MİLİTARİZM
VE EKONOMİ
Soğuk
Savaş döneminde; II. Dünya Savaşından Revizyonist Bloğun
dağıldığı 1990/1991’e kadar olan dönemde, önce Amerikan
emperyalizmi önderliğinde kapitalist dünyanın sosyalist Sovyetler
Birliği’ne (SB) ve oluşmakta olan sosyalist kampa karşı
silahlanması ve militarizmini geliştirmesi söz konusuydu. SB’de
XX. Parti Kongresinden sonrası (1956) ise kapitalist dünyanın yine
Amerikan emperyalizmi şemsiyesi altında Revizyonist Bloka, esasen
de SB’ye karşı silahlanması ve militarizmini geliştirmesi söz
konusuydu. Bu blokun dağılmasından sonra sadece rekabetin esas
unsurlarında değişme oldu. O dönemin ABD-SB veya kapitalist
dünya-revizyonist dünya rekabetinin ve militarizminin yerini ABD-AB
(öncelikle de Almanya-Fransa)-Çin-Rusya gibi önde gelen
emperyalist güçler arasındaki rekabet ve militarizm, silahlanma
aldı.
Daha
ziyade III. Napolyon rejimini (19. yüzyılın ortaları) karakterize
etmek için kullanılan ve zamanla siyasal bir kavrama dönüşen
militarizm, hangi toplumsal dönemde olursa olsun sömürücü, hakim
sınıfların gerici siyasal sistemini ifade eder. Militarizmle hakim
sınıflar, içte emekçi yığınları baskı altında tutmaya
çalışırlarken, dışta da yayılmacı politikalarını
gerçekleştirmeye, başka ülkeleri işgal etmeye çalışırlar.
Militarizm, içte baskı ve terör, dışta da işgal, talan ve savaş
demektir.
Karl
Liebknecht, “militarizm, kapitalizme özgü değildir.
Militarizm, daha ziyade bütün sınıflı toplumlara özgüdür...
Bu toplumların sonuncusu da kapitalist olanıdır...” der (K.
Liebknecht; Militarizm ve Antimilitarizm. C. I, s. 266).
Diğer
sınıflı toplum düzenlerinde olduğu gibi kapitalist toplum
düzeninde de ordunun amacı, sömürü düzeninin korunmasıdır.
Görevin bu temel içeriğinden dolayı militarizm, güç
kullanmaktır. Silahlı güçler, (ordu, polis, jandarma, silahlanma
harcamaları vs.) militarizmin iktidar temelini oluştururlar.
Ordunun sayısal gücü, savaş halinde olması veya olmaması; iç
ve dış çelişkilerin keskinleşmişlik durumu, silahlanmayı ve
ekonomiyi doğrudan etkiler. Bu nedenlerle militarizm, işçi sınıfı
ve emekçi yığınlar için ek maddi yük demektir. Sömürünün
yoğunlaştırılması, baskının artırılması demektir.
Militarizm, yaşam koşullarını kötüleştirir. Öyle ki, hakim
sınıf unsurları ve orta tabakalar dahi toplumsal ve kültürel
yaşamın köreltildiğinden bahsederler.
K.
Liebkncht’in deyimiyle militarizmin parolası, “para veya yaşam”
değildir. “Para ve yaşam”dır. Demek oluyor ki, hakim sınıflar
adına militarizm, sömürülenlere ‘ya paranı ya da canını ver’
demiyor. Bizim çıkarlarımız için ‘hem paranı
hem de canını vereceksin’ diyor. Bizim için çalışacak ve
bizim için öleceksin diyor.
İç
ve dış çelişkilerin gelişmesine göre militarizm gelişir ve
ekonomi de bu gelişmeye göre militarize edilir (askerileştirilir).
Ekonomi,
askeri politikanın militarist politikanın ihtiyaçlarının
hizmetine sunularak, silahlı güçlerin silahlanması için
kullanılarak askerileştirilir. Bütün toplumun sıkı örgütlü
askeri ve propaganda kuramlarıyla sarılması, militarizmin temel
özelliklerindendir. iktidar ve propaganda kuramlarıyla militarizm,
bütün alanlarında toplumsal yaşamı kendi çıkarlarına göre
yönlendirir, bütün kurumsal ve özel yaşam alanlarını
militarist ideoloji ile zehirler; savaşın kutsanması,
demokrasinin, demokratik kuramların ve kuralların küçümsenmesi,
askeri zora tapış, iç ve dış sorunların çözümünde askeri
zor kullanmanın yegane doğru yol olarak gösterilmesi vs.
