deneme

1 Mayıs 2001 Salı

BİR TROÇKİZM-”POST-MARKSİZM" ELEŞTİRİSİ -DP VE ALINTERİMİZ’İN EKONOMİK KRİZ TEORİLERİNİN ELEŞTİRİSİ



21. YÜZYILIN EŞİĞİNDE TÜRKİYE EKONOMİSİ (II)


II. TÜRKİYE EKONOMİSİNİN DURUMU

 


DP VE ALINTERİMİZ’İN EKONOMİK KRİZ TEORİLERİNİN ELEŞTİRİSİ*


1) Teorik Yaklaşım

Alınterimiz gazetesi, kendi dışındakilere karşı açmış olduğu “teori” savaşını sürüyor. Neredeyse meydan muharebesi biçimini alan bu ”teori” savaşında Kızıl Bayrak ve özellikle Y. Atılım nasibini almış. Bizi burada ilgilendiren Y. Atılım hakkında ileri sürülenlerdir. Farklı açılardan ilgimizi çektiği ve öğretici olduğu için Alınterimiz’in teori adına savunduğu anlayışları ele alacağız. Ama önce tartışma yöntemi ve ahlakı üzerine birkaç söz sarf etmeyi kaçınılmaz görüyoruz.


Arkadaşları böyle bir tarzda yazı yazmaya zorlayanın ne olduğunu bilmiyoruz. Hata yapmak insanlara özgüdür. Hata yapılmış, Marksist kriz teorisi yanlış anlaşılmış olabilir. Ama bu size devrimci tartışma anlayışını aşan tarzda bir hitap hakkını vermiyor. Diyelim ki bu hakkı kendinizde buluyorsunuz, o halde başkalarının da aynı tarzda cevap verme olasılığını kabul ediyorsunuz demektir. Ama biz aynı tartışma yöntemine değer vermiyoruz. Bunun ötesinde şiddetle kınıyoruz. Arkadaşların neyi niçin eleştirdiklerini, gerçekten de belli bir teoriden hareketle mi düşüncelerini geliştirdiklerini bir türlü anlayamadık. Alınterimiz, bir makale nasıl yazılmamalının örneğini oluşturuyor. Eleştiride amaç, yanlış olanın yanlışlığını kabul ettirmekse -ki arkadaşların bu amacı güttüklerine inanıyoruz - öncelikle yapılması gereken, neyi niçin savunduğunu ve neyin neden yanlış olduğunu açıklamak olmalıdır ve bunun için de gerekli kavramlar kullanılmalıdır. Ama bütün bunları yapabilmek için savunulan veya yanlış olduğuna inanılan konuda söz konusu olan teoriye biraz da olsa hakim olmak gerekir.

Arkadaşların eleştirdiklerini, bütün anlayışlarını burada teker teker ele almanın mantığı yok. Şunu yapacağız: Eleştirilerinden hareketle savundukları anlayışları ve yanlış bulup eleştirdikleri görüşleri birkaç başlık altında toplayacağız. Böylece hem kendi görüşlerimizin ve hem de Alınterimiz - Devrimci Proletarya'nın görüşlerinin birer fotoğrafını çıkartacağız.

a-Arkadaşlar ekonomik kriz (fazla üretim krizi) ile mali-borsa-para-kredi krizleri(spekülasyon) arasındaki farkı ve bağı anlamıyorlar. Aksi taktirde Marksist kriz teorisinin mali-spekülasyon krizi-fazla üretim krizi ayrımına şiddetle karşı çıkarak, korkusuzca anti-marksist görüşler savunamazlar.

b-Arkadaşlar sermaye hareketini ve özelliklerini hiç anlamamışlar.

c-Kavram konusunda arkadaşların kafası hiç açık değil. Aksi taktirde “aşırı üretim krizi ile de birleşen daha temeldeki bir aşırı biri kim krizin”den bahsetmezler. Demek ki bir aşırı üretim krizi var ve bu krizin temelinde de başka bir kriz var; aşırı birikim krizi!

d-“Y. Atılım, tekelci aşamanın farklılaşmış krizi sürecini, klasik sınai çevrim krizlerine indirgemekte, sınai çevrim krizlerini de daha temeldeki aşırı birikim krizlerini inkar edip, aşırı üretim krizlerine indirgemekte, bu tür bu tahrifat sonucu tavşanın suyunun suyuna indirgediği üretim krizinin yaşanmadığını ileri sürebilmektedir”. (Bkz. Alınterimiz, Sayı 64, s.10).

Bu saptama, arkadaşların kapitalizmin kendiliğinden çökeceği teorisini savunduklarının kanıtıdır. Yani Rosa Luksemburg ve H. Grossomann'ın anlayışları.

e-Arkadaşlar “dalga” teorisini savunuyorlar. (Bkz. Alınterimiz, s. 62).

f-Arkadaşlar sürekli kriz teorisini savunuyorlar (Bkz. Devrimci Proletarya, örneğin Sayı 34, s. 12-18 vs.).

Şimdi bu başlıklarla ifade ettiğimiz anlayışları açalım.

a-Mali Kriz-Ekonomik (Fazla Üretim) Krizi Arasındaki Diyalektik Bağ ve 
   Farklılıklar

Krizlerin olasılığı basit meta üretimi ve para dolaşımının gelişmesiyle başlar. Bu bir olasılıktır ve bu olasılığın ne zaman başladığı konusunda F. Engels şu tespiti yapar;
Öyleyse Marksist değer yasası, ürünleri metalara dönüştüren değişimin başlangıcın dan, 15. yüzyıla kadar süren bir dönem için, genel bir ekonomik geçerliliğe sahip olmuş tur. Ne var ki meta değişimi, yazılı tarih ön cesi dönemlere kadar uzanır... Şu halde de ğer yasası beş ile yedi bin yıllık bir dönem boyunca egemenliğini sürdürmüştür.” (F. Engels'in Kapital'in III. cildine eki. Marks-Engels. C. 25 (Kapital III). s. 909. Alm.).

Demek oluyor ki Marks tarafından kaşfedilen değer yasası, yazılı tarihin başlangıcından bu yana etkide bulunuyor. Bu durumda; krizlerin doğuşu için genel koşullar veya olasılıklar varsa ve özellikle de ödeme aracı olarak paranın fonksiyonu gelişmişse, başka teşvik edici faktörlerin de olması durumunda krizin patlak vermesinde şaşılacak bir şey olmaz. Henüz kapitalizme gelmedik, ama krizler patlak veriyor. Aynen antik Yunanistan ve Roma İmparatorluğu'nda görüldüğü gibi. Bu birinci nokta; ödeme aracı olarak para ve kriz. Para dolaşımında patlak veren kriz. Ama bu krizleri, modern periyodik (devrevi) ekonomik krizlerle aynı görmüyoruz, göremeyiz. Bu ikinci nokta. Birinci noktada belirtilen krizler ile orta çağda patlak veren ve ticaret ve tefeci sermayesinin, kredinin kapsamlı gelişmişlik durumunu koşul yapan spekülasyon krizleri arasında oldukça önemli farklar vardır.

Yukarıya aktardığımız anlayışında Engels, basit meta üretiminden ticari-kapitalist iktisadi dönüşümün tarihini 15. yüzyıl olarak belirliyor. Yani 15. yüzyıl, ticaret sermayesinin zaferinin/hakimiyetinin başladığı yüzyıl. Bu sermaye (ticaret sermayesi), 17. yüzyılda krediciliğin bankaya benzer örgütlenmesine yol açmıştır. Bu örgütlenmeyle de; kredinin bankavari örgütlenmesiyle/kurumlaşmasıyla da spekülasyon, borsa oyunu ve bununla bağıntı içinde krizlere neden olmuştur. Bu üçüncü nokta.

17. ve özellikle de 18. yüzyılda görülen krizler; yani spekülasyon, borsa-kredi krizleri antik çağın krizlerinden ne denli farklıysalar, sanayi kapitalizminin devrevi krizlerinden de o denli temelden farklıdırlar. Neden?

17. ve 18. yüzyılda görülen spekülasyon, kredi, borsa-para krizleri banka ve kredi sisteminin; bir bütün olarak para ekonomisinin ve hisse senedi ticaretinin gelişmesinin sonucu olarak doğan krizlerdir. Ama bu krizlerin gerçeklik olabilmesi, yani patlak verebilmesi için ekonomi dışı faktörün, çoğunlukla da siyasi faktörün etkide bulunması, tetiklemesi gerekiyordu. Bu krizler, dönemsel olarak patlak veren krizler değildi. Periyodik (devrevi olarak) patlak veren krizler, Marks'ın deyimiyle “mekanik sanayinin bütün ulusal ekonomi üzerinde belirleyici etkile bulunacak kadar geliştiği” zamanda; “kapitalizmin kendi ayakları üzerinde durmaya başladığı” zamanda gündeme gelmişlerdir. Yani kapitalizmin makineli büyük üretim aşamasına girdiği zamandan itibaren. Bu dönem de 18. yüzyılın sonunda, 19. yüzyılın başında İngiltere'de sanayi devriminin sona erdiği dönemdir. Bu, dördüncü nokta. Biraz açalım;

Yaşamlarının toplumsal üretiminde in sanlar, aralarında zorunlu, iradelerinden bağımsız belli ilişkilere girerler; bu üretim ilişki eri, onların maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme derecesine tekabül eder. Bu üretim ilişkilerinin tümü, toplumun ekonomik yapısını, belli toplumsal bilinç şekillerine tekabül eden bir hukuki ve siyasi üst yapının üzerin de yükseldiği somut temeli oluşturur” (Marks, Politik Ekonominin Eleştirisine Katkı. Önsöz. C.13. s. 8, Alm).

Tarihsel materyalizmin bu temel tezinin doğruluğunu ekonomik krizlerin tarihi gösteriyor. Aynı zamanda Alınterimiz’in anti-marksist anlayışını da; 19.yüzyılda iktisadi krizlerin karakterindeki temel değişimin nihai nedenini maddi üretici güçlerin gelişmesi, yani sanayi devrimi oluşturuyor. Sanayi devrimi, modern sanayinin doğmasıydı. Modern sanayi ile yani makineli büyük üretim ile birlikte çözümü periyodik krizlerde bulan ve sanayi kapitalizmine özgü olan çelişkiler doğuyor ve gelişiyorlardı.

Üretimin toplumsallaşması, kapitalizmin temel çelişkisine neden olan bu toplumsallaşma, ancak sanayinin gelişmesiyle başlayabiliyordu.

Ancak sanayinin gelişmesiyle birlikte üretim araçları üretimi ile tüketim araçları üretiminin ayrışması (toplam toplumsa sermayenin I. ve II. bölümleri) başlayabiliyordu. Böylece bu bölümler arasında farklılaşmanın(oransızlığın) olasılığı ve zorunluluğu da doğuyordu.

Ancak sanayinin gelişmesiyle birlikte değişmeyen sermaye, değişken sermayeye nazaran daha hızlı büyüme olanağına sahip oluyordu. Bu farklı büyüme kar oranının eğilimli düşüş yasasına neden oluyordu.

Ve nihayet ancak sermayenin gelişmesiyle birlikte sabit sermaye, ekonominin devrevi gelişmesine temel teşkil edecek kapsama gelebiliyordu.

Bütün bu gelişmeler; makineli büyük üretimle başlayan bu gelişmeler periyodik (devrevi) krizleri zorunlu kılıyordu. İşte tam da bu krizlerin, 17. ve 18. yüzyıldaki krizlerle ilişkisi yoktu veya aynı karakterde değildiler. 17. ve 18. yüzyılın krizleri-belirttiğimiz gibi ekonomi dışı faktörlerin tetiklediği safi para-kredi-borsa-spekülasyon krizleriydi. Bu krizler, üretim üzerinde onu sekteye uğratarak etkide bulunabiliyorlardı. Yani üretim azalmasına neden olabiliyorlardı. Buna karşın devrevi krizler ise fazla üretim krizleridir. Ve bu krizler, kapitalist ekonominin iç yasallığından kaynaklanırlar. Şüphesiz ki borsa-kredi-para-spekülasyon krizleri fazla üretim krizlerinin refakatçisidir. Ama bu krizlerin nedeni değildirler. Bir çok kriz araştırmacısının ve Marksizm adına konuşan avanak küçük burjuvazinin anlamadığı nokta, görünüm biçimleriyle özü birbirine karıştırmalarıdır.

Toplayalım;
-Kapitalist ekonomide söz konusu olan, devrevi olarak patlak veren ekonomik krizlerdir.

-Bu krizler, kapitalist yeniden üretim sürecinde doğarlar.

-Bu krizler üretimin toplumsal karakteriyle ona özel el koyuş arasındaki temel çelişki üzerinde yükselen yasal bir görünümdür.

-Fazla üretim krizleri ancak ve ancak kapitalizmin makineli büyük üretim aşamasında söz konusu olurlar.

Buna karşın:
-Para-kredi-borsa-spekülasyon; banka-mali krizler, ticaret krizleri, fazla üretim krizlerine refakat eden, fazla üretim krizlerini ancak etkileyebilen krizlerdir.

-Bu krizler fazla üretim krizlerinin nedeni olmadıkları gibi önemli yönlerini de oluşturmazlar.

-Bu krizler, kapitalist yeniden üretim sürecinden kaynaklanmazlar ve 
dolayısıyla kapitalist üre tim biçiminin yasal görünümleri de değildirler.

Tam da bu nedenlerden dolayı biz Alınterimiz gibi “mali kriz,...üretim krizinin bir sonucu” olarak “değerlendirmiyoruz. Tam da bu nedenden dolayı “mali kriz tespitimiz” ‘teorik cahilli(ğimizden)' kaynaklanan hata değil, nesnel gerçekliğin çıplak tespitidir. Tam da bundan dolayı mali kriz sürecinin herhangi bir devreviliği olmadığı ve olamayacağı gibi, ömrü de oldukça kısadır.

b-Sermaye Hareketi ve Özellikleri

Diyalektik üzerine” ara başlığı altında “kısaca Y. Atılım'ın her zamanki diyalektik yöntem ve kavrayış zafiyetine de değinelim” deniyor. Y. Atılım’ın “diyalektik yöntem ve kavrayış zafiyeti”nin ne olduğunu anlayamadık, ama orada başka bir “diyalektik yöntem ve kavrayış zafiyeti” gördük. Şöyle deniyor;
Sermayenin genişleyen yeniden üretiminde, ögelerden kast edilen P-M, M-M'-, M'-P' devreleridir. Sermayenin değerlendir me süreci her üçünün de içsel bütünlüğünü gerektirir. Para sermaye ile sınai sermayenin, üretim ile tüketimin, meta ile paranın değişim değeri ile kullanım değerinin, zorunlu emek ile artı emeğin vb. birbirini içsel olarak koşullandırdıkları halde, ancak dışsal (abç. T.D.) olarak (ekonomik krizlerin zoruyla; aşırı birikim krizi, aşırı üretim krizi, oransızlık krizi, türlü çeşit mali krizler, para, borsa, banka, borç vb. krizleri vb.) buluşabiliyor olmaları, kapitalizmin kriz diyalektiğini ortaya kor” (Alınterimiz, Sayı 64, s. 10).

