Güncel neoliberal istihdam politikası iki temel anlayış üzerinde yükselmektedir. Anlayışlar yanlış olduğu için beklenilenin tersi sonuçlara varılmaktadır.
1.Anlayış: Reel ücretler, verimlilik gelişmesine göre oldukça güçlü artarsa işsizlik doğar. Ekonomide böyle bir durum söz konusuysa, bu sorunun aşılması için yapılması gereken, işletmelerin pahalı işgücü yerine ucuz sermaye kullanmaya geçmeleridir. Artan işsizliğin, reel ücretleri yeniden baskılaması; aşağıya doğru çekmesi durumunda daha çok işgücü ve görece daha az sermaye talebi doğar. Bu anlayışa göre işsizlik, nispeten uzun bir dönem verimlilik gelişmesinin gerisinde kaldığında aşılmış olur. Yani reel ücret artışı, verimlilik artışını aşmamalıdır.
2. Anlayış: Sosyal haklar sınırlandırılmalı, yardım alanlar baskı altında tutulmalı ve böylece, işsizlikten dolayı sosyal yardım alma olanakları sınırlandırılacağı için, işsizler iş aramak zorunda kalırlar.
ABD’de –İngiltere’de de- istihdam politikası bu iki anlayış üzerine kurulmuş. Almanya’da gündemde olan Hartz-Konseptiyle veya genel anlamda bu alandaki “reform” çabalarıyla Alman istihdam politikasının amerikanlaştırılmasını hedefleniyor.
Bu iki anlayışın uygulanması sonucunda ABD’de bir istihdam “mucizesi” gerçekleştirilmişti. Ama gerçek durum ise tamamen farklıdır.
Ücret-istihdam bazında ABD ve Avrupa’yı karşılaştıran IMF şu sonuca varıyor: “ABD’de reel ücretin artışı, iş verimliliğinin artışının gerisinde kalırken, Avrupa’da reel ücret masrafları iş verimliliğiyle uyumluluk içinde artmıştır” (IMF; World Economic Outlook, Syf., 45. Aktaran; Heiner Flassbeck/Friederike Spiecker; Reallohn und Arbeitslosigkeit. Es gibt keine Wahl. WSI-Mitteilungen, s. 700/701).
Bunun anlamı şudur: Verimlilik artışı ABD’de yeni işyeri için kullanılırken, Avrupa’da reel ücretlerin artışı için kullanılmıştır.
Varılan sonuç yanlış: Şüphesiz, ABD’de geçen yüzyılın ‘80’li yıllarından bu yana istihdam, Avrupa ile karşılaştırıldığında oldukça artmıştır. Ama aynı zamanda reel ücretler de, Avrupa’da olduğu gibi iki misli artmıştır. Özellikle 1995’ten bu yana reel ücretler güçlü artmıştır. Bu dönem, istihdam olanaklarının daha ziyade mevcut olduğu bir dönemdir.
Sonuç itibariyle:
ABD’de ücretler artıyor, işsizlik oranı düşüyor!
İngiltere’de ücretler artıyor, işsizlik oranı düşüyor!
Almanya (Batı), ücret gelişmesinde AB sıralamasının gerilerinde yer alıyor.
Fransa, ücret gelişmesinde AB sıralamasının ortalarında yer alıyor.
Bu anlayışa göre reel ücretlerin arttığı ülkelerde istihdam olanakları doğuyor ve işsizlik oranı düşüyor! Buna karşın reel ücretlerin artmadığı, verimliliğin gerisinde kaldığı ülkelerde işsizlik oranı yükseliyor. Burada istihdam ile reel ücret arasındaki ilişki şöyle: Reel ücretler ne kadar artarsa, işsizlik de o kadar azalır!
Fransa ve Almanya, en düşük “reel ücret pozisyonu”na sahipler (“Reel ücret pozisyonu”, verimliliğin artış oranı çıkartıldıktan sonraki reel ücret artışı demektir). Somutlaştırırsak: Bu iki ülkede ücret artışı, verimlilik artışının çok gerisinde kalmıştır. Örneğin Almanya’da 1980’lerden bu yana ücret artışı, verimlilik artışından yüzde 17 oranında geridir. Bu oran ABD ve İngiltere’de ancak yüzde 3’tür.
“Reel ücret pozisyonu”na göre ABD’de reel ücretler arttığı için veya verimlilik artışını yüzde 3 oranında geride takip ettiği için işsizlik oranı da yüzde 7’den yüzde 5’e düşmüş. Almanya’da ise ücret artışı, verimlilik artışını yüzde 17 oranında geriden takip ettiği için işsizlik artmış ve ele alınan dönemde yüzde 3’ten yüzde 9’a çıkmış.
Bu hesaplama, “reel ücret pozisyonu” ne kadar yüksek olursa, işsizlik oranı da o kadar düşer sonucuna götürmektedir.