Militarizm, medyayı da militarist ideolojinin, propagandanın
vazgeçilemez aracına dönüştürür. Basın, radyo, televizyon ve
başkaca medya araçları, kültür, sanat vs. militarist ideolojinin
propaganda unsurlarına dönüşürler.
Militarizm,
toplumun, içte işçi sınıfı ve emekçi yığınları baskı
altında tutmak ve dışta da istila savaşları için hazırlanması
anlamına gelir. Militarizm, her zaman, savaş tehlikesinin artması
demektir.
Savaş,
politikanın başka araçlarla sürdürülmesidir. Savaş,
militarizmin bir sonuç yansımasıdır.
Ekonomi,
Militarizm ve Rekabet
20.
yüzyılın sonunda burjuva bilim adamları, ideologları ve
teorisyenleri, kapitalist ekonominin konjonktürel krizlerinden
kurtulduğunu ilan etmişlerdi. Ama ekonomi kendi yasaları
doğrultusunda hareket etti ve 2000 yılı sonu-2001 yılı başı
itibariyle ABD, AB ve Japonya ekonomileri yeni bir fazla üretim
krizi sürecine girdiler. Dünya ekonomisinin motoru konumunda olan
bu ülke ekonomilerinin krize girmesiyle, dünya ekonomisi de krize
girmiş oldu. Daha önceki ekonomik krizlerden farklı olarak bu
seferki ekonomik kriz, emperyalist küreselleşmenin özelliklerini
de taşıyordu.
1990-1994
dünya ekonomik krizini 2000-2003 dünya ekonomik krizi takip etti.
Sermaye, burjuvazinin propaganda ve tedbirlerine göre değil, kendi
nesnel yasaları doğrultusunda hareket etti. Dünya ekonomisi,
devrevi hareketinin kriz aşamasındaki en derin noktasına 2001
yılının 3. çeyreği ile 2002 yılının 2. çeyreği arasında
ulaştı. 2002’nin 2. çeyreğinden bu yana genel anlamda dünya
ekonomisi ve onun önemli bileşenleri olan ekonomiler (ABD, AB,
Japonya vs.), krizin en derin noktasından çıkarak belli bir
canlanma sürecine girdiler. Her bir ülkede farklı boyutlarda olan
ekonomik canlanma ve bu canlanmayı ifade eden ekonomik veriler,
dünya ekonomisinin 2003 yılı itibariyle krizde olmadığını
gösteriyorlar. Burada söz konusu olan, hem tek tek ekonomilerin ve
hem de bir bütün olarak dünya ekonomisinin görece bir canlanma
aşamasında olduğudur. Bugün açısından ne dünya ekonomisi ve
ne de ABD, bir bütün olarak AB ve Japon ekonomileri krizdedir. Ama,
mevcut gelişme eğilimleriyle bu ekonomiler, ekonomik krizden güçlü
bir çıkışın gerçekleştirildiğini ifade etmiyorlar. Durgunluk
eğilimi taşıyan, dönem dönem mutlak gerileyen, ama eğilim
olarak canlanma aşamasını, ekonomik devreviliğin kriz dışı
aşamasını ifade eden bir gelişme. Bu gelişme, bu ülke
ekonomilerinin ve dünya ekonomisinin oldukça kırılgan bir
süreçten geçtiklerini gösterir.
Tek
tek emperyalist ülkelerin, birtakım tedbirlerle ekonomiyi
canlandırma programlarını uygulamaya koyarak sonuç alma umutlan
da suya düşmüştür. Şüphesiz ki, ekonomiyi canlandırmak için
alman tedbirler, uygulamaya konan programlar, ekonominin devrevi
hareketini olumlu (olumsuz da) etkilemiştir/etkiler. Ama bütün
bunlar, ekonominin devrevi hareketini değiştiremez. Çünkü
ekonominin yasaları nesneldir ve kendi yasaları doğrultusunda
hareket eder. Bu süreç, ekonomiler arası rekabeti, eşit olmayan
gelişmeyi de içerir/yansıtır.
