21. YÜZYILIN EŞİĞİNDE TÜRKİYE EKONOMİSİ (II)
II. TÜRKİYE EKONOMİSİNİN DURUMU
DP
VE ALINTERİMİZ’İN EKONOMİK KRİZ TEORİLERİNİN ELEŞTİRİSİ*
1)
Teorik Yaklaşım
Alınterimiz
gazetesi, kendi dışındakilere karşı açmış olduğu “teori”
savaşını sürüyor. Neredeyse meydan muharebesi biçimini alan bu
”teori” savaşında Kızıl Bayrak ve özellikle Y.
Atılım nasibini almış. Bizi burada ilgilendiren Y. Atılım
hakkında ileri sürülenlerdir. Farklı açılardan ilgimizi çektiği
ve öğretici olduğu için Alınterimiz’in teori adına
savunduğu anlayışları ele alacağız. Ama önce tartışma
yöntemi ve ahlakı üzerine birkaç söz sarf etmeyi kaçınılmaz
görüyoruz.
Arkadaşları
böyle bir tarzda yazı yazmaya zorlayanın ne olduğunu bilmiyoruz.
Hata yapmak insanlara özgüdür. Hata yapılmış, Marksist kriz
teorisi yanlış anlaşılmış olabilir. Ama bu size devrimci
tartışma anlayışını aşan tarzda bir hitap hakkını vermiyor.
Diyelim ki bu hakkı kendinizde buluyorsunuz, o halde başkalarının
da aynı tarzda cevap verme olasılığını kabul ediyorsunuz
demektir. Ama biz aynı tartışma yöntemine değer vermiyoruz.
Bunun ötesinde şiddetle kınıyoruz. Arkadaşların neyi niçin
eleştirdiklerini, gerçekten de belli bir teoriden hareketle mi
düşüncelerini geliştirdiklerini bir türlü anlayamadık.
Alınterimiz, bir makale nasıl yazılmamalının örneğini
oluşturuyor. Eleştiride amaç, yanlış olanın yanlışlığını
kabul ettirmekse -ki arkadaşların bu amacı güttüklerine
inanıyoruz - öncelikle yapılması gereken, neyi niçin savunduğunu
ve neyin neden yanlış olduğunu açıklamak olmalıdır ve bunun
için de gerekli kavramlar kullanılmalıdır. Ama bütün bunları
yapabilmek için savunulan veya yanlış olduğuna inanılan konuda
söz konusu olan teoriye biraz da olsa hakim olmak gerekir.
Arkadaşların
eleştirdiklerini, bütün anlayışlarını burada teker teker ele
almanın mantığı yok. Şunu yapacağız: Eleştirilerinden
hareketle savundukları anlayışları ve yanlış bulup
eleştirdikleri görüşleri birkaç başlık altında toplayacağız.
Böylece hem kendi görüşlerimizin ve hem de Alınterimiz -
Devrimci Proletarya'nın görüşlerinin birer fotoğrafını
çıkartacağız.
a-Arkadaşlar
ekonomik kriz (fazla üretim krizi) ile mali-borsa-para-kredi
krizleri(spekülasyon) arasındaki farkı ve bağı anlamıyorlar.
Aksi taktirde Marksist kriz teorisinin mali-spekülasyon krizi-fazla
üretim krizi ayrımına şiddetle karşı çıkarak, korkusuzca
anti-marksist görüşler savunamazlar.
b-Arkadaşlar
sermaye hareketini ve özelliklerini hiç anlamamışlar.
c-Kavram
konusunda arkadaşların kafası hiç açık değil. Aksi taktirde
“aşırı üretim krizi ile de birleşen daha temeldeki bir aşırı
biri kim krizin”den bahsetmezler. Demek ki bir aşırı üretim
krizi var ve bu krizin temelinde de başka bir kriz var; aşırı
birikim krizi!
d-“Y.
Atılım, tekelci aşamanın farklılaşmış krizi sürecini,
klasik sınai çevrim krizlerine indirgemekte, sınai çevrim
krizlerini de daha temeldeki aşırı birikim krizlerini inkar edip,
aşırı üretim krizlerine indirgemekte, bu tür bu tahrifat sonucu
tavşanın suyunun suyuna indirgediği üretim krizinin yaşanmadığını
ileri sürebilmektedir”. (Bkz. Alınterimiz, Sayı 64, s.10).
Bu
saptama, arkadaşların kapitalizmin kendiliğinden çökeceği
teorisini savunduklarının kanıtıdır. Yani Rosa Luksemburg ve H.
Grossomann'ın anlayışları.
e-Arkadaşlar
“dalga” teorisini savunuyorlar. (Bkz. Alınterimiz, s. 62).
f-Arkadaşlar
sürekli kriz teorisini savunuyorlar (Bkz. Devrimci Proletarya,
örneğin Sayı 34, s. 12-18 vs.).
Şimdi
bu başlıklarla ifade ettiğimiz anlayışları açalım.
a-Mali
Kriz-Ekonomik (Fazla Üretim) Krizi Arasındaki Diyalektik Bağ ve
Farklılıklar
Krizlerin
olasılığı basit meta üretimi ve para dolaşımının
gelişmesiyle başlar. Bu bir olasılıktır ve bu olasılığın ne
zaman başladığı konusunda F. Engels şu tespiti yapar;
“Öyleyse
Marksist değer yasası, ürünleri metalara dönüştüren değişimin
başlangıcın dan, 15. yüzyıla kadar süren bir dönem için,
genel bir ekonomik geçerliliğe sahip olmuş tur. Ne var ki meta
değişimi, yazılı tarih ön cesi dönemlere kadar uzanır... Şu
halde de ğer yasası beş ile yedi bin yıllık bir dönem boyunca
egemenliğini sürdürmüştür.” (F. Engels'in Kapital'in III.
cildine eki. Marks-Engels. C. 25 (Kapital III). s. 909. Alm.).
Demek
oluyor ki Marks tarafından kaşfedilen değer yasası, yazılı
tarihin başlangıcından bu yana etkide bulunuyor. Bu durumda;
krizlerin doğuşu için genel koşullar veya olasılıklar varsa ve
özellikle de ödeme aracı olarak paranın fonksiyonu gelişmişse,
başka teşvik edici faktörlerin de olması durumunda krizin patlak
vermesinde şaşılacak bir şey olmaz. Henüz kapitalizme gelmedik,
ama krizler patlak veriyor. Aynen antik Yunanistan ve Roma
İmparatorluğu'nda görüldüğü gibi. Bu birinci nokta; ödeme
aracı olarak para ve kriz. Para dolaşımında patlak veren kriz.
Ama bu krizleri, modern periyodik (devrevi) ekonomik krizlerle aynı
görmüyoruz, göremeyiz. Bu ikinci nokta. Birinci noktada belirtilen
krizler ile orta çağda patlak veren ve ticaret ve tefeci
sermayesinin, kredinin kapsamlı gelişmişlik durumunu koşul yapan
spekülasyon krizleri arasında oldukça önemli farklar vardır.
Yukarıya
aktardığımız anlayışında Engels, basit meta üretiminden
ticari-kapitalist iktisadi dönüşümün tarihini 15. yüzyıl
olarak belirliyor. Yani 15. yüzyıl, ticaret sermayesinin
zaferinin/hakimiyetinin başladığı yüzyıl. Bu sermaye (ticaret
sermayesi), 17. yüzyılda krediciliğin bankaya benzer
örgütlenmesine yol açmıştır. Bu örgütlenmeyle de; kredinin
bankavari örgütlenmesiyle/kurumlaşmasıyla da spekülasyon, borsa
oyunu ve bununla bağıntı içinde krizlere neden olmuştur. Bu
üçüncü nokta.
17.
ve özellikle de 18. yüzyılda görülen krizler; yani spekülasyon,
borsa-kredi krizleri antik çağın krizlerinden ne denli
farklıysalar, sanayi kapitalizminin devrevi krizlerinden de o denli
temelden farklıdırlar. Neden?
17.
ve 18. yüzyılda görülen spekülasyon, kredi, borsa-para krizleri
banka ve kredi sisteminin; bir bütün olarak para ekonomisinin ve
hisse senedi ticaretinin gelişmesinin sonucu olarak doğan
krizlerdir. Ama bu krizlerin gerçeklik olabilmesi, yani patlak
verebilmesi için ekonomi dışı faktörün, çoğunlukla da siyasi
faktörün etkide bulunması, tetiklemesi gerekiyordu. Bu krizler,
dönemsel olarak patlak veren krizler değildi. Periyodik (devrevi
olarak) patlak veren krizler, Marks'ın deyimiyle “mekanik
sanayinin bütün ulusal ekonomi üzerinde belirleyici etkile
bulunacak kadar geliştiği” zamanda; “kapitalizmin kendi
ayakları üzerinde durmaya başladığı” zamanda gündeme
gelmişlerdir. Yani kapitalizmin makineli büyük üretim aşamasına
girdiği zamandan itibaren. Bu dönem de 18. yüzyılın sonunda, 19.
yüzyılın başında İngiltere'de sanayi devriminin sona erdiği
dönemdir. Bu, dördüncü nokta. Biraz açalım;
“Yaşamlarının
toplumsal üretiminde in sanlar, aralarında zorunlu, iradelerinden
bağımsız belli ilişkilere girerler; bu üretim ilişki eri,
onların maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme derecesine
tekabül eder. Bu üretim ilişkilerinin tümü, toplumun ekonomik
yapısını, belli toplumsal bilinç şekillerine tekabül eden bir
hukuki ve siyasi üst yapının üzerin de yükseldiği somut temeli
oluşturur” (Marks, Politik Ekonominin Eleştirisine Katkı.
Önsöz. C.13. s. 8, Alm).
Tarihsel
materyalizmin bu temel tezinin doğruluğunu ekonomik krizlerin
tarihi gösteriyor. Aynı zamanda Alınterimiz’in
anti-marksist anlayışını da; 19.yüzyılda iktisadi krizlerin
karakterindeki temel değişimin nihai nedenini maddi üretici
güçlerin gelişmesi, yani sanayi devrimi oluşturuyor. Sanayi
devrimi, modern sanayinin doğmasıydı. Modern sanayi ile yani
makineli büyük üretim ile birlikte çözümü periyodik krizlerde
bulan ve sanayi kapitalizmine özgü olan çelişkiler doğuyor ve
gelişiyorlardı.
Üretimin
toplumsallaşması, kapitalizmin temel çelişkisine neden olan bu
toplumsallaşma, ancak sanayinin gelişmesiyle başlayabiliyordu.
Ancak
sanayinin gelişmesiyle birlikte üretim araçları üretimi ile
tüketim araçları üretiminin ayrışması (toplam toplumsa
sermayenin I. ve II. bölümleri) başlayabiliyordu. Böylece bu
bölümler arasında farklılaşmanın(oransızlığın) olasılığı
ve zorunluluğu da doğuyordu.
Ancak
sanayinin gelişmesiyle birlikte değişmeyen sermaye, değişken
sermayeye nazaran daha hızlı büyüme olanağına sahip oluyordu.
Bu farklı büyüme kar oranının eğilimli düşüş yasasına
neden oluyordu.
Ve
nihayet ancak sermayenin gelişmesiyle birlikte sabit sermaye,
ekonominin devrevi gelişmesine temel teşkil edecek kapsama
gelebiliyordu.
Bütün
bu gelişmeler; makineli büyük üretimle başlayan bu gelişmeler
periyodik (devrevi) krizleri zorunlu kılıyordu. İşte tam da bu
krizlerin, 17. ve 18. yüzyıldaki krizlerle ilişkisi yoktu veya
aynı karakterde değildiler. 17. ve 18. yüzyılın
krizleri-belirttiğimiz gibi ekonomi dışı faktörlerin tetiklediği
safi para-kredi-borsa-spekülasyon krizleriydi. Bu krizler, üretim
üzerinde onu sekteye uğratarak etkide bulunabiliyorlardı. Yani
üretim azalmasına neden olabiliyorlardı. Buna karşın devrevi
krizler ise fazla üretim krizleridir. Ve bu krizler, kapitalist
ekonominin iç yasallığından kaynaklanırlar. Şüphesiz ki
borsa-kredi-para-spekülasyon krizleri fazla üretim krizlerinin
refakatçisidir. Ama bu krizlerin nedeni değildirler. Bir çok
kriz araştırmacısının ve Marksizm adına konuşan avanak küçük
burjuvazinin anlamadığı nokta, görünüm biçimleriyle özü
birbirine karıştırmalarıdır.
Toplayalım;
-Kapitalist
ekonomide söz konusu olan, devrevi olarak patlak veren ekonomik
krizlerdir.
-Bu
krizler, kapitalist yeniden üretim sürecinde doğarlar.
-Bu
krizler üretimin toplumsal karakteriyle ona özel el koyuş
arasındaki temel çelişki üzerinde yükselen yasal bir görünümdür.
-Fazla
üretim krizleri ancak ve ancak kapitalizmin makineli büyük üretim
aşamasında söz konusu olurlar.
Buna
karşın:
-Para-kredi-borsa-spekülasyon;
banka-mali krizler, ticaret krizleri, fazla üretim krizlerine
refakat eden, fazla üretim krizlerini ancak etkileyebilen
krizlerdir.
-Bu
krizler fazla üretim krizlerinin nedeni olmadıkları gibi önemli
yönlerini de oluşturmazlar.
-Bu
krizler, kapitalist yeniden üretim sürecinden kaynaklanmazlar ve
dolayısıyla kapitalist üre tim biçiminin yasal görünümleri de
değildirler.
Tam
da bu nedenlerden dolayı biz Alınterimiz gibi “mali
kriz,...üretim krizinin bir sonucu” olarak “değerlendirmiyoruz.
Tam da bu nedenden dolayı “mali kriz tespitimiz” ‘teorik
cahilli(ğimizden)' kaynaklanan hata değil, nesnel gerçekliğin
çıplak tespitidir. Tam da bundan dolayı mali kriz sürecinin
herhangi bir devreviliği olmadığı ve olamayacağı gibi, ömrü
de oldukça kısadır.
b-Sermaye
Hareketi ve Özellikleri
“Diyalektik
üzerine” ara başlığı altında “kısaca Y. Atılım'ın
her zamanki diyalektik yöntem ve kavrayış zafiyetine de değinelim”
deniyor. Y. Atılım’ın “diyalektik yöntem ve
kavrayış zafiyeti”nin ne olduğunu anlayamadık, ama orada başka
bir “diyalektik yöntem ve kavrayış zafiyeti” gördük.
Şöyle deniyor;
“Sermayenin
genişleyen yeniden üretiminde, ögelerden kast edilen P-M, M-M'-,
M'-P' devreleridir. Sermayenin değerlendir me süreci her üçünün
de içsel bütünlüğünü gerektirir. Para sermaye ile sınai
sermayenin, üretim ile tüketimin, meta ile paranın değişim
değeri ile kullanım değerinin, zorunlu emek ile artı emeğin vb.
birbirini içsel olarak koşullandırdıkları halde, ancak
dışsal (abç. T.D.)
olarak (ekonomik krizlerin zoruyla; aşırı birikim krizi, aşırı
üretim krizi, oransızlık krizi, türlü çeşit mali krizler,
para, borsa, banka, borç vb. krizleri vb.) buluşabiliyor olmaları,
kapitalizmin kriz diyalektiğini ortaya kor” (Alınterimiz,
Sayı 64, s. 10).