Bu anlayışların, istihdam politikalarının gerçekle ilişkisi ne? Gerçekten, reel ücretler artınca, işsizlik oranı düşüyor mu veya reel ücretler, verimlilik artışının gerisinde kalınca işsizlik oranı yükseliyor mu? İstatistik veriler, gelişmenin böyle olduğunu görünüşte kanıtlıyorlar!
Bunların gerçekle ilişkisi yok. İstatistik veriler, istenilen sonuçları elde etmek için çarpıtılıyor. Sayısız nedenlerden, uygulanan baskılardan, birkaç saatlik iş olanağından dolayı yüz binlerce işsiz, işsizler istatistiğinden çıkartılıyor ve böylece işsizlik oranı düşük çıkartılıyor. ABD ve İngiltere’de böyle yapılıyor. Almanya da bu anlamda Amerikanlaşıyor ve İngiltereleşiyor. İstihdam politikası da kuralsızlaştırmaya dayandırılıyor. Bu alanda ABD ve İngiltere model olarak gösteriliyor.
ABD açısından yukarıda belirtilen sonuca nasıl varılmıştır sorusunun ayrıntısı başka bir gerçeği açığa çıkartıyor: ABD’de orta ve yüksek gelirliler (kalifiye iş) kategorisinde olanların ücretleri artıyor. Bu ülkede en iyi kazananların üst kesiminde gelirler 1980’den bu yana yüzde 157 oranında artmıştır. Ama ortalama bir Amerikan ailesinin geliri hemen hemen aynı kalmıştır. Amerikan işçilerinin büyük kesiminin reel ücretleri 20 sene öncesi seviyesinden daha düşük. Amerikan Ticaret Bakanlığına göre Amerikan vatandaşlarının yüzde 30’u yoksul kategorisindedir.
Amerika’da, istatistik oyunlarla resmi işsizlik oranı yüzde 3,8 oranında düşürülmüştür (Diğer ülkelerde de bu oyun oynanıyor). Gerçek işsizlik oranı ise bunun üç mislidir. Ancak, iş dünyasındaki kuralsızlaştırma ve yüksek gelirliler kategorisinde reel ücretlerin artışı sonucunda gerçek işsizlik oranı yüzde 2,4 oranında düşmüştür. Yani, resmi değil, gerçek işsizlik oranı yüzde 11,4’ten (3,8x3=11,4) yüzde 9’a (11,4-2,4) düşmüştür.
Krizden dolayı ABD’de orta tabakalarda da işsizli yeniden artmaya başlamıştır.
Yüksek ücret, istihdam iç pazarı tetikler ve krizden çıkılır reformist anlayışlar da iflas etmiştir.
Kapitalizmde işsizlik neden ortadan kaldırılamaz veya günümüz kapitalizminde kronik kitlesel işsizlik neden önlenemez?
Emperyalist burjuvazinin, uluslararası tekellerin ve bunun ötesinde burjuva sendikaların işsizliğe çare bulmak için ürettikleri düşünceler, gerçeklik karşısında ancak çürük olduklarını, bilimsel olmadıklarını, işsizliğe çare olmadıklarını gösterme şansına sahip olabildiler. Bütün bu çabalar, sonuçta sermaye hareketinin nesnel yasasına ters düştükleri için sonuçsuz kalmışlardır. Her bir sermaye (tekel, kapitalist) rekabetten dolayı var olabilmek ve bunun ötesinde dünya pazarlarında pay kapmak ve bu payı genişletmek için modern, rasyonel yeniden yapılanmak zorundadır. Her yeni yatırım, sermayenin organik bileşimini, değişmeyen sermaye (makineler, teçhizatlar, binalar, hammaddeler vs.) lehine değiştirir. Buna sermayenin organik bileşiminin yükselmesi denir. Bu bileşimin yükselmesi, değişen sermayenin (işgücü) değişmeyen sermayeye oranla görece küçülmesi demektir. Sömürünün, artı değerin kaynağı da işgücü olduğu için, her yeni yatırım, sonunda kar oranlarının düşmesine neden olur. Çeşitli faktörleri devreye sokarak kapitalist, kar oranlarının düşmesini belli bir süre engelleyebilir, ama ortadan kaldıramaz. Dolayısıyla ekonomik krizleri, işsizliği ve günümüz açısından da kronikleşmiş kitlesel işsizliği ortadan kaldıramaz.
Kapitalistin, rekabette var olabilmek için attığı adımlar (yatırımlar, modernleşme, otomasyon, rasyonel üretim ve işletme yönetimi/örgütlenmesi vs.) başlangıçta, kar oranını yükseltse de, sonuçta sermayenin organik bileşimini değişmeyen sermayenin lehine değiştirdiği ve bileşimi yükselttiği için kaçınılmaz olarak işsizliğe neden olur. Yani sermaye birikimi→yatırım=sermayenin organik bileşiminin yükselmesi=işsizlik demektir. Bunun böyle olduğunu şu veriler göstermektedir: Almanya’da 1991’den 2001’e verimlilik yüzde 22 civarında, üretim yüzde 16 civarında artarken istihdam 2001’de 1991’deki seviyesinde kalıyor.