Yeni hükümet de gözünü özelleştirmeye dikti. Bütçe açığını kapatmak veya başka cari giderlerini karşılamak için özelleştirmeye hız vereceğini açıkladı. Daha önceki hükümetler de benzeri açıklamalar yapmışlardı. Özelleştirme, özelleştirmeye karşı mücadeleyi de gündeme getirdi. Özelleştirme, aynı zamanda, özelleştirilen maddi değerlerin sınıfsal karakterini ve buna bağlı olarak başka kavramları da gündemleştirdi. Örneğin özelleştirme ve ulusal zenginlik arasındaki bağ. Sorun, maddi değerlerin üretimi ve bunun bir sonucu olarak ulusal zenginlik olduğuna göre bu konuda iki farklı sınıfsal yaklaşımın açıklamak gerekir. Kapitalizmde modern sınıfların; burjuvazi ve işçi sınıfının ve siyasi temsilcilerinin bu kavrama yükledikleri anlam farklı. Buna açıklık getirmek için şöyle de sorabiliriz: kapitalizmde sermaye ne derece ulusaldır, ne derece ulusal değildir? Emperyalist sermaye ile işbirliği içinde olan, ona tabi olan işbirlikçi tekelci burjuvazinin sermayesi ne derece ulusaldır? Veya güncel konu olan özelleştirmeyi ele alalım. Burjuvazi, özelleştirme adı altında kimin “malını” satıyor? Özelleştirilen fabrikalar, işletmeler, bankalar, yani kapitalist devletin mülkiyetinde olan bu maddi değerler ne derece ulusaldır?
Bu soruya açıklık getirmeden önce bir açıklama yapalım: Ulus kavramını iki kapsamda ele almak gerekir: Birincisi, geniş anlamda ulus ve ikincisi de dar anlamda ulus: Geniş kapsamlı ulus kavramı içinde sınıf olarak burjuvazi yer alır. Ama onun işbirlikçi kesimi, yani hâkim sınıf konumunda olan, emperyalizmle işbirliği içinde olan kesimi bu kavramın dışındadır. Kozmopolit olan işbirlikçi tekelci burjuvazinin Türk ve Kürt ulusuyla özdeşleşen (dil, isim vs. dışında) hiçbir yanları yoktur. Dar kapsamlı ulus kavramı içinde esas itibariyle işçi sınıfı ve emekçiler yer alırlar. Bu kapsamdaki ulus içinde sınıf olarak burjuvazinin yeri yoktur.
İster geniş, isterse de dar kapsamlı ulus kavramı açısından bakalım, soru şu: Sermaye ne derece ulusaldır ve özelleştirilen maddi değerlerin esas sahibi kimdir? Ulusu, geniş kapsamlı ele alırsak, ulusal zenginlikten bahsedemeyiz, ama dar kapsamlı olarak ele alırsak ulusal zenginlikten bahsedebiliriz anlayışında olanlar olabilir. Bu yanlış bir anlayıştır. Kapitalizmde maddi zenginlikler, değerler, bir bütün olarak üretim araçları, hâkim sınıf olan burjuvazinin elindedir, özel mülkiyettedir. Özel mülkiyeti, işbirlikçi tekelci burjuvazinin mülkiyeti, devlet mülkiyeti, ulusal burjuvazinin mülkiyeti diye ayırsak da sonuç aynı; kapitalizmde sermayenin sınıfsal adı burjuvazidir. Ama buna rağmen bu sınıfın elindeki/mülkiyetindeki sermaye ulusaldır. Hem de yüzde yüz ulusaldır ve hükümet, özelleştirme adı altında yüzde yüz ulusal olan maddi değerleri pazarlıyor.
Burjuvazinin ve devletinin elindeki sermaye neden yüzde yüz ulusaldır? Marksizm bunu şöyle açıklıyor:
Kapitalist üretim, ücretli işe dayanır. Her sermaye yola, belli miktarda para olarak çıkar. Ama para, para olarak, tek başına sermaye değildir. Para, ancak, yabancı işgücünü sömürmek için kullanılmaya başladığında sermaye olur. Demek oluyor ki sermaye sahibi; kişi, şirket veya devlet, kapitalist üretim yapabilmek için üretim araçları, hammaddeler (değişmeyen sermaye) ve değişken sermaye (işgücü) satın almak zorundadır. Diyelim ki bu kişi, şirket veya devlet biçimindeki kapitalistin sermayesi 100 TL olsun. Sermayesinin 70 TL'sini değişmeyen sermaye için harcarken, geriye kalan 30 TL'sini de işgücü satın almak için kullanmış olabileceğini düşünebiliriz. Düşünmeye düşünebiliriz. Ama birazcık yanılmış oluruz.