Aynen böyle yazıyorlar. Arkadaşlar burada sermayenin dönüşüm ve dolaşımını, yani sermaye hareketini anlatıyorlar. Daha doğrusu anlatmaya çalışıyorlar. Kendimizi, “vulgar iktisat” bilgimizi zorlayarak niyetlerinin bu olduğu sunucuna vardık. Konumuza ilişkin olarak Marksist anlayış veya da Marks'ın üç ciltlik Kapital’i nasıl çürüğe çıkartılır diyen okur, burjuva yazarların kitaplarına başvurmasına gerek yok. Alınterimiz, yukarıdaki anlayışlarıyla bu işi çok iyi yapmış.
Arkadaşların söylemek istediklerini herkesin anlayabileceği dile çevirelim. Para biçimindeki sermaye(P), üretim için meta sermayeye (M) dönüşür, üretim yapılır ve ürün yeniden, ama çoğalmış olarak para sermayeye^') dönüşür. Söylenmek istenen bu. Bu, dolaşım ve de dönüşüm, Alınterimiz’in tespitine göre “içsel olarak koşullandır”ılmıştır. Yani bu, sermayenin yasal hareketidir. Bu doğrudur. Gariplik bundan sonra başlıyor. P-M-P' birbirini içsel olarak koşul andırdıkları halde, ancak dışsal olarak buluşabiliyor olmaları kapitalizmin kriz diyalektiğini ortaya koyuyor”muş! (abç. T.D.) Yani ‘ekonomik krizlerin zoruyla... 

Buyurun, ne yaparsanız yapın!?

Bu kavrayışlarıyla Alınterimiz ne yapmış oluyor?

Ekonomik kriz, yani fazla üretim krizi; dönemsel patlak veren kriz, kapitalist ekonominin yasal, kendi deyimiyle ‘içsel” görünümü olmaktan çıkartılıyor ve ekonomik kriz, üretimin toplumsal karakteriyle ona kapitalist el koyuş arasındaki temel çelişki; kapitalizmin bu temel çelişkisi üzerinde yükselmez diyor.

Öyle diyor, çünkü ekonomik krizi ‘dışsal” bir olgu olarak görüyor .

Öyle görüyor, çünkü dolaşımı kopan P-M-P’ hareketini koptuğu yerde birleşti ren ‘dışsal”’ faktör, ekonomik kriz oluyor.

Bu gazetenin deyimiyle kopukluk, “dışsal olarak, ekonomik krizlerin zoruyla... buluşa biliyor” oluyor ve bu da “kapitalizmin kriz diyalektiğini ortaya koyuyor”!!

Bu durumda dışsal olgu olarak ekonomik kriz, elinde sopa olan birisi olabileceği gibi bir zebani de olabilir. Bu zebani birbirinden kopan P-M-P' halkalarını, kafasına gözüne vurarak, evire çevire döverek yeniden birleşecek kadar yumuşatıyor. Yani hizaya getiriyor.

Sorun bu noktaya gelince bu gazetenin, ekonomi yasalarının nesnel olduklarına, insanların iradesinden bağımsız olduklarına inanmadığı da açığa çıkıyor. Bizi, “iktisat ve diyalektikten sınıfta” bırakan Alınterimiz, yukarıdaki anlayışıyla; Marksist ekonomi teorisini ve diyalektiği çürüğe çıkartan anlayışıyla kapitalizmin nesnel yasaları ve çelişkileri üzerine “hatalar düzeltmeye” çalışınca gerçekten teori adına, devrimcilik adına hoş olmayan bir durum ortaya çıkıyor. Buna Anadolu'da “özrü kabahatinden büyüktür” derler!

Şimdi P-M-P' dolaşımına gelelim:
Her sermaye, yaşam yoluna belirli bir para miktarı biçiminde başlar. Yani para sermaye olarak ortaya çıkar. Kapitalist, bu para ile üretim araçları ve işgücü satın alır. Yani başlangıçtaki para sermaye, işgücü ve üretim araçları metalarına dönüşür. Bu, para sermayenin (P) üretici sermayeye (M) dönüşmesidir.

İkinci aşamada üretim başlar; işgücü harcanır, hammaddeler işlenir, enerji tüketilir, velhasıl üretim yapılır. Üretim süreci sonucunda belli ürünlerde, metalarda cisimleşmiş olarak ortaya çıkan yatırılmış sermaye, artık eski sermaye değildir. O ürün olmuştur ve işgücü sömürüsünden dolayı da çoğalmıştır. Yani değeri büyümüştür. Demek ki sermaye hareketinin ikinci aşaması, üretici sermayenin meta sermayeye dönüşmesidir.

Üçüncü aşamada ise üretilen mallar satılır, pazarlanır ve kapitalist sattığı malların karşılığında para alır. Bu para, başlangıç aşamasındakinden fazladır (P'). Bu durum, sermaye hareketinin üçüncü aşamasını; meta sermayenin para sermayeye dönüşmesini ifade eder. (Sermayenin dolaşımıyla ilgili yukarıdaki tanımlamalar bize ait değil. Politik Ekonomi Ders kitabından aldık).

Sermaye hareketinden bahsedebilmek için sermayenin dolaşımının bu üç aşamadan geçerek tamamlanması gerekir. Bu hareketin, dolaşımın birinci (P) ve üçüncü (P') aşaması, dolaşım sürecini ifade eder. Bu iki aşamada yeni bir değer üretilemez. Ama dolaşım olmaksızın, yani metanın paraya ve paranın da yeniden metaya dönüşümü olmaksızın kapitalist yeniden üretim imkansızdır. Sadece ikinci aşamada, üretim aşamasında yeni değer, artı değer üretilir.

İlk aşamada tıkanma olursa para sermaye işlevsizleşir, yani kullanılamaz, atıl kalır.
İkinci aşamada tıkanma olursa, üretim araçları, hammaddeler işlevsiz kalır, işgücü kullanılamaz, yani üretim yapılamaz ve işsizlik söz konusu olur.

Üçüncü aşamada tıkanma olursa, bu sefer de üretilen mallar satılamaz. Pazarlar satılmayan mallarla dolup taşar.

Bir de Marks'tan destek alalım ki desteksiz attığımız sanılmasın.
Sermaye değerinin, dolaşımın çeşitli aşamalarında büründüğü iki biçim, para-sermaye ve meta-sermayedir. Üretim aşamasına ilişkin biçim ise üretken sermayedir. Toplam devresi sırasında bu biçimlere bürü nen, bunlardan sıyrılan ve her birinde o özel biçime ait işlevleri yerine getiren sermaye, sanayi sermayesidir; sanayi burada, kapitalist temele göre yürütülen bütün sanayi kollarını kapsayan bir anlamda kullanılmıştır. Para sermaye, meta sermaye ve üretken sermaye, bu nedenle işlevleri, birbirinden ayrılmış aynı biçimde bağımsız sanayi kollarının içeriğini oluşturan bağımsız sermaye türlerini ifade etmezler. Burada onlar, sadece sanayi sermayesinin birbiri ardına her üçü de büründüğü özel işlevsel biçimleri belirtirler”(Kapital C. II. s. 60-61).

Toparlayalım:
-Arkadaşlar, sermaye hareketinin söz konusu bu üç aşamasının birbirinden kopmasının ekonomik kriz anlamına geldiğini; ekonomik krizin; fazla üretim krizinin bu aşamalarının birbirinden kopmasından doğduğunu; esasen ikinci aşamada doğduğunu ve üçüncü aşamada açığa çıktığını anlamamışlar ki, birbirinden kopan bu aşamaları “dışsal” olgu diye tanımladıkları krizle yeniden sağlamaya çalışıyorlar.

-Arkadaşlar, kapitalist yeniden üretimdeki sermayenin görünümü ne olursa olsun, sanayi sermayesi olduğunu kavramamış olmalılar ki, bu sermaye hareketinin aşamalarını yeniden birleştirmek için, “dışsal” olgu olarak “türlü çeşitli mali krizler; para, borsa, banka, borç vb. krizleri”nden medet umuyorlar. Yani sanayi sermayesi biçim ve hareketiyle doğrudan ilişkisi olmayan faktörleri, kapitalist yeniden üretimin ‘içsel” olgusu, ya sal görünümü olarak görebiliyorlar.

-Arkadaşlar gibi düşünmediğimiz için, en azından Marks'ı bu konuda arkadaşlar gibi yorumlamadığımız için, sermaye hareketinin aşamalarının birbirinden kopmasını ortadan kaldırmak için; kapitalizmin bu nesnelliğini keyfi olarak değiştirmek için ekonomik krizi, bu kopuşun doğrudan ifadesini “dışsal” görme cüretini kendimizde göremiyoruz. Bunun ötesinde görünümü ne olursa olsun yeni den üretimdeki sermaye ile bu üretim süreci dışında kalan sermaye ve işlevini bir birinden ayrı görüyoruz.

Tam da bu nedenden dolayı kapitalist üretim biçiminde (makineli üretim) yegane bir kriz vardır. Bunun adı da fazla üre tim krizidir. Bu, kapitalist yeniden üretimin çelişkilerinden kaynaklanır diyoruz.

Tam da bu nedenden dolayı, genel an lamda ifade edersek mali krizleri, kapitalist üretim biçimine özgü olmayan, bu üretim biçiminin bir yasallığını ifade etmeyen krizler olarak görüyoruz.

Tam da bu nedenlerden dolayı “mali kriz tekelci kapitalist üretim süreci ve iç çelişkileriyle temel bağından” koparıyoruz ve “tavşanın suyunun suyuna indirgiyor”uz. (Alınterimiz).
Bu, arkadaşlarla aramızdaki temel teorik bir farktır.

c-Kavramların Dili ve Kapitalizmin Kendiliğinden Çökeceği Teorisi

Bu arkadaşların maocularla ortak bir yanları var: Bolca kavram üretiyorlar. Şüphesiz kavram üretmek kullanılan dili zenginleştirir. Kavram üretmek, bilimin enginliklerine dalmak ve yeni olanı tanımlamak anlamına gelir. Her bir kavramın bir anlamı vardır. “Bana arkadaşını göster, sana kim olduğunu söyleyeyim” kavramlar da. Kullanılan kavram, hangi siyasi anlayışın, hangi teorik çıkışın esas alındığını açığa vurur. Bu anlamda bazı kavramlar, kişilerin, siyasi yapıların teorik aynasıdır.

Maocular, insanlık tarihinin tanıdığı beş üretim biçimini 8 ile 9'a çıkartmakla ünlüdürler. İlkel, köleci, feodal, kapitalist ve sosyalist/komünist üretim tarzlarına ilaveten “yarı feodal”, “yarı feodal, yarı kapitalist”, “kapitalist olmayan”, “halkın üretim tarzı” gibi üretim tarzlarını icat edenler onlardır.

Alınterimiz’ den arkadaşlar da kavram üretime ve marksizmi çarpıtma konusunda maoculardan hiç de geri değiller. Örnekler; “sermaye krizi”, “aşırı birikim krizi”, “aşırı değerlendirme krizi”, “üretim krizi”, ”açık kriz”, ”genel kriz süreçleri” (Bkz. Alınterimiz. Sayı 64, s. 10).

Bizi burada ilgilendiren genel olarak kavramlar değil, bizi burada ilgilendiren, savunusu açık yapılan ama Marksizm-Leninizm adına savunulan ve ifadesini “aşırı birikim krizi”nde bulan anlayıştır:

-“Aşırı üretim krizi ile de birleşen daha temeldeki bir aşırı birikim krizinin görüngüleri...”

-“Sermaye yine aşırı değerlenme krizine girecek, sonrasında daha şiddetli çöküntüler kaçınılmaz olacaktır”

-“Tekelci aşamanın farklılaşmış kriz sürecini, klasik sınai çevrim krizlerine indirgemekte, sınai çevrim krizlerine de daha temeldeki aşırı birikim krizlerini inkar edip aşırı üretim krizlerine indirgemekte” (Agy.)

Son alıntının son kısmından fazla bir şey anlamadık, ama anlatılmak istenen şu; sanayi çevrim krizlerinden (fazla üretim krizleri kastediliyor) daha derinden duran bir kriz vardır; aşırı üretim krizi. “Y. Atılım, emperyalist ve işbirlikçi tekelci kapitalist aşamanın genel kriz süreçlerinden de tamamen haber sizmiş gibi davranmakta” (Alınterimiz) olduğu için “tekelci aşamanın farklılaşmış kriz sürecini klasik sınai çevrim krizlerine (yani fazla üretim krizlerine, TD) indirgemekte” yani günümüz kapitalizminde fazla üretim krizinin de temelde yatan bir aşırı birikim krizinin olduğunu inkar etmekte veya Y. Atılım farkına varmadan aşırı birikim krizini aşırı üretim kriziyle karıştırmakta ve sonrada ne hikmetse “üretim krizinin yaşanmadığını ileri sürebilmektedir” (Alınterimiz). İşin içinden ancak bu kadar çıkabildik.

Şimdi bu kavram kargaşasını bir kenara bırakalım. Herkesin anlayacağı bir dilde konuşalım;

-Tekelci aşamanın farklılaşmış kriz süreci diye bir anlayışımız yoktur.

-Böyle bir anlayışımız olmadığı için, olmayan anlayışımızı “sınai çevrim krizlerine indirgeme” diye de bir sorunumuz yok.

-Hele hele “sınai çevrim krizlerine de da ha temeldeki aşırı birikim krizlerini inkar etme” gibi anti-marksist anlayışımız hiç yok.

Kapitalizmin serbest rekabetçi döneminden farklı olarak emperyalizm aşamasında kriz olgusundaki yegane değişme, kriz devreviliğinde görülmüştür. Ekonomik devreviliğin kriz, durgunluk, canlanma ve yükseliş aşamasından yükseliş aşaması görülmüyor, onun yerini inişli-çıkışlı bir durgunluk aşaması almıştır. Biz bunun kanıtıyla uğraşmak istemiyoruz. Mademki bu konuda bu denli iddialısınız, bu derginin çeşitli sayılarında ele alınan bu konuyu eleştirirsiniz. Yanlışlığını ortaya korsunuz. Ama ne denmek istendiğini anlamak istiyorsanız. MLKP II. Kongre Belgeleri'ne bakabilirsiniz.

Bizim için geçerli olan şudur; kapitalizm makineli üretim aşamasına girdiğinden buyana dönemsel olarak patlak veren fazla üretim kriziyle boğuşur. Hangi aşamasında olursa olsun kapitalizmi kapitalizm yapan nesnellik değişmediği için -aksi taktirde kapitalizmden bahsedemeyiz - onun temel çelişkisinden kaynaklanan fazla üretim krizleri de değişmemiştir.

Arkadaşların “aşırı birikim krizi”nden bahsetmeleri bir yanılsama değildir. Onlar bu kavramı bilinçli olarak kullanıyorlar. Kapitalizmin bütün çelişkilerinin altında, fazla üretim krizinin temelinde de “aşırı birikim” görüyorlar (Aşırı birikimin olduğu doğrudur. Ama bunun arkadaşların anlayışıyla ilgisi yok veya arkadaşlar aşırı birikimi tamamen farklı anlıyorlar ve belli bir teorik anlayış seviyesine çekiyorlar).