1991
yılında o zamanki ABD Başkam G. Bush, “yeni bir dünya düzeni
yaratıyoruz” diyerek, 1. Körfez Savaşının kendine göre
nedenini açıklıyordu. “Yeni bir dünya düzeni”, aynı
zamanda, Amerikan emperyalizminin dünya hegemonyası talebini
yükseltmesiydi. Bu dönemde, Revizyonist Blokun ve Sovyetler
Birliği’nin dağıldığı dönemde söylenen bu söz, programatik
ve stratejik bir anlam taşıyordu. iki süper güçten birisi olan
SB’nin dağılmasının -dünyanın ikinci büyük askeri gücü ve
Rusya Federasyonu olarak geri çekilmek zorunda kalmasının ne
türden gelişmelere neden olacağı o gün açısından
bilinmiyordu. Ama diğer taraftan Amerikan emperyalizmi, o güne
kadar yedeklediği diğer emperyalist ülkelerin, başta da AB’nin
Almanya ve Fransa gibi emperyalist ülkelerinin ve Japonya’nın
artık kendisine yedeklenmeyeceklerini çok iyi kestiriyordu. Bu
koşularda Amerikan emperyalizmi, kapitalist dünya üzerindeki
hakimiyetini bütün dünya üzerinde hakimiyete dönüştürmek için
adımları atmaya yöneldi. Önemli olan, SB’nin dağılmasından
sonra hegemonyasız kalan alanlarda (ülkelerde) Amerikan
hegemonyasını kurmak ve dünya hegemonyasını gerçekleştirmesi
önünde engel olabilecek mevcut ve potansiyel güçlerin gelişmesini
engellemekti.
Amerikan
emperyalizminin bu stratejisini en erken kavrayan Almanya ve Fransa
gibi emperyalist ülkeler olmuştur. Bu nedenledir ki, AB’yi siyasi
entegrasyona doğru geliştirme planlarına hız verilmiştir. Önemli
olan, AB’nin en kısa zamanda kendi ordusunu kurmasına, zemin
oluşturacak ortam ve olanakların oluşturulması ve sağlanmasıydı.
NATO’ya karşı değil, ama NATO’dan bağımsız olarak hareket
edecek bir AB ordusunun kurulmasının önündeki engeller, Fransa ve
Almanya’nın çabalarıyla aşıldı. Ne var ki, Almanya ve
Fransa’nın ABD karşısında hem kendi güçlerini ve hem de AB
entegrasyonunun gelişme derecesini abartmış oldukları kısa
zamanda anlaşıldı.
1990’dan
bu yana ki süreç bize şunu gösteriyor: 1990-1994 dünya ekonomik
krizinden en erken çıkan ABD. ABD ekonomisinin yeniden büyümeye
başladığı 1992’de Japonya ve AB ekonomileri krizdeydi.
1990-2000 döneminde veya 1990-1994 krizinden 2000-2003 krizine kadar
olan dönemde en hızlı büyüyen ekonomi, Amerikan ekonomisiydi.
‘90’lı yıllar, Japon ekonomisi açısından “kaybedilmiş
yıllar”dı. Bu dönemde AB ülkeleri ekonomileri ise durgunluk
süreci içinde büyüyen ekonomiler durumundaydılar.
Güç
dengesinin durumunu göstermek için birkaç örnek verelim (1994
yılında 500 süper tekelin; dünyanın en güçlü 500 tekelinin
dünya gayri safi hasılasındaki payının yüzde 40 civarında
olduğu verisine göre):
Ülkeler
bazında tekeller:
Söz
konusu bu on senelik dönemde Amerikan tekelleri daha da
güçlenmişlerdir. Japon tekelleri, en çok kaybeden tekeller
konumundaydılar. 1994’te “Global 500” listesine giren Amerikan
tekeli sayısı 151. Bu 151 tekel, “Global 500”de yer alan
tekellerin toplam cirosunun yüzde 29’unu kontrol ediyorlardı.
2003’te bu türden Amerikan tekeli sayısı 189’a çıkar. Bu 189
tekel, 2003’te “Global 500”de yer alan tekellerin toplam
cirosunun yüzde 39’unu kontrol ediyordu.