Çünkü kapitalist, işgücü ücreti olarak işçiye kendi kesesinden hiçbir şey vermez:
"Kapitalist üretim biçiminin hâkim olduğu bütün ülkelerde, sözleşmeyle belirlenen süre içinde işgücü kullanılmadan önce ödeme yapılmaz. Örneğin ödeme, hafta sonunda yapılır. Bundan dolayı, her zaman, işgücünün kullanım değeri, kapitaliste avans olarak verilir. İşçi, henüz karşılığını almadığı işgücünün, satın alıcı tarafından tüketilmesine izin vermekte ve bundan dolayı işçi, her tarafta kapitaliste kredi açmakta. Bu kredinin bir hayal ürünü olmadığı, yalnız kapitalistin iflası üzerine zaman zaman işçinin uğradığı ücret kayıpları ile değil, bir dizi uzun süreli sonuçlarla da görülür." (K. Marks, Kapital, C.I, s. 188, Alm. Not: A. Bilgi, buraya aktardığımız anlayışın ilk cümlesini şöyle çevirmiş:"Kapitalist üretim biçiminin hâkim olduğu her ülkede, …emek-gücü kullanımından önce ödemenin yapılmaması bir gelenektir." Sol Yayınları, 3. Baskı, s. 189. A. Bilgi bu yasayı gelenek haline getiriyor. Yani işçiler, çalışmadan önce de ücretlerini alabilirler, ama bu gelenek olmamış gibi bir havayı çevirisinde uyandırıyor. Marks'ın yasa olarak gördüğünü, A. Bilgi gelenek olarak görüyor ve olan da okura oluyor.)
Demek oluyor ki kapitalist, işçinin ücretini kendi cebinden ödemiyor. Yukarıdaki örneğimizde söz konusu olan 30 TL'yi, işçiye, ücret olarak vermiyor. Olan şu: İşçi, çalışmaya başlıyor, meta üretiyor ve kapitalist, bu metaları satıyor. Sonra da işçiye ücretini veriyor. Bu durumda işçi, kapitalisti finanse ediyor, dolayısıyla da kendi kendini finanse ediyor.
İşgücü için harcama yapmıyorsa, üretim araçları için harcama yapıyor diyebilirsiniz? Yani elindeki 100 TL tutarındaki sermayenin hepsini üretim araçlarına yatırmış diyebilirsiniz. Ama yanılmış olursunuz.
"Ama kapitalist her hangi bir yerde, her hangi bir zamanda başlamak zorundadır. Bundan dolayı, …kapitalistin bir zamanlar, ödenmemiş yabancı işten bağımsız olarak herhangi bir birikimin parasal sahibi olması muhtemeldir ve o bundan dolayı pazarda, işgücü satın alıcısı olarak görülebiliyordu." (K. Marks, Agk., s. 594)
Burada kapitalistin, kapitalist olmaya nasıl başladığını öğreniyoruz. Tabii ki bu, muhtemel bir başlangıç. Her kapitalist, kapitalist olmaya böyle başlar diye bir kural yok. Marks, burada sermayenin menşei hakkında muhtemel dürüstlüğe bir örnek vermiş. Ama bu "dürüst" kapitalistin çalıştırdığı işçiye ücretini nasıl ödediğini yukarıda görmüştük.
"İşgücünün tüketim süreci, aynı zamanda meta ve artı değerin üretim sürecidir" (Marks, Agk., s. 189). Bu süreç ise bir defaya mahsus olan bir hareket/eylem değildir. Kapitalist üretim sürecinde devamlılık esastır ve bu devamlılık, bütün sermayeyi etkileyen olağanüstü değişmeleri beraberinde getirir.