Aynen
böyle yazıyorlar. Arkadaşlar burada sermayenin dönüşüm ve
dolaşımını, yani sermaye hareketini anlatıyorlar. Daha doğrusu
anlatmaya çalışıyorlar. Kendimizi, “vulgar iktisat” bilgimizi
zorlayarak niyetlerinin bu olduğu sunucuna vardık. Konumuza ilişkin
olarak Marksist anlayış veya da Marks'ın üç ciltlik Kapital’i
nasıl çürüğe çıkartılır diyen okur, burjuva yazarların
kitaplarına başvurmasına gerek yok. Alınterimiz,
yukarıdaki anlayışlarıyla bu işi çok iyi yapmış.
Arkadaşların
söylemek istediklerini herkesin anlayabileceği dile çevirelim.
Para biçimindeki sermaye(P), üretim için meta sermayeye (M)
dönüşür, üretim yapılır ve ürün yeniden, ama çoğalmış
olarak para sermayeye^') dönüşür. Söylenmek istenen bu. Bu,
dolaşım ve de dönüşüm, Alınterimiz’in tespitine göre
“içsel olarak koşullandır”ılmıştır. Yani bu, sermayenin
yasal hareketidir. Bu doğrudur. Gariplik bundan sonra başlıyor.
P-M-P' “birbirini içsel olarak koşul andırdıkları
halde, ancak dışsal olarak buluşabiliyor olmaları kapitalizmin
kriz diyalektiğini ortaya koyuyor”muş! (abç.
T.D.) Yani
‘ekonomik krizlerin zoruyla...”
Buyurun,
ne yaparsanız yapın!?
Bu
kavrayışlarıyla Alınterimiz ne yapmış oluyor?
Ekonomik
kriz, yani fazla üretim krizi; dönemsel patlak veren kriz,
kapitalist ekonominin yasal, kendi deyimiyle ‘içsel” görünümü
olmaktan çıkartılıyor ve ekonomik kriz, üretimin toplumsal
karakteriyle ona kapitalist el koyuş arasındaki temel çelişki;
kapitalizmin bu temel çelişkisi üzerinde yükselmez diyor.
Öyle
diyor, çünkü ekonomik krizi ‘dışsal” bir olgu olarak görüyor
.
Öyle
görüyor, çünkü dolaşımı kopan P-M-P’ hareketini koptuğu
yerde birleşti ren ‘dışsal”’ faktör, ekonomik kriz oluyor.
Bu
gazetenin deyimiyle kopukluk, “dışsal olarak, ekonomik
krizlerin zoruyla... buluşa biliyor” oluyor ve bu da
“kapitalizmin kriz diyalektiğini ortaya koyuyor”!!
Bu
durumda dışsal olgu olarak ekonomik kriz, elinde sopa olan birisi
olabileceği gibi bir zebani de olabilir. Bu zebani birbirinden kopan
P-M-P' halkalarını, kafasına gözüne vurarak, evire çevire
döverek yeniden birleşecek kadar yumuşatıyor. Yani hizaya
getiriyor.
Sorun
bu noktaya gelince bu gazetenin, ekonomi yasalarının nesnel
olduklarına, insanların iradesinden bağımsız olduklarına
inanmadığı da açığa çıkıyor. Bizi, “iktisat ve
diyalektikten sınıfta” bırakan Alınterimiz,
yukarıdaki anlayışıyla; Marksist ekonomi teorisini ve diyalektiği
çürüğe çıkartan anlayışıyla kapitalizmin nesnel yasaları ve
çelişkileri üzerine “hatalar düzeltmeye” çalışınca
gerçekten teori adına, devrimcilik adına hoş olmayan bir durum
ortaya çıkıyor. Buna Anadolu'da “özrü kabahatinden büyüktür”
derler!
Şimdi
P-M-P' dolaşımına gelelim:
Her
sermaye, yaşam yoluna belirli bir para miktarı biçiminde başlar.
Yani para sermaye olarak ortaya çıkar. Kapitalist, bu para ile
üretim araçları ve işgücü satın alır. Yani başlangıçtaki
para sermaye, işgücü ve üretim araçları metalarına dönüşür.
Bu, para sermayenin (P) üretici sermayeye (M) dönüşmesidir.
İkinci
aşamada üretim başlar; işgücü harcanır, hammaddeler işlenir,
enerji tüketilir, velhasıl üretim yapılır. Üretim süreci
sonucunda belli ürünlerde, metalarda cisimleşmiş olarak ortaya
çıkan yatırılmış sermaye, artık eski sermaye değildir. O ürün
olmuştur ve işgücü sömürüsünden dolayı da çoğalmıştır.
Yani değeri büyümüştür. Demek ki sermaye hareketinin ikinci
aşaması, üretici sermayenin meta sermayeye dönüşmesidir.
Üçüncü
aşamada ise üretilen mallar satılır, pazarlanır ve kapitalist
sattığı malların karşılığında para alır. Bu para, başlangıç
aşamasındakinden fazladır (P'). Bu durum, sermaye hareketinin
üçüncü aşamasını; meta sermayenin para sermayeye dönüşmesini
ifade eder. (Sermayenin dolaşımıyla ilgili yukarıdaki
tanımlamalar bize ait değil. Politik Ekonomi Ders kitabından
aldık).
Sermaye
hareketinden bahsedebilmek için sermayenin dolaşımının bu üç
aşamadan geçerek tamamlanması gerekir. Bu hareketin, dolaşımın
birinci (P) ve üçüncü (P') aşaması, dolaşım sürecini ifade
eder. Bu iki aşamada yeni bir değer üretilemez. Ama dolaşım
olmaksızın, yani metanın paraya ve paranın da yeniden metaya
dönüşümü olmaksızın kapitalist yeniden üretim imkansızdır.
Sadece ikinci aşamada, üretim aşamasında yeni değer, artı değer
üretilir.
İlk
aşamada tıkanma olursa para sermaye işlevsizleşir, yani
kullanılamaz, atıl kalır.
İkinci
aşamada tıkanma olursa, üretim araçları, hammaddeler işlevsiz
kalır, işgücü kullanılamaz, yani üretim yapılamaz ve işsizlik
söz konusu olur.
Üçüncü
aşamada tıkanma olursa, bu sefer de üretilen mallar satılamaz.
Pazarlar satılmayan mallarla dolup taşar.
Bir
de Marks'tan destek alalım ki desteksiz attığımız sanılmasın.
“Sermaye
değerinin, dolaşımın çeşitli aşamalarında büründüğü iki
biçim, para-sermaye ve meta-sermayedir.
Üretim aşamasına ilişkin biçim ise üretken
sermayedir. Toplam devresi sırasında bu biçimlere bürü
nen, bunlardan sıyrılan ve her birinde o özel biçime ait
işlevleri yerine getiren sermaye, sanayi sermayesidir;
sanayi burada, kapitalist temele göre yürütülen bütün sanayi
kollarını kapsayan bir anlamda kullanılmıştır. Para sermaye,
meta sermaye ve üretken sermaye, bu nedenle işlevleri, birbirinden
ayrılmış aynı biçimde bağımsız sanayi kollarının içeriğini
oluşturan bağımsız sermaye türlerini ifade etmezler. Burada
onlar, sadece sanayi sermayesinin birbiri ardına her üçü de
büründüğü özel işlevsel biçimleri belirtirler”(Kapital
C. II. s. 60-61).
Toparlayalım:
-Arkadaşlar,
sermaye hareketinin söz konusu bu üç aşamasının birbirinden
kopmasının ekonomik kriz anlamına geldiğini; ekonomik krizin;
fazla üretim krizinin bu aşamalarının birbirinden kopmasından
doğduğunu; esasen ikinci aşamada doğduğunu ve üçüncü aşamada
açığa çıktığını anlamamışlar ki, birbirinden kopan bu
aşamaları “dışsal” olgu diye tanımladıkları krizle yeniden
sağlamaya çalışıyorlar.
-Arkadaşlar,
kapitalist yeniden üretimdeki sermayenin görünümü ne olursa
olsun, sanayi sermayesi olduğunu kavramamış olmalılar ki, bu
sermaye hareketinin aşamalarını yeniden birleştirmek için,
“dışsal” olgu olarak “türlü çeşitli mali
krizler; para, borsa, banka, borç vb. krizleri”nden medet
umuyorlar. Yani sanayi sermayesi biçim ve hareketiyle doğrudan
ilişkisi olmayan faktörleri, kapitalist yeniden üretimin ‘içsel”
olgusu, ya sal görünümü olarak görebiliyorlar.
-Arkadaşlar
gibi düşünmediğimiz için, en azından Marks'ı bu konuda
arkadaşlar gibi yorumlamadığımız için, sermaye hareketinin
aşamalarının birbirinden kopmasını ortadan kaldırmak için;
kapitalizmin bu nesnelliğini keyfi olarak değiştirmek için
ekonomik krizi, bu kopuşun doğrudan ifadesini “dışsal” görme
cüretini kendimizde göremiyoruz. Bunun ötesinde görünümü ne
olursa olsun yeni den üretimdeki sermaye ile bu üretim süreci
dışında kalan sermaye ve işlevini bir birinden ayrı görüyoruz.
Tam
da bu nedenden dolayı kapitalist üretim biçiminde (makineli
üretim) yegane bir kriz vardır. Bunun adı da fazla üre tim
krizidir. Bu, kapitalist yeniden üretimin çelişkilerinden
kaynaklanır diyoruz.
Tam
da bu nedenden dolayı, genel an lamda ifade edersek mali krizleri,
kapitalist üretim biçimine özgü olmayan, bu üretim biçiminin
bir yasallığını ifade etmeyen krizler olarak görüyoruz.
Tam
da bu nedenlerden dolayı “mali kriz tekelci kapitalist üretim
süreci ve iç çelişkileriyle temel bağından” koparıyoruz ve
“tavşanın suyunun suyuna indirgiyor”uz. (Alınterimiz).
Bu,
arkadaşlarla aramızdaki temel teorik bir farktır.
c-Kavramların
Dili ve Kapitalizmin Kendiliğinden Çökeceği Teorisi
Bu
arkadaşların maocularla ortak bir yanları var: Bolca kavram
üretiyorlar. Şüphesiz kavram üretmek kullanılan dili
zenginleştirir. Kavram üretmek, bilimin enginliklerine dalmak ve
yeni olanı tanımlamak anlamına gelir. Her bir kavramın bir anlamı
vardır. “Bana arkadaşını göster, sana kim olduğunu
söyleyeyim” kavramlar da. Kullanılan kavram, hangi siyasi
anlayışın, hangi teorik çıkışın esas alındığını açığa
vurur. Bu anlamda bazı kavramlar, kişilerin, siyasi yapıların
teorik aynasıdır.
Maocular,
insanlık tarihinin tanıdığı beş üretim biçimini 8 ile 9'a
çıkartmakla ünlüdürler. İlkel, köleci, feodal, kapitalist ve
sosyalist/komünist üretim tarzlarına ilaveten “yarı feodal”,
“yarı feodal, yarı kapitalist”, “kapitalist olmayan”,
“halkın üretim tarzı” gibi üretim tarzlarını icat edenler
onlardır.
Alınterimiz’
den arkadaşlar da kavram üretime ve marksizmi çarpıtma konusunda
maoculardan hiç de geri değiller. Örnekler; “sermaye krizi”,
“aşırı birikim krizi”, “aşırı değerlendirme krizi”,
“üretim krizi”, ”açık kriz”, ”genel kriz süreçleri”
(Bkz. Alınterimiz. Sayı 64, s. 10).
Bizi
burada ilgilendiren genel olarak kavramlar değil, bizi burada
ilgilendiren, savunusu açık yapılan ama Marksizm-Leninizm adına
savunulan ve ifadesini “aşırı birikim krizi”nde bulan
anlayıştır:
-“Aşırı
üretim krizi ile de birleşen daha temeldeki bir aşırı birikim
krizinin görüngüleri...”
-“Sermaye
yine aşırı değerlenme krizine girecek, sonrasında daha şiddetli
çöküntüler kaçınılmaz olacaktır”
-“Tekelci
aşamanın farklılaşmış kriz sürecini, klasik sınai çevrim
krizlerine indirgemekte, sınai çevrim krizlerine de daha temeldeki
aşırı birikim krizlerini inkar edip aşırı üretim krizlerine
indirgemekte” (Agy.)
Son
alıntının son kısmından fazla bir şey anlamadık, ama
anlatılmak istenen şu; sanayi çevrim krizlerinden (fazla üretim
krizleri kastediliyor) daha derinden duran bir kriz vardır; aşırı
üretim krizi. “Y. Atılım, emperyalist ve işbirlikçi tekelci
kapitalist aşamanın genel kriz süreçlerinden de tamamen haber
sizmiş gibi davranmakta” (Alınterimiz) olduğu için “tekelci
aşamanın farklılaşmış kriz sürecini klasik sınai çevrim
krizlerine (yani fazla üretim
krizlerine, TD) indirgemekte” yani günümüz
kapitalizminde fazla üretim krizinin de temelde yatan bir aşırı
birikim krizinin olduğunu inkar etmekte veya Y. Atılım farkına
varmadan aşırı birikim krizini aşırı üretim kriziyle
karıştırmakta ve sonrada ne hikmetse “üretim krizinin
yaşanmadığını ileri sürebilmektedir” (Alınterimiz). İşin
içinden ancak bu kadar çıkabildik.
Şimdi
bu kavram kargaşasını bir kenara bırakalım. Herkesin anlayacağı
bir dilde konuşalım;
-Tekelci
aşamanın farklılaşmış kriz süreci diye bir anlayışımız
yoktur.
-Böyle
bir anlayışımız olmadığı için, olmayan anlayışımızı
“sınai çevrim krizlerine indirgeme” diye de bir
sorunumuz yok.
-Hele
hele “sınai çevrim krizlerine de da ha temeldeki aşırı
birikim krizlerini inkar etme” gibi anti-marksist anlayışımız
hiç yok.
Kapitalizmin
serbest rekabetçi döneminden farklı olarak emperyalizm aşamasında
kriz olgusundaki yegane değişme, kriz devreviliğinde görülmüştür.
Ekonomik devreviliğin kriz, durgunluk, canlanma ve yükseliş
aşamasından yükseliş aşaması görülmüyor, onun yerini
inişli-çıkışlı bir durgunluk aşaması almıştır. Biz bunun
kanıtıyla uğraşmak istemiyoruz. Mademki bu konuda bu denli
iddialısınız, bu derginin çeşitli sayılarında ele alınan bu
konuyu eleştirirsiniz. Yanlışlığını ortaya korsunuz. Ama ne
denmek istendiğini anlamak istiyorsanız. MLKP II. Kongre
Belgeleri'ne bakabilirsiniz.
Bizim
için geçerli olan şudur; kapitalizm makineli üretim aşamasına
girdiğinden buyana dönemsel olarak patlak veren fazla üretim
kriziyle boğuşur. Hangi aşamasında olursa olsun kapitalizmi
kapitalizm yapan nesnellik değişmediği için -aksi taktirde
kapitalizmden bahsedemeyiz - onun temel çelişkisinden kaynaklanan
fazla üretim krizleri de değişmemiştir.
Arkadaşların
“aşırı birikim krizi”nden bahsetmeleri bir yanılsama
değildir. Onlar bu kavramı bilinçli olarak kullanıyorlar.
Kapitalizmin bütün çelişkilerinin altında, fazla üretim
krizinin temelinde de “aşırı birikim” görüyorlar (Aşırı
birikimin olduğu doğrudur. Ama bunun arkadaşların anlayışıyla
ilgisi yok veya arkadaşlar aşırı birikimi tamamen farklı
anlıyorlar ve belli bir teorik anlayış seviyesine çekiyorlar).