Soruna
NAFTA olarak bakarsak: Bu çerçevedeki tekel sayısı 1994’te 158
ve 2003’te de 203. Bunlar, “Global 500”de yer alan tekellerin
toplam cirosunun 1994’te yüzde 29,4’ünü ve 2003’te de yüzde
40,8’ini kontrol ediyorlardı.
Bu
listeye giren Japon tekeli sayısı 1994’te 149’dan 2003’te
82’ye ve “Global 500”de yer alan tekellerin toplam cirosundaki
payı da aynı yıllarda yüzde 37’den yüzde 14,6’ya düşer.
AB’nin
durumu: Bu listede yer alan Batı Avrupa tekeli sayısı 1994’te
171’den 2003’te 167’ye düşer, ama “Global 500”de yer alan
tekelerin toplam cirosundaki payı aynı dönemde yüzde 30,2’de
yüzde 37,5’e çıkar.
Blok/entegrasyon
olarak Batı Avrupa, NAFTA’nın gerisinde kalmıştır.
Avrupa’da,
AB’de Alman tekelleri ilk sıralarda yer alır.
“Global
500”e giren Alman tekeli sayısı 1994’te 44’ten 2003’te 34’e
düşer, ama söz konusu listede yer alan 500 tekelin toplam
cirosundaki payı aynı dönemde yüzde 8,7’den yüzde 9,1’e
çıkar.
Aynı
listede Büyük Britanya’dan 37 ve Fransa’dan da keza 37 tekel
yer alır.
Soruna
1995-1999 itibariyle dünyanın en güçlü 200 tekeli bazında
bakarsak:
200
tekel arasında Amerikan tekellerinin sayısı 1995’te 53’ten
1999’da 76’ya çıkar. Aynı dönemde Japon tekellerinin sayısı
62’den 40’a ve Alman tekellerinin sayısı da 23’ten 22’ye
düşer.
Dünyanın
en güçlü 500 süper tekeli arasında Kuzey Amerika tekellerinin
sayısı 1994’te 156’dan 2003’te 202’ye çıkar. (Yüzde 29,5
oranında bir artış). Aynı dönemde Avrupa tekellerinin sayısında
değişme olmaz: 1994; 170 ve 2003; 170. Keza aynı dönemde Asya
tekellerinin sayısı ise 168’den 123’e düşer. (Yüzde 26,8
oranında bir azalış).
1996’da
en güçlü 500 tekel sıralamasında 3. olan ABD, 2003’te 1.;
1994’te 1. olan Avrupa 2003’te 2. ve 1994’te 2. olan Asya
2003’te 3. sırada yer alır.
Salt
bu veriler, Amerikan emperyalizminin iktisadi olarak kendine en yakın
rakiplerinden güçlü olduğunu ve özellikle de ‘90’lı
yıllarda daha da güçlendiğini gösteriyorlar.
Amerikan
emperyalizmi, bu dönemde askeri gücünü daha da geliştirmiş ve
adeta rakipsizleşmiştir. Bu gücünü de Yugoslavya, Irak ve
Afganistan savaşlarında göstermiştir.
Amerikan
emperyalizminin ABD sınırlan dışında stratejik olarak
serpiştirilmiş bin üssü vardır. Irak'da savaşanlar da dahil
ABD’nin yurt dışında konuşlandırılmış asker sayısı 250
binden fazladır. Amerikan emperyalizmi, nakliyat lojistiğine ve
uzay istihbarat olanaklarına dayanarak en kısa zamanda dünyanın
her yerinde askeri olarak varlık gösterebilecek durumdadır.
Rakiplerinde ise bu olanaklar ya yok, ya da sınırlıdır.
Amerikan
emperyalizminin ‘90’lı yılların ortalarında geliştirdiği
askeri stratejide şu temel anlayışa yer verilmektedir:
ABD,
“dünya çapında çıkarları olan dünya gücü olarak,...
aynı anda, büyük çaplı sınır aşırı saldırganları,
dünyanın birbirinden farklı yerlerinde bulunan bölgelerde
yenebilecek durumda olmalıdır”.