Aşırı birikim krizi”nin ne anlama geldiğini “teorik cahilliğimize” rağmen biraz açalım:
Devrimci Proletarya 3. sayısında: “...emperyalizmin... devresel krizleri 3-4 yılda bir tekrarlanır hale gelmiş” (s. 14) ve 34. sayısında da “klasik kapitalizmin... tekelci aşamada... bunalım dönemleri... 20. yüzyılın... ikinci yarısında... 2-3 yılda bire düşmesi” ’(s. 52) tespitini yapıyor.

DP'nin bu anlayışına göre II. Dünya Savaşı'ndan sonraki dönemde kapitalist dünyada krizler, 3-4, 2-3 yılda bir patlak vermeye başlamışlardır. Yani kriz devreviliği giderek sıklaşmıştır. Bu sıklaşma devam edecek ve bir yerde, önümüzdeki bir dönemde sıfıra düşecek, yani kapitalist ekonomi krizden hiç çıkmayacak. Kapitalist dünya ekonomisinin 1970'lerden beri sürekli kriz içinde olduğu anlayışını hatırlayacak olursak vardığımız sonuç şu; kapitalist ekonominin, devreviliği ortadan kalkıyor. Devreviliğin ortadan kalkması ya krizsiz bir kapitalizm anlamına geliyor, ya da sürekli kriz söz konusu oluyor!

DP ve Alınterimiz, sık sık kapitalist ekonominin nihai aşamasına geldiğini, bundan dolayı sistemin artık var olma olanaklarının kalmadığını savunuyor. Yani sistem kendi kendine çökecek anlayışı savunuluyor. Toptan çöküş mesajı veriliyor.

Kapitalizm, serbest rekabetçi döneminde olduğu gibi emperyalizm aşamasında da sayısız “badireler” atlatmıştır. Ama her seferinde ayakta kalmanın ve hakimiyet sürdürmenin bir yolunu bulmuştur. Çünkü bunun nesnel koşulları vardır. Bu koşullar var olduğu müddetçe de kapitalizm kendiliğinden çökmeyecektir ve kapitalizm var olduğu müddetçe de kendiliğinden çökmemesinin nesnel koşullar var olacaktır.

Kapitalizm, ne ekonomik krizlerinden dolayı ve ne de genel krizinden dolayı çöker. Ne denli ağır olurlarsa olsunlar bu krizler, asla ve asla kendiliğinden çöküşün ifadesi olmazlar. Çünkü ne en ağır ekonomik krizler, ne de genel kriz, sermaye birikimi yasasını; en daralmış haliyle dahi olsun sermaye hareketini yok etmiyor ve sermayenin birikim yasası işlediği müddetçe de kendiliğinden çöküş olmayacaktır.

Demek oluyor ki; kapitalizm, kendi sistemsel işlerliği içinde hiçbir zaman ve asla son sınırına varmaz. Kapitalist sistemin, kendini bağlayan sınırı yoktur. Bunun nedeni de sermayenin, hangi kapsam ve boyutlarda olursa olsun, kendini yenilemesi için nesnel koşulların sistem içinde sürekli var olmasıdır. Yani kapitalist sistem, kendi kendine çökmez.

Kapitalizmin eğilimi sınırlanamaz mı? Sınırlanır. Bunu sınırlayan, sınıf mücadelesidir. Bu, gelişmiş ülkelerde sosyalist devrimdir, bağımlı yeni sömürge ülkelerde ulusal kurtuluş mücadeleleri, antiemperyalist, demokratik devrimlerdir. Sorun; kendiliğinden çöküş mü, devrim mi, yoksa sadece devrim mi? Leninist emperyalizm teorisi, emperyalizmin kendiliğinden çökmeyeceğini, devrimle çökertileceğini öğretiyor.

Marksist Leninist olmayan üniversite doçenti Henryk Grossmann 1929'da yayımlanan (Almanca) “Kapitalist Sistemin Birikim ve Çöküş Yasası” çalışmasında kapitalizmin kendi kendine çökeceği sonucuna varır. Grossmann'ın, konumuzu doğrudan ilgilendiren anlayışı şöyle:

Kar oranlarının düşmesi ve Grossmann'a göre çöküş ve kriz;

Grossmann, hem kriz teorisini ve hem de çöküş yasasını kar oranlarının eğilimli düşüş yasasıyla açıklamaya çalışır ve kar oranlarının düşüşünü kanıtlamak için, Marks'ın birikim şeması yerine, Otto Bauer'e ait sermayenin birikim şemasını kullanır. Bu şemaya göre değişken sermaye, nüfusun yıllık çoğalmasına tekabül ederek %5 oranında, sabit sermaye de %10 oranında büyüyor ve artı değer oranı da sürekli 100 olur. Sermayenin organik bileşimi devamlı yükseldiği için, kar oranları da sürekli düşer. O. Bauer'e göre sermayenin birikimi sınırsız bir şekilde devam eder. Ne var ki O. Bauer, birikim şemasını dördüncü üretim devreviliğine kadar hesap etmiştir. Daha sonraki yıllarda ne olacağının hesabını yapmamıştır. H. Grossmann ise O. Bauer'in hesabını devam ettirmiş ve kapitalistlerin kişisel tüketimleri için harcadıkları artı değer kısmının 21. yıla kadar arttığını ve sonra düşmeye başladığını, 35. yıla, yani 35. üretim devreviliğine gelindiğinde de tamamen yok olduğunu, yani kişisel tüketim için bir payın kalmadığını hesaplamıştır.

Vardığı sonuç şu:
35. senede, artı değerin, kapitalistlerin tüketimi için olan bölümü yok olur. Yani kapitalist sınıfı, kişisel tüketim için gıda maddeleri alamaz, mevcut olan bütün gıda maddeleri birikim amacı için kullanılmak zorundadır... Bauer’in faraziyeleri tutulamaz. Sistem çöker. Sistemin patlak veren krizi, (sistemin) değerlendirilmesinin çöküşünü ifade eden 35. yıldan sonra kapitalist sınıf için, belirtilen koşullar altında sermaye birikiminin anlamı yoktur (aç. G.) Müteşebbisler, meyveleri sadece işçi sınıfına düşen bir üretim sis temi yönetiminin zahmetine sahip olurlar”(H. Grossmann, agk, s. 121/122, Alm.)

Görüyoruz ki bir “aşırı birikim” söz konusu”; yani birikimde kullanılamayacak sermaye bolluğu! DP-Alınterimiz anlayışına ne kadar benziyor!

Sürekli görünüm olarak tasvir edilen durum, kapitalist mekanizmanın yıkılmaya yüz tutmasıyla, ekonomik sonuyla eş anlamlıdır. Birikim, işletmeci sınıf için sadece anlamsız olmaz. O, objektif olarak mümkün (abç) değildir. Çünkü aşırı birikmiş sermaye kullanılamaz, fonksiyona giremez ve değerlen me, kar sağlayamaz” (Grossmann, agk. s. 122/123.)

Doğru! Kar oranının eğilimli düşüşüne karşı etkide bulunan faktörlerin olmadığı ve burjuvazi bu faktörleri kullanmadığı koşullarda, Grossmann'ın dediği gibi, sistemin kendi kendine çökmesi kaçınılmaz olurdu. Tam da karşı etkide bulunan faktörlerden dolayı aşırı birikim, nihai çöküşe değil, krizin patlak vermesine neden oluyor. Ve ekonomik kriz içinde kapitalizm yeni bir denge kuruyor ve birikim bu yeni denge temelinde devam ediyor. Kriz boyunca sermaye kıyımı ve ücretlerin düşmesi kar oranlarının yeniden yükselmesine neden oluyor. Böylece sistem nihai sınırına varmıyor krizden çıkılıyor ve devrevilik yeniden başlıyor. DP ve Alınterimiz bu anlayışta değil, aynen Grossmann gibi düşünüyor.

Grossmann şöyle iddia ediyor:
Ama çöküş eğiliminin bütün periyodik kesintilerine ve güçten düşmesine rağmen, sermaye birikiminin ilerlemesiyle (birlikte) bütün mekanizma, zorunlu olarak daha çok kendi sonuna doğru gider. Çünkü sermaye birikiminin mutlak büyümesiyle büyüyen bu sermayenin tedrici değerlendirilmesi daha zor olur. Bu karşı eğilimlerin bizzat zayıfladığında veya durduğunda (etkide bulunamaz hale geldiğinde, çn.), çöküş eğilimi üstün gelir ve mutlak (aç.G) hükmüyle ‘son kriz’ olarak kendini kabul ettirir” (agk, s. 140.) Bu baya ve tabii DP-Alınterimiz’e göre de kar oranlarının düşüşü belli bir noktaya ulaşınca kapitalistlerin karının azalmasına neden oluyor. İşte burası, Grossmann'ın kriz ve çöküş teorisinin çıkış noktası oluyor. Grossmann şunu unutuyor: Kar oranlarının düşme eğilimi, Grossmann'ın şematik olarak kabul ettiği gibi düz bir hat izlemiyor, yani kar oranlarının düşme eğilimi, kapitalistlerin kişisel tüketimleri için artı değerden ayırdıkları bölüm bitene, yani çöküş noktasına varana kadar ilerleyemiyor. Çünkü kriz, bu noktaya varmadan önce; pazarların mallarla dolup taşmaya, ama satılmamaya başladığı anda patlak veriyor ve kar oranlarının düşüşü de bu noktada, yeni bir devreviliğe girişle duruyor, yeniden yükselmeye başlıyor. Kar oranlarının düşmesiyle krizin bu ilişkisini kavramayan DP (Sayı 35, s. 22 ve Alınterimiz) bundan sistemin yapısal krizine (bununla çöküş krizi kastediliyor) oradan da birbirini kısa aralıklarla izleyen krizler dönemine geçiyor ve sistemi bu yolla çökertiyor! DP, kar oranının düşüşünü kesintisiz devam eden bir süreç olarak kavrıyor, oysa bu eğilim veya düşüş, krizlerde kendini sıçramalı ve periyodik olarak geçerli kılar. DP ve Alınterimiz’e sınıf mücadelesini reddediyorsunuz atfında bulunmuyoruz. Sınıf mücadelesini Grossmann da kabul ediyor. Fark şu; Grossmann, sistemin çöküşünü, bir devrim sorunu olarak görmüyor. Bizim arkadaşlar ise, sistem nihai sınırlarına dayandı anlayışlarıyla düpedüz, sistemin kendi iç çelişkileriyle çöküyor olduğunu tespit ediyorlar. Sistemin kendi iç ekonomik çelişkileriyle nihai sınırına gelip dayandığı tespiti anlayışlarından da görüldüğü gibi devrimden, proletaryanın eyleminden bağımsız yapılıyor. Bu nedenden dolayı Grossmann'ın ve DP-Alınterimiz'in çöküş anlayışları, sınıf mücadelesi sonucu sistemin çökmesi bağlamında diyalektik değildir, mekaniktir. ”... Kapitalizmin çöküşü, mevcut koşullar altında objektif olarak zorunlu olma sına ve gerçekleşme zamanının tam hesap edilebilir olmasına rağmen, ‘kendiliğinden’, otomatik olarak beklenilen zamanda cereyan etmesine gerek yok ve bunun için sade ce (oturup) beklenmemelidir. Çöküşün gerçekleşmesi daha ziyade, söz konusu sınıfların bilinçli hareketiyle belli ölçülerde etki altına alınabilir. Yani, objektif nedenlerden dolayı zorunlu çöküş düşüncesi hiç de sınıf mücadelesiyle çelişmiyor, çöküş, daha ziya de, objektif mevcut zorunluluğuna rağmen, mücadele eden sınıfların canlı güçleri tarafından güçlü ölçüde etki altına alınabilir ve (bu çöküş) sınıfların aktif mücadelesine belli bir hareket serbestliği bırakıyor” (Grossmann, agk. s. 601, 602.) Görüyoruz ki, çöküş kendiliğinden oluyor, yani sınıf mücadelesinden bağımsız olarak. Buna rağmen bu çöküş içinde sınıf mücadelesinin belli bir hareket serbestliği var. Buna rağmen, çöküş, sınıf mücadelesi olsa da olmasa da gerçekleşiyor. Sınıf mücadelesi, ekonomik bir mücadele, ücret mücadelesi olarak kavranıyor. “Öyleyse, işçi sınıfının günlük talepler uğruna mücadelesi onun nihai amaç mücadelesiyle birleşiyor. Böylelikle işçi sınıfının uğruna mücadele ettiği nihai amacı, spekülatif yolla, ‘dışardan’ işçi hareketine taşınan ideal değildir... bilakis, burada çöküş yasası nın gösterdiği gibi. günlük doğrudan sınıf mücadelelerinin sonucudur...” (Grossmann, agk, s. 602/603.) Demek ki, bu sistemin yıkılması için devrimin zorunluluğu Grossmann için yabancı kavramdır. Grossmann, son alıntıda da gördüğümüz gibi “dışarıdan” taşınan ideal diye sınıfın iktidar mücadelesine de atıfta bulunuyor. Sınıf mücadelesini ekonomik mücadeleyle, ücret mücadelesiyle sınırlıyor. Tabii ki biz DP'yi Grossmann'ın sınıf mücadelesi anlayışı seviyesine indirgemiyoruz. Ama yanlıştan dönülmezse, bugün “A” diyen, yarın “B” demek zorunda kalır diyoruz!