"Eğer, 1000 sterlinlik bir sermaye, yılda 200 sterlinlik bir artı değer yaratır ve bu artı değer her yıl tüketilirse, beş yılın sonunda tüketilen artı değer 5x200 sterline ya da başlangıçta yatırılan 1000 sterline ulaşacaktır. Yok eğer yalnız bir kısmı, diyelim ki yarısı, tüketilecek olursa, 10 yılın sonunda aynı sonuca varılacaktır. Çünkü 10x100=1000 sterlin eder. Genel olarak; yatırılan sermayenin değeri yılda tüketilen artı değere bölünürse, başlangıçta yatırılan sermayenin kapitalist tarafından tamamen tüketilmiş ve bu nedenle de yok olacağı yılların, ya da yeniden üretim dönemlerinin sayısı elde edilir. Kapitalist başkalarının karşılığı ödenmemiş işini, yani artı değeri ürettiğini ve ilk yatırdığı sermayesi ise olduğu gibi tuttuğunu sanır. Ama onun bu düşüncesi gerçekleri değiştirmez. Aradan belli sayıda yıl geçtikten sonra, o zaman sahip olduğu sermaye değeri, o yıllar boyunca elde ettiği artı değer toplamına ve tükettiği toplam değer ise başlangıçtaki sermayesine eşittir. Elinde toplam miktarı değişmeyen bir sermaye bulunduğu ve bunun bir kısmının, yani binaların, makinelerin vb. daha işe giriştiği zaman var oldukları doğrudur. Ama bizi burada ilgilendiren şey maddi öğeler değil, bu sermayenin değeridir. Bir kimse bütün varını yoğunu, bu varlığın değerine eşit bir borca girmekle tüketmiş olsa onun bu varlığının borçlarının toplamından başka bir şeyi temsil etmeyeceği açıktır. Kapitalist için de durum böyledir; ilk yatırdığı sermayenin eşdeğeri miktarında bir değeri tüketmiş olsa o günkü sermayenin değeri, karşılığını ödemeksizin elde ettiği artı değerin toplam miktarından başka bir şeyi temsil etmez. Eski sermayenin tek bir kuruşu bile artık var olmaya devam etmez.
Demek ki, her türlü birikimin dışında, salt üretim sürecinin sürekliliği, başka türlü ifade edilirse, basit yeniden üretim, eninde sonunda ve zorunlu olarak her sermayeyi, birikmiş sermayeye ya da sermayeleşmiş artı değere dönüştürür. Bu sermaye, başlangıçta onu kullanan kimsenin kişisel işi ile elde edilmiş bile olsa, er geç eşdeğeri verilmeksizin elde edilmiş bir değer, başkalarının parada ya da başka bir metada maddeleşen karşılığı ödenmemiş emeği halini alır"(Marks, Agk., s. 594-595).
Burada söz konusu olan kapitalistin yerine Koç’u, Sabancı'yı veya devleti koyalım. 1000 sterlin yerine de 1000 TL diyelim ve Koç veya devlet, bu miktarla (aynen ‘30’lu yıllarda olduğu gibi) üretime başlamış olsun. Bu durumda Koç veya devlet, sermayesinin ancak bir kısmını kişisel veya kamusal tüketmek ve geriye kalan kısmını yeniden yatırıma dönüştürmek koşuluyla –ki bu kapitalist üretimin 'olmazsa olmaz' koşuludur– bir kaç sene içinde kendine ait olan başlangıç sermayesini tüketmiş olacaktır. Koç veya devlet, 1000 TL ile işe başlamışsa ve bu sermaye ile yılda 200 TL tutarında bir artı değer elde ediyorsa ve diyelim ki, bunun 100 TL'sini kişisel veya kamusal olarak tüketiyorsa, geriye kalanını yeniden yatırımda kullanıyorsa, 10 sene sonra o, başlangıçtaki sermayesini, yani 1000 TL'yi tamamen tüketmiş olacak ve elinde var olan bütün zenginlikler, sermaye; makineler, fabrika binalar vb. yabancı işgücünün sömürülmesiyle elde edilmiş olacaktır. Burada, Marks'ın dediği gibi, Koç'un veya devletin "eski sermayesinden bir atomluk değer" dahi yoktur. Bütün değer, başkasına aittir. Bütün değer, onu üretene aittir. O halde zenginliğin kaynağı ne kapitalisttir, ne devlettir ve ne de başlangıç sermayesidir. Zenginliğin kaynağı, üretimde çalışan işçidir.