Amerikan
jeopolitikacısı Z. Brzezinski, ABD’nin gücünü ve hegemonya
alanını şöyle tanımlar:Daha önceki imparatorlukların “aksine
dünya gücü bugünkü Amerika’nın hakimiyet alanı eşsizdir.
ABD, sadece bütün Okyanuslara ve denizlere hakim konumda değildir.
Şimdilerde o, amfibi araçlarıyla dünya sahillerini kontrol
altında tutacak, bir ülkenin iç kesimine girecek ve iktidarına
siyasal geçerlilik sağlayabilecek askeri araçlara da sahiptir...
Bütün Avrasya kıtası, Amerikan uydularıyla (Amerika’ya
bağlı devletlerle, çn.) ve haraca bağlanmış
devletlerle doludur; bunların bazıları çok istekli olarak
Washington’a bağlanmak ister”.
Kısaca:
Revizyonist
Blokun ve SB’nin dağılmasından bu yana Amerikan emperyalizmi,
rakiplerine nazaran ekonomik ve askeri olarak daha da güçlenmiş ve
bu gücüne dayanarak dünya hakimiyeti jeopolitikasını
gerçekleştirmeye yönelmiştir. Bu, militarizmden, rekabetten,
savaştan başka bir anlama gelmez.
Askeri-Siyasal
Kompleks ve Militarizmin Ekonomide Kullanımı
Başta
ABD olmak üzere emperyalist ülkeler, askeri-siyasal kompleksi, aynı
zamanda, ekonomik krizden çıkmanın bir yolu olarak da görürler.
Tekelci devlet kapitalizmine özgü olan askeri-siyasal kompleks
(iktidarın, silahlanma sermayesinin çıkarlarıyla kaynaşması ve
devlet bürokrasisi ile birlikte bir güç oluşturmasıdır. Yani
tekel, ordu ve devlet organlarının birbiriyle kaynaşmasından
doğan güç), özellikle ABD’de (ve Almanya’da da) çok
gelişmiştir. Bush hükümeti, bu kompleksin önde gelen
temsilcileriyle doludur. Örneğin, Hava Kuvvetleri Bakanı J. Roche,
silahlanma tekeli Northop Grumman’dan, Deniz Güçleri Bakanı
silahlanma tekeli General Dynamic’ten (bu tekelin başkan
yardımcısıydı), Kara Güçleri şefi, iflas eden Enron tekelinden
(enerji tekeli) transfer edilmişlerdi. Bunun ötesinde Bush
hükümetinde çok sayrda petrol-enerji tekelinin eski
yöneticilerinin yer alması hiç de tesadüfi değildir. Örneğin,
Cheney, Rice, Abraham, petrol sektöründe faal olan tekellerin
yönetici konumunda olan unsurlarıydı. 2000 yılı seçimlerinde
bütün bağışların yüzde 80 gibi önemli bir bölümünün
petrol ve enerji sektöründen yapılmış olması, duruma daha da
açıklık getirmektedir.
Amerikan
tekelleri, her şeyden önce de petrol tekelleri, dünya çapında
var olan ve potansiyel durumda bulunan hammadde kaynaklan üzerinde
hakimiyet kurmak istedikleri için, askeri-siyasal kompleksle iç içe
geçmiş durumdadırlar. Dünya hammadde kaynaklarının yeniden
paylaşılmasını öncelikle bu tekeller talep ediyorlar. Önemli
olan, Amerikan tekellerinin dünya petrol-enerji (mamul-hammadde)
pazarlarına-yataklarına hakim olmaları ve rakip konumda olanların
bu pazarlardan uzaklaştırılmalarıdır.
Amerikan
emperyalizminin, önde gelen emperyalist güç ve süper güç olarak
gelişmesinde askeri-siyasal kompleksin rolü iyi kavranmalıdır.
Amerikan emperyalizminin bu gelişmesinde, savaş üretiminden (I. ve
II. Dünya Savaşları) elde edilen devasa karların önemli bir payı
vardır. Bir örnek verecek olursak: II. Dünya Savaşında bütün
devlet siparişlerinin yüzde 80’i sadece 62 tekele verilmiştir.
Yani silahlanma üretimi, azami karın kaynağı olmuştur.