Sonuç olarak, Grossmann ve DP-Alınterimiz ikilisinin kapitalist sistemin çöküşüne yaklaşımları yukarıya aktardığımız anlayışları bunu bütün çıplaklığıyla gösteriyor - kapitalist sistemin nesnel yasalarından dolayı; nesnel yasalarından kaynaklanan çelişkilerini çözemediğinden (Alınterimiz, bize ‘kapitalizm çelişkilerini çözemez’ dersi vermiyor mu?), var oluşunun nihai sınırına gelip dayandığından dolayı, nesnel olarak, zorunlu olarak kendi kendine çökeceğini içeriyor. DP-Alınterimiz, savundukları bu anlayışla oportünist, reformist ama her halükarda anti-marksist konumda olduklarının, böyle bir çöküş teorisinin marksizmde yerinin olmadığının; böyle bir anlayışın kapitalist sistemin Marksist yorumunun, Leninist emperyalizm analizinin reddi olduğunun farkındalar mı? Bunu bilmiyoruz. Kapitalizmin yıkılışının, sadece kendi ekonomik çöküşü yoluyla gerçekleşebileceğini (Bernstein) savunmak revizyonizmdir. Marksist teori, üretimin toplumsal karakteri ile ürüne özel el koyuş arasındaki, kapitalist toplumun bu temel çelişkisinin kendiliğinden çözülmeyeceği anlayışındadır. Daha sonraki dönemlerde bir kısım Marksist ekonomist, Marksist birikim teorisini kavramamanın sonucu olarak yanlış bir yeniden üretim konsepsiyonu geliştirdiler. Bu anlayışa göre, artı değerin realizasyonu giderek imkansızlaşıyor, birikim yapılamıyor ve bundan dolayı da sistem kendiliğinden çökmeye mahkum kalıyor (Rosa Luxemburg ve H. Grossmann ve de bize “aşırı birikim krizi” konusunda “ders” veren Alınterimiz). Rusya'da kapitalizmin gelişmesinin olası olmadığını ve dış pazarın kaçınılmaz olduğunu savunan Halkın Dostları’na karşı polemiğinde Lenin, Marksist yeniden üretim teorisini yorumlar; artı değerin devamlı elde edilebileceğini, birikim sürecinin devam edeceğini, yani kapitalist sistemin, kendi iç ekonomik çelişkilerinden dolayı çökmeyeceğini, bilakis bu sistemin, bizzat ortaya çıkardığı toplumsal güçlerin (proletarya) örgütlü mücadelesiyle devrileceğini açıklar. Bütün bu yeni olmayan teorik tespitlerden/kanıtlamalardan sonra, DP-Alınterimiz bahsettiğimiz anlayışıyla, belki de, siyasi ve teorik olarak hiç varmak istemediği bir yere varıyor; revizyonizm/oportünizme/reformizm, özellikle DP bir taraftan bu teori ve diğer taraftan devrimci anlayışlar arasında sıkışıp kalmış durumda/çelişkili durumda Durum bundan ibaret. Tercih Alınterimiz'in. Nerede duruyorsunuz? Grossmann'ın yanında mı? Yoksa Marks'ın yanında mı?

d-“Dalga” Teorisi ile İşçi Sınıfına “Surfing” Yaptırılıyor

Alınterimiz, (Sayı 62), “Dinamo” köşesinde şöyle deniyor. “Emperyalist kapitalizmin genel krizi içerisinde yaklaşık 10 yılda bir tekrarlanan ve giderek daha uzun sürelere yayılan uluslararası kriz ”dalgaları’nın sosyopolitik açıdan ne anlama geldiğini öngörebilmek için, 1968-71; 1979-82; 1989-94 ulusla rarası resesyon (ekonomik baskılanma, durgunluk) dönemlerini hatırlatmak yeter”.

Öyle olmaz! En önemli nokta da, hatırlatmakla yetiniyorsunuz. Ve böylece “öngöre bilme” olanağımızı elimizden alıyorsunuz. Hatırlatmak yeter dediğinizi biraz açmakta fayda vardır.

DP, teknolojik gelişmenin ürünlerinin üretime sokulmasının, sermayenin organik bileşimini yükselttiğinden ve kar oranlarını düşürdüğünden hareketle “sistem için büyüyen bir tehdit oluşturduğunu” (Sayı 35, s. 25); ”sistemin kendi krizlerini aşma olanağından mahrum kalmaya başladığın” (s. 37); ”sistemin sınırlarının görülmesi, sistemin kendi yapısındaki çelişkilerinden dolayı nihai sonuna doğru gidişinin engellenemeyeceği’ (s. 37) gibi kendiliğinden çöküş tespitleriyle adeta bir “bunalımlar dönemi/bunalımlar dalgası teorisi” üretiyor.

Şimdi bu “teori”nin ne olduğuna ve yeni mi, eski mi olduğuna da bakalım.

DP'de şöyle deniyor:
Klasik kapitalizmin 8-10 yılda bir tekrarlanan bunalım devreleri, tekelci aşamada sıklaşır. Bunalım dönemlerinin 20. yy’ın ilk yarısında 4-5 yılda bire, ikinci yarısında ise 3 yılda bire düşmesi.”

1870 yılını baz alırsak tekelci kapitalizm 124 yıllık ömrünün, yalnızca 30-35 yılını kıs mi ekonomik canlılık içinde ‘atlatabilmiş’; bunun üç katı bir süreyi ise aşırı üretim bunalımları ve sürüncemeli durgunluklar içinde geçirmiştir.”

-“İlk genel bunalım dalgası, aynı zamanda tekelci aşamaya geçiş ve tekelciliğin pekişmesi sürecidir.
1870’li ve ‘80’li yılların tümü nü kapsar... 19. yy’ın son yıllarında kısmi canlılığın ardından. burjuva iktisatçıların bile ‘büyük depresyon” (aç, DP) olarak adlandırdıkları ve II. dünya savaşını, Ekim Devrimi’ni, Nazizmi de kapsa yan 1900-1948 genel bunalımı gelmiştir. Emperyalist burjuvazi bu dönem içerisinde sadece I. Dünya Savaşı’nın yıkımıyla sağlayabildiği 5 yıllık (1924-1929) bir ekonomik “rahatlama”ya sahip olabildi... II. Dünya Savaşı’nın tekelci ekonomiye sağladığı kısmi canlılık ise topu topu 19 yıl (1948-1967) sürebildi...”

-“60’lı yılların ikinci yarısından itibaren, uluslararası bunalım dalgaları yeniden kendini göstermeye başladı. Emperyalist ekonomilerin son 25 yılı artan durgunluk eğilimi ile karakterize edilmektedir.”

-“Genel bunalımın bir özelliği, klasik kapitalizm döneminin aksine, şiddetli bunalımların ardından yeniden yüksek büyüme hızlarına ulaşamaması, ancak çok düşük bir büyü me hızıyla durgunluğu sürdürmesi, bir sonraki bunalıma dek baskılanmış bir canlılıkla sürdürebilmesidir. Örneğin II. dünya savaşı sonrası canlılığın sonunu ilan eden 1968-’71 yavaşlaması... % 6.56’lı bir büyüme hızıyla başladı, % 3.7 gibi yüksek sayılabilecek bir düzeyde noktalandı. 1989 durgunlaşması ise, % 4.5 gibi daha düşük bir düzeyden başladı ve 1991’de % 0.4 ile dip noktasına indi.”

-“Genel bunalımın bir diğer önemli özelliği de, durgunluk dönemlerinin süresinin giderek uzamasıdır. Emperyalist kapitalizmin son 5 durgunluk dalgası (1967, 1969-’71, 1974-’76, 1979’82 ve 1988-’89’da başla yan ve yeni yeni ‘sıyrılınan (aç.DP) sırasıyla 1 yıl, 2 yıl, 3 yıl, 4 yıl ve 6 yıldan fazla sürelere yayıldı.”

-“Klasik kapitalizmin sınai çevrimlerinin (bunalım durgunluk-canlanma-yükselme) yükselme evresi genel bunalım döneminde giderek ortadan kalkmakta, canlanma evresi de törpülenmektedir” (DP, Sayı 34, s. 52/53, Ağustos ‘94.)

Bunalım devreleri”, “bunalım dönemleri” tanımlamasıyla, Marksist literatürde kullanılan ekonomik devreviliğin veya değer adıyla kriz devreviliğinin kastedildiğini sanıyoruz.

Klasik kapitalizm”de “bunalım devreleri”nin 8-10 yılda bir tekrarlanması doğrudur. Ama ekonomik devreviliğin ya da kriz devreviliğinin, DP-Alınterimiz’in tanımıyla “bunalım dönemleri”nin 20. yüzyılın ilk yarısında 4-5 yılda bire, ikinci yarısında da 2-3 yılda bire düşmesi anlayışının gerçekle hiçbir ilgisi yoktur. Gerçekler ortada. İsteyen dünyadaki gelmiş geçmiş bütün
ekonomik krizleri ve sürelerini sayıp hesaplayabilir.

DP'nin kriz hesabı yanlış olduğu için kriz yılları hesabı da yanlış.

Kriz dönemleri: 1873; 1882; 1891-'93; 1900-1903; 1907; 1920; 1929-'32; 1937/”38; 1946-'49; 1974/'75; 198183 ve 1990/'94.

Depresyon (durgunluk) dönemleri; 1873'78/'79; 1883-'86; 1933-'37.

Söz konusu 125 sene zarfında kapitalizm -yanlış hesaplamadıysak ekonomik devreviliğinin 24 senesini kriz, 12 senesini de durgunluk (depresyon) içinde ve geriye kalan 89 senesini de canlanma ve yükseliş içinde geçirmiştir.

Marksist teoride ve dolayısıyla Marksist terminolojide “genel bunalım dalgası” diye bir anlayış yoktur. Marksizm, kapitalizmi bütün yönleriyle araştırmıştır, ama “genel bu nalım dalgası” diye bir gelişme tespiti yapmamıştır. Ama literatürde bir “dalga” anlayışı vardır. Şimdi bu anlayışın sahiplerine ve sonuçlarına kısaca bakalım:

Sermaye birikimi, sanayi devreviliği sürecinde inişler ve çıkışlar gösterir. Yükseliş döneminde kar kütlesi ve kar oranı artar. Böylece sermaye birikiminin kapsamı ve ritmi de artar. Kriz ve durgunluk dönemlerinde ise tersi bir gelişme söz konusu olur. Yani kar ve kar oranı düşer, sermaye birikimin, kapsamı daralır ve ritmi de düşer. Demek oluyor ki sanayi devreviliği, hızlandırılmış ve yavaşlatılmış sermaye birikiminin bir sonucudur.

Burada sorun, Marksist teoriye göre kriz devreviliğinin yanı sıra başka bir devreviliğin varlığının kabul edilmesidir. Varılan sonuç şu: Marksist ekonomi devreviliği ‘uzun dalgalar” içinde gerçekleşir!

Bu anlayışa göre hızlandırılmış büyüme ve yavaşlatılmış büyüme devreleri şöyledir:
- 1823'e kadar; hızlanmış büyüme.
- 1824-1847 arası; yavaşlamış büyüme.
- 1848-1873 arası; hızlanmış büyüme.
- 1874-1893 arası; yavaşlamış büyüme.
- 1894-1913 arası; hızlanmış büyüme.
- 1914-1938 arası; yavaşlamış büyüme.
- 1940 (1945 veya 1948)1966 arası; hızlanmış büyüme.
- 1966? arası; yavaşlamış büyüme.

Şimdi yeniden (1966'dan sonrası, çn.) ikinci, yavaşlamış sermaye birikimiyle karakterize olan II. dünya savaşıyla başlamış ‘uzun dalga’ dönemindeyiz”. ‘Önemli emperyalist ülkelerdeki durgunluklar (Fransa, 1962; İtalya 1963; Japonya 1964; Almanya 1966-1967; ABD 1969-1971; B. Britanya 1969-1971; İtalya 1971; Almanya 19711972) bu hipotezi doğrular gibi”.

Enternasyonal alanda kapitalizmin tarihi, sadece 7 ve 10 senelik devreviliği ile değil, birbirini takip eden uzun, yaklaşık 50 sene süren dönemle karakterize oluyormuş ve şimdiye kadar da dört “uzun dalga” bilmiyormuş!

- 18. yy'ın sonundan 1847 krizine kadar süren uzun dalga.
- 1847 krizinden başlayarak 1890'lı yılların başına kadar süren uzun dönem.
-1890'lı yıllardan II. Dünya Savaşı'na kadar devam eden uzun dönem.
-Bu uzun dönem Kuzey Amerika'da 1940 yıllarında, diğer emperyalist ülkelerde ise 1945-1948 yıllarında başlar (Bkz. Ernest Mandel, “Der Spätkapitalismus”, Frankfurt, 1973, 2. baskı, s. 101-115.)

Şimdi bir de başka bir “uzun dalga”cının “dalgalarına bakalım:

Profesör Kondratjew'in yükselen ve inen/alçalan “dalgaları:
-İlk devreviliğin yükselen dalgası 18. yy'ın ‘80'li yıllarının sonunda ve ‘90'lı yıllarının başında başlar ve 1810-1817 dönemine kadar sürer.

-İlk devreviliğin inen dalgası (alçalan dalga) 1810-1817'de 1844-1851'e kadar sürer.

-İkinci devreviliğin yükselen dalgası 1844-1851'den başlayarak 1870-1875'e kadar sürer.

-İkinci devreviliğin alçalan dalgası 18701875'ten başlayarak 1890-1896'ya kadar sürer.

-Üçüncü devreviliğin yükselen dalgası 1891-1896'dan başlayarak 1914-1920'ye kadar sürer.

-Üçüncü devreviliğin muhtemel düşen dalgası 1914-1920 döneminde başlar.

Prof. Kondratjew “uzun dalgalarını fiyatlardaki dalgalanmalara; iniş ve artışlara göre tespit eder (Bkz. A. Herzenstein; “Gibt es grosse Konjukturwellen”-“Büyük Konjonktür Dalgaları Var mıdır?; ”Unter dem Banner des Marxismus Leninismus, Sayı 1, s. 92-127; Sayı 2, s. 298-315, 1929.)

Söz konusu olan Mandel öyleyse, işin nereye dayandırılacağının bilinmesi gerekir. Mandel, sanayi kapitalizminde uzun dalgaları ilk defa keşfedenin Parvus olduğunu tespit eder. Bu sorunu kapitalizmin gelişmesini inceleyen Troçki de ele alır ve bu anlayışını, “eski arkadaşı Parvus”a dayandırdığını da gizlemez (Bkz. E. Mandel; agk. s. 115-122.)
Uzun dalga” hikayesi böyle.

Mandel anlatıyor;
Genişleyen zeminli uzun dalgadan dur gun zeminli uzun dalgaya (1966-’67) geçiş, artı değer oranı için mücadele ile sıkı bağ içindedir. Geç kapitalizm için ekonomik genişlemenin göreceli yavaşlamış bir periyodu, şayet bu kapitalizm, ücrete bağımlı olanların direncini kırmayı ve artı oranının yeniden göreceli yükselişini elde etmeyi başaramazsa, kaçınılmazdır. Bu ise, durgunluk olmaksızın, hatta reel ücretin geçici bir düşmesi olmaksızın düşünülemez. Bunun içindir ki, ‘60’lı yılların ortasında bütün emperyalist ülkelerde sınıf mücadelesinin bir yoğunlaşma aşaması başlamıştı?”(E. Mandel; agk, s. 168.)

Bu anlayışın Marksizm ile ne türden bir ilişkisinin olduğunu DP-Alınterimiz’e sormak gerekir.

Grossmann, kapitalizmi çökertirken, sınıf mücadelesine belli bir “hareket alanı” tanıyordu. Mandel ise sınıf mücadelesinin gelişmesini “uzun dalgalar”ın hangi aşamasında olunduğuna bağlıyor; uzun dalga yükselirse sınıf mücadelesi geriler, uzun dalga alçalırsa sınıf mücadelesi yükselir.

Aynı anlayışı Alınterimiz de 62. sayısında savunu yor ve sınıf mücadelesinin gelişmesini “dalga”ların trendine göre tespit ediyor.

Partiye, bilinçli eyleme falan gerek yok; İşçi sınıfı, kendini “uzun dalga”nı n seyrine göre ayarlar! Surfing yapar!

Bu anlayışa göre marksizmin ekonomik kriz teorisi hikaye oluyor! “Uzun dalga”cılar, Marksist ekonomik devreviliği, her ne kadar reddetmiyorlarsa da, ona önem de vermiyorlar. Aynen Alınterimiz gibi. Bu gazete 64. sayısında bize “ders” verirken ekonomik krizleri (fazla üretim krizleri) “klasik sınai çevrim krizleri” olarak tanımlıyor ve her şeyin altında “aşırı birikim krizi”ni görüyor.