“Aşırı
birikim krizi”nin ne anlama geldiğini “teorik cahilliğimize”
rağmen biraz açalım:
Devrimci
Proletarya 3. sayısında: “...emperyalizmin... devresel
krizleri 3-4 yılda bir tekrarlanır hale gelmiş” (s. 14) ve
34. sayısında da “klasik kapitalizmin... tekelci aşamada...
bunalım dönemleri... 20. yüzyılın... ikinci yarısında... 2-3
yılda bire düşmesi” ’(s. 52) tespitini yapıyor.
DP'nin
bu anlayışına göre II. Dünya Savaşı'ndan sonraki dönemde
kapitalist dünyada krizler, 3-4, 2-3 yılda bir patlak vermeye
başlamışlardır. Yani kriz devreviliği giderek sıklaşmıştır.
Bu sıklaşma devam edecek ve bir yerde, önümüzdeki bir dönemde
sıfıra düşecek, yani kapitalist ekonomi krizden hiç çıkmayacak.
Kapitalist dünya ekonomisinin 1970'lerden beri sürekli kriz içinde
olduğu anlayışını hatırlayacak olursak vardığımız sonuç
şu; kapitalist ekonominin, devreviliği ortadan kalkıyor.
Devreviliğin ortadan kalkması ya krizsiz bir kapitalizm anlamına
geliyor, ya da sürekli kriz söz konusu oluyor!
DP
ve Alınterimiz, sık sık kapitalist ekonominin nihai
aşamasına geldiğini, bundan dolayı sistemin artık var olma
olanaklarının kalmadığını savunuyor. Yani sistem kendi kendine
çökecek anlayışı savunuluyor. Toptan çöküş mesajı
veriliyor.
Kapitalizm,
serbest rekabetçi döneminde olduğu gibi emperyalizm aşamasında
da sayısız “badireler” atlatmıştır. Ama her seferinde ayakta
kalmanın ve hakimiyet sürdürmenin bir yolunu bulmuştur. Çünkü
bunun nesnel koşulları vardır. Bu koşullar var olduğu müddetçe
de kapitalizm kendiliğinden çökmeyecektir ve kapitalizm var olduğu
müddetçe de kendiliğinden çökmemesinin nesnel koşullar var
olacaktır.
Kapitalizm,
ne ekonomik krizlerinden dolayı ve ne de genel krizinden dolayı
çöker. Ne denli ağır olurlarsa olsunlar bu krizler, asla ve asla
kendiliğinden çöküşün ifadesi olmazlar. Çünkü ne en ağır
ekonomik krizler, ne de genel kriz, sermaye birikimi yasasını; en
daralmış haliyle dahi olsun sermaye hareketini yok etmiyor ve
sermayenin birikim yasası işlediği müddetçe de kendiliğinden
çöküş olmayacaktır.
Demek
oluyor ki; kapitalizm, kendi sistemsel işlerliği içinde
hiçbir zaman ve asla son sınırına varmaz.
Kapitalist sistemin, kendini bağlayan sınırı yoktur. Bunun nedeni
de sermayenin, hangi kapsam ve boyutlarda olursa olsun, kendini
yenilemesi için nesnel koşulların sistem içinde sürekli var
olmasıdır. Yani kapitalist sistem, kendi kendine çökmez.
Kapitalizmin
eğilimi sınırlanamaz mı? Sınırlanır. Bunu sınırlayan, sınıf
mücadelesidir. Bu, gelişmiş ülkelerde sosyalist devrimdir,
bağımlı yeni sömürge ülkelerde ulusal kurtuluş mücadeleleri,
antiemperyalist, demokratik devrimlerdir. Sorun; kendiliğinden çöküş
mü, devrim mi, yoksa sadece devrim mi? Leninist emperyalizm teorisi,
emperyalizmin kendiliğinden çökmeyeceğini, devrimle
çökertileceğini öğretiyor.
Marksist
Leninist olmayan üniversite doçenti Henryk Grossmann 1929'da
yayımlanan (Almanca) “Kapitalist Sistemin Birikim ve Çöküş
Yasası” çalışmasında kapitalizmin kendi kendine çökeceği
sonucuna varır. Grossmann'ın, konumuzu doğrudan ilgilendiren
anlayışı şöyle:
Kar
oranlarının düşmesi ve Grossmann'a göre çöküş ve kriz;
Grossmann,
hem kriz teorisini ve hem de çöküş yasasını kar oranlarının
eğilimli düşüş yasasıyla açıklamaya çalışır ve kar
oranlarının düşüşünü kanıtlamak için, Marks'ın birikim
şeması yerine, Otto Bauer'e ait sermayenin birikim şemasını
kullanır. Bu şemaya göre değişken sermaye, nüfusun yıllık
çoğalmasına tekabül ederek %5 oranında, sabit sermaye de %10
oranında büyüyor ve artı değer oranı da sürekli 100 olur.
Sermayenin organik bileşimi devamlı yükseldiği için, kar
oranları da sürekli düşer. O. Bauer'e göre sermayenin birikimi
sınırsız bir şekilde devam eder. Ne var ki O. Bauer, birikim
şemasını dördüncü üretim devreviliğine kadar hesap etmiştir.
Daha sonraki yıllarda ne olacağının hesabını yapmamıştır. H.
Grossmann ise O. Bauer'in hesabını devam ettirmiş ve
kapitalistlerin kişisel tüketimleri için harcadıkları artı
değer kısmının 21. yıla kadar arttığını ve sonra düşmeye
başladığını, 35. yıla, yani 35. üretim devreviliğine
gelindiğinde de tamamen yok olduğunu, yani kişisel tüketim için
bir payın kalmadığını hesaplamıştır.
Vardığı
sonuç şu:
“35.
senede, artı değerin, kapitalistlerin tüketimi için olan bölümü
yok olur. Yani kapitalist sınıfı, kişisel tüketim için gıda
maddeleri alamaz, mevcut olan bütün gıda
maddeleri birikim amacı için kullanılmak zorundadır... Bauer’in
faraziyeleri tutulamaz. Sistem çöker. Sistemin patlak
veren krizi, (sistemin) değerlendirilmesinin çöküşünü ifade
eden 35. yıldan sonra kapitalist sınıf için, belirtilen koşullar
altında sermaye birikiminin anlamı yoktur (aç.
G.) Müteşebbisler, meyveleri sadece işçi sınıfına
düşen bir üretim sis temi yönetiminin zahmetine sahip olurlar”(H.
Grossmann, agk, s. 121/122, Alm.)
Görüyoruz
ki bir “aşırı birikim” söz konusu”; yani birikimde
kullanılamayacak sermaye bolluğu! DP-Alınterimiz anlayışına ne
kadar benziyor!
“Sürekli
görünüm olarak tasvir edilen durum, kapitalist mekanizmanın
yıkılmaya yüz tutmasıyla, ekonomik sonuyla eş anlamlıdır.
Birikim, işletmeci sınıf için sadece anlamsız olmaz. O, objektif
olarak mümkün (abç)
değildir. Çünkü aşırı birikmiş sermaye kullanılamaz,
fonksiyona giremez ve değerlen me, kar sağlayamaz”
(Grossmann, agk. s. 122/123.)
Doğru!
Kar oranının eğilimli düşüşüne karşı etkide bulunan
faktörlerin olmadığı ve burjuvazi bu faktörleri kullanmadığı
koşullarda, Grossmann'ın dediği gibi, sistemin kendi kendine
çökmesi kaçınılmaz olurdu. Tam da karşı etkide bulunan
faktörlerden dolayı aşırı birikim, nihai çöküşe değil,
krizin patlak vermesine neden oluyor. Ve ekonomik kriz içinde
kapitalizm yeni bir denge kuruyor ve birikim bu yeni denge temelinde
devam ediyor. Kriz boyunca sermaye kıyımı ve ücretlerin düşmesi
kar oranlarının yeniden yükselmesine neden oluyor. Böylece sistem
nihai sınırına varmıyor krizden çıkılıyor ve devrevilik
yeniden başlıyor. DP ve Alınterimiz bu anlayışta değil,
aynen Grossmann gibi düşünüyor.
Grossmann
şöyle iddia ediyor:
“Ama
çöküş eğiliminin bütün periyodik kesintilerine ve güçten
düşmesine rağmen, sermaye birikiminin ilerlemesiyle (birlikte)
bütün mekanizma, zorunlu olarak daha çok kendi sonuna doğru
gider. Çünkü sermaye birikiminin mutlak büyümesiyle büyüyen bu
sermayenin tedrici değerlendirilmesi daha zor olur. Bu karşı
eğilimlerin bizzat zayıfladığında veya durduğunda (etkide
bulunamaz hale geldiğinde, çn.), çöküş eğilimi üstün
gelir ve mutlak (aç.G)
hükmüyle ‘son kriz’ olarak kendini kabul ettirir” (agk,
s. 140.) Bu baya ve tabii DP-Alınterimiz’e göre de kar
oranlarının düşüşü belli bir noktaya ulaşınca
kapitalistlerin karının azalmasına neden oluyor. İşte burası,
Grossmann'ın kriz ve çöküş teorisinin çıkış noktası oluyor.
Grossmann şunu unutuyor: Kar oranlarının düşme eğilimi,
Grossmann'ın şematik olarak kabul ettiği gibi düz bir hat
izlemiyor, yani kar oranlarının düşme eğilimi, kapitalistlerin
kişisel tüketimleri için artı değerden ayırdıkları bölüm
bitene, yani çöküş noktasına varana kadar ilerleyemiyor. Çünkü
kriz, bu noktaya varmadan önce; pazarların mallarla dolup taşmaya,
ama satılmamaya başladığı anda patlak veriyor ve kar oranlarının
düşüşü de bu noktada, yeni bir devreviliğe girişle duruyor,
yeniden yükselmeye başlıyor. Kar oranlarının düşmesiyle krizin
bu ilişkisini kavramayan DP (Sayı 35, s. 22 ve Alınterimiz)
bundan sistemin yapısal krizine (bununla çöküş krizi
kastediliyor) oradan da birbirini kısa aralıklarla izleyen krizler
dönemine geçiyor ve sistemi bu yolla çökertiyor! DP, kar oranının
düşüşünü kesintisiz devam eden bir süreç olarak kavrıyor,
oysa bu eğilim veya düşüş, krizlerde kendini sıçramalı ve
periyodik olarak geçerli kılar. DP ve Alınterimiz’e sınıf
mücadelesini reddediyorsunuz atfında bulunmuyoruz. Sınıf
mücadelesini Grossmann da kabul ediyor. Fark şu; Grossmann,
sistemin çöküşünü, bir devrim sorunu olarak görmüyor. Bizim
arkadaşlar ise, sistem nihai sınırlarına dayandı anlayışlarıyla
düpedüz, sistemin kendi iç çelişkileriyle çöküyor olduğunu
tespit ediyorlar. Sistemin kendi iç ekonomik çelişkileriyle nihai
sınırına gelip dayandığı tespiti anlayışlarından da
görüldüğü gibi devrimden, proletaryanın eyleminden bağımsız
yapılıyor. Bu nedenden dolayı Grossmann'ın ve DP-Alınterimiz'in
çöküş anlayışları, sınıf mücadelesi sonucu sistemin çökmesi
bağlamında diyalektik değildir, mekaniktir. ”... Kapitalizmin
çöküşü, mevcut koşullar altında objektif olarak zorunlu olma
sına ve gerçekleşme zamanının tam hesap edilebilir olmasına
rağmen, ‘kendiliğinden’, otomatik olarak beklenilen zamanda
cereyan etmesine gerek yok ve bunun için sade ce (oturup)
beklenmemelidir. Çöküşün gerçekleşmesi daha ziyade, söz
konusu sınıfların bilinçli hareketiyle belli ölçülerde etki
altına alınabilir. Yani, objektif nedenlerden dolayı zorunlu çöküş
düşüncesi hiç de sınıf mücadelesiyle çelişmiyor, çöküş,
daha ziya de, objektif mevcut zorunluluğuna rağmen, mücadele eden
sınıfların canlı güçleri tarafından güçlü ölçüde etki
altına alınabilir ve (bu çöküş) sınıfların aktif
mücadelesine belli bir hareket serbestliği bırakıyor”
(Grossmann, agk. s. 601, 602.) Görüyoruz ki, çöküş
kendiliğinden oluyor, yani sınıf mücadelesinden bağımsız
olarak. Buna rağmen bu çöküş içinde sınıf mücadelesinin
belli bir hareket serbestliği var. Buna rağmen, çöküş,
sınıf mücadelesi olsa da olmasa da gerçekleşiyor. Sınıf
mücadelesi, ekonomik bir mücadele, ücret mücadelesi olarak
kavranıyor. “Öyleyse, işçi sınıfının günlük talepler
uğruna mücadelesi onun nihai amaç mücadelesiyle birleşiyor.
Böylelikle işçi sınıfının uğruna mücadele ettiği nihai
amacı, spekülatif yolla, ‘dışardan’ işçi hareketine taşınan
ideal değildir... bilakis, burada çöküş yasası nın gösterdiği
gibi. günlük doğrudan sınıf mücadelelerinin sonucudur...”
(Grossmann, agk, s. 602/603.) Demek ki, bu sistemin yıkılması
için devrimin zorunluluğu Grossmann için yabancı kavramdır.
Grossmann, son alıntıda da gördüğümüz gibi “dışarıdan”
taşınan ideal diye sınıfın iktidar mücadelesine de atıfta
bulunuyor. Sınıf mücadelesini ekonomik mücadeleyle, ücret
mücadelesiyle sınırlıyor. Tabii ki biz DP'yi Grossmann'ın sınıf
mücadelesi anlayışı seviyesine indirgemiyoruz. Ama yanlıştan
dönülmezse, bugün “A” diyen, yarın “B” demek zorunda
kalır diyoruz!
Sonuç
olarak, Grossmann ve DP-Alınterimiz ikilisinin kapitalist
sistemin çöküşüne yaklaşımları yukarıya aktardığımız
anlayışları bunu bütün çıplaklığıyla gösteriyor -
kapitalist sistemin nesnel yasalarından dolayı; nesnel yasalarından
kaynaklanan çelişkilerini çözemediğinden (Alınterimiz, bize
‘kapitalizm çelişkilerini çözemez’ dersi vermiyor mu?), var
oluşunun nihai sınırına gelip dayandığından dolayı, nesnel
olarak, zorunlu olarak kendi kendine çökeceğini içeriyor.
DP-Alınterimiz, savundukları bu anlayışla oportünist,
reformist ama her halükarda anti-marksist konumda olduklarının,
böyle bir çöküş teorisinin marksizmde yerinin olmadığının;
böyle bir anlayışın kapitalist sistemin Marksist yorumunun,
Leninist emperyalizm analizinin reddi olduğunun farkındalar mı?