Öyleyse;
tekellerin devasa azami karlar elde edebilmeleri için; silahlanma
üretiminin azami kar kaynağı olabilmesi için, askeri harcamalar
bütçesinin şişirilmesi gerekir. Bu bütçenin şişirilmesi için
toplumun savaş tehdidi altında olduğuna inandırılması gerekir.
Veya çeşitli vesilelerle savaş çıkartmak gerekir. Her halükarda
militarizm için bütçenin şişirilmesi ve böylece silahlanma
tekellerine devasa kar sağlamanın yolunun açılması için bir
vesilenin bulunması gerekir. Başta ABD olmak üzere bütün
emperyalist saldırganlar, vesile bulmakta oldukça ustadırlar.
2002
yılı sonu itibarıyla Amerikan askeri bütçesi, askeri harcama
bakımından kendisine en yakın Rusya+Çin’in toplam askeri
harcamasından 5 misli daha fazlaydı.
Şubat
2001’de Bush, 2002 yılı bütçe taslağını açıklar. 2001’de
296 milyar dolar olan savunma harcamaları 2002 yılı için 310,5
milyar dolar olarak öngörülür. Bush, 2002 Şubatında 2003 yılı
bütçe taslağını açıklar. Bu taslakta savunma harcamaları
olarak 380 milyar dolar öngörülür.
‘90’lı
yıllarda silahlanma harcamalarının görece gerilemesi sonlanmış
ve bu türden harcamalar yeniden artmaya başlamıştır. Bugün
açısından askeri araştırmalar için dünya çapında harcanan
paranın yaklaşık dörtte üçü Pentagon kaynaklıdır.
ABD
Başkanı Bush’un “yeni savaş”ını ilan etmesi ve 11 Eylül,
aynı zamanda, silahlanma siparişlerinin artması anlamına
gelmekteydi. Nitekim Amerikan tekelleri bu siparişleri ekonomik
krizden çıkmak ve krizin yükünü yığınların sırtına yıkmak
için kullandılar. Öyle ki, tam da bu dönemde, borsanın “kesat”
gittiği bir dönemde, devletin verdiği siparişler sonucu ABD’nin
en büyük beş silahlanma tekelinin hisse senetleri, ortalama yüzde
10 değer kazanır ve ABD’nin en büyük silahlanma tekeli Lockheed
Martin, Ekim 2002 itibariyle bir sene öncesine göre karını ikiye
katladığını açıklar. Bu, militarizm ve ekonomi arasındaki
ilişkiyi gösterir.
Amerikan
emperyalizmi dünya çapında saldırganlığını, başka ülkeleri
tehdidini, işgalini ve böylece savaşını, “terörizme karşı
uluslararası mücadele” ile açıklamaya devam ediyor. Amerikan
emperyalizmi, hem savaşmakta, başka ülkeleri işgal etmekte ve hem
de bu işgalini “terörizme karşı uluslararası mücadele” ile
açıklamakta kararlı. Oysa Amerikan saldırganlığının
“terörizme karşı mücadele” ile ilgisi yok. Bu saldırganlığın
esas nedeni, dünya hakimiyetidir; hakimiyet alanlarının yeniden
paylaşılmasıdır.
“Terörizme
karşı uluslararası mücadele”, emperyalist
küreselleşmenin yeni güvenlik stratejisi olmuştur. Bu strateji de
militarizme, askeri güce dayanmaktadır.
Aynı
zamanda, ekonominin gelişme seyrinin de bu saldırganlıkla doğrudan
ilişkisi vardır. Devasa boyutları olan silahlanma programı;
tekellere verilen siparişler, bir bütün olarak askeri harcamalar,
Amerikan ekonomisinin gelişmesini teşvik etmiştir. Nitekim
Afganistan ve Irak savaşları için yapılan askeri harcamalar, o
zaman krizde olan Amerikan ekonomisinde belli bir canlanmaya yol
açmıştır.
İlk
Körfez Savaşı (1991) Amerikan ekonomisinin 1990-1994 dünya
ekonomik krizinden erken çıkmasında (1992) önemli bir rol
oynamıştır. Almanya ve Japonya gibi rakipleri gecikmeli olarak
ekonomik krize girerken, ABD krizden erken çıkmıştır. Amerikan
emperyalizmi, ilk körfez savaşının masraflarını müttefiklerinin
sırtına yükleyerek de savaştan kazançlı çıkmıştır. Bu
savaş, ortalama 25 milyar dolara mal olmuştur. ABD’nin
müttefikleri (özellikle Almanya ve Japonya), savaş masraflarında
paylarına düşeni ödemelerinin ötesinde, ABD’ye 53,9 milyar
dolarlık mali yardımda bulunmak zorunda da kalmışlardır. İlk
körfez savaşının ABD açısından “müthiş ticaret” olarak
tanımlanmasında bu da bir nedendi.