Dalga”cılara ve DP-Alınterimiz’e göre kapitalist gelişmede; sermaye birikiminde, yatırımların gelişmesinde belirleyici olan, Marksist ekonomik devrevilik değil, Parvus'un keşfettiği ve Troçki'nin de benimsediği “uzun dalga”cılıktır veya da “uzun dalga”lardır!

DP-Alınterimiz anlayış ile “uzun dalga”cılık arasında fikir birliğinin olduğu açık. Bu arkadaşlar, kapitalizmin gelişmesini, Marksist teori ve onun yorumu ışığında ele almıyorlar. Lenin'in, Stalin'in, Üçüncü Enternasyonal'in veya başka Marksistlerin bırakmış oldukları değerlerden hareket etmiyorlar; Marksist literatürde yeri dahi olmayan kavramlarla, kapitalizmin son 124 senelik tarihini “uzun dalga”cıların kıstasları temelinde inceliyorlar. Aynen “dalga”cıların yaptığı gibi, Marksist kriz teorisi, ekonomik devrevilik “uzun dalga”ların, DP'nin deyimiyle “genel bunalım dalgalarının içinde kaynayıp gidiyor ve ekonomik devreviliğin, ekonomik krizlerin özellikleri ve buradan çıkartılması gereken dersler bir kenara atılıyor veya “dalgaların seyrine tabi kılınıyor. “Bunalım dalga”larının içine serpiştirilmiş “durgunluk dalgaları” (DP), Mandel'ın yorumlarıyla açıklanıyor. Öyle ki DP, “‘60’lı yılların ikinci yarısından itibaren uluslararası bunalım dalgaları yeniden kendini göstermeye başladı” ifadesini kullanarak birtakım “durgunluk dalgası” tespiti yaparken, Mandel da “şimdi yeniden (1960'dan sonrası, çn.) ikinci, yavaşlamış sermaye biri kimiyle karakterize olan, II. Dünya Savaşı’yla başlamış ‘uzun dalga’ dönemindeyiz” tespitinden hareketle, “önemli emperyalist ülkelerdeki durgunlukları” sayar. DP-Alınterimiz’in “dalga”cılığı ile Mandel'ın “dalga”cılığı arasında fark yoktur.

DP-Alınterimiz’in, oldukça cesaretli olduğunu kabul etmek gerekir: Marksist ekonomiyi, Leninist emperyalizm analizini, Stalin'i bir çırpıda bir kenara atıyor, kapitalizmin tarihini, en azından 1870'den günümüze kadar olan tarihini yeniden yorumlamaya koyuluyor ve yeni bir teori üretiyor; DP’ye göre kapitalizmin 1870'den günümüze kadar olan tarihi üç dalgadan oluşuyor; uluslararası bunalımlar dalgası:

Birinci dalga: “İlk genel bunalım dalgası,... 1870’li ve ‘80’li yılların tümünü kapsar” (DP, Sayı 34, s. 52.)

İkinci dalga: “19. Yy.ın son yıllarında kısmi canlılığın ardından”1900-1948 genel bunalımı” (Agy.)

Üçüncü dalga: “60’lı yılların ikinci yarısından itibaren, uluslararası bunalım dalgaları yeniden kendini göstermeye başladı”(Agy.)

Bu anlayışta 1948-1967 dönemi “dalga”sız kalıyor, bir boşluk söz konusu. Bu boşluğu da “.II. dünya savaşının tekelci ekonomiye sağladığı kısmi canlılık. topu topu 19 yıl (1948-1967)” (Bkz. Mandel'ın “hızlanmış büyüme dönemi”) 1940-1945 veya 1948-1966 arası dalgasıyla doldurursak 1870'den günümüze kadar olan kapitalizmin tarihini belirleyici gelişim süreçlerine ayırmış oluruz! DP bunu yapıyor.

DP, sadece “genel bunalım dalgası” tespiti değil, aynı zamanda “durgunluk dalgası” tespiti de yapıyor. Böyle bir “dalga”nın da marksizmde yerinin olmaması DP'yi pek ilgilendirmiyor. DP'nin “son 5 durgunluk dalgası (1967, 1969-’71, 1974-’76, 1979-’82 ve 1988-’89)” tespitini biliyoruz.

Bir benzerlik daha: Troçkist Mandel, “‘60’lı yılların ortasında bütün emperyalist ülkelerde sınıf mücadelesinin bir yoğunlaşma aşaması başlamıştı” tespitini, durgunluğa ve reel ücretlerin düşürülmesine göre yapıyor. DP de aynı dönemi, “örneğin, II. dünya savaşı sonrası canlılığın sonunu ilan eden 1968-’71 yavaşlaması dünyanın dört bir yanında “ki ‘68 ayaklanması bu dönemin bir ürünüdür” (agy.) ile açıklıyor.

Biz de şu tespiti yapıyoruz; 1960=100 dersek 1960-1970 döneminde reel ücretler ABD'de %16; Japonya'da %80; Almanya'da %71; Fransa'da %57; İngiltere'de %25 ve İtalya'da da %78 oranında artmıştır.

Sanayi üretimi ise, 1963=100 bazında, 1963'ten 1970'e ABD'de %39; Almanya'da %54; Fransa'da %52; İngiltere'de %23 ve Japonya'da da %158 oranında artmıştır.

O halde 1960-'70 dünyası gerçeğinin Mandel'ın tespiti ve DP'nin devraldığı anlayışla ilgisi yoktur.

Ne olduğu belli olmayan “genel bunalım”dan, ne olduğu belli olmayan “durgunluk dalgalarından bahsediliyor. Burada “son 5 durgunluk dalgası” olarak belirtilen 1967, 1968-'71, 1974-'76, 1979-'82 ve 1988-'89 dönemlerinde belli başlı emperyalist ülkelerin ekonomilerinde bu tespiti doğrulayan bir gelişmenin olmadığını belirtmekle yetiniyoruz.

Son 5 durgunluk dalgası” olarak belirlenen dönemlerde kapitalist dünya ekonomisi, belli bir dönem tanımlaması yapmayı beraberinde getiren ortak özellikler taşımıyor; tersine bu “son 5 durgunluk dalgası” dönemlerinde kapitalist dünya ekonomisi “normal” seyrini yaşıyor.

Evet arkadaşlar nerede duruyorsunuz?
-Troçki-Parvus'un yanında mı?
-Prof. Kondratjew'in yanında mı?
-Troçkist E. Mandel'in yanında mı?
-Yoksa Marks'ın teorisinin yanında mı?

e-Sürekli Kriz ve Alınterimiz - Devrimci Proletarya Gerçeği

Kendiliğinden çöküş teorisini savunduktan ve anlayışı “aşırı birikim krizi” temelinde yükselttikten sonra ve buna ‘tekelci aşamanın farklılaşmış kriz süreci’ anlayışını da ekledikten sonra sürekli kriz teorisini savunmuyorum demenin de hiç bir anlamı kalmıyor. “Aşırı birikim krizi” teorisi sürekli kriz teorisine götürür. Bundan kurtulamazsınız. Şimdi size sürekli kriz teorisini nasıl savunduğunuzu açıklayalım.

DP’nin 35. sayısında şöyle deniyor;
Eskilerdeki şiddetinde olmamakla birlik te, kısa aralıklarla birbirini izleyen krizler dönemine girildi. Bir dizi etkenin içiçe geçerek birbirini beslemesiyle son otuz yılda, kısa aralıklarla ve devreleri kısalmış olarak kronikleşme özelliği gösteren kriz, emperyalist ülke ve tekelleri yeni arayışlara itti”(s. 22/23).

Aynı derginin 34. sayısında da Türkiye ekonomisiyle ilgili olarak şu tespit yapılıyor;
Yaşanan krizin konumuz açısından önem taşıyan iki ana özelliğine işaret etmek gerekir. Birincisi; onun 1977’den beri süregelen yapısal ve kronikleşmiş bir kriz olması...
Neredeyse 20 yıllık bir geçmişe sahip kronikleşmiş ve derin bir ekonomik krizin varlığına...” (s. 12 ve 18).

Şüphesiz ki bu arkadaşlar şimdiye kadar sözlü veya yazılı olarak hiçbir yerde ve hiçbir zaman ‘sürekli kriz teorisini' savunuyoruz diye bir açıklamada bulunmamışlardır. Ama zaman süresi göreceleştirilerek, kronikleşmeden bahsedilerek sürekli kriz teorisi savunuluyor ve ne hikmetse bu da 1970'li yıllarla başlatılıyor.

Sürekli krizin, olamayacağını ve yukarıya aktardığımız anlayışların saçmalığını göstermek için kapitalizmde periyodik krizlerin neden kaçınılmaz olduklarını; krizlerin neden devrevi olduklarını açıklayalım.

Kapitalizmde ekonomik krizlerin periyodik olmaları neden kaçınılmazdır? Kapitalizmde bütün ürünler; insanlar arasındaki ekonomik ilişkiler, hatta hizmetler meta biçimini alırlar. Ürünlerin, ilişkilerin ve hizmetlerin kendilerine özgü pazarları vardır. Her şey bu pazarlarda üretilir ve orada satılır. Bütün ürünler pazarda meta biçiminden para biçimine dönüşüm sürecinden geçerler. İşgücü de aynı süreçten geçer.

Kapitalist üretimin amacı, insanların ihtiyaçlarını karşılamak değildir, aksine sermayeyi değerlendirmek; artı değer, kar ve daha fazla kar elde etmektir.

Kapitalist üretim biçiminin, sayısız iç çelişkileri vardır. Ama kapitalizmde, diğer bütün çelişkilerin de kaynaklandığı temel çelişki, üretimin toplumsal karakteri ile ürüne özel el koyuş arasındaki çelişkidir. Kapitalizmde üretim toplumsal karakter taşır ama ürünler toplum için üretilmez. Çünkü amaç bu değildir. Amaç kardır, daha fazla kardır. Kapitalizmin bahsettiğimiz temel çelişkisi, periyodik fazla üretim krizlerinin (ekonomik krizlerin) çıkış noktasını ve esas nedenini oluşturur.

Söz konusu bu temel çelişki, sadece, krizlerin genel temel nedenini oluşturur, ama tek tek krizlerin somut, doğrudan nedenini oluşturmaz. Marksizmin abc'sine göre üretimin toplumsal karakteriyle ona özel el koyuş arasındaki temel çelişki süreklidir. Yani her koşul altında etkide bulunur. Şayet bu çelişki, krizlerin doğrudan, somut nedeni olsaydı, işte o zaman sürekli krizden bahsetmemiz gerekirdi. Bu arkadaşlar sürekli krizi savunabilirler. Ama Marks, bunun olmadığını kanıtlamıştır.

Olayın teorik yanına açıklık getirebilmek için bizi ilgilendiren noktaları tespit edelim:

Tartışmasız kabul edilmesi gereken nokta şudur; kriz, ekonomik devreviliğin belirleyici aşamasını oluşturur. Kriz aşaması, devreviliğin temelini ve karakterini oluşturur. O halde kriz, sanayi yaşamının birbirini takip eden canlılık, yükseliş, durgunluk gibi aşamaları içinde belirleyici olan aşamadır.

Marks, krizlerin dönemselliğini, yani sürekli olmayışlarını sabit sermayenin dönüşümüyle açıklıyor. Bizim açımızdan bu da tartışma götürmez bir gerçektir. Marks'ın soruna yaklaşımına bir örnek:

Kapitalist üretim biçiminin gelişmesiyle kullanılan sabit sermayenin yaşam süresi ve değer kapsamının geliştiği oranda, sanayinin ve sanayi sermayesinin ömrü her özel bir yatırımda çok yıllı, diyelim ki ortalama 10 senelik gelişir. Bir taraftan sabit sermayenin gelişmesi bu ömrü genişletirken, diğer taraftan da, kapitalist üretim biçiminin gelişmesiyle keza devamlı artan üretim araçlarının devamlı devrimcileştirilmesi vasıtasıyla kısalır. Dolayısıyla, bununla birlikte üretim araçlarının değişimi ve fiziki olarak ömrünü doldurmadan çok önceleri manevi aşınma yüzün den onun daimi yenilenme zorunluluğu da. Büyük sanayinin en belirleyici dalları için bu yaşam devreviliğinin şimdi ortalama 10 yıllık (bir devrevilik) olduğu kabul edilebilir. Ama burada önemli olan, belli bir sayı değildir. Birbirine bağlı dönüşümlerle bir dizi seneyi kapsayan bu devrevilik vasıtasıyla, ki bu devrevilik içinde sermaye kendi sabit kısmıyla bağlanmıştır, periyodik krizlerin maddi temeli ortaya çıkar... (temel süreçte) ticari işleyiş, birbirini takip eden durgunluk, orta derecede canlılık, hızlanma ve kriz periyotlarını yaşar. Aslında bunlar, sermayenin yatırıldığı oldukça çeşitli ve birbirinden ayrılan periyotlardır. Bununla beraber kriz, büyük yeni yatırımların çıkış noktasını oluşturur, yani bütün toplum göz önünde tutulduğunda, sermayenin gelecekteki ilk dönüşüm devreviliği için de az veya çok yeni maddi temeli oluşturur”(Marks, Kapital, Cilt II, s. 185/186, Alm.)
Bu temel anlayış şöyle somutlaştırabilir: Bina/tesis, makine vs. olarak yatırılan sermaye; sabit sermaye, amortisman biçiminde parça parça meta üzerine aktarılır ve meta satıldıkça parasal sermaye olarak yeniden kapitaliste döner. Böylelikle kapitalist, bir makinenin fiyatını, o makinenin ürettiği ürün vasıtasıyla tüketiciye, diyelim ki 5 senede ödetir. Marks, bu durumu aynı yerde şöyle açıklar:

Sabit sermaye olarak yatırılan sermaye değeri, akıcı sermayeye yatırılan sermaye değeri gibi ürün vasıtasıyla dolaşır ve meta sermayenin dolaşımı vasıtasıyla, keza diğeri gibi, para sermayeye dönüşür. Fark sadece şundan ibarettir; onun değeri parça parça dolaşmak ve bundan dolayı da parça parça, kısa veya uzun periyotlar içinde telafi edilmek, natürel formda yeniden üretilmek zorundadır” (s. 193, Alm.)

Sonuç; Marks, krizlerin devrevi olduğunu tespit ediyor ve bu tespiti de sabit sermayenin dönüşümüyle açıklıyor.

DP-Alınterimiz, yukarıya aktardığımız sürekli kriz veya 1970'lerden, 1974'lerden beri kriz anlayışıyla;

a) ekonomik devreviliğin belirleyici aşaması olan kriz aşamasına 
    süreklilik karakteri veriyor ve

b) böylelikle de ekonomik krizlerin periyodik oluşlarını reddediyor. Bu   
    iki nokta bu alanda marksizmi, Marksist kriz teori sini reddetmekten 
    başka bir anlam taşımıyor.

Bu arkadaşlar, Marksist kriz teorisini, ekonomik krizlerin dönemsel karakterini reddedip, sürekli kriz teorisini savunurken hangi yüzeysellik içinde olduklarının farkında değiller.