Bunu bilmiyoruz. Kapitalizmin yıkılışının, sadece kendi
ekonomik çöküşü yoluyla gerçekleşebileceğini (Bernstein)
savunmak revizyonizmdir. Marksist teori, üretimin toplumsal
karakteri ile ürüne özel el koyuş arasındaki, kapitalist
toplumun bu temel çelişkisinin kendiliğinden çözülmeyeceği
anlayışındadır. Daha sonraki dönemlerde bir kısım Marksist
ekonomist, Marksist birikim teorisini kavramamanın sonucu olarak
yanlış bir yeniden üretim konsepsiyonu geliştirdiler. Bu anlayışa
göre, artı değerin realizasyonu giderek imkansızlaşıyor,
birikim yapılamıyor ve bundan dolayı da sistem kendiliğinden
çökmeye mahkum kalıyor (Rosa Luxemburg ve H. Grossmann ve de bize
“aşırı birikim krizi” konusunda “ders” veren
Alınterimiz). Rusya'da kapitalizmin gelişmesinin olası
olmadığını ve dış pazarın kaçınılmaz olduğunu savunan
Halkın Dostları’na karşı polemiğinde Lenin, Marksist
yeniden üretim teorisini yorumlar; artı değerin devamlı elde
edilebileceğini, birikim sürecinin devam edeceğini, yani
kapitalist sistemin, kendi iç ekonomik çelişkilerinden dolayı
çökmeyeceğini, bilakis bu sistemin, bizzat ortaya çıkardığı
toplumsal güçlerin (proletarya) örgütlü mücadelesiyle
devrileceğini açıklar. Bütün bu yeni olmayan teorik
tespitlerden/kanıtlamalardan sonra, DP-Alınterimiz bahsettiğimiz
anlayışıyla, belki de, siyasi ve teorik olarak hiç varmak
istemediği bir yere varıyor; revizyonizm/oportünizme/reformizm,
özellikle DP bir taraftan bu teori ve diğer taraftan devrimci
anlayışlar arasında sıkışıp kalmış durumda/çelişkili
durumda Durum bundan ibaret. Tercih Alınterimiz'in. Nerede
duruyorsunuz? Grossmann'ın yanında mı? Yoksa Marks'ın yanında
mı?
d-“Dalga”
Teorisi ile İşçi Sınıfına “Surfing” Yaptırılıyor
Alınterimiz,
(Sayı 62), “Dinamo” köşesinde şöyle deniyor. “Emperyalist
kapitalizmin genel krizi içerisinde yaklaşık 10 yılda bir
tekrarlanan ve giderek daha uzun sürelere yayılan uluslararası
kriz ”dalgaları’nın sosyopolitik açıdan ne anlama geldiğini
öngörebilmek için, 1968-71; 1979-82; 1989-94 ulusla rarası
resesyon (ekonomik baskılanma, durgunluk) dönemlerini hatırlatmak
yeter”.
Öyle
olmaz! En önemli nokta da, hatırlatmakla yetiniyorsunuz. Ve böylece
“öngöre bilme” olanağımızı elimizden alıyorsunuz.
Hatırlatmak yeter dediğinizi biraz açmakta fayda vardır.
DP,
teknolojik gelişmenin ürünlerinin üretime sokulmasının,
sermayenin organik bileşimini yükselttiğinden ve kar oranlarını
düşürdüğünden hareketle “sistem için büyüyen bir tehdit
oluşturduğunu” (Sayı 35, s.
25); ”sistemin kendi krizlerini aşma olanağından
mahrum kalmaya başladığın” (s.
37); ”sistemin sınırlarının görülmesi, sistemin
kendi yapısındaki çelişkilerinden dolayı nihai sonuna doğru
gidişinin engellenemeyeceği’ (s.
37) gibi kendiliğinden çöküş tespitleriyle adeta
bir “bunalımlar dönemi/bunalımlar dalgası teorisi”
üretiyor.
Şimdi
bu “teori”nin ne olduğuna ve yeni mi, eski mi olduğuna da
bakalım.
DP'de
şöyle deniyor:
“Klasik
kapitalizmin 8-10 yılda bir tekrarlanan bunalım devreleri, tekelci
aşamada sıklaşır. Bunalım dönemlerinin 20. yy’ın ilk
yarısında 4-5 yılda bire, ikinci yarısında ise 3 yılda bire
düşmesi.”
“1870
yılını baz alırsak tekelci kapitalizm 124 yıllık ömrünün,
yalnızca 30-35 yılını kıs mi ekonomik canlılık içinde
‘atlatabilmiş’; bunun üç katı bir süreyi ise aşırı üretim
bunalımları ve sürüncemeli durgunluklar içinde geçirmiştir.”
-“İlk
genel bunalım dalgası, aynı zamanda tekelci aşamaya geçiş ve
tekelciliğin pekişmesi sürecidir.
1870’li
ve ‘80’li yılların tümü nü kapsar... 19. yy’ın son
yıllarında kısmi canlılığın ardından. burjuva iktisatçıların
bile ‘büyük depresyon” (aç,
DP) olarak adlandırdıkları ve II. dünya savaşını,
Ekim Devrimi’ni, Nazizmi de kapsa yan 1900-1948 genel bunalımı
gelmiştir. Emperyalist burjuvazi bu dönem içerisinde sadece I.
Dünya Savaşı’nın yıkımıyla sağlayabildiği 5 yıllık
(1924-1929) bir ekonomik “rahatlama”ya sahip olabildi... II.
Dünya Savaşı’nın tekelci ekonomiye sağladığı kısmi
canlılık ise topu topu 19 yıl (1948-1967) sürebildi...”
-“60’lı
yılların ikinci yarısından itibaren, uluslararası bunalım
dalgaları yeniden kendini göstermeye başladı. Emperyalist
ekonomilerin son 25 yılı artan durgunluk eğilimi ile karakterize
edilmektedir.”
-“Genel
bunalımın bir özelliği, klasik kapitalizm döneminin aksine,
şiddetli bunalımların ardından yeniden yüksek büyüme hızlarına
ulaşamaması, ancak çok düşük bir büyü me hızıyla durgunluğu
sürdürmesi, bir sonraki bunalıma dek baskılanmış bir canlılıkla
sürdürebilmesidir. Örneğin II. dünya savaşı sonrası
canlılığın sonunu ilan eden 1968-’71 yavaşlaması... % 6.56’lı
bir büyüme hızıyla başladı, % 3.7 gibi yüksek sayılabilecek
bir düzeyde noktalandı. 1989 durgunlaşması ise, % 4.5 gibi daha
düşük bir düzeyden başladı ve 1991’de % 0.4 ile dip noktasına
indi.”
-“Genel
bunalımın bir diğer önemli özelliği de, durgunluk dönemlerinin
süresinin giderek uzamasıdır. Emperyalist kapitalizmin son 5
durgunluk dalgası (1967, 1969-’71, 1974-’76, 1979’82 ve
1988-’89’da başla yan ve yeni yeni ‘sıyrılınan
(aç.DP) sırasıyla 1
yıl, 2 yıl, 3 yıl, 4 yıl ve 6 yıldan fazla sürelere yayıldı.”
-“Klasik
kapitalizmin sınai çevrimlerinin (bunalım
durgunluk-canlanma-yükselme) yükselme evresi genel bunalım
döneminde giderek ortadan kalkmakta, canlanma evresi de
törpülenmektedir” (DP, Sayı
34, s. 52/53, Ağustos ‘94.)
“Bunalım
devreleri”, “bunalım dönemleri” tanımlamasıyla,
Marksist literatürde kullanılan ekonomik devreviliğin veya değer
adıyla kriz devreviliğinin kastedildiğini sanıyoruz.
“Klasik
kapitalizm”de “bunalım devreleri”nin 8-10 yılda
bir tekrarlanması doğrudur. Ama ekonomik devreviliğin ya da kriz
devreviliğinin, DP-Alınterimiz’in tanımıyla “bunalım
dönemleri”nin 20. yüzyılın ilk yarısında 4-5 yılda bire,
ikinci yarısında da 2-3 yılda bire düşmesi anlayışının
gerçekle hiçbir ilgisi yoktur. Gerçekler ortada. İsteyen
dünyadaki gelmiş geçmiş bütün
ekonomik
krizleri ve sürelerini sayıp hesaplayabilir.
DP'nin
kriz hesabı yanlış olduğu için kriz yılları hesabı da yanlış.
Kriz
dönemleri: 1873; 1882; 1891-'93; 1900-1903; 1907; 1920; 1929-'32;
1937/”38; 1946-'49; 1974/'75; 198183 ve 1990/'94.
Depresyon
(durgunluk) dönemleri; 1873'78/'79; 1883-'86; 1933-'37.
Söz
konusu 125 sene zarfında kapitalizm -yanlış hesaplamadıysak
ekonomik devreviliğinin 24 senesini kriz, 12 senesini de durgunluk
(depresyon) içinde ve geriye kalan 89 senesini de canlanma ve
yükseliş içinde geçirmiştir.
Marksist
teoride ve dolayısıyla Marksist terminolojide “genel bunalım
dalgası” diye bir anlayış yoktur. Marksizm, kapitalizmi bütün
yönleriyle araştırmıştır, ama “genel bu nalım dalgası”
diye bir gelişme tespiti yapmamıştır. Ama literatürde bir
“dalga” anlayışı vardır. Şimdi bu anlayışın sahiplerine
ve sonuçlarına kısaca bakalım:
Sermaye
birikimi, sanayi devreviliği sürecinde inişler ve çıkışlar
gösterir. Yükseliş döneminde kar kütlesi ve kar oranı artar.
Böylece sermaye birikiminin kapsamı ve ritmi de artar. Kriz ve
durgunluk dönemlerinde ise tersi bir gelişme söz konusu olur. Yani
kar ve kar oranı düşer, sermaye birikimin, kapsamı daralır ve
ritmi de düşer. Demek oluyor ki sanayi devreviliği, hızlandırılmış
ve yavaşlatılmış sermaye birikiminin bir sonucudur.
Burada
sorun, Marksist teoriye göre kriz devreviliğinin yanı sıra başka
bir devreviliğin varlığının kabul edilmesidir. Varılan sonuç
şu: Marksist ekonomi devreviliği ‘uzun dalgalar” içinde
gerçekleşir!
Bu
anlayışa göre hızlandırılmış büyüme ve yavaşlatılmış
büyüme devreleri şöyledir:
- 1823'e
kadar; hızlanmış büyüme.
-
1824-1847 arası; yavaşlamış büyüme.
-
1848-1873 arası; hızlanmış büyüme.
-
1874-1893 arası; yavaşlamış büyüme.
-
1894-1913 arası; hızlanmış büyüme.
-
1914-1938 arası; yavaşlamış büyüme.
-
1940 (1945 veya 1948)1966 arası; hızlanmış büyüme.
-
1966? arası; yavaşlamış büyüme.
“Şimdi
yeniden (1966'dan sonrası, çn.)
ikinci, yavaşlamış sermaye birikimiyle karakterize olan
II. dünya savaşıyla başlamış ‘uzun dalga’ dönemindeyiz”.
‘Önemli emperyalist ülkelerdeki durgunluklar (Fransa, 1962;
İtalya 1963; Japonya 1964; Almanya 1966-1967; ABD 1969-1971; B.
Britanya 1969-1971; İtalya 1971; Almanya 19711972) bu hipotezi
doğrular gibi”.
Enternasyonal
alanda kapitalizmin tarihi, sadece 7 ve 10 senelik devreviliği ile
değil, birbirini takip eden uzun, yaklaşık 50 sene süren dönemle
karakterize oluyormuş ve şimdiye kadar da dört “uzun dalga”
bilmiyormuş!
-
18. yy'ın sonundan 1847 krizine kadar süren uzun dalga.
-
1847 krizinden başlayarak 1890'lı yılların başına kadar süren
uzun dönem.
-1890'lı
yıllardan II. Dünya Savaşı'na kadar devam eden uzun dönem.
-Bu
uzun dönem Kuzey Amerika'da 1940 yıllarında, diğer emperyalist
ülkelerde ise 1945-1948 yıllarında başlar (Bkz. Ernest Mandel,
“Der Spätkapitalismus”,
Frankfurt, 1973, 2. baskı, s. 101-115.)
Şimdi
bir de başka bir “uzun dalga”cının “dalgalarına bakalım:
Profesör
Kondratjew'in yükselen ve inen/alçalan “dalgaları:
-İlk
devreviliğin yükselen dalgası 18. yy'ın ‘80'li yıllarının
sonunda ve ‘90'lı yıllarının başında başlar ve 1810-1817
dönemine kadar sürer.
-İlk
devreviliğin inen dalgası (alçalan dalga) 1810-1817'de 1844-1851'e
kadar sürer.
-İkinci
devreviliğin yükselen dalgası 1844-1851'den başlayarak
1870-1875'e kadar sürer.
-İkinci
devreviliğin alçalan dalgası 18701875'ten başlayarak 1890-1896'ya
kadar sürer.
-Üçüncü
devreviliğin yükselen dalgası 1891-1896'dan başlayarak
1914-1920'ye kadar sürer.
-Üçüncü
devreviliğin muhtemel düşen dalgası 1914-1920 döneminde başlar.
Prof.
Kondratjew “uzun dalgalarını fiyatlardaki dalgalanmalara; iniş
ve artışlara göre tespit eder (Bkz. A. Herzenstein; “Gibt es
grosse Konjukturwellen”-“Büyük Konjonktür Dalgaları
Var mıdır?; ”Unter dem Banner des Marxismus Leninismus, Sayı
1, s. 92-127; Sayı 2, s. 298-315, 1929.)
Söz
konusu olan Mandel öyleyse, işin nereye dayandırılacağının
bilinmesi gerekir. Mandel, sanayi kapitalizminde uzun dalgaları ilk
defa keşfedenin Parvus olduğunu tespit eder. Bu sorunu kapitalizmin
gelişmesini inceleyen Troçki de ele alır ve bu anlayışını,
“eski arkadaşı Parvus”a dayandırdığını da gizlemez
(Bkz. E. Mandel; agk. s. 115-122.)
“Uzun
dalga” hikayesi böyle.
Mandel
anlatıyor;
“Genişleyen
zeminli uzun dalgadan dur gun zeminli uzun dalgaya (1966-’67)
geçiş, artı değer oranı için mücadele ile sıkı bağ
içindedir. Geç kapitalizm için ekonomik genişlemenin göreceli
yavaşlamış bir periyodu, şayet bu kapitalizm, ücrete bağımlı
olanların direncini kırmayı ve artı oranının yeniden göreceli
yükselişini elde etmeyi başaramazsa, kaçınılmazdır. Bu ise,
durgunluk olmaksızın, hatta reel ücretin geçici bir düşmesi
olmaksızın düşünülemez. Bunun içindir ki, ‘60’lı yılların
ortasında bütün emperyalist ülkelerde sınıf mücadelesinin bir
yoğunlaşma aşaması başlamıştı?”(E. Mandel; agk, s.
168.)
Bu
anlayışın Marksizm ile ne türden bir ilişkisinin olduğunu
DP-Alınterimiz’e sormak gerekir.
Grossmann,
kapitalizmi çökertirken, sınıf mücadelesine belli bir “hareket
alanı” tanıyordu. Mandel ise sınıf mücadelesinin gelişmesini
“uzun dalgalar”ın hangi aşamasında olunduğuna bağlıyor;
uzun dalga yükselirse sınıf mücadelesi geriler, uzun dalga
alçalırsa sınıf mücadelesi yükselir.
Aynı
anlayışı Alınterimiz de 62. sayısında savunu yor ve
sınıf mücadelesinin gelişmesini “dalga”ların trendine göre
tespit ediyor.
Partiye,
bilinçli eyleme falan gerek yok; İşçi sınıfı, kendini “uzun
dalga”nı n seyrine göre ayarlar! Surfing yapar!
Bu
anlayışa göre marksizmin ekonomik kriz teorisi hikaye oluyor!
“Uzun dalga”cılar, Marksist ekonomik devreviliği, her ne kadar
reddetmiyorlarsa da, ona önem de vermiyorlar. Aynen Alınterimiz
gibi. Bu gazete 64. sayısında bize “ders” verirken ekonomik
krizleri (fazla üretim krizleri) “klasik sınai çevrim
krizleri” olarak tanımlıyor ve her şeyin altında “aşırı
birikim krizi”ni görüyor.
“Dalga”cılara
ve DP-Alınterimiz’e göre kapitalist gelişmede; sermaye
birikiminde, yatırımların gelişmesinde belirleyici olan, Marksist
ekonomik devrevilik değil, Parvus'un keşfettiği ve Troçki'nin de
benimsediği “uzun dalga”cılıktır veya da “uzun
dalga”lardır!
