türkiye'nin aday
üyeliği sorunuyla Kıbrıs sorununu yan yana koymuyor. Bu alandaki
gelişme başka bir yazı konusudur.
Kıbrıs
konusunda ABD-Türkiye arasındaki ilişkiler "stratejik
ortaklık", "dostluk" anlayışının dışında
düşünülemez. ABD efendi, Türkiye köle. Ama öneminin bilincinde
olan bağımlı bir burjuva devlet ve stratejik önemini pazarlamanın
bilincine varmış. Bu nedenle talepler öne sürüyor ve çıkarlar
çakışıyor. ABD, Türkiye'yi hizaya getirip Kıbrıs'ta istediği
çözümü dayatır anlayışı veya ABD'nin Kıbrıs'a bakışının
Türkiye'ninkinden çok farklı olduğu anlayışı doğru değildir.
ABD açısından Türkiye'nin Kıbrıs politikası şüphesiz ki
ideal değil. Ama adanın tamamından olmaktansa bu politikanın
arkasında durarak bir bölümünü elde tutmayı yeğliyor. O,
adanın bütününü istiyor. Ama olmazsa bir kısmına da razı. Bu
nedenden dolayı, istese de istemese de Türkiye ile aynı safta yer
alıyor. Amerikan emperyalizmi de biliyor ki, Türkiye'nin Kıbrıs
politikasına ters düşerek "stratejik ortaklık"
kurulamaz. Bu, "dostluğa" sığmaz. Bu aşamada yapılması
gereken, istese de istemese de AB karşısında Türkiye'nin yanında
görünmek. Amerikan emperyalizmi "stratejik ortaklığın"
gereğini yerine getiriyor.
Ecevit'in
Clinton ile ne konuştuğunu AB de biliyor. ABD ile Türkiye
arasındaki "stratejik ortaklığın" kendisine karşı bir
ortaklık olduğunu çok iyi biliyor. Bu nedenden dolayıdır ki,
Türkiye cephesinde neredeyse hiçbir değişme olmamasına rağmen,
Türkiye'ye yaklaşımda değişme oldu. AB, Türkiye'nin aday
üyeliğine sıcak bakar oldu. Bu gelişmelerin aynı dönemde olması
Türkiye ve Kıbrıs üzerinde rekabetin ne denli keskinleştiğine
işarettir. Şimdilik ABD, AB'ye nazaran Kıbrıs konusunda da bir
adım ileride. Sorunu yeniden BM'ye havale ettirdi. 74'ten önceki
duruma dönülemez dedi. K. Annan da Ecevit'i dinledikten sonra her
iki kesimi bir araya getirmek için yazacağı davetiyeyi erteledi.
K. Annan'ın toplumlar arası görüşmelerin yeniden başlaması
için yazacağı davetiyenin içeriği hiç önemli değil. Önemli
olan, kimi hangi sıfatla toplantıya çağıracağıdır. Türk
tarafı devlet olarak çağrılmaktan öte bir beklenti içinde
değil. Bu sıfatla çağrılmak, BM tarafından, dolayısıyla dünya
tarafından devlet olarak tanınmak anlamına geliyor ve böylece
adanın 1974'teki fiili bölünmüşlüğü hukuken kabul edilecek ve
KKTC devlet olarak tanınacak!
Sınıf
Pusulası, Sayı 4, Kasım-Aralık 1999.