Toplumsal üretimin ve bu üretimin her iki bölümünün, yani üretim araçları üretimi bölümünün (Bölüm I) ve tüketim araçları üretimi bölümünün (Bölüm II) 1970'lerden beri, yani 25 seneden beri kriz içinde olduğunu; yani yeni yatırımların yapılmadığını, ama aynı zamanda sabit sermaye kıyımının devam ettiğini düşünebiliyor musunuz? Düşünemiyoruz.

Bu arkadaşlar, bu anlayışlarıyla sermaye birikimini, sermaye birikiminin itici gücü/dürtüsü olarak reddediyorlar. Bu reddin ne anlama geldiğini kısa açıklayalım:

Kapitalist, sisteminin iç yasallığını göz önünde tutmaz. Pazarı yüzeysel olarak inceler ve hangi malı, ucuza üretebilirsem çok satarım diyerek hareket eder. Bu anlayıştan hareketle kapitalist, kriz döneminde para biçiminde birikmiş ve verimsiz duran sermayesini verimli sermayeye dönüştürür. Yani yatırım yapar. Yatırım, sabit sermayenin yenilenmesinden ve genişletilmesinden başka bir şey değildir. Yatırım, aynı zamanda üretimde canlanma ve yükselişe doğru gidiştir. Buna göre; avanak küçük burjuvazinin reddetmesine rağmen sermaye birikimi, ekonomik canlanmanın ve yükselişin itici gücüdür, “aşırı birikim krizi” değildir.

DP-Alınterimiz çevresi, bu gelişmeyi, savunduğu sürekli kriz anlayışıyla reddederken, sermaye birikiminin çelişkili bir süreç olduğunu da reddediyor. Birikim devam ettiği müddetçe; yeni, modern fabrikalar, yollar, başka üretim kapasiteleri yapıldığı, eski teknolojinin yerini yenilerinin alındığı müddetçe ekonomik devreviliğin canlanma/yükseliş aşaması devam ediyor demektir. Ne var ki, arkadaşlar bu anlayışta değiller; onlara göre 1970’lerden beri yeni fabrikaların yapıl maması, makinelerin değiştirilmemesi gerekiyor. Çünkü 1970’lerden beri devam eden bir kriz söz konusu. Çünkü ‘aşırı birikim krizi” ortalığı kasıp kavuruyor ve sistem nihai sonuna yaklaşıyor!

Belli bir noktaya gelindikten sonra, üretim araçları üretiminde (Bölüm I’de) doyumluluk gündeme gelir. Hemen hemen her şey yenilenmiştir, büyütülmüştür. Yenilenmiş ve büyütülmüş üretim sürecinin belli bir aşamasına gelindiğinde Bölüm I'in ürünlerine olan talep düşer. Bu bölümdeki işçiler, yeniden sokağa atılırlar. Ama modern işletmelerle üretime devam edilir ve pazar, satılması gereken ama alıcı bulamayan metalarla dolup taşar. Artık üretim fazlalığı gündemdedir. Toplumun tüketme gücünden fazla üretim yapılmıştır ve aynı zamanda toplumun alım/tüketim gücü düşmüştür.

Bu süreç, gelişmesinin belli bir aşamasında kesintiye uğrayacak ve ekonomik devrevilik yeniden kriz aşamasına girecektir. Arkadaşlar, bu gelişmeyi, sürekli kriz anlayışlarından dolayı reddettikleri için, sermaye birikiminin çelişkili bir süreç olduğunu da reddediyorlar. Reddetmek zorundalar. Birikim devam ettiği sürece her şey yolunda gider; alım gücü genişler ve bu çerçevede toplumun tüketim gücü de artar. Ama gelişmenin belli bir noktasına gelindiğinde birikim, sağladığı bu gelişme süreciyle çelişkiye düşer. Bu, üretimin sınırsız genişletilmesiyle toplumun alım/tüketim gücünün sınırlı oluşu arasındaki çelişkidir.

Arkadaşlar, biz de aynen böyle düşünüyoruz diyebilirler. Ama her kim ki, krizin sürekliliğinden bahsederse o, subjektif olarak bizim düşündüğümüz gibi düşünebilir; ama nesnel olarak, düşündüğünü reddediyor demektir. Öyleyse sürekli kriz anlayışı, bir "deli saçmasıdır.

Ama veya buna rağmen DP, hiç de Marks gibi düşünmüyor ve ekonomik krizlerin sürekli olmayacağını sabit sermayenin çevriminden, dönüşümünden hareketle açıklamıyor, tersine genel olarak ‘70'lerden itibaren başlattığı, ‘70'lerden beri süre gelen bir ekonomik krizden bahsediyor. Bu tarihin “hikmeti”ni bir türlü anlayamadık. Sürekli var olduğuna inandıkları ekonomik krizi neden bu tarihle başlatıyorlar? Ekonomik krizin Marksist analizi bakımından bu tarihin hiç bir anlamı yok. Ama burjuva ekonominin; emperyalist ekonominin tekelci devlet kapitalizminin gelişme seyri açısından bu tarih önemlidir. Bu da konumuzla ilgili değil.

Bir ekonominin krizde olması demek, ekonomide, kıstas verilerin sürekli gerilemesi anlamına gelir. Herhangi bir kapitalist ülke ekonomisi, örneğin Türkiye'de sanayi üretimi, GSMH, yurt içi üretim, dış ticaret vs. sürekli bir gerileme, düşüş içinde olsa, o zaman krizin sürekliliğinden bahsedebiliriz. Bir ülkede veya “20 yıldan” beri kriz içinde olan Türkiye'de ekonomik verilerin, örneğin sanayi üretiminin ve başka faktörlerin en azından 1973-'74'ten beri sürekli gerilediğini kim savunabilir? DP savunuyor. Bu savununun sahibini nasıl zor durumda bıraktığını aşağıda göstereceğiz.

Bu arkadaşlar, krizin, ekonomik devreviliğin bir aşaması olduğunu, ekonomik devreviliğin kriz aşamasında olmasının durağan bir hali ifade etmediğini, ekonominin bu aşamada olmasının, örneğin üretimin sürekli düşüş içinde olduğu anlamına geldiğini, ama üretimdeki düşüşün durmasıyla, krizin dibe vurmuş olduğunu; üretimdeki düşüşün, krizin dibe vurma noktasının ekonominin kriz aşamasından çıkma ve durgunluk, oradan da canlanmaya doğru gelişme sürecine girdiğini bir türlü kavramıyorlar. Bunu kavramadıkları için de, gösterdiğimiz gibi, Marksizm adına anti-marksist kriz teorisini savunuyorlar.

Marksizmde krizin anlamı şudur: Krizler “mevcut çelişkilerin sadece o anki zorla çözümleridir” (Marks, Kapital, C. III).

Ama Alıntermiz, bize “ders” verirken kapitalizmde çelişkilerin çözülmeyeceğini öğretiyor!

Burada söz konusu olan, yeniden üretim sürecinde sürekli var olan ve devresel olarak kaçınılmaz olan çelişkilerin çözümüdür. Bu çözüm, meta, fabrika, makine vs. hangi biçimde olursa olsun muazzam boyutlarda sermayenin yok edilmesi, üretimin yeniden talebe tekabül eden hale getirilmesidir (sorunu oldukça basitleştiriyoruz.) Bu gerçekleşince çelişki çözülmüş demektir, üretim yeniden başlamış demektir. Ve daha sonraki döneme hiçbir şey bırakılamaz. Olay burada biter. Sermaye/ekonomi yeni bir devreviliğine başlar.

Daha sonraki dönemlere devredilen istikrarsızlıklar, siyasi ve toplumsal alandaki sorunlardır. Bu sorunlar ne kadar büyük, derin ve kapsamlı olurlarsa olsunlar hiçbir zaman ekonomik krizlerin nedenleri olamazlar.

Sonuç itibariyle:

Ekonomik kriz, her zaman var olmamıştır. Krizin nedeni kapitalizmdir ve kapitalizmin yok olmasıyla da yok olacaktır. İlk fazla üretim krizi 1825'te İngiltere'de patlak verdi. O günden bu güne kapitalist üretim belli aralıklarla; devrevi patlak veren krizlerle kesintiye uğramıştır. Bu gelişmeyi Engels şöyle anlatır.

Gerçekten de, ilk genel krizin patlak verdiği 1825’ten bu yana bütün sanayi ve ticaret dünyası bütün nedeni halkların ve onların şu veya bu derecede barbar uyduları topluluğunun üretim ve mübadelesi. Yaklaşık her on yılda bir kez şirazeden çıkar. Ticaret durur, pazarlar dolup taşar. Ürünler, sömürüsüz oldukları ölçüde yığılıp kalır. Nakit para, görünmez olur. Kredi ortadan çekilir. Fabrikalar kapanır, çalışan insanlar, fazla yaşam maddeleri üretmiş olmaktan ötürü geçim gereçlerinden yoksun kalırlar. İflaslar iflası, zoraki satışlar zoraki satışları kovalar. Tıkanıklık yıllarca sürer; üretici güçler ve ürünler, birikmiş meta yığınları, sonunda değerlerinin az ya da çok altında bir fiyat üzerinden sürüle ne, üretim ve değişim yavaş yavaş canlana kadar, yığın halinde israf ve imha edilirler. Yavaş yavaş, gidiş hızlanır, tırısa döner. Sınai tırıs, dört nala olur ve bu dört nal da, sonunda en tehlikeli atlamalardan sonra kendini yeni baştan çöküntü çukurunda bulmak üzere, bir sanayi, ticaret, kredi ve spekülasyon engelli yarışında dolu dizgine kadar yükselir. Ve hep aynı yinelenme. İşte 1825’ten bu yana beş kereden az yaşamadığımız ve şu anda (1877) altıncı kez olarak yaşadığımız durum” (Engels, “Anti-Dühring...” C. 20, s. 257. Alm).

Görüyoruz ki sürekli krizden bahsetmek, Engels'in bu anlayışının çürütülmesinden geçiyor.

Sürekli kriz” içinde olan Türk ekonomisine gelince:
Eleştirdiğimiz anlayışlar Türkiye ekonomisini 1970'lerden bugüne olan gelişmesini ele aldıkları ve bu dönemi “sürekli kriz”le tanımladıkları için bizim çıkış noktamız da 1970'lerden bu yana olan zaman dilimidir.

Yaşanan krizin... 1977’den beri bir kriz olması. yalnızca ekonomi. gibi tek bir alan ve konu ile sınırlı” olmaması(Sayı 34, s. 12), yani 1977’den beri devam eden kriz, aynı zamanda bir ekonomik krizdir.

Neredeyse 20 yıllık bir geçmişe sahip kronikleşmiş ve derin bir ekonomik krizin varlığı” (Agk, s. 38).

Egemen sınıflar gitgide derinleşen ağır bir ekonomik siyasi kriz içerisindeler. Ekonomik krizin yükünü...”(DP, Sayı 7, s. 6, 8Mart 1992).

Düşünebiliyor musunuz?
Toplam sanayinin %5.8 oranında,
İmalat sanayinin %5.6 oranında,
Yurt içi GSMH'nın %5.8 oranında büyüdüğü 1992 senesinde Türkiye ağır bir ekonomik kriz içinde!

Yani, Türkiye ekonomisi -yukarıya aktardığımız anlayışların da gösterdiği gibi-1970'li yılların yarısından bu yana sürekli bir kriz içindedir. Söylenen bu.

Öyle sanıyoruz ki, Türkiye'de hakim ekonomik formasyonun kapitalist üretim biçimi olduğu kabul ediliyor. Aksi taktirde arkadaşlar, Türk ekonomisi üzerine kriz sendromlarını kapitalist ekonomiye özgü tanımlamalarla değil, başka bir ekonomik formasyona -diyelim ki feodal - özgü tanımlamalarla açıklarlardı. O halde söz konusu olan, kapitalist üretim biçimi ve bu üretim biçiminin, bu ekonominin Türkiye koşulundaki durumu.

Bu arkadaşlar şunu diyorlar. Her ne kadar Türkiye'de ekonomi kapitalist bir ekonomiyse de, bu ekonominin 1970'li yıllardan bu yana devrevi gelişmesi söz konusu değildir. Marks istediği kadar, kapitalizmde ne sürekli yükseliş, ne de sürekli kriz söz konusudur desin. Marks, istediği kadar, kapitalist ekonominin hareketi devrevidir, aksi takdirde o kapitalizm olmaz desin, Marks istediği kadar kapitalist ekonominin devreviliği, kriz-durgunluk-canlanma-yükseliş aşamalarında oluşur diye tespit etmiş olsun. Bunların hiçbirisinin Türkiye ekonomisi açısından geçerliliği yoktur!

Türkiye ekonomisini 1970'li yıllardan beri sürekli kriz içinde “tutan” anlayışlar, salt bu anlayışlarından dolayı Marks'ı, Marksist kriz teorisini reddediyorlar. Reddetmek zorundalar! Ya ekonominin devrevi hareketini kabul edeceksin ve onu Marksist teori ışığında yorumlayacaksın ya da marksizmi, Marksist kriz teorisini reddettiğini açıklayacaksın. Eğer Marksist-leninist olarak kalınmak isteniyorsa, üçüncü bir seçenek yoktur.

Sürekli kriz anlayışı, ekonomide Marksist teoriyi kavramamanın ya da açıktan reddetmenin ifadesidir. Bu anlayış, Marksist kriz teorisinin, ekonomik krizlerde devreviliğin sabit sermayenin dönüşümünden kaynaklandığı tespitini reddediyor.

Bu arkadaşlar, belirttiğimiz kriz anlayışlarıyla 25-30 seneden beri Türkiye'de sabit sermaye yatırımlarının yapılmadığını ve mevcut sabit sermayenin de sürekli yok edildiğini savunuyorlar. Böyle bir anlayışta değiliz diyemezler. 1970'lerden beri kriz dediğin an, böyle bir anlayışı da -istesen de istemesen de savunuyorsun demektir!

Genel olarak böyle bir şeyin ve özel olarak da Türkiye'de böyle şeyin; sürekli sabit sermaye kıyımının, olabileceğini düşünebiliyor musunuz?

Kriz anlayışlarıyla bu arkadaşlar işçi sınıfına, emekçilere, hitap ettikleri kitleye şunu diyorlar; Türkiye'de 1970'li yıllardan beri fabrika-işletme yapılmamıştır, yatırımlar yapılmamıştır, mevcut sabit sermaye de (fabrikalar, makineler vs.) sürekli yok edilmiştir/kapatılmıştır!

Yani yerli-yabancı sermaye, 25-30 seneden beri Türkiye'de hiç yatırım yapmamış. Çünkü ekonomi 25-30 senedir hala kriz aşamasında, henüz bu aşamanın dip noktasına varmamış, kriz henüz dibe vurmamış!

Evet, 1970'li yılların ikinci yarısından beri, DP'nin deyimiyle “neredeyse 20 yıllık bir geçmişe sahip kronikleşmiş ve derin ekonomik kriz” içinde olan Türkiye'de 1975'ten 1990'a GSMH %90 oranında, yani 1.9 misli artmış, ama aynı dönemde “derin... ekonomik kriz-varlığını” sürdürmüş!