DP-Alınterimiz
anlayış ile “uzun dalga”cılık arasında fikir birliğinin
olduğu açık. Bu arkadaşlar, kapitalizmin gelişmesini, Marksist
teori ve onun yorumu ışığında ele almıyorlar. Lenin'in,
Stalin'in, Üçüncü Enternasyonal'in veya başka Marksistlerin
bırakmış oldukları değerlerden hareket etmiyorlar; Marksist
literatürde yeri dahi olmayan kavramlarla, kapitalizmin son 124
senelik tarihini “uzun dalga”cıların kıstasları temelinde
inceliyorlar. Aynen “dalga”cıların yaptığı gibi, Marksist
kriz teorisi, ekonomik devrevilik “uzun dalga”ların,
DP'nin deyimiyle “genel bunalım dalgalarının içinde kaynayıp
gidiyor ve ekonomik devreviliğin, ekonomik krizlerin özellikleri ve
buradan çıkartılması gereken dersler bir kenara atılıyor veya
“dalgaların seyrine tabi kılınıyor. “Bunalım
dalga”larının içine serpiştirilmiş “durgunluk
dalgaları” (DP), Mandel'ın yorumlarıyla açıklanıyor. Öyle
ki DP, “‘60’lı yılların ikinci yarısından itibaren
uluslararası bunalım dalgaları yeniden kendini göstermeye
başladı” ifadesini
kullanarak birtakım “durgunluk dalgası” tespiti
yaparken, Mandel da “şimdi yeniden (1960'dan
sonrası, çn.) ikinci, yavaşlamış sermaye biri kimiyle
karakterize olan, II. Dünya Savaşı’yla başlamış ‘uzun
dalga’ dönemindeyiz” tespitinden hareketle, “önemli
emperyalist ülkelerdeki durgunlukları” sayar.
DP-Alınterimiz’in “dalga”cılığı ile
Mandel'ın “dalga”cılığı arasında fark yoktur.
DP-Alınterimiz’in,
oldukça cesaretli olduğunu kabul etmek gerekir: Marksist ekonomiyi,
Leninist emperyalizm analizini, Stalin'i bir çırpıda bir kenara
atıyor, kapitalizmin tarihini, en azından 1870'den günümüze
kadar olan tarihini yeniden yorumlamaya koyuluyor ve yeni bir teori
üretiyor; DP’ye göre kapitalizmin 1870'den günümüze kadar olan
tarihi üç dalgadan oluşuyor; uluslararası bunalımlar
dalgası:
Birinci
dalga: “İlk genel bunalım dalgası,... 1870’li ve ‘80’li
yılların tümünü kapsar” (DP, Sayı 34, s. 52.)
İkinci
dalga: “19. Yy.ın son yıllarında kısmi canlılığın
ardından”1900-1948 genel bunalımı” (Agy.)
Üçüncü
dalga: “60’lı yılların ikinci yarısından itibaren,
uluslararası bunalım dalgaları yeniden kendini göstermeye
başladı”(Agy.)
Bu
anlayışta 1948-1967 dönemi “dalga”sız kalıyor, bir boşluk
söz konusu. Bu boşluğu da “.II. dünya savaşının tekelci
ekonomiye sağladığı kısmi canlılık. topu topu 19 yıl
(1948-1967)” (Bkz. Mandel'ın “hızlanmış büyüme
dönemi”) 1940-1945 veya 1948-1966 arası dalgasıyla
doldurursak 1870'den günümüze kadar olan kapitalizmin tarihini
belirleyici gelişim süreçlerine ayırmış oluruz! DP bunu
yapıyor.
DP,
sadece “genel bunalım dalgası” tespiti değil, aynı
zamanda “durgunluk dalgası” tespiti de yapıyor. Böyle
bir “dalga”nın da marksizmde yerinin olmaması DP'yi pek
ilgilendirmiyor. DP'nin “son 5 durgunluk dalgası (1967,
1969-’71, 1974-’76, 1979-’82 ve 1988-’89)” tespitini
biliyoruz.
Bir
benzerlik daha: Troçkist Mandel, “‘60’lı yılların
ortasında bütün emperyalist ülkelerde sınıf mücadelesinin bir
yoğunlaşma aşaması başlamıştı” tespitini, durgunluğa
ve reel ücretlerin düşürülmesine göre yapıyor. DP de aynı
dönemi, “örneğin, II. dünya savaşı sonrası canlılığın
sonunu ilan eden 1968-’71 yavaşlaması dünyanın dört bir
yanında “ki ‘68 ayaklanması bu dönemin bir ürünüdür”
(agy.) ile açıklıyor.
Biz
de şu tespiti yapıyoruz; 1960=100 dersek 1960-1970 döneminde reel
ücretler ABD'de %16; Japonya'da %80; Almanya'da %71; Fransa'da %57;
İngiltere'de %25 ve İtalya'da da %78 oranında artmıştır.
Sanayi
üretimi ise, 1963=100 bazında, 1963'ten 1970'e ABD'de %39;
Almanya'da %54; Fransa'da %52; İngiltere'de %23 ve Japonya'da da
%158 oranında artmıştır.
O
halde 1960-'70 dünyası gerçeğinin Mandel'ın tespiti ve DP'nin
devraldığı anlayışla ilgisi yoktur.
Ne
olduğu belli olmayan “genel bunalım”dan, ne olduğu
belli olmayan “durgunluk dalgalarından bahsediliyor. Burada
“son 5 durgunluk dalgası” olarak belirtilen 1967, 1968-'71,
1974-'76, 1979-'82 ve 1988-'89 dönemlerinde belli başlı
emperyalist ülkelerin ekonomilerinde bu tespiti doğrulayan bir
gelişmenin olmadığını belirtmekle yetiniyoruz.
“Son
5 durgunluk dalgası” olarak belirlenen dönemlerde kapitalist
dünya ekonomisi, belli bir dönem tanımlaması yapmayı beraberinde
getiren ortak özellikler taşımıyor; tersine bu “son 5
durgunluk dalgası” dönemlerinde kapitalist dünya ekonomisi
“normal” seyrini yaşıyor.
Evet
arkadaşlar nerede duruyorsunuz?
-Troçki-Parvus'un
yanında mı?
-Prof.
Kondratjew'in yanında mı?
-Troçkist
E. Mandel'in yanında mı?
-Yoksa
Marks'ın teorisinin yanında mı?
e-Sürekli
Kriz ve Alınterimiz - Devrimci Proletarya Gerçeği
Kendiliğinden
çöküş teorisini savunduktan ve anlayışı “aşırı birikim
krizi” temelinde yükselttikten sonra ve buna ‘tekelci aşamanın
farklılaşmış kriz süreci’ anlayışını da ekledikten sonra
sürekli kriz teorisini savunmuyorum demenin de hiç bir anlamı
kalmıyor. “Aşırı birikim krizi” teorisi sürekli kriz
teorisine götürür. Bundan kurtulamazsınız. Şimdi size sürekli
kriz teorisini nasıl savunduğunuzu açıklayalım.
DP’nin
35. sayısında şöyle deniyor;
“Eskilerdeki
şiddetinde olmamakla birlik te, kısa aralıklarla birbirini izleyen
krizler dönemine girildi. Bir dizi etkenin içiçe geçerek
birbirini beslemesiyle son otuz yılda, kısa aralıklarla ve
devreleri kısalmış olarak kronikleşme özelliği gösteren kriz,
emperyalist ülke ve tekelleri yeni arayışlara itti”(s.
22/23).
Aynı
derginin 34. sayısında da Türkiye ekonomisiyle ilgili olarak şu
tespit yapılıyor;
“Yaşanan
krizin konumuz açısından önem taşıyan iki ana özelliğine
işaret etmek gerekir. Birincisi; onun 1977’den beri süregelen
yapısal ve kronikleşmiş bir kriz olması...
Neredeyse
20 yıllık bir geçmişe sahip kronikleşmiş ve derin bir ekonomik
krizin varlığına...” (s. 12 ve 18).
Şüphesiz
ki bu arkadaşlar şimdiye kadar sözlü veya yazılı olarak hiçbir
yerde ve hiçbir zaman ‘sürekli kriz teorisini' savunuyoruz diye
bir açıklamada bulunmamışlardır. Ama zaman süresi
göreceleştirilerek, kronikleşmeden bahsedilerek sürekli kriz
teorisi savunuluyor ve ne hikmetse bu da 1970'li yıllarla
başlatılıyor.
Sürekli
krizin, olamayacağını ve yukarıya aktardığımız anlayışların
saçmalığını göstermek için kapitalizmde periyodik krizlerin
neden kaçınılmaz olduklarını; krizlerin neden devrevi
olduklarını açıklayalım.
Kapitalizmde
ekonomik krizlerin periyodik olmaları neden kaçınılmazdır?
Kapitalizmde bütün ürünler; insanlar arasındaki ekonomik
ilişkiler, hatta hizmetler meta biçimini alırlar. Ürünlerin,
ilişkilerin ve hizmetlerin kendilerine özgü pazarları vardır.
Her şey bu pazarlarda üretilir ve orada satılır. Bütün ürünler
pazarda meta biçiminden para biçimine dönüşüm sürecinden
geçerler. İşgücü de aynı süreçten geçer.
Kapitalist
üretimin amacı, insanların ihtiyaçlarını karşılamak değildir,
aksine sermayeyi değerlendirmek; artı değer, kar ve daha fazla kar
elde etmektir.
Kapitalist
üretim biçiminin, sayısız iç çelişkileri vardır. Ama
kapitalizmde, diğer bütün çelişkilerin de kaynaklandığı temel
çelişki, üretimin toplumsal karakteri ile ürüne özel el koyuş
arasındaki çelişkidir. Kapitalizmde üretim toplumsal karakter
taşır ama ürünler toplum için üretilmez. Çünkü amaç bu
değildir. Amaç kardır, daha fazla kardır. Kapitalizmin
bahsettiğimiz temel çelişkisi, periyodik fazla üretim krizlerinin
(ekonomik krizlerin) çıkış noktasını ve esas nedenini
oluşturur.
Söz
konusu bu temel çelişki, sadece, krizlerin genel temel nedenini
oluşturur, ama tek tek krizlerin somut, doğrudan nedenini
oluşturmaz. Marksizmin abc'sine göre üretimin toplumsal
karakteriyle ona özel el koyuş arasındaki temel çelişki
süreklidir. Yani her koşul altında etkide bulunur. Şayet bu
çelişki, krizlerin doğrudan, somut nedeni olsaydı, işte o zaman
sürekli krizden bahsetmemiz gerekirdi. Bu arkadaşlar sürekli krizi
savunabilirler. Ama Marks, bunun olmadığını kanıtlamıştır.
Olayın
teorik yanına açıklık getirebilmek için bizi ilgilendiren
noktaları tespit edelim:
Tartışmasız
kabul edilmesi gereken nokta şudur; kriz, ekonomik devreviliğin
belirleyici aşamasını oluşturur. Kriz aşaması, devreviliğin
temelini ve karakterini oluşturur. O halde kriz, sanayi yaşamının
birbirini takip eden canlılık, yükseliş, durgunluk gibi aşamaları
içinde belirleyici olan aşamadır.
Marks,
krizlerin dönemselliğini, yani sürekli olmayışlarını sabit
sermayenin dönüşümüyle açıklıyor. Bizim açımızdan bu
da tartışma götürmez bir gerçektir. Marks'ın soruna yaklaşımına
bir örnek:
“Kapitalist
üretim biçiminin gelişmesiyle kullanılan sabit sermayenin yaşam
süresi ve değer kapsamının geliştiği oranda, sanayinin ve
sanayi sermayesinin ömrü her özel bir yatırımda çok yıllı,
diyelim ki ortalama 10 senelik gelişir. Bir taraftan sabit
sermayenin gelişmesi bu ömrü genişletirken, diğer taraftan da,
kapitalist üretim biçiminin gelişmesiyle keza devamlı artan
üretim araçlarının devamlı devrimcileştirilmesi vasıtasıyla
kısalır. Dolayısıyla, bununla birlikte üretim araçlarının
değişimi ve fiziki olarak ömrünü doldurmadan çok önceleri
manevi aşınma yüzün den onun daimi yenilenme zorunluluğu da.
Büyük sanayinin en belirleyici dalları için bu yaşam
devreviliğinin şimdi ortalama 10 yıllık (bir devrevilik) olduğu
kabul edilebilir. Ama burada önemli olan, belli bir sayı değildir.
Birbirine bağlı dönüşümlerle bir dizi seneyi kapsayan bu
devrevilik vasıtasıyla, ki bu devrevilik içinde sermaye kendi
sabit kısmıyla bağlanmıştır, periyodik krizlerin maddi temeli
ortaya çıkar... (temel süreçte) ticari işleyiş, birbirini takip
eden durgunluk, orta derecede canlılık, hızlanma ve kriz
periyotlarını yaşar. Aslında bunlar, sermayenin
yatırıldığı oldukça çeşitli ve birbirinden ayrılan
periyotlardır. Bununla beraber kriz, büyük yeni
yatırımların çıkış noktasını oluşturur, yani bütün toplum
göz önünde tutulduğunda, sermayenin gelecekteki ilk dönüşüm
devreviliği için de az veya çok yeni maddi temeli
oluşturur”(Marks, Kapital, Cilt II, s. 185/186, Alm.)
Bu
temel anlayış şöyle somutlaştırabilir: Bina/tesis, makine vs.
olarak yatırılan sermaye; sabit sermaye, amortisman biçiminde
parça parça meta üzerine aktarılır ve meta satıldıkça parasal
sermaye olarak yeniden kapitaliste döner. Böylelikle kapitalist,
bir makinenin fiyatını, o makinenin ürettiği ürün vasıtasıyla
tüketiciye, diyelim ki 5 senede ödetir. Marks, bu durumu aynı
yerde şöyle açıklar:
“Sabit
sermaye olarak yatırılan sermaye değeri, akıcı sermayeye
yatırılan sermaye değeri gibi ürün vasıtasıyla dolaşır ve
meta sermayenin dolaşımı vasıtasıyla, keza diğeri gibi, para
sermayeye dönüşür. Fark sadece şundan ibarettir; onun değeri
parça parça dolaşmak ve bundan dolayı da parça parça, kısa
veya uzun periyotlar içinde telafi edilmek, natürel
formda yeniden üretilmek zorundadır” (s. 193, Alm.)
Sonuç;
Marks, krizlerin devrevi olduğunu tespit ediyor ve bu tespiti de
sabit sermayenin dönüşümüyle açıklıyor.
DP-Alınterimiz,
yukarıya aktardığımız sürekli kriz veya 1970'lerden,
1974'lerden beri kriz anlayışıyla;
a)
ekonomik devreviliğin belirleyici aşaması olan kriz aşamasına
süreklilik karakteri veriyor ve
b)
böylelikle de ekonomik krizlerin periyodik oluşlarını reddediyor.
Bu
iki nokta bu alanda marksizmi, Marksist kriz teori sini
reddetmekten
başka bir anlam taşımıyor.
Bu
arkadaşlar, Marksist kriz teorisini, ekonomik krizlerin dönemsel
karakterini reddedip, sürekli kriz teorisini savunurken hangi
yüzeysellik içinde olduklarının farkında değiller.
Toplumsal
üretimin ve bu üretimin her iki bölümünün, yani üretim
araçları üretimi bölümünün (Bölüm I) ve tüketim
araçları üretimi bölümünün (Bölüm II) 1970'lerden
beri, yani 25 seneden beri kriz içinde olduğunu; yani yeni
yatırımların yapılmadığını, ama aynı zamanda sabit sermaye
kıyımının devam ettiğini düşünebiliyor musunuz?