Amerikan
ekonomisinin, AB ve Japonya gibi rakipleri karşısındaki bugünkü
görece güçlü gelişme durumu, askeri harcamalardan
kaynaklanmaktadır. Başta türlü ifade edersek: Amerikan
ekonomisinin söz konusu rakip ekonomilere nazaran güncel görece
güçlü canlanmasının nedeni, askeri harcamalarıdır.
Silahlanma
ve başka askeri harcamalar (Irak savaşı da dahil) için ayrılan
askeri bütçe 422 milyar dolardır. Savaş, Amerikan ekonomisine
belli bir canlanma sağlamıştır. Ama ne pahasına? Ticaret açığı
Amerikan tarihinde bugüne kadar görülmemiş boyutlara varmıştır;
Sadece 2004’ün I. çeyreğinde 150 milyar dolar. İthalatı
finanse etmek için yabancı finansmana ihtiyaç artmıştır. Dolar,
avro karşısında sürekli değer kaybetmektedir. İç pazar
daralmaktadır. Kitlesel işsizlik artmaktadır.
ABD,
hemen her bakımdan dünya çapında hegemon güç durumundadır. Bu
emperyalist güç, mevcut konumunu pekiştirmekle yetinmiyor, dünyayı
yeniden kendi lehine değiştirmek/paylaşmak istiyor. Ama
emperyalistler arası rekabet, kendine en yakın güç olan AB ve
şimdilik daha gerilerde yer alan Rusya ve Çin ile rekabeti,
Amerikan emperyalizmine sınırlarını gösteriyor. Bu emperyalist
ülke ve bloklar arasındaki rekabet, savaş tehlikesini artırıyor.
Diğer
taraftan AB’nin tavrı, Revizyonist Bloğun dağılmasından sonra
“zorunlu ortaklığın” artık sona erdiğini gösteriyor. Bu
entegrasyon da ekonomik potansiyeline dayanarak silahlanıyor.
Kendine özgü güvenlik stratejisi oluşturuyor.
Farklı
Güvenlik Politikaları Çerçevesinde ABD-AB Rekabeti
Amerikan
emperyalizminin en güncel ulusal güvenlik doktrininin içeriği
üzerine söylenecek fazla bir şey yok. Çünkü bütün dünya bu
doktrinin pratiğe uygulanmasını yaşamaktadır: “Terörizme
karşı uluslararası mücadele”, tehdit, işgal, savaş vs.
Eylül
2002’de açılanan “ABD Ulusal Güvenlik Stratejisi”nde öne
çıkartılan anlayışlar şunlardır:
“Ulusumuzun
savunulması, hükümetin ilk ve en önemli yükümlülüğüdür. Bu
görev şimdi, dramatik olarak değişmiştir. Geçmiş dönemlerde
düşmanlarımız ülkemiz için tehlike oluşturmak için büyük
ordular ve kapsamlı sanayi olanaklarına ihtiyaç duyuyorlardı.
Bugün tek tek insanlar veya küçük gruplar, modern teknolojiyi
kullanarak büyük kaos yaratacak ve ülkemize zarar verecek
durumdadırlar. Bütün araçlar kullanılarak bu tehdide karşı
konulmalıdır”.
“Dünya
çapında faaliyet sürdüren teröristlere karşı savaş, ne kadar
süreceği belli olmayan küresel bir harekettir. ABD, terörizme
karşı mücadelede desteğimize ihtiyaç duyan uluslara yardım
edecektir. ABD, terörizme önayak olan, teröristlere yataklık eden
ülkelerden hesap soracaktır. Çünkü terörün müttefikleri,
medeniyetin düşmanlarıdır...”
ABD,
“teröristlerin ve gaddarların tehditlerine karşı barışı
savunur”.
ABD,
“insan onuru için” savaşır.