Bunun ötesinde sabit sermaye yatırımları da artıyor. Bu türden yatırımlar 1988 fiyatlarıyla 1963=100 bazında 1963-1989 döneminde %70 oranında artıyor. 1987 fiyatlarıyla da 1987'den 1992'ye %25 oranında artıyor. Öyle ki, kriz sendromcularının ekonomiyi ha çöktü ha çökecek noktasına getirdikleri 1993'ün ilk çeyreğinden üçüncü çeyreğine sabit sermaye yatırımları %56 oranında artıyor (OECD).

Evet, 25-30 seneden beri krizde olduğu söylenen ekonomide 1970-1990 döneminde ithalat 23.5 misli ve ihracat da 22 misli artıyor.

-Toplam sanayi üretimi artıyor, ama ülke ‘75'lerden beri devam eden ve derinleşen bir ekonomik kriz içinde oluyor!

-İmalat sanayi üretimi artıyor, ama ülke ‘75'lerden beri devam eden ve derinleşen bir ekonomik kriz içinde oluyor!

-GSMH, TTÜ (Toplumsal Toplam Ürün ) ve yurt içi GSH büyüyor, ama ülke ‘75'lerden beri devam eden ve derinleşen bir ekonomik kriz içinde oluyor!

-Brüt sabit sermaye yatırımları yapılıyor, yani sermaye birikimi var, ama ülke ‘75'lerden beri devam eden ve derinleşen bir ekonomik kriz içinde oluyor!

-İhracat artıyor ama ülke ‘75'lerden beri devam eden ve derinleşen bir ekonomik kriz içinde oluyor!

Bu veriler, bir ekonominin gelişme seyrini ele verir. Bunun anlamı şudur: Bu alanlardaki değerler gerilerse, o ekonomideki büyüme de küçülür; değerler artarsa, o ekonomi de büyür, söz konusu alanlardaki veriler, ekonominin, belli yıllar haricinde sürekli büyüdüğünü gösteriyorlar. Bu büyüme istikrarlı da, istikrarsız da olsa bir büyümedir ve bu büyüme “neredeyse 20 yıllık bir geçmişe sahip kronikleşmiş ve derin bir ekonomik krizin var” olduğu iddia edilen Türkiye ekonomisinde oluyor.

Alınterimiz'in deyimiyle; “Olay Türkiye’de geçiyor”!

Ekonomik devreviliğin kriz sürecinde olması şu anlama gelir: Kriz devam ettiği, yani devreviliğin kriz aşaması devam ettiği müddetçe ekonomik veriler; ekonomik büyümeyi gösteren veriler düşmeye, ekonomi küçülmeye devam eder; ekonominin kriz aşamasında olması, ekonominin durmaksızın küçülmesi demektir. Küçülmenin durduğu nokta, kriz aşamasının varabileceği en son noktadır. Yani dibe vurma olayı. Krizin dibe vurması, ekonomik devreviliğin kriz aşamasından çıkma noktasına gelmesi demektir.

Acaba Türk ekonomisi böyle mi?

70'li yılların yarısından beri sürekli küçülen bir ekonomi mi söz konusu?

Kriz sendromcuları, Otto Bauer'in şematik hesabını ve H. Grossmann'ı da gerçekten solluyorlar. Grossmann'ın hesabına göre çöküntü 35. yılda söz konusu oluyordu. Kriz sendromcuları, Otto Bauer'in birikim şemasını Grossmann gibi hesap etselerdi, bu matematiksel hesaba göre Türk ekonomisinin 2010 yılında çökeceği sonucuna varırlardı. Onlarda en azından Grossmann kadar bilimsellik olsaydı, çöküyor-çöktü söylemesi yerine, neden çökeceğini birtakım teorik kılıflara büründürerek açıklarlardı.

Şu kadarını söyleyelim ki, kapitalist bir ekonomi, somutta da Türk ekonomisi, sizlerin ha çöktü, ha çökecek anlayışınızdan dolayı çökmez.

Bu arkadaşlar ekonomi konusunda devrimci literatürü arındırdılar; ekonominin şu aşamasıymış-bu aşamasıymış, böyle olursa-şöyle olurmuş, şöyle olursa-böyle olurmuş vb. ortadan kalktı. Ekonomi literatürümüzde her derde deva, her şeyi ifade eden, yorumu gereksiz kılan iki tanımlama var: Kriz ve çökmek!

Bu iki kavramın dışına çıkınca “cahil” oluyorsun, “vulgar iktisat”çı oluyorsun, “metafizik ve pozitivist yaklaşım”cı oluyorsun!

Bu iki kavram Türk ekonomisinin devreviliğine yerleştirildi. En azından, 1970'lerden beri Türk ekonomisinin devreviliği sadece ve sadece iki aşamadan oluşuyor; kriz ve çöküş!

Proletaryanın bir şey yapmasına gerek yok. Nasıl olsa ekonomi çöküyor. Bir kenarda durup çöküşü bizzat izleyebilir!

Bu da, sürekli kriz teorisinin siyasi sonucudur.

2) Somut Durum Analizi

Arkadaşlar, kriz konusunda ne dediğimizden ya fazla bir şey anlamamışlar veya da yeterli bulmamışlar ki, ne demek istediğimizi yorumlamaya koyulmuşlar. Yani yapılmaması gerekeni yapmışlar. Eleştiri, nesnel gerçekliğe dayanır. Yanlış bulunan ne ise o eleştirilir. Yorum adı altında olmayan var edilemez.

Alınterimiz, Sayı 64, s. 10'da şöyle deniyor:
3 Mart 2001 tarihli Y. Atılım’da yayınlanan “Kara Çarşamba” başlıklı yazıda Atılım yazarı “Buldum! Buldum! Olay Türkiye’de geçiyor. Bu bir mali krizdir” edası ile şunları söylüyor.

Bugün Türkiye’de yaşanan derin bir mali krizdir. Para ve borsa değerlerini altüst eden bir kriz. Aynen teori kitaplarında yazıldığı gibi. Bu krizin devrevi olarak patlak veren ekonomik krizle; yani fazla üretim kriziyle bir ilgisi yoktur. Fazla üretim krizi, kapitalist ekonomi dönüşümünün durgunluk, inişli-çıkışlı durgunluk, canlanma, yükseliş gibi aşamalarından birisidir, adı üstünde kriz aşamasıdır. Mali krizin böyle aşamaları yoktur. Alınan tedbirlerle mali kriz yönlendirilebilir. Ama ekonomik kriz, fazla üretim krizi yönlendirilemez. Mali kriz kısa ömürlüdür, alınan tedbirlerin doğruluğuna ve etkisine göre bir kaç günde veya bir kaç haftada atlatılır. (aç. Alınterimiz) Ama fazla üretim krizi uzun süren ve çelişkileri, kapitalist ekonominin nesnel yasalarından kaynaklanan çeliş kileri çözmeden atlatılamaz. Fazla üretim krizine tedbir biçiminde müdahale, krizin gelişme seyrini en fazlasıyla olumlu etkiler. Ama mali krizde olduğu gibi, krizi ortadan kaldıramaz’.

Bir paragrafta bu kadar çok teorik ve güncel-politik çam devirmek Y. Atılım’a özgü bir yetenek olsa gerek!”.

Ve sonra “ML süsü verilmiş metafizik ve pozitivist yaklaşımımızın neresinden başlayıp da düzeltileceğine şaşır”an arkadaşlar sonunda bir yol buluyorlar. “Vulgar iktisat” damgasını yapıştırdıktan sonra, krizi –mali de olsa dışsal olguya, yani emperyalizme havale ettiğimiz ve “Türkiye kapitalizmi mazur gösterdiğimiz” tespitini yapıyor ve sonra da şöyle bir mantık yürütüyor.

Şimdi bir an için Türkiye’de kapitalizmin içsel bir genel kriz eğilim olmadığını, mevcutta bir üretim krizi de yaşamadığını varsa yalım. Yine de şu soru yanıtsız kalmaya mahkum olacaktır: Eğer emperyalist ve işbirlikçi kapitalizmde bir aşırı birikim ve üretim krizi yaşanmıyorsa, ekonominin içsel çelişkilerinden kaynaklanan bir sorun yoksa, o zaman neden başlıca sorunları olan artı-değer sömürüsü kapasitesini genişleterek ve pazarları derinleştirerek üretim ve yatırım tem posunu büyütmüyorlar da tam tersine kendilerinin de ekonomik-siyasi olarak riske edecek, üretici güçlerin geniş tahribatını hedefleyen daraltıcı, yıkıcı politikalar şart koşuyorlar?”(agy).

Gerçekten de Neden?

Evet, nedense, “öngörüleri(nin) doğrulanması için bir kaç ay bile geçmesi gerekmediği” için kıvanç duyan arkadaşlar neden sorusunu cevaplandırmıyorlar.

Yukarıya yaptığımız aktarmalar, nasıl tartışıldığını ve nasıl tartışılmak istendiğini göstermek içindi.
Öngörüleri engin arkadaşlar, Grossmann’ın birikim teorisine göre birikim krizinin, biriken ve değerlendirilmeyen sermaye olduğunu nedense öngörmemişler. “Aşırı birikim krizi”, aşırı birikmiş değerlendirilmeyen sermayenin varlığından kaynaklanır. Bu durumda, mademki Türkiye'de ve tekelci kapitalizmde bir aşırı birikim krizi var diyorlar, o halde bu aşırı birikmiş sermayeyi Türk burjuvazisi niçin kullanmıyor da kapı kapı kredi arıyor?

Görüyorsunuz, kendi kavrayışsızlığınızla kendinizi vuruyorsunuz.
Evet, Türk kapitalizminde aşırı birikim göstergeleri nelerdir?
Bu sorunun cevabını vermek zorundasınız!

Arkadaşlar farklı şeyler söylüyorlar. Terminolojisiyle, kavramıyla, anlayışıyla Marksist-leninist politik ekonomiyle, Marksist kriz teorisiyle ilişkisi olmayan şeyler.

Bu “şeyler”den en önemlisi, tekelci kapitalizmin ve işbirlikçi kapitalizmin sürekli bir “aşırı birikim ve üretim krizi” içinde olduğudur. Burada bir hesap yapalım.

Varsayalım ki, dediğiniz doğru ve Türkiye ‘70 yılından bu yana bir “aşırı birikim ve üretim krizi” içinde. Bu durumda ekonominin, diyelim ki 1975'ten bu yana (‘70'li yılları 1975'le sabitliyoruz) aşırı birikim ve üretim krizinde. Aşırı birikim denince, Türk sermayesinin 1975'ten bu yana sürekli artmış olması, kendini değerlendiremeyecek derecede çoğalmış olması gerekir. Şu fukaralığın içinde böyle bir şey nasıl söylenebilir diyebilirsiniz, ama “aşırı birikim” ile bunu teorik olarak söylüyoruz. Geriye kaldı “aşırı üretim krizi”. Aşırı üretim veya fazla üretim krizi dindiğinde reel ekonominin, öncelikle de sanayi üretiminin her sene gerilediği anlaşılır. GSMH ve GSYİH'da geriler. Bu gerilemenin hesabını gayri safi yurt içi üretim değerleri üzerinde yapalım. Gerçekten de anlamlı bir krizden bahsetmek için üretimin her yıl, bir yıl öncesine göre yüzde 5 mutlak gerilediğini varsayalım. Memleketi bir an önce batırmak - çökertmek isteyen bu oranı yüzde 10'a çıkartabilir. İsteyen yüzde 1, 2, 3 ve 4 ile de sınırlayabilir. Değişen, sadece sene sayısı olur. OECD verilerine göre Türkiye'nin 2000 yılı gayri safi yurt içi üretimi 200,4 milyar dolar.

Bu miktarı her yıl yüzde 5 azaltırsak -kriz var ya1975 yılında 58 milyar dolar sonucuna varırız. Bu arkadaşların anlayışına göre 1975'te 58 milyar dolarlık GSYİÜ, 1975'ten bu yana her yıl yüzde 5 oranında azalıyor. Yani 2000 yılına geldiğimizde Türkiye'nin GSYİÜ, 16 milyar dolara düşmüş olması gerekiyor. Ve Türk ekonomisi 2016 yılında sıfırlanıyor, yani çöküyor. Bu hesap coğrafyamızdaki Grossmann'ların hesabıdır. Yani DP-Alınterimiz’in hesabıdır.

Antimarksist Grossmann, birikimin 35. yılında kapitalist ekonomiyi çökertiyordu. Bizim Grossmann'lar ise birikimin 41. yılında ekonomiyi çökertiyorlar. Şöyle:


Reel hesaplara      göre GSYİÜ        Hesabı
Grossman+Alınterimiz+DP Çöküş teorisi ("aşırı birikim krizi”)
Yıllar
değer
değer
2016
?
0 değer
2000 
200,4milyar dolar
26 milyar dolar
1999
194 ” ”
27 ” ”
1975
58 ” ”
58 ” ”

Grossmann'ın “teorik” ipi ile kuyuya inenin sonu böyle olur!
Her yıl yüzde 5 küçülme üzerinden hesapla 2016 yılında nihai çöküş geliyor. Ne kaldı ki, sadece 15 yıl. Öyleyse aynen Grossmann'ın dediği gibi devrime, bu anlamda sınıf mücadelesine gerek yok. İşçi sınıfı ekonomik talepleri için sosyal ve siyasi “surfing” yapabilir!
Arkadaşların kriz ayrımı yapmamaları veya her krizin temelinde, derinliklerinde “aşırı birikim krizi” görmeleri, mali krizi, kapitalist ekonominin nesnel yasalarının bir görüngüsü olarak kabul etmeleri, fazla üretim krizini başkalaştırmaları veya klasik görmeleri nedensiz değildir. Onlara bu konularda yol gösterenler Parvus'tur, Prof. Kondratjew'dir ve Grossmann'dır. Ama her halükarda Marksizm-Leninizm değildir. Böyle olduğu için, mali krizin fazla üretim krizini tetikleyeceğini, fazla üretim krizi patlak verirse mali kriz diye bir olgunun kalmayacağını (bugün olduğu gibi), Japonya ve başka örneklerde mali krizin değil fazla üretim krizinin veya durgunluğun söz konusu olduğunu anlayamazlar. Bunu anlamadıkları için, krizin sürekli olmayacağını duyunca şaşırırlar. Sanayi sermayesi ile mali sermayenin birbirinden kopan hareketini, fiktifleşen (hayali) sermaye hareketini birbirine karıştırıp, neden bu, yıllardır engellenemiyor diye sorabilirler. Çünkü bu arkadaşların gözünde her şey krizdir. Öyle ki kapitalizm, kendi birtakım çelişkilerini de çözemez. Her şey çözümsüzdür. Çünkü her şeyin altında yatan “aşırı birikim krizi”dir.

Bu arkadaşlar kendilerini “aşırı birikim krizi”ne o denli kaptırmışlar ki, 25 Mart 2001 tarihli sayılarda (“Türkiye burjuvazisinin ‘tarihsel sıkışması”) resmen ve düpedüz çöküş teorisini savunuyorlar. Aynen şöyle yazıyorlar.
Türkiye kapitalizminin mevcut birikim düzenlemesinde sınırlarına dayandığı, kendi iç dinamikleriyle çözüm ve yapısal dönüşüm sağlama olanaklarının ise oldukça zayıf olduğu görülmektedir” (s. 10).