Düşünemiyoruz.
Bu
arkadaşlar, bu anlayışlarıyla sermaye birikimini, sermaye
birikiminin itici gücü/dürtüsü olarak reddediyorlar. Bu reddin
ne anlama geldiğini kısa açıklayalım:
Kapitalist,
sisteminin iç yasallığını göz önünde tutmaz. Pazarı yüzeysel
olarak inceler ve hangi malı, ucuza üretebilirsem çok satarım
diyerek hareket eder. Bu anlayıştan hareketle kapitalist, kriz
döneminde para biçiminde birikmiş ve verimsiz duran sermayesini
verimli sermayeye dönüştürür. Yani yatırım yapar. Yatırım,
sabit sermayenin yenilenmesinden ve genişletilmesinden başka bir
şey değildir. Yatırım, aynı zamanda üretimde canlanma ve
yükselişe doğru gidiştir. Buna göre; avanak küçük
burjuvazinin reddetmesine rağmen sermaye birikimi, ekonomik
canlanmanın ve yükselişin itici gücüdür, “aşırı birikim
krizi” değildir.
DP-Alınterimiz
çevresi, bu gelişmeyi, savunduğu sürekli kriz anlayışıyla
reddederken, sermaye birikiminin çelişkili bir süreç olduğunu da
reddediyor. Birikim devam ettiği müddetçe; yeni, modern
fabrikalar, yollar, başka üretim kapasiteleri yapıldığı, eski
teknolojinin yerini yenilerinin alındığı müddetçe ekonomik
devreviliğin canlanma/yükseliş aşaması devam ediyor demektir. Ne
var ki, arkadaşlar bu anlayışta değiller; onlara göre
1970’lerden beri yeni fabrikaların yapıl maması, makinelerin
değiştirilmemesi gerekiyor. Çünkü 1970’lerden beri devam eden
bir kriz söz konusu. Çünkü ‘aşırı birikim krizi” ortalığı
kasıp kavuruyor ve sistem nihai sonuna yaklaşıyor!
Belli
bir noktaya gelindikten sonra, üretim araçları üretiminde (Bölüm
I’de) doyumluluk gündeme gelir. Hemen hemen her şey
yenilenmiştir, büyütülmüştür. Yenilenmiş ve büyütülmüş
üretim sürecinin belli bir aşamasına gelindiğinde Bölüm
I'in ürünlerine olan talep düşer. Bu bölümdeki işçiler,
yeniden sokağa atılırlar. Ama modern işletmelerle üretime devam
edilir ve pazar, satılması gereken ama alıcı bulamayan metalarla
dolup taşar. Artık üretim fazlalığı gündemdedir. Toplumun
tüketme gücünden fazla üretim yapılmıştır ve aynı zamanda
toplumun alım/tüketim gücü düşmüştür.
Bu
süreç, gelişmesinin belli bir aşamasında kesintiye uğrayacak ve
ekonomik devrevilik yeniden kriz aşamasına girecektir. Arkadaşlar,
bu gelişmeyi, sürekli kriz anlayışlarından dolayı reddettikleri
için, sermaye birikiminin çelişkili bir süreç olduğunu da
reddediyorlar. Reddetmek zorundalar. Birikim devam ettiği sürece
her şey yolunda gider; alım gücü genişler ve bu çerçevede
toplumun tüketim gücü de artar. Ama gelişmenin belli bir
noktasına gelindiğinde birikim, sağladığı bu gelişme süreciyle
çelişkiye düşer. Bu, üretimin sınırsız genişletilmesiyle
toplumun alım/tüketim gücünün sınırlı oluşu arasındaki
çelişkidir.
Arkadaşlar,
biz de aynen böyle düşünüyoruz diyebilirler. Ama her kim ki,
krizin sürekliliğinden bahsederse o, subjektif olarak bizim
düşündüğümüz gibi düşünebilir; ama nesnel olarak,
düşündüğünü reddediyor demektir. Öyleyse sürekli kriz
anlayışı, bir "deli saçmasıdır.
Ama
veya buna rağmen DP, hiç de Marks gibi düşünmüyor ve ekonomik
krizlerin sürekli olmayacağını sabit sermayenin çevriminden,
dönüşümünden hareketle açıklamıyor, tersine genel olarak
‘70'lerden itibaren başlattığı, ‘70'lerden beri süre gelen
bir ekonomik krizden bahsediyor. Bu tarihin “hikmeti”ni bir türlü
anlayamadık. Sürekli var olduğuna inandıkları ekonomik krizi
neden bu tarihle başlatıyorlar? Ekonomik krizin Marksist analizi
bakımından bu tarihin hiç bir anlamı yok. Ama burjuva ekonominin;
emperyalist ekonominin tekelci devlet kapitalizminin gelişme seyri
açısından bu tarih önemlidir. Bu da konumuzla ilgili değil.
Bir
ekonominin krizde olması demek, ekonomide, kıstas verilerin sürekli
gerilemesi anlamına gelir. Herhangi bir kapitalist ülke ekonomisi,
örneğin Türkiye'de sanayi üretimi, GSMH, yurt içi üretim, dış
ticaret vs. sürekli bir gerileme, düşüş içinde olsa, o zaman
krizin sürekliliğinden bahsedebiliriz. Bir ülkede veya “20
yıldan” beri kriz içinde olan Türkiye'de ekonomik verilerin,
örneğin sanayi üretiminin ve başka faktörlerin en azından
1973-'74'ten beri sürekli gerilediğini kim savunabilir? DP
savunuyor. Bu savununun sahibini nasıl zor durumda bıraktığını
aşağıda göstereceğiz.
Bu
arkadaşlar, krizin, ekonomik devreviliğin bir aşaması olduğunu,
ekonomik devreviliğin kriz aşamasında olmasının durağan bir
hali ifade etmediğini, ekonominin bu aşamada olmasının, örneğin
üretimin sürekli düşüş içinde olduğu anlamına geldiğini,
ama üretimdeki düşüşün durmasıyla, krizin dibe vurmuş
olduğunu; üretimdeki düşüşün, krizin dibe vurma noktasının
ekonominin kriz aşamasından çıkma ve durgunluk, oradan da
canlanmaya doğru gelişme sürecine girdiğini bir türlü
kavramıyorlar. Bunu kavramadıkları için de, gösterdiğimiz gibi,
Marksizm adına anti-marksist kriz teorisini savunuyorlar.
Marksizmde
krizin anlamı şudur: Krizler “mevcut çelişkilerin sadece o
anki zorla çözümleridir” (Marks, Kapital, C. III).
Ama
Alıntermiz, bize “ders” verirken kapitalizmde
çelişkilerin çözülmeyeceğini öğretiyor!
Burada
söz konusu olan, yeniden üretim sürecinde sürekli var olan ve
devresel olarak kaçınılmaz olan çelişkilerin çözümüdür. Bu
çözüm, meta, fabrika, makine vs. hangi biçimde olursa olsun
muazzam boyutlarda sermayenin yok edilmesi, üretimin yeniden talebe
tekabül eden hale getirilmesidir (sorunu oldukça
basitleştiriyoruz.) Bu gerçekleşince çelişki çözülmüş
demektir, üretim yeniden başlamış demektir. Ve daha sonraki
döneme hiçbir şey bırakılamaz. Olay burada biter.
Sermaye/ekonomi yeni bir devreviliğine başlar.
Daha
sonraki dönemlere devredilen istikrarsızlıklar, siyasi ve
toplumsal alandaki sorunlardır. Bu sorunlar ne kadar büyük, derin
ve kapsamlı olurlarsa olsunlar hiçbir zaman ekonomik krizlerin
nedenleri olamazlar.
Sonuç
itibariyle:
Ekonomik
kriz, her zaman var olmamıştır. Krizin nedeni kapitalizmdir ve
kapitalizmin yok olmasıyla da yok olacaktır. İlk fazla üretim
krizi 1825'te İngiltere'de patlak verdi. O günden bu güne
kapitalist üretim belli aralıklarla; devrevi patlak veren krizlerle
kesintiye uğramıştır. Bu gelişmeyi Engels şöyle anlatır.
“Gerçekten
de, ilk genel krizin patlak verdiği 1825’ten bu yana bütün
sanayi ve ticaret dünyası bütün nedeni halkların ve onların şu
veya bu derecede barbar uyduları topluluğunun üretim ve
mübadelesi. Yaklaşık her on yılda bir kez şirazeden çıkar.
Ticaret durur, pazarlar dolup taşar. Ürünler, sömürüsüz
oldukları ölçüde yığılıp kalır. Nakit para, görünmez olur.
Kredi ortadan çekilir. Fabrikalar kapanır, çalışan insanlar,
fazla yaşam maddeleri üretmiş olmaktan ötürü geçim
gereçlerinden yoksun kalırlar. İflaslar iflası, zoraki satışlar
zoraki satışları kovalar. Tıkanıklık yıllarca sürer; üretici
güçler ve ürünler, birikmiş meta yığınları, sonunda
değerlerinin az ya da çok altında bir fiyat üzerinden sürüle
ne, üretim ve değişim yavaş yavaş canlana kadar, yığın
halinde israf ve imha edilirler. Yavaş yavaş, gidiş hızlanır,
tırısa döner. Sınai tırıs, dört nala olur ve bu dört nal da,
sonunda en tehlikeli atlamalardan sonra kendini yeni baştan çöküntü
çukurunda bulmak üzere, bir sanayi, ticaret, kredi ve spekülasyon
engelli yarışında dolu dizgine kadar yükselir. Ve hep aynı
yinelenme. İşte 1825’ten bu yana beş kereden az yaşamadığımız
ve şu anda (1877) altıncı kez olarak yaşadığımız durum”
(Engels, “Anti-Dühring...” C. 20, s. 257. Alm).
Görüyoruz
ki sürekli krizden bahsetmek, Engels'in bu anlayışının
çürütülmesinden geçiyor.
“Sürekli
kriz” içinde olan Türk ekonomisine gelince:
Eleştirdiğimiz
anlayışlar Türkiye ekonomisini 1970'lerden bugüne olan
gelişmesini ele aldıkları ve bu dönemi “sürekli kriz”le
tanımladıkları için bizim çıkış noktamız da 1970'lerden bu
yana olan zaman dilimidir.
“Yaşanan
krizin... 1977’den beri bir kriz olması. yalnızca ekonomi. gibi
tek bir alan ve konu ile sınırlı” olmaması(Sayı 34, s.
12), yani 1977’den beri devam eden kriz, aynı zamanda bir ekonomik
krizdir.
“Neredeyse
20 yıllık bir geçmişe sahip kronikleşmiş ve derin bir ekonomik
krizin varlığı” (Agk, s. 38).
“Egemen
sınıflar gitgide derinleşen ağır bir ekonomik siyasi kriz
içerisindeler. Ekonomik krizin yükünü...”(DP, Sayı 7, s.
6, 8Mart 1992).
Düşünebiliyor
musunuz?
Toplam
sanayinin %5.8 oranında,
İmalat
sanayinin %5.6 oranında,
Yurt
içi GSMH'nın %5.8 oranında büyüdüğü 1992 senesinde Türkiye
ağır bir ekonomik kriz içinde!
Yani,
Türkiye ekonomisi -yukarıya aktardığımız anlayışların da
gösterdiği gibi-1970'li yılların yarısından bu yana sürekli
bir kriz içindedir. Söylenen bu.
Öyle
sanıyoruz ki, Türkiye'de hakim ekonomik formasyonun kapitalist
üretim biçimi olduğu kabul ediliyor. Aksi taktirde arkadaşlar,
Türk ekonomisi üzerine kriz sendromlarını kapitalist ekonomiye
özgü tanımlamalarla değil, başka bir ekonomik formasyona
-diyelim ki feodal - özgü tanımlamalarla açıklarlardı. O halde
söz konusu olan, kapitalist üretim biçimi ve bu üretim biçiminin,
bu ekonominin Türkiye koşulundaki durumu.
Bu
arkadaşlar şunu diyorlar. Her ne kadar Türkiye'de ekonomi
kapitalist bir ekonomiyse de, bu ekonominin 1970'li yıllardan bu
yana devrevi gelişmesi söz konusu değildir. Marks istediği kadar,
kapitalizmde ne sürekli yükseliş, ne de sürekli kriz söz
konusudur desin. Marks, istediği kadar, kapitalist ekonominin
hareketi devrevidir, aksi takdirde o kapitalizm olmaz desin, Marks
istediği kadar kapitalist ekonominin devreviliği,
kriz-durgunluk-canlanma-yükseliş aşamalarında oluşur diye tespit
etmiş olsun. Bunların hiçbirisinin Türkiye ekonomisi açısından
geçerliliği yoktur!
Türkiye
ekonomisini 1970'li yıllardan beri sürekli kriz içinde “tutan”
anlayışlar, salt bu anlayışlarından dolayı Marks'ı, Marksist
kriz teorisini reddediyorlar. Reddetmek zorundalar! Ya ekonominin
devrevi hareketini kabul edeceksin ve onu Marksist teori ışığında
yorumlayacaksın ya da marksizmi, Marksist kriz teorisini
reddettiğini açıklayacaksın. Eğer Marksist-leninist olarak
kalınmak isteniyorsa, üçüncü bir seçenek yoktur.
Sürekli
kriz anlayışı, ekonomide Marksist teoriyi kavramamanın ya da
açıktan reddetmenin ifadesidir. Bu anlayış, Marksist kriz
teorisinin, ekonomik krizlerde devreviliğin sabit sermayenin
dönüşümünden kaynaklandığı tespitini reddediyor.
Bu
arkadaşlar, belirttiğimiz kriz anlayışlarıyla 25-30 seneden beri
Türkiye'de sabit sermaye yatırımlarının yapılmadığını ve
mevcut sabit sermayenin de sürekli yok edildiğini savunuyorlar.
Böyle bir anlayışta değiliz diyemezler. 1970'lerden beri kriz
dediğin an, böyle bir anlayışı da -istesen de istemesen de
savunuyorsun demektir!
Genel
olarak böyle bir şeyin ve özel olarak da Türkiye'de böyle şeyin;
sürekli sabit sermaye kıyımının, olabileceğini düşünebiliyor
musunuz?
Kriz
anlayışlarıyla bu arkadaşlar işçi sınıfına, emekçilere,
hitap ettikleri kitleye şunu diyorlar; Türkiye'de 1970'li yıllardan
beri fabrika-işletme yapılmamıştır, yatırımlar yapılmamıştır,
mevcut sabit sermaye de (fabrikalar, makineler vs.) sürekli yok
edilmiştir/kapatılmıştır!
Yani
yerli-yabancı sermaye, 25-30 seneden beri Türkiye'de hiç yatırım
yapmamış. Çünkü ekonomi 25-30 senedir hala kriz aşamasında,
henüz bu aşamanın dip noktasına varmamış, kriz henüz dibe
vurmamış!
Evet,
1970'li yılların ikinci yarısından beri, DP'nin deyimiyle
“neredeyse 20 yıllık bir geçmişe sahip kronikleşmiş ve
derin ekonomik kriz” içinde olan Türkiye'de 1975'ten 1990'a
GSMH %90 oranında, yani 1.9 misli artmış, ama aynı dönemde
“derin... ekonomik kriz-varlığını” sürdürmüş!
Bunun
ötesinde sabit sermaye yatırımları da artıyor. Bu türden
yatırımlar 1988 fiyatlarıyla 1963=100 bazında 1963-1989 döneminde
%70 oranında artıyor. 1987 fiyatlarıyla da 1987'den 1992'ye %25
oranında artıyor. Öyle ki, kriz sendromcularının ekonomiyi ha
çöktü ha çökecek noktasına getirdikleri 1993'ün ilk
çeyreğinden üçüncü çeyreğine sabit sermaye yatırımları %56
oranında artıyor (OECD).
