deneme

8 Temmuz 2003 Salı

HAFTADA 35 SAAT ÇALIŞMA TALEBİ VE İŞSİZLİK


 
Doğu Almanya’da sürdürülen grev, beklenmedik bir biçimde yenilgiyle sonuçlandı. İşçiler greve hazırdılar ve devamından yanaydılar. Ama IG-Metall sendikası başkanı grevin yenilgiyle sonuçlandığını açıkladı. Böyle bir açıklamanın ve grev kırıcılığının esas nedeni henüz tam olarak bilinmiyor. Ama her halükarda hükümetin neoliberal saldırılarına boyun eğildiği, bu anlamda da tekeller-hükümet ve sendika bürokrasisi arasında grevin sonlandırılması, aksi taktirde bütün ülkeye yayılama tehlikesinin olduğu konusunda belli bir uzlaşmaya varıldığı açık.
Haftada 35 saat çalışma, Doğu Almanya metal işletmelerinde başlatılan grevin temel talebiydi.
Bu makalede, birçok ülkede olduğu gibi Almanya’da da hiç gündemden düşmeyen ve işsizliği önlemenin temel yolu olarak gösterilmeye çalışılan bu talebin işsizlikle, daha doğrusu kitlesel kronik işsizlikle ilişkisine bakacağız.

Kapitalizmde işsizliği ortadan kaldırmanın olanağı yoktur. Ama işsizlerin sayısının azaltılmasının koşulları vardır. Ekonomik devreviliğin yükseliş döneminde; konjonktürün iyi olduğu dönemlerde işsizlerin sayısında belli bir azalma olur. Bu dönemlerde yeni iş olanaklarıyla işsizlik bir nebze de olsa emilir. Ama kapitalist ekonomi tarihinin gösterdiği gibi, ekonominin yükseliş döneminde de sürekli bir işsizler ordusu vardır. Kapitalistler, bu sanayi yedek ordusunu, çalışan işçiler ve ücretlerin seyri üzerinde baskı aracı olarak kullanırlar.

İşsizler ordusunun sayısal büyümesi veya küçülmesi, önceleri, kapitalist ekonominin devrevi hareketine bağlı bir gelişmeydi. Ekonomi krizde olduğu zaman işsizlerin sayısı olağanüstü artıyor, ekonomi krizden çıkmaya başladığında ve yükselmeye geçtiğinde de işsizlerin sayısı azalmaya başlıyordu. Böylece ekonominin seyri, sanayi yedek ordusunun hacminin seyrini belirliyordu. Bu durumu şöyle de açıklayabiliriz: Sermaye birikimi, sanayi yedek ordusunu sayısal olarak azaltıyordu (ama eğilim olarak çoğaltıyordu). Çünkü sermaye birikimi, yatırım demektir ve yatırım da yeni iş yerlerinin açılması ve bir kısım işsizin iş bulması anlamına gelmektedir. Ama bu, aynı zamanda, sermayenin organik bileşiminin yükselmesi (değişmeyen sermayenin değişken sermayeye oranla görece artması) ve işsizlik demektir.

Bu gelişmenin; sermaye birikimi-işsizli, kriz-işsizlik, ekonominin yükselmesi-işsizlik arasındaki ilişkinin en klasik gerçekleşmesini kapitalizmin serbest rekabetçi döneminden emperyalizmin I. Dünya Savaşına kadar olan döneminde görüyoruz.

Teknolojinin kazanımlarının daha yoğun olarak üretimde kullanılması; otomasyon, rasyonelleştirme, işletme sistemlerinde verim arttırıcı tedbirler, sonuç itibariyle ekonominin yükseliş döneminde de işsizlerin sayısında artışı beraberinde getirdi ve işsizler ordusunun sayısal azalması veya çoğalması, ekonomik devrevilikten bağımsızlaşmaya başladı. Sermaye birikiminin gerçekten görece fazla nüfusa; işsizlerin sayısının artmasına neden olduğu, ifadesini kitlesel kronik işsizlikte buldu.