Doğru, 2016 yılına ne kaldı ki. Şunun şurasında 15 yıl!

Güncel duruma gelince:
Arkadaşların anlayışına göre Türkiye ‘70'lerden beri kriz içinde. ‘70'leri bir kenara bırakarak ekonominin 1990'dan bu yana gelişmesine bakalım. Sanayi üretiminin seyri ekonominin genel durumunu gösterir.

1990-2000 arasında sanayi ve imalat sanayi üretimi, 1990= 100 bazında Toplam sanayi imalat sanayi
Yıllar
endeks
zincirleme
endeks
endeks
zincirleme
endeks
1990
100,0
±
100,0
±
1991
103,1
3,2
101,3
1,3
1992
108,6
5,3
105,1
3,8
1993
115,0
5,8
112,3
6,9
1994
107,8
-6,2
101,8
-9,3
1995
117,1
8,5
110,5
8,5
1996
123,9
5,9
117,7
6,5
1997
137,2
10,7
131,2
11,5
1998
138,4
0,9
130,8
-0,5
1999
131,3
-5,2
123,4
-5,7
2000
168,7
5,4
-
3,6
2001 Ocak
-
-6,5
-
6,5
2001 Şubat
-
-5,3
-
-5,0


Bizi burada ilgilendiren, ekonomik krizin ancak ve ancak reel üretimde söz konusu olacağı Marksist anlayış ve ekonominin krizde olup olmamasının göstergesinin de üretim değerinin seyri olmasıdır. Üretimin arttığı koşullarda ekonomi hiçbir koşul altında krizde olamaz. Üretimin düşmesi durumunda bir dizi faktörün bir araya gelmesiyle ekonominin krizde olup olmadığı saptanabilir.

Alınterimiz, çok önceleri “üretim krizi ile mali kriz arasındaki” bağı kurarak bu günlerin geleceğini öngörmüş. Çok önceleri derken 2000 yılının son aylarını kastediyorlar. Ama biz bütün yılı aylar bazında ele alarak durum tespiti yapalım.
Aylar bazında sanayi üretimi (Bir önceki yılın aynı ayına göre değişme)

Toplam sanayi
zincirleme endeksi
İmalat sanayi
zincirleme endeksi
2000
Ocak
3,7
4,0
Şubat
7,2
6,3
Mart
0,4
-0,6
Nisan
2,2
1,9
Mayıs
2,1
2.1
Haziran
2,1
2,5
Temmuz
3,2
3,7
Ağustos
17,2
19,9
Eylül
9,7
7,0
Ekim
13,3
14,3
Kasım
10,5
12,0
Aralık
-4,2
-4.3
2001

Ocak
6,5
6,5
Şubat
-5,3
-5,0

Demek oluyor ki verilen bu dönem içinde Türk ekonomisinde bir fazla üretim krizi yoktu. Yani ortalıkta, aşamalarından kopmuş sermaye hareketini yeniden “dışsal” bir güçle, yani ekonomik krizlerin zoruyla yeniden buluşmalarını sağlayacak eli sopalı Zebani yoktu. Tabii bunu arkadaşlar, “ekonominin yıldırım hızıyla çöküntüyle yaklaştığının ifadesi” olarak değerlendiriyorlar. (Alınterimiz Sayı 64, s. 10).

Bu durumda; ekonomi büyürse de kabahat, büyümese de! Ekonominin krizde olmaktan öte bir şansı yok. Grossmann teorisi böyle diyor.
DP-Alınterimiz de onu takip ediyor.

Böyle olmasa da “bazı şehirlerde yüzde 40’a varan işyeri kapanmalarını neyle” açıklayacağımız soruluyor.

Bunu açıklamadan önce fazla üretim krizinin hangi çelişkilerden kaynaklanabileceğine açıklık getirmeye çalışalım.

- Üretim ile pazar arasındaki çelişki: Burada söz konusu olan, üretimin sınırsız genişleme eğilimi ile pazarın sınırlı gelişmesi arasındaki çelişkidir. Bu çelişkinin gelişmesi; sınırsız genişleyen pazara (üretime) alım gücü sınırlı olan pazarın ayak uyduramaması, fazla üretim krizinin patlak vermesinin bir nedenidir.

- Münferit/çeşitli üretim dalları arasındaki çelişki: Burada söz konusu olan, toplumsal üretimin iki bölümü; üretim araçları üreten bölüm I ile tüketim araçları üreten bölüm II arasındaki uyumsuzluktur/oransızlıktır. Bu alandaki oransızlığı Marksist kriz teorisi, krizin bir nedeni olarak görür. Ama krizi bununla açıklamaz.

- Ortalama kar oranı: Burada söz konusu olan, genel kar oranı ve üretim fiyatları denkleşmesinin kapitalist üretimde planlı değil, plansız olarak, anarşi içinde gerçekleşmesidir. Ortalama kar oranının oluşması ve üretim fiyatlarının denkleşmesi, toplumsal artı değerin her bir kapitalistin sermayesinin büyüklüğüne göre aynı kar oranını elde edecek şekilde dağılımına neden olur. Ve rekabet, sermayenin bir sektörden diğerine geçmesine neden olduğu için sonuçta ortalama kar oranının ve üretim fiyatının oluşmasını sağlar. Bu süreç sancısız olmaz. Bu süreçte ortaya çıkan sorunlar tıkanıklıklara, krizlere neden olurlar.

- Kar oranının eğilimli düşüş yasası: Burada konumuz açısından söz konusu olan şudur; kapitalist üretim biçiminin gelişmesi, sermayenin organik bileşimini sürekli yükseltir. Toplam sermayede değişmeyen sermayenin payı sürekli artarken, değişen sermayenin (işgücü) payı sürekli düşer. Ortalama kar oranı, sermayenin toplumsal ortalama bileşimine tekabül ettiği için sermayenin bileşiminin artışına göre düşmüş olur. Kapitalistin bu yasanın etkisinden kurtulması hiçbir koşul altında mümkün değildir. Şüphesiz ki birtakım tedbirler, faktörler kar oranının düşüşüne karşı etkide bulunurlar. (Örneğin sömürü derecesinin artırılması, ücretlerin düşürülmesi, işgücünün değerinin altında satılması, vs.) Ama bunlar geçicidir. Rekabet ve teknolojik yenilenme, kapitalisti kaçınılmaz olarak -eninde sonunda- kar oranının düşme eğilimiyle karşı karşıya bırakır, tıkanma ortaya çıkınca bu yasa da etkisini bütün şiddetiyle göstermeye başlar. Bu da kriz demektir. Rudolf Hilferding'in belirttiği gibi, kriz “düşen kar oranı momentinden başka bir şey değildir” (“Das Finanskapital”, 1947, s. 346).

- Kredi mekanizmasının gelişmesi: Bu süreçteki tıkanma da krizi teşvik edici bir neden olur.
Böylelikle krizin genel koşullarını belirtmiş olduk. Bunlar Marks'ın tespitleri olduğu için, ayrıca alıntılarla görüş desteklemeyi gereksiz gördük. Marks bu konudaki görüşlerini “Kapital” ve “Artı Değer Üzerine Teoriler” yapıtlarında ayrıntılı olarak açıklamıştır.

Bahsettiğimiz bu genel koşullar, kapitalist üretimle doğrudan bağlantı içindedir.
Krizlerin genel koşulları (a.ç.M...kapitalist üretimin genel koşullarından (hareketle) gelişirler” (K. Marks: Artı Değer Üzerine Teoriler, C.26/2, s. 515-516, “Kapital'in 4. cildi).

Bu genel koşullar ve bu koşulların somut ifadeleri olarak yukarıda belirttiğimiz çelişkiler ve onların gelişmesi Türkiye'de de kapitalist üretim biçiminin nesnel gerçekliğini ifade ederler. Bir taraftan kapitalist üretim biçiminin hakimiyetini kabul etmek ve diğer taraftan da bu hakimiyetin nesnel sonuçları olan bu çelişkileri göz ardı etmek teorik cüret işidir.

Yukarıda, krize neden olan nedenleri/çelişkileri sıraladık. Krizin nihai nedenini Marks şöyle açıklar:
Bütün gerçek krizlerin nihai nedeni, daima, kapitalist üretimin üretici güçleri, sanki yalnız toplumun mutlak tüketim gücü bu güçlerin sınırını teşkil edermişcesine geliştirme çaba sına zıt olarak, kitlelerin yoksulluğu ve sınırlı tüketimidir” (Kapital, C. 3, s. 429)-(Bu açıklamalar için Bkz.: Sınıf Pusulası, Sayı 2, s. 23, Türkiye Ekonomisi ve Ekonomik Kriz Sorunu” yazısı)

Görüyoruz ki, ekonomik krizin patlak vermesi için bir “dışsal” olguya, eli sopalı bir zebaniye ihtiyaç yok. Kriz, kapitalist yeniden üretim sürecinde aranmalıdır. Yukarıdaki faktörler de bu sürecin kesintiye uğramasının faktörleridir.
Gerisi hikayedir veya hikaye değil diyorsanız, o zaman Grossmanncılıktır.

Vulgar iktisat” anlayışımızın, “teorik cahilliğimizin” ve ”ML teori süsü verilmiş metafizik ve pozitivist yaklaşımı”mızın bağışlanması koşuluyla bir de biz soralım;

a-Üretim ile pazar arasındaki çelişkinin
b-Çeşitli üretim dalları arasındaki oransız gelişmenin
c-Ortalama kar oranının
d-Kredi mekanizmasının
Türk ekonomisini 2000 yılında fazla üretim krizine sürüklediğini açıklar mısınız?

Şu “balon ekonomisi”, “köpük ekonomisi”, “aşırı birikim krizi” demagojilerini bir kenara bırakarak ve yukarıdaki dört noktayı açarak ekonominin 2000 yılında fazla üretim krizinde olduğunu kanıtlar mısınız? Marksist-leninist politik ekonomiye, Marksist kriz teorisine göre mi Türk ekonomisini değerlendiriyorsunuz?

Yoksa Grossmann teorisine göre mi Türk ekonomisini değerlendiriyorsunuz?
Hikaye olan ne?
Marksist teori mi? Grossmancılık mı?
Tercih sizin!

Deniyor ki “büyük çaplı bir ekonomik yıkım dalgasının yaklaşmakta olduğu öngörüsünde bulunmuş tuk. Tahlil ve öngörülerinizin doğrulanması için birkaç ay bile geçmesi gerekmedi”(agy).

Tamam, bu gelişmeyi açılan ve kapanan şirketleri kıstas alarak göstermeye çalışalım.

Büyük çaplı bir ekonomik yıkımın dalgasının yaklaş makta olduğu öngörüldüğüne” göre ne getirmek zorundayız?
a-Açılan firma sayısının oldukça az olması gerekir.
b- Kapanan firma sayısının olağanüstü boyutlara varması gerekir.

Ama aşağıdaki verilerde böyle bir durum görmüyoruz.
1999'dan 2000'e yeni açılan şirket ve kooperatiflerin sayısı yüzde 22,44 oranında ve kapananlarınki de yüzde 34,01 oranında artıyor. Yeni açılan firma sayısı 1999'da 22691'den 2000'de 21404'e düşerken, kapanan firmalar da -keza aynı yıllarda10166'dan 12055'e çıkıyor. Mart 2000'de yeni açılan firma sayısı 1618, Mart 2001'de ise 1008. Aynı dönemde kapanan firma sayısı 909 ve 775. Ocak-Mart 2000'de yeni açılan firma sayısı 5103, Mart-Ocak 2001'de ise yeni açılan firma sayısı 4 785. Aynı dönemde kapanan firma sayısı 4033 ve 4146.

Diğer dönemlerde de şu veya bu şekilde aynı eğilimin hakim olduğunu görüyoruz. Bu veriler, açılan ve kapanan firma sayısı arasında çok önemli, olağandışı bir durum ifade eden iniş ve çıkışların olmaması krizin değil, ekonomide istikrarsız gelişmenin ve 2000 yılı itibariyle GSYİÜ, yüzde 7 oranında arttığı için de tekelleşmenin; güçlü firmaların zayıf olanları yok etmesinin ifadesidir. Tabii avanak küçük burjuvazi bunu göremez ve anlamaz. Göremez ve anlamaz, çünkü görmesi ve anlaması önünde saplantı biçimini almış teorik engel vardır.

Firma sayısındaki bu gelişme kendini başka nasıl gösteriyor?
-İflas eden binlerce esnafın, o küçük üreticinin sokağa çıkmasıyla.
-İşsizlerin sayısının artmasıyla.

Büyük çaplı bir ekonomik yıkım dalgasının yaklaşmakta olduğunu aylar önce öngörenler, kaç büyük firmanın (üretimde) iflas etmiş olduğunu da acaba tespit ettiler mi? Evet, Türk ekonomisinde tekelleşme oranı yüksektir. Sanayi üretiminin yüzde 80'inden fazlasını büyük çaplı firmalar sağlıyor. Kaç tane büyük çaplı firma iflas etti?
Biz bilmiyoruz, biliyorsanız söyleyin!

Avanak küçük burjuva neyi anlamaz?

-Herhangi bir kapitalist ülkede ekonominin sürekli krizde olamayacağını, bunun kapitalist sistemin işlerliğine; sermaye hareketinin yasal gelişmesine aykırı olduğunu anlamaz.

-Herhangi bir kapitalist ülkede ekonominin ”ikide bir” krize girip-çıkamayacağını; ikide bir fazla üretim krizinin patlak vermeyeceğini anlamaz.

-Herhangi kapitalist bir ülkede ekonomik krizin belli aralıklarla dönemsel olarak, devrevi olarak patlak vereceğini anlamaz.

-Herhangi kapitalist bir ülkede ekonomik krizin devrevi olmasının nedeninin sabit sermaye dönüşümünde aranması gerektiğini anlamaz.

-Türk ekonomisinin emperyalizme bağımlı olmasına rağmen ekonominin kendi devrevi hareketini oluşturacak güçte olduğunu kavramaz.

-Her ekonomik krizin mutlaka ve mutlaka sabit sermaye (fabrikalar, işletmeler, makineler, hammaddeler) kıyımı, yok edilmesi anlamına geldiğini ve Türk ekonomisinin -diyelim ki sık sık kriz içinde bunu kaldıracak güçte olmadığını asla anlamaz.

-Kapitalist üretim biçiminde görülen sisteme özgü, onun çelişkilerinin ifadesi olan yegane krizin ekonomik kriz (fazla üretim krizi) olduğunu bu kriz dışındakilerin (borsa, para, kredi, spekülasyon, bir bütün olarak mali kriz) kapitalist üretim biçiminin yeniden üretim sürecinden kaynaklanmadığını -bu anlamda sisteme aykırı olduklarını asla ve asla kavramaz.

-Teorik engelliler için her şey krizdir. Literatürlerinde kriz ve (ekonominin) çökmesi kriz ve çökmek kavram ve anlayışının ötesinde bir şey yoktur.

Teoride Doğrultu, Sayı 4, Mayıs-Haziran 2001.

*) Üst başlığı ben ekledim.