Ama Koç veya devlet, 10 işçi ile işe başladıysa bugün binlerce işçiyi çalıştırıyor, onların ücretini kendi sermayesinden ödemiyor mu diye düşünebilirsiniz. Ama yanlış düşünmüş olursunuz. Koç veya devlet, 100 bin işçi de çalıştırsa, ücret olarak onların hiçbirisine kendi cebinden beş para ödemiyor.
"Artı değer, kapitalistin malıdır; zaten hiçbir zaman bir başkasına ait olmamıştır. Şayet bunu, üretim amacıyla yatıracak olursa, bu yatırım, tıpkı pazara ilk gittiği gün olduğu gibi onun kendi fonundan yapılmış olur. Bu defa bu fonun, çalıştırdığı işçilerin, karşılığı ödenmemiş işinden toplanmış olması hiçbir şey değiştirmez. İşçi B'nin ücreti, eğer işçi A'nın ürettiği artı değerden ödenmişse, önce A, bu artı değeri, kendine ait metanın tam fiyatından tek bir kuruş kesilmeksizin sağlamıştır. Sonra bu alışveriş B'yi hiç mi hiç ilgilendirmez. B'nin isteyeceği ve istemeye hakkı olduğu şey, kapitalistin, işgücünün değerini kendisine ödemesidir“ (K. Marks, Agk., s. 612)
Örneğimiz üzerinden devam edelim: Koç veya devlet, üretime, örneğin 10 işçi ile başlamış olsun. O, bu 10 işçinin ücretini, bu 10 işçiyi belli bir süre, diyelim ki bir hafta, çalıştırdıktan sonra haftalık olarak veriyordu. Şimdi ise çalıştırdığı binlerce işçi, Koç veya devlet adına birbirlerinin ücretlerini finanse ediyorlar. Ali'nin ücreti, Veli'nin daha önce ürettiği artı değerden, Veli'nin ücreti de Ali'nin daha önce ürettiği artı değerden vb. kaynaklanıyor.
O halde Koç veya herhangi bir kapitalist veya devlet, kendi sermayesini değil, başkalarının, işçilerin ürettikleri artı değeri kullanıyor.
"Kaynağı ne olursa olsun, basit yeniden üretimde bile bütün sermayenin, birikmiş sermayeye, sermayeleşmiş artı değere dönüştüğünü… görmüştük. Doğrudan doğruya birikmiş sermaye ile yani ister biriktirenin, ister başkalarının elinde çalıştırılan, sermayeleşen artı değer ya da artı ürün ile karşılaştırıldığında, başlangıçta yatırılan bütün sermaye, bu üretim seli içinde, gittikçe yok olan bir miktar… haline gelir. İşte bu nedenle, politik ekonomi sermayeyi 'artı değer üretiminde tekrar kullanılan biriktirilmiş zenginlik' (dönüştürülmüş artı değer ya da gelir) olarak, kapitalisti ise 'artı değerin sahibi' diye tanımlar. Bu tanım, bütün mevcut sermaye, biriktirilmiş ya da sermayeleşmiş faizdir sözünün başka türlü ifade edilmiş şeklidir" (K. Marks, Agk., s. 613-614)
Demek oluyor ki, üretim süreci nasıl başlarsa başlasın, sermayenin menşei ne olursa olsun, belli bir zaman sonra bu sermaye, başlangıçtaki sermaye olmaktan çıkıyor. Başlangıçta yatırılan sermaye, işçinin sömürülmesiyle elde edilen sermayeye, "birikmiş sermaye veya sermayeleşmiş artı değer"e oranla giderek azalıyor. İşte bu "sermayeleşmiş artı değer", her bir kapitalistin (kişi, şirket, devlet olarak) sermayesinin esasını oluşturmaktadır. Dolayısıyla o, aslında, onu üreten sınıfındır. Yani işçi sınıfının.