Evet,
25-30 seneden beri krizde olduğu söylenen ekonomide 1970-1990
döneminde ithalat 23.5 misli ve ihracat da 22 misli artıyor.
-Toplam
sanayi üretimi artıyor, ama ülke ‘75'lerden beri devam eden ve
derinleşen bir ekonomik kriz içinde oluyor!
-İmalat
sanayi üretimi artıyor, ama ülke ‘75'lerden beri devam eden ve
derinleşen bir ekonomik kriz içinde oluyor!
-GSMH,
TTÜ (Toplumsal Toplam Ürün ) ve yurt içi GSH büyüyor, ama ülke
‘75'lerden beri devam eden ve derinleşen bir ekonomik kriz içinde
oluyor!
-Brüt
sabit sermaye yatırımları yapılıyor, yani sermaye birikimi var,
ama ülke ‘75'lerden beri devam eden ve derinleşen bir ekonomik
kriz içinde oluyor!
-İhracat
artıyor ama ülke ‘75'lerden beri devam eden ve derinleşen bir
ekonomik kriz içinde oluyor!
Bu
veriler, bir ekonominin gelişme seyrini ele verir. Bunun anlamı
şudur: Bu alanlardaki değerler gerilerse, o ekonomideki büyüme de
küçülür; değerler artarsa, o ekonomi de büyür, söz konusu
alanlardaki veriler, ekonominin, belli yıllar haricinde sürekli
büyüdüğünü gösteriyorlar. Bu büyüme istikrarlı da,
istikrarsız da olsa bir büyümedir ve bu büyüme “neredeyse 20
yıllık bir geçmişe sahip kronikleşmiş ve derin bir ekonomik
krizin var” olduğu iddia edilen Türkiye ekonomisinde oluyor.
Alınterimiz'in
deyimiyle; “Olay Türkiye’de geçiyor”!
Ekonomik
devreviliğin kriz sürecinde olması şu anlama gelir: Kriz devam
ettiği, yani devreviliğin kriz aşaması devam ettiği müddetçe
ekonomik veriler; ekonomik büyümeyi gösteren veriler düşmeye,
ekonomi küçülmeye devam eder; ekonominin kriz aşamasında
olması, ekonominin durmaksızın küçülmesi demektir.
Küçülmenin durduğu nokta, kriz aşamasının varabileceği en son
noktadır. Yani dibe vurma olayı. Krizin dibe vurması, ekonomik
devreviliğin kriz aşamasından çıkma noktasına
gelmesi demektir.
Acaba
Türk ekonomisi böyle mi?
‘70'li
yılların yarısından beri sürekli küçülen bir ekonomi mi söz
konusu?
Kriz
sendromcuları, Otto Bauer'in şematik hesabını ve H. Grossmann'ı
da gerçekten solluyorlar. Grossmann'ın hesabına göre çöküntü
35. yılda söz konusu oluyordu. Kriz sendromcuları, Otto Bauer'in
birikim şemasını Grossmann gibi hesap etselerdi, bu matematiksel
hesaba göre Türk ekonomisinin 2010 yılında çökeceği sonucuna
varırlardı. Onlarda en azından Grossmann kadar bilimsellik
olsaydı, çöküyor-çöktü söylemesi yerine, neden çökeceğini
birtakım teorik kılıflara büründürerek açıklarlardı.
Şu
kadarını söyleyelim ki, kapitalist bir ekonomi, somutta da Türk
ekonomisi, sizlerin ha çöktü, ha çökecek anlayışınızdan
dolayı çökmez.
Bu
arkadaşlar ekonomi konusunda devrimci literatürü arındırdılar;
ekonominin şu aşamasıymış-bu aşamasıymış, böyle
olursa-şöyle olurmuş, şöyle olursa-böyle olurmuş vb. ortadan
kalktı. Ekonomi literatürümüzde her derde deva, her şeyi ifade
eden, yorumu gereksiz kılan iki tanımlama var: Kriz ve çökmek!
Bu
iki kavramın dışına çıkınca “cahil” oluyorsun,
“vulgar iktisat”çı oluyorsun, “metafizik
ve pozitivist yaklaşım”cı oluyorsun!
Bu
iki kavram Türk ekonomisinin devreviliğine yerleştirildi. En
azından, 1970'lerden beri Türk ekonomisinin devreviliği sadece ve
sadece iki aşamadan oluşuyor; kriz ve çöküş!
Proletaryanın
bir şey yapmasına gerek yok. Nasıl olsa ekonomi çöküyor. Bir
kenarda durup çöküşü bizzat izleyebilir!
Bu
da, sürekli kriz teorisinin siyasi sonucudur.
2)
Somut Durum Analizi
Arkadaşlar,
kriz konusunda ne dediğimizden ya fazla bir şey anlamamışlar veya
da yeterli bulmamışlar ki, ne demek istediğimizi yorumlamaya
koyulmuşlar. Yani yapılmaması gerekeni yapmışlar. Eleştiri,
nesnel gerçekliğe dayanır. Yanlış bulunan ne ise o eleştirilir.
Yorum adı altında olmayan var edilemez.
Alınterimiz,
Sayı 64, s. 10'da şöyle deniyor:
“3
Mart 2001 tarihli Y. Atılım’da yayınlanan “Kara Çarşamba”
başlıklı yazıda Atılım yazarı “Buldum! Buldum! Olay
Türkiye’de geçiyor. Bu bir mali krizdir” edası ile şunları
söylüyor.
“Bugün
Türkiye’de yaşanan derin bir mali krizdir. Para ve borsa
değerlerini altüst eden bir kriz. Aynen teori kitaplarında
yazıldığı gibi. Bu krizin devrevi olarak patlak veren ekonomik
krizle; yani fazla üretim kriziyle bir ilgisi yoktur. Fazla
üretim krizi, kapitalist ekonomi dönüşümünün durgunluk,
inişli-çıkışlı durgunluk, canlanma, yükseliş gibi
aşamalarından birisidir, adı üstünde kriz aşamasıdır. Mali
krizin böyle aşamaları yoktur. Alınan tedbirlerle mali kriz
yönlendirilebilir. Ama ekonomik kriz, fazla üretim krizi
yönlendirilemez. Mali kriz kısa ömürlüdür, alınan
tedbirlerin doğruluğuna ve etkisine göre bir kaç günde veya bir
kaç haftada atlatılır. (aç.
Alınterimiz) Ama fazla üretim krizi uzun süren ve
çelişkileri, kapitalist ekonominin nesnel yasalarından kaynaklanan
çeliş kileri çözmeden atlatılamaz. Fazla üretim krizine tedbir
biçiminde müdahale, krizin gelişme seyrini en fazlasıyla olumlu
etkiler. Ama mali krizde olduğu gibi, krizi ortadan kaldıramaz’.
Bir
paragrafta bu kadar çok teorik ve güncel-politik çam devirmek Y.
Atılım’a özgü bir yetenek olsa gerek!”.
Ve
sonra “ML süsü verilmiş metafizik ve pozitivist
yaklaşımımızın neresinden başlayıp da düzeltileceğine
şaşır”an arkadaşlar sonunda bir yol buluyorlar. “Vulgar
iktisat” damgasını yapıştırdıktan sonra, krizi –mali de
olsa dışsal olguya, yani emperyalizme havale ettiğimiz ve “Türkiye
kapitalizmi mazur gösterdiğimiz” tespitini yapıyor ve sonra
da şöyle bir mantık yürütüyor.
“Şimdi
bir an için Türkiye’de kapitalizmin içsel bir genel kriz eğilim
olmadığını, mevcutta bir üretim krizi de yaşamadığını varsa
yalım. Yine de şu soru yanıtsız kalmaya mahkum olacaktır: Eğer
emperyalist ve işbirlikçi kapitalizmde bir aşırı birikim ve
üretim krizi yaşanmıyorsa, ekonominin içsel çelişkilerinden
kaynaklanan bir sorun yoksa, o zaman neden başlıca sorunları olan
artı-değer sömürüsü kapasitesini genişleterek ve pazarları
derinleştirerek üretim ve yatırım tem posunu büyütmüyorlar da
tam tersine kendilerinin de ekonomik-siyasi olarak riske edecek,
üretici güçlerin geniş tahribatını hedefleyen daraltıcı,
yıkıcı politikalar şart koşuyorlar?”(agy).
Gerçekten
de Neden?
Evet,
nedense, “öngörüleri(nin) doğrulanması için bir kaç ay
bile geçmesi gerekmediği” için kıvanç duyan arkadaşlar
neden sorusunu cevaplandırmıyorlar.
Yukarıya
yaptığımız aktarmalar, nasıl tartışıldığını ve nasıl
tartışılmak istendiğini göstermek içindi.
Öngörüleri
engin arkadaşlar, Grossmann’ın birikim teorisine göre birikim
krizinin, biriken ve değerlendirilmeyen sermaye olduğunu nedense
öngörmemişler. “Aşırı birikim krizi”, aşırı
birikmiş değerlendirilmeyen sermayenin varlığından kaynaklanır.
Bu durumda, mademki Türkiye'de ve tekelci kapitalizmde bir aşırı
birikim krizi var diyorlar, o halde bu aşırı birikmiş sermayeyi
Türk burjuvazisi niçin kullanmıyor da kapı kapı kredi arıyor?
Görüyorsunuz,
kendi kavrayışsızlığınızla kendinizi vuruyorsunuz.
Evet,
Türk kapitalizminde aşırı birikim göstergeleri nelerdir?
Bu
sorunun cevabını vermek zorundasınız!
Arkadaşlar
farklı şeyler söylüyorlar. Terminolojisiyle, kavramıyla,
anlayışıyla Marksist-leninist politik ekonomiyle, Marksist kriz
teorisiyle ilişkisi olmayan şeyler.
Bu
“şeyler”den en önemlisi, tekelci kapitalizmin ve işbirlikçi
kapitalizmin sürekli bir “aşırı birikim ve üretim krizi”
içinde olduğudur. Burada bir hesap yapalım.
Varsayalım
ki, dediğiniz doğru ve Türkiye ‘70 yılından bu yana bir “aşırı
birikim ve üretim krizi” içinde. Bu durumda ekonominin,
diyelim ki 1975'ten bu yana (‘70'li yılları 1975'le sabitliyoruz)
aşırı birikim ve üretim krizinde. Aşırı birikim denince, Türk
sermayesinin 1975'ten bu yana sürekli artmış olması, kendini
değerlendiremeyecek derecede çoğalmış olması gerekir. Şu
fukaralığın içinde böyle bir şey nasıl söylenebilir
diyebilirsiniz, ama “aşırı birikim” ile bunu teorik
olarak söylüyoruz. Geriye kaldı “aşırı üretim krizi”.
Aşırı üretim veya fazla üretim krizi dindiğinde reel
ekonominin, öncelikle de sanayi üretiminin her sene gerilediği
anlaşılır. GSMH ve GSYİH'da geriler. Bu gerilemenin hesabını
gayri safi yurt içi üretim değerleri üzerinde yapalım. Gerçekten
de anlamlı bir krizden bahsetmek için üretimin her yıl, bir yıl
öncesine göre yüzde 5 mutlak gerilediğini varsayalım. Memleketi
bir an önce batırmak - çökertmek isteyen bu oranı yüzde 10'a
çıkartabilir. İsteyen yüzde 1, 2, 3 ve 4 ile de sınırlayabilir.
Değişen, sadece sene sayısı olur. OECD verilerine göre
Türkiye'nin 2000 yılı gayri safi yurt içi üretimi 200,4 milyar
dolar.
Bu
miktarı her yıl yüzde 5 azaltırsak -kriz var ya1975 yılında 58
milyar dolar sonucuna varırız. Bu arkadaşların anlayışına göre
1975'te 58 milyar dolarlık GSYİÜ, 1975'ten bu yana her yıl yüzde
5 oranında azalıyor. Yani 2000 yılına geldiğimizde Türkiye'nin
GSYİÜ, 16 milyar dolara düşmüş olması gerekiyor. Ve Türk
ekonomisi 2016 yılında sıfırlanıyor, yani çöküyor. Bu hesap
coğrafyamızdaki Grossmann'ların hesabıdır. Yani
DP-Alınterimiz’in hesabıdır.
Antimarksist
Grossmann, birikimin 35. yılında kapitalist ekonomiyi çökertiyordu.
Bizim Grossmann'lar ise birikimin 41. yılında ekonomiyi
çökertiyorlar. Şöyle:
Reel
hesaplara göre GSYİÜ Hesabı
|
Grossman+Alınterimiz+DP
Çöküş teorisi ("aşırı birikim krizi”)
|
|
Yıllar
|
değer
|
değer
|
2016
|
?
|
0 değer
|
2000
|
200,4milyar dolar
|
26 milyar
dolar
|
1999
|
194
” ”
|
27 ”
”
|
1975
|
58
” ”
|
58 ”
”
|
Grossmann'ın
“teorik” ipi ile kuyuya inenin sonu böyle olur!
Her
yıl yüzde 5 küçülme üzerinden hesapla 2016 yılında nihai
çöküş geliyor. Ne kaldı ki, sadece 15 yıl. Öyleyse aynen
Grossmann'ın dediği gibi devrime, bu anlamda sınıf mücadelesine
gerek yok. İşçi sınıfı ekonomik talepleri için sosyal ve
siyasi “surfing” yapabilir!
Arkadaşların
kriz ayrımı yapmamaları veya her krizin temelinde, derinliklerinde
“aşırı birikim krizi” görmeleri, mali krizi, kapitalist
ekonominin nesnel yasalarının bir görüngüsü olarak kabul
etmeleri, fazla üretim krizini başkalaştırmaları veya klasik
görmeleri nedensiz değildir. Onlara bu konularda yol gösterenler
Parvus'tur, Prof. Kondratjew'dir ve Grossmann'dır. Ama her halükarda
Marksizm-Leninizm değildir. Böyle olduğu için, mali krizin fazla
üretim krizini tetikleyeceğini, fazla üretim krizi patlak verirse
mali kriz diye bir olgunun kalmayacağını (bugün olduğu gibi),
Japonya ve başka örneklerde mali krizin değil fazla üretim
krizinin veya durgunluğun söz konusu olduğunu anlayamazlar. Bunu
anlamadıkları için, krizin sürekli olmayacağını duyunca
şaşırırlar. Sanayi sermayesi ile mali sermayenin birbirinden
kopan hareketini, fiktifleşen (hayali) sermaye hareketini birbirine
karıştırıp, neden bu, yıllardır engellenemiyor diye
sorabilirler. Çünkü bu arkadaşların gözünde her şey krizdir.
Öyle ki kapitalizm, kendi birtakım çelişkilerini de çözemez.
Her şey çözümsüzdür. Çünkü her şeyin altında yatan “aşırı
birikim krizi”dir.
Bu
arkadaşlar kendilerini “aşırı birikim krizi”ne o denli
kaptırmışlar ki, 25 Mart 2001 tarihli sayılarda (“Türkiye
burjuvazisinin ‘tarihsel sıkışması”) resmen ve
düpedüz çöküş teorisini savunuyorlar. Aynen şöyle yazıyorlar.
“Türkiye
kapitalizminin mevcut birikim düzenlemesinde sınırlarına
dayandığı, kendi iç dinamikleriyle çözüm ve yapısal dönüşüm
sağlama olanaklarının ise oldukça zayıf olduğu görülmektedir”
(s. 10).
Doğru,
2016 yılına ne kaldı ki. Şunun şurasında 15 yıl!