Geçen yüzyılın 20’li yıllarında gündeme gelen ve ‘70’li yıllarından buyana da kapitalist sistemin bir görüngüsü olan kronik kitlesel işsizlik, önceleri (kapitalizmin serbest rekabetçi döneminden geçen yüzyılın ‘20’li yıllarına kadar olan dönemde) bir eğilimdi. Ama bu eğilim, bugün kapitalist sistemin nesnel bir yasasına dönüşmüştür. Bugünün koşullarında rekabet, teknolojik gelişme, otomasyon, rasyonelleştirme, devasa yatırımları kaçınılmaz kılıyor; Sermaye birikimi, sermayenin organik bileşimini değişmeyen sermaye lehine değiştirerek büyüyor veya sağlanıyor. Yani sermayenin organik bileşiminde değişken sermayenin (işgücü, ücretler) payı, değişmeyen sermayeye (makineler, fabrikalar, hammaddeler vs.) oranla görece küçülüyor. Böylece, önceleri, birikimin görece fazla nüfusa (işsizliğe) neden olma eğilimi, nesnel bir yasaya dönüşüyor. Her birikim, dolayısıyla yatırım, giderek daha çok işçinin işsiz kalmasını beraberinde getiriyor ve böylece işsizlik, kitleselleşiyor ve kitleselleşen işsizlik de kronikleşiyor.

Sermaye birikimi, kaçınılmaz olarak işsizliğe neden oluyor. Belirttiğimiz nedenlerden dolayı yatırımlar, sermayenin organik bileşimini yükseltiyor. Yani değişmeyen sermayenin payı değişken sermayeye göre artıyor. Bu da görece fazla nüfusun (işsizliğin) artması demektir. Bu durumda kapitalistin artı değer elde etme olanağı azalıyor. Çünkü sadece ve sadece işgücü artı değer yaratabilir. Bu süreç son kertede kar oranlarını düşürüyor. Böylece kapitalistler, tekeller, elde edilmek istenen sonucun tam tersini elde ediyorlar. Rekabet edebilmek, dünya pazarlarında pay kapmak ve iddialı olabilmek için sermayenin organik bileşimini yükselten modern teknoloji bazında devasa yatırımlar yapmak gerekiyor. Böylesi yatırımlar, sürekli daha az işgücü kullanımını beraberinde getiriyor. Sömürünün ve artı değerin kaynağı olarak daha az işgücü kullanımı, kar oranlarının düşmesi ve işsizliğin kitleselleşmesi ve kronikleşmesi anlamına geliyor.

Üretim/mülkiyet ilişkileri değiştirilmeksizin, kapitalist sistem ortadan kaldırılmaksızın bu çelişkiden kurtulmanın, işsizliği ve günümüzde de kitlesel kronik işsizliği ortadan kaldırmanın olanağı yoktur. Bu nedenle kapitalizmin bu gelişme koşullarında, özellikle de emperyalist ülkelerde işsizliğe karşı mücadelede sendikaların haftada 35 saat çalışma talebi, geri seviyede bir reform talebine dönüşüyor. Almanya gibi ülkelerde üretimde verimlilik ve teknolojik gelişme göz önünde tutulursa, haftada 35 saat değil, 25 saat, 30 saat çalışma talep edilmelidir ve bu talep, işsizlik sorununun çözümü olarak algılanacak bir biçimde yansıtılmamalıdır. Almanya’da çalışma saatlerinin kısaltılması için mücadele sonucunda 1983-1995 döneminde bir milyon yeni işyeri ve haftada 35 saatlik çalışma talebinin gerçekleştirilmesi sonucunda da 350 bin yeni işyeri açıldı. Ama aynı dönemde; 1983’ten 1995’e kayıtlı işsiz sayısı 2,5 milyondan 4 milyona çıktı.
Demek ki işsizlik sorunu, kapitalizm koşullarında çözülmez. Sorunun kaynağının/nedeninin ortadan kaldırılması gerekir.