"Ama başlangıçta yalnızca hareket noktası olan bu şey, salt sürecin sürekliliği… ile kapitalist üretimin durmadan yenilenen ve yenilenen, kendine özgü bir sonucu halini alıyor. Üretim süreci bir yandan ardı arkası kesilmeden maddi zenginliği sermayeye, kapitalist için daha fazla zenginlik ve zevk yaratma aracına çeviriyor. Öte yandan işçi, üretim sürecine bir zenginlik kaynağı olarak girdiği halde, süreci kendisinin de zenginliğinin kaynağı olabilecek bütün araçlardan yoksun olarak terk ediyor. …üretim süreci, aynı zamanda, kapitalistin, işgücünü tükettiği bir süreç olduğu için, işçinin ürünü sürekli olarak yalnız metalara değil, sermayeye, değer yaratıcı gücü emen değere, işçiyi satın alan geçim araçlarına, üreticilere komuta eden üretim araçlarına da dönüşür. İşçi bu nedenle, durup dinlenmeden, sermaye biçiminde, kendisine egemen olan ve onu sömüren yabancı bir güç biçiminde, maddi nesnel zenginlik yaratır…"(Marks, Agk., s. 595-596) ve
"Kapitalist üretim, toplumsal üretim sürecinin tekniği ve kombinasyonlarını… aynı zamanda, bütün zenginliğin kaynağını –toprak ve işçi– kurutarak geliştirir" (Marks, Agk., s. 529-530).
İşçinin sürekli, nesnel zenginlik olarak sermaye üretmesi ve kapitalistin de işçide var olan öznel zenginlik kaynağı olarak işgücünü üretmesi, kapitalist üretimin olmazsa olmaz koşuludur (Marks).
Yukarıda, kapitalist üretim sürecinde başlangıçta kapitaliste ait olan sermayenin, artı değerin artmasına oranla nasıl azaldığını veya kapitalistin kendi sermayesini –örneğimizde olduğu gibi– 10 senede hangi nedenden dolayı tüketmiş olduğunu Marks vasıtasıyla gösterdik. Bu durumda ister geniş kapsamlı ulus kavramı dışında kalan kozmopolit burjuvazisinin (Türkiye somutunda da işbirlikçi tekelci burjuvazi) isterse de kapsamdaki ulus kavramı içinde yer alan ulusal burjuvazinin elinde/mülkiyetinde olsun sermaye, onu üretenin kaynağı açısından işçi sınıfınındır ve bu anlamda da ulusal zenginliğin doğrudan bir ifadesidir ve hükümet, özelleştirme adı altında bu ulusal zenginliğin tekellere peşkeş çekmektedir.
Burjuva hukuk anlayışı bu konuda çifte standartlıdır. Bir taraftan her şeyi ulusal varlık/zenginlik olarak görür, ama diğer taraftan da mülkiyet anlayışından dolayı bu zenginliklerin önemli bir kısmını kişinin özel mülkiyeti alarak değerlendirerek "adalet"ini bu mülkiyet temelinde yükseltir. Böylelikle işçi sınıfı, kendi ürettiği zenginliğe hukuksal olarak da sahip çıkamaz.
Bu zenginliğin nasıl üretildiğini ve sahibini biliyoruz. Bu işçi sınıfıdır. O halde işçi sınıfı, bütün ulusal zenginliği üretiyor ve onun esas sahibidir. Demek oluyor ki, Türkiye'de faal olan yerli ve yabancı sermaye, burjuva hukuk bazında emperyalistlerin ve işbirlikçi tekelci burjuvazinindir. Ama onun esas sahibi işçi sınıfıdır.
Ayrıca soruna böyle bakmıyorsak, özelleştirme konusunda şunu demeliyiz. Devletin mülkiyetinde olan zenginliğin (fabrikalar, işletmeler, toprak, bankalar vs.) şu veya bu tekele satılması, peşkeş çekilmesi bizi ilgilendirmiyor. Bunu diyemeyiz. Aksi taktirde, ülkenin talan edilmesine seyirci kalmış oluruz. Seyirci kalamadığımız, talan edilmesine kayıtsız olmadığımızın şey, maddi değerlerdir, işçi sınıfının ürettiği artı değerin sermaye (fabrika, makine vs.) biçimidir.
İşçi sınıfı, hem geniş, hem de dar kapsamlı ulus kavramının en önemli bileşenidir. Bu sınıfın ulusallığından (buradaki ulusallığın herhangi bir ulusla; Türk ulusu, Kürt ulusu veya Alman ulusu kavramıyla bir ilgisi yoktur) şüphemiz yoksa onun ürettiği artı değerin, zenginliklerin ulusallığından da şüphemiz olamaz. Özelleştirmeye karşı mücadelede sorunun bu yönü açılmalıdır.