Güncel
duruma gelince:
Arkadaşların
anlayışına göre Türkiye ‘70'lerden beri kriz içinde. ‘70'leri
bir kenara bırakarak ekonominin 1990'dan bu yana gelişmesine
bakalım. Sanayi üretiminin seyri ekonominin genel durumunu
gösterir.
1990-2000
arasında sanayi ve imalat sanayi üretimi, 1990= 100 bazında
Toplam sanayi imalat sanayi
|
||||
Yıllar
|
endeks
|
zincirleme
endeks
|
endeks
|
zincirleme
endeks
|
1990
|
100,0
|
±
|
100,0
|
±
|
1991
|
103,1
|
3,2
|
101,3
|
1,3
|
1992
|
108,6
|
5,3
|
105,1
|
3,8
|
1993
|
115,0
|
5,8
|
112,3
|
6,9
|
1994
|
107,8
|
-6,2
|
101,8
|
-9,3
|
1995
|
117,1
|
8,5
|
110,5
|
8,5
|
1996
|
123,9
|
5,9
|
117,7
|
6,5
|
1997
|
137,2
|
10,7
|
131,2
|
11,5
|
1998
|
138,4
|
0,9
|
130,8
|
-0,5
|
1999
|
131,3
|
-5,2
|
123,4
|
-5,7
|
2000
|
168,7
|
5,4
|
-
|
3,6
|
2001
Ocak
|
-
|
-6,5
|
-
|
6,5
|
2001
Şubat
|
-
|
-5,3
|
-
|
-5,0
|
Bizi
burada ilgilendiren, ekonomik krizin ancak ve ancak reel üretimde
söz konusu olacağı Marksist anlayış ve ekonominin krizde olup
olmamasının göstergesinin de üretim değerinin seyri olmasıdır.
Üretimin arttığı koşullarda ekonomi hiçbir koşul altında
krizde olamaz. Üretimin düşmesi durumunda bir dizi faktörün bir
araya gelmesiyle ekonominin krizde olup olmadığı saptanabilir.
Alınterimiz,
çok önceleri “üretim krizi ile mali kriz arasındaki” bağı
kurarak bu günlerin geleceğini öngörmüş. Çok önceleri derken
2000 yılının son aylarını kastediyorlar. Ama biz bütün yılı
aylar bazında ele alarak durum tespiti yapalım.
- Aylar bazında sanayi üretimi (Bir önceki yılın aynı ayına göre değişme)Toplam sanayizincirleme endeksiİmalat sanayizincirleme endeksi2000Ocak3,74,0Şubat7,26,3Mart0,4-0,6Nisan2,21,9Mayıs2,12.1Haziran2,12,5Temmuz3,23,7Ağustos17,219,9Eylül9,77,0Ekim13,314,3Kasım10,512,0Aralık-4,2-4.32001Ocak6,56,5Şubat-5,3-5,0
Demek
oluyor ki verilen bu dönem içinde Türk ekonomisinde bir fazla
üretim krizi yoktu. Yani ortalıkta, aşamalarından kopmuş sermaye
hareketini yeniden “dışsal” bir güçle, yani ekonomik
krizlerin zoruyla yeniden buluşmalarını sağlayacak eli sopalı
Zebani yoktu. Tabii bunu arkadaşlar, “ekonominin
yıldırım hızıyla çöküntüyle yaklaştığının ifadesi”
olarak değerlendiriyorlar. (Alınterimiz Sayı 64, s. 10).
Bu
durumda; ekonomi büyürse de kabahat, büyümese de! Ekonominin
krizde olmaktan öte bir şansı yok. Grossmann teorisi böyle diyor.
DP-Alınterimiz
de onu takip ediyor.
Böyle
olmasa da “bazı şehirlerde yüzde 40’a varan işyeri
kapanmalarını neyle” açıklayacağımız soruluyor.
Bunu
açıklamadan önce fazla üretim krizinin hangi çelişkilerden
kaynaklanabileceğine açıklık getirmeye çalışalım.
-
Üretim ile pazar arasındaki çelişki: Burada söz konusu olan,
üretimin sınırsız genişleme eğilimi ile pazarın sınırlı
gelişmesi arasındaki çelişkidir. Bu çelişkinin gelişmesi;
sınırsız genişleyen pazara (üretime) alım gücü sınırlı
olan pazarın ayak uyduramaması, fazla üretim krizinin patlak
vermesinin bir nedenidir.
-
Münferit/çeşitli üretim dalları arasındaki çelişki:
Burada söz konusu olan, toplumsal üretimin iki bölümü; üretim
araçları üreten bölüm I ile tüketim araçları üreten bölüm
II arasındaki uyumsuzluktur/oransızlıktır. Bu alandaki
oransızlığı Marksist kriz teorisi, krizin bir nedeni olarak
görür. Ama krizi bununla açıklamaz.
-
Ortalama kar oranı: Burada söz konusu olan, genel kar oranı ve
üretim fiyatları denkleşmesinin kapitalist üretimde planlı
değil, plansız olarak, anarşi içinde gerçekleşmesidir. Ortalama
kar oranının oluşması ve üretim fiyatlarının denkleşmesi,
toplumsal artı değerin her bir kapitalistin sermayesinin
büyüklüğüne göre aynı kar oranını elde edecek şekilde
dağılımına neden olur. Ve rekabet, sermayenin bir sektörden
diğerine geçmesine neden olduğu için sonuçta ortalama kar
oranının ve üretim fiyatının oluşmasını sağlar. Bu süreç
sancısız olmaz. Bu süreçte ortaya çıkan sorunlar
tıkanıklıklara, krizlere neden olurlar.
-
Kar oranının eğilimli düşüş yasası: Burada konumuz
açısından söz konusu olan şudur; kapitalist üretim biçiminin
gelişmesi, sermayenin organik bileşimini sürekli yükseltir.
Toplam sermayede değişmeyen sermayenin payı sürekli artarken,
değişen sermayenin (işgücü) payı sürekli düşer. Ortalama kar
oranı, sermayenin toplumsal ortalama bileşimine tekabül ettiği
için sermayenin bileşiminin artışına göre düşmüş olur.
Kapitalistin bu yasanın etkisinden kurtulması hiçbir koşul
altında mümkün değildir. Şüphesiz ki birtakım tedbirler,
faktörler kar oranının düşüşüne karşı etkide bulunurlar.
(Örneğin sömürü derecesinin artırılması, ücretlerin
düşürülmesi, işgücünün değerinin altında satılması, vs.)
Ama bunlar geçicidir. Rekabet ve teknolojik yenilenme, kapitalisti
kaçınılmaz olarak -eninde sonunda- kar oranının düşme
eğilimiyle karşı karşıya bırakır, tıkanma ortaya çıkınca
bu yasa da etkisini bütün şiddetiyle göstermeye başlar. Bu da
kriz demektir. Rudolf Hilferding'in belirttiği gibi, kriz “düşen
kar oranı momentinden başka bir şey değildir” (“Das
Finanskapital”, 1947, s. 346).
-
Kredi mekanizmasının gelişmesi: Bu süreçteki tıkanma da
krizi teşvik edici bir neden olur.
Böylelikle
krizin genel koşullarını belirtmiş olduk. Bunlar Marks'ın
tespitleri olduğu için, ayrıca alıntılarla görüş desteklemeyi
gereksiz gördük. Marks bu konudaki görüşlerini “Kapital” ve
“Artı Değer Üzerine Teoriler” yapıtlarında ayrıntılı
olarak açıklamıştır.
Bahsettiğimiz
bu genel koşullar, kapitalist üretimle doğrudan bağlantı
içindedir.
“Krizlerin
genel koşulları (a.ç.M...kapitalist üretimin
genel koşullarından (hareketle) gelişirler” (K. Marks: Artı
Değer Üzerine Teoriler, C.26/2, s. 515-516, “Kapital'in 4.
cildi).
Bu
genel koşullar ve bu koşulların somut ifadeleri olarak yukarıda
belirttiğimiz çelişkiler ve onların gelişmesi Türkiye'de de
kapitalist üretim biçiminin nesnel gerçekliğini ifade ederler.
Bir taraftan kapitalist üretim biçiminin hakimiyetini kabul etmek
ve diğer taraftan da bu hakimiyetin nesnel sonuçları olan bu
çelişkileri göz ardı etmek teorik cüret işidir.
Yukarıda,
krize neden olan nedenleri/çelişkileri sıraladık. Krizin nihai
nedenini Marks şöyle açıklar:
“Bütün
gerçek krizlerin nihai nedeni, daima, kapitalist üretimin üretici
güçleri, sanki yalnız toplumun mutlak tüketim gücü bu güçlerin
sınırını teşkil edermişcesine geliştirme çaba sına zıt
olarak, kitlelerin yoksulluğu ve sınırlı tüketimidir”
(Kapital, C. 3, s. 429)-(Bu açıklamalar için Bkz.: Sınıf
Pusulası, Sayı 2, s. 23, Türkiye Ekonomisi ve Ekonomik Kriz
Sorunu” yazısı)
Görüyoruz
ki, ekonomik krizin patlak vermesi için bir “dışsal”
olguya, eli sopalı bir zebaniye ihtiyaç yok. Kriz,
kapitalist yeniden üretim sürecinde aranmalıdır. Yukarıdaki
faktörler de bu sürecin kesintiye uğramasının faktörleridir.
Gerisi
hikayedir veya hikaye değil diyorsanız, o zaman Grossmanncılıktır.
“Vulgar
iktisat” anlayışımızın, “teorik cahilliğimizin”
ve ”ML teori süsü verilmiş metafizik ve pozitivist
yaklaşımı”mızın bağışlanması koşuluyla bir de biz
soralım;
a-Üretim
ile pazar arasındaki çelişkinin
b-Çeşitli
üretim dalları arasındaki oransız gelişmenin
c-Ortalama
kar oranının
d-Kredi
mekanizmasının
Türk
ekonomisini 2000 yılında fazla üretim krizine sürüklediğini
açıklar mısınız?
Şu
“balon ekonomisi”, “köpük
ekonomisi”, “aşırı birikim krizi” demagojilerini bir
kenara bırakarak ve yukarıdaki dört noktayı açarak ekonominin
2000 yılında fazla üretim krizinde olduğunu kanıtlar mısınız?
Marksist-leninist politik ekonomiye, Marksist kriz teorisine göre mi
Türk ekonomisini değerlendiriyorsunuz?
Yoksa
Grossmann teorisine göre mi Türk ekonomisini değerlendiriyorsunuz?
Hikaye
olan ne?
Marksist
teori mi? Grossmancılık mı?
Tercih
sizin!
Deniyor
ki “büyük çaplı bir ekonomik yıkım dalgasının
yaklaşmakta olduğu öngörüsünde bulunmuş tuk. Tahlil ve
öngörülerinizin doğrulanması için birkaç ay bile geçmesi
gerekmedi”(agy).
Tamam,
bu gelişmeyi açılan ve kapanan şirketleri kıstas alarak
göstermeye çalışalım.
“Büyük
çaplı bir ekonomik yıkımın dalgasının yaklaş makta olduğu
öngörüldüğüne” göre ne getirmek zorundayız?
a-Açılan
firma sayısının oldukça az olması gerekir.
b-
Kapanan firma sayısının olağanüstü boyutlara varması gerekir.
Ama
aşağıdaki verilerde böyle bir durum görmüyoruz.
1999'dan
2000'e yeni açılan şirket ve kooperatiflerin sayısı yüzde 22,44
oranında ve kapananlarınki de yüzde 34,01 oranında artıyor. Yeni
açılan firma sayısı 1999'da 22691'den 2000'de 21404'e düşerken,
kapanan firmalar da -keza aynı yıllarda10166'dan 12055'e çıkıyor.
Mart 2000'de yeni açılan firma sayısı 1618, Mart 2001'de ise
1008. Aynı dönemde kapanan firma sayısı 909 ve 775. Ocak-Mart
2000'de yeni açılan firma sayısı 5103, Mart-Ocak 2001'de ise yeni
açılan firma sayısı 4 785. Aynı dönemde kapanan firma sayısı
4033 ve 4146.
Diğer
dönemlerde de şu veya bu şekilde aynı eğilimin hakim olduğunu
görüyoruz. Bu veriler, açılan ve kapanan firma sayısı arasında
çok önemli, olağandışı bir durum ifade eden iniş ve çıkışların
olmaması krizin değil, ekonomide istikrarsız gelişmenin ve 2000
yılı itibariyle GSYİÜ, yüzde 7 oranında arttığı için de
tekelleşmenin; güçlü firmaların zayıf olanları yok etmesinin
ifadesidir. Tabii avanak küçük burjuvazi bunu göremez ve anlamaz.
Göremez ve anlamaz, çünkü görmesi ve anlaması önünde saplantı
biçimini almış teorik engel vardır.
Firma
sayısındaki bu gelişme kendini başka nasıl gösteriyor?
-İflas
eden binlerce esnafın, o küçük üreticinin sokağa çıkmasıyla.
-İşsizlerin
sayısının artmasıyla.
Büyük
çaplı bir ekonomik yıkım dalgasının yaklaşmakta olduğunu
aylar önce öngörenler, kaç büyük firmanın (üretimde) iflas
etmiş olduğunu da acaba tespit ettiler mi? Evet, Türk ekonomisinde
tekelleşme oranı yüksektir. Sanayi üretiminin yüzde 80'inden
fazlasını büyük çaplı firmalar sağlıyor. Kaç tane büyük
çaplı firma iflas etti?
Biz
bilmiyoruz, biliyorsanız söyleyin!
Avanak
küçük burjuva neyi anlamaz?
-Herhangi
bir kapitalist ülkede ekonominin sürekli krizde olamayacağını,
bunun kapitalist sistemin işlerliğine; sermaye hareketinin yasal
gelişmesine aykırı olduğunu anlamaz.
-Herhangi
bir kapitalist ülkede ekonominin ”ikide bir” krize
girip-çıkamayacağını; ikide bir fazla üretim krizinin patlak
vermeyeceğini anlamaz.
-Herhangi
kapitalist bir ülkede ekonomik krizin belli aralıklarla dönemsel
olarak, devrevi olarak patlak vereceğini anlamaz.
-Herhangi
kapitalist bir ülkede ekonomik krizin devrevi olmasının nedeninin
sabit sermaye dönüşümünde aranması gerektiğini anlamaz.
-Türk
ekonomisinin emperyalizme bağımlı olmasına rağmen ekonominin
kendi devrevi hareketini oluşturacak güçte olduğunu kavramaz.
-Her
ekonomik krizin mutlaka ve mutlaka sabit sermaye (fabrikalar,
işletmeler, makineler, hammaddeler) kıyımı, yok edilmesi anlamına
geldiğini ve Türk ekonomisinin -diyelim ki sık sık kriz içinde
bunu kaldıracak güçte olmadığını asla anlamaz.
-Kapitalist
üretim biçiminde görülen sisteme özgü, onun çelişkilerinin
ifadesi olan yegane krizin ekonomik kriz (fazla üretim krizi)
olduğunu bu kriz dışındakilerin (borsa, para, kredi, spekülasyon,
bir bütün olarak mali kriz) kapitalist üretim biçiminin yeniden
üretim sürecinden kaynaklanmadığını -bu anlamda sisteme aykırı
olduklarını asla ve asla kavramaz.
-Teorik
engelliler için her şey krizdir. Literatürlerinde kriz ve
(ekonominin) çökmesi kriz ve çökmek kavram ve anlayışının
ötesinde bir şey yoktur.
Teoride
Doğrultu, Sayı
4, Mayıs-Haziran 2001.
*) Üst başlığı ben ekledim.