ABD,
“küresel terörizme karşı ittifakları güçlendirir ve
dostlarına saldırılan engeller”.
ABD,
“en iyi savunmanın saldın olduğu” anlayışındadır.
“Adaletli
bir dünya yaratmak” istediği için ABD, “bölgesel
çatışmaları yumuşatır”.
ABD,
“kendisinin, müttefiklerinin ve dostlarının kitlesel imha
silahlarıyla tehdit edilmelerinin önünü alır”.
ABD,
“serbest pazarlan ve serbest ticareti” savunur ve “küresel
ekonomik büyümenin yeni bir döneminden” yanadır.
ABD,
“toplumların (dışa) açılması ve demokratik yapıların
inşasıyla gelişme sürecinin genişletilmesinden” yanadır.
ABD,
“dünyanın başka önemli iktidar merkezleriyle işbirliği
için bir ajandanın geliştirilmesinden” yanadır.
Bütün
bunların üstesinden gelebilmek için ABD, “olanakları
kullanır -Amerikan Ulusal Güvenlik kurumlarını yeniden
yapılandırır... Çünkü ABD’nin büyük ulusal güvenlik
kurumlan, başka bir dönemde başka görevlerin üstesinden gelmek
için yapılandırılmışlardı. Onların hepsi yeniden
yapılandırılmak zorundadır”.
Nasıl
formüle edilmiş olursa olsun ve soruna hangi açıdan bakılırsa
bakılsın ortaya çıkan gerçeği Amerikan emperyalizminin
pratiğinde görmekteyiz.
Amerikan
emperyalizmi, “uluslararası terörizme karşı mücadele” adı
altında dünya hegemonyasını gerçekleştirmek, bütün dünyayı
kendi hegemonyası altında tutmak, mevcut ve potansiyel rakipleriyle
“terörizme” karşı güya dayanışma içinde olmak, onların
gelişmesini engellemek, önemli stratejik ulaşım ve hammadde
kaynaklarını kendi kontrolüne almak için sürekli tehdide, savaşa
ve işgale başvurmaktadır.
ABD’nin
yeni ulusal güvenlik doktrini, içte ve dışta baskı, terör,
işgal ve savaş demektir.
AB
Güvenlik Doktrini
II.
Dünya Savaşında birbirlerine karşı savaşan Batı Avrupa
ülkelerinin, Alman faşizminin istilasına maruz kalmış ülkelerin,
savaş sonrasında yeni bir dönem başlatmak ve oynayabilecekleri
bir güvenlik politikası oluşturmak için bir araya gelmeleri pek
kolay olmamıştır. Ayrıca, Almanya’nın yeniden silahlanmasını
(1945-1955) kabullenmek Fransız emperyalizmi açısından zehir
yutmak anlamına gelmekteydi.
II.
Dünya Savaşından sonra Avrupa’da, Avrupa güvenlik politikası
oluşturmak için yeni bir girişim başlamıştı. Daha baştan beri
Amerikan müdahalesine karşı olan Fransa, 1948’de, Alman
militarizminin yeniden güçlenmesi olasılığına karşı kurulan
BAB’ı (Batı Avrupa Birliği), kendi atom silahlan ve denizaşırı
işgal alanlarıyla donatmak ve böylece ona kendi yönetiminde bir
güvenlik politikası kimliği vermek için mücadele ediyordu.
Buna
karşın Almanya ve İngiltere, açıktan Amerika tarafında yer
alarak NATO çerçevesinde bir güvenlik politikasına önem
verdiler.
Bütün
soğuk savaş dönemi (1945-1990), gerek bugünkü adıyla AB’nin
ve gerekse de Avrupa güvenlik politikasının oluşturulması ve
gelişmesi üzerine bir taraftan Fransa, diğer taraftan da ABD’ye
yaslanan Almanya (ve sonraları da İngiltere) arasındaki rekabetle
geçmiştir.
Sonuç:
BAB, Fransa’nın istediği gibi gelişmemiştir. Avrupa’da
güvenlik politikası NATO’nun güvenlik politikası olarak
oluşturulmuştur.
Revizyonist
Blokun ve SB’nin dağılmasından sonra NATO’nun güvenlik
stratejisi de işlevsiz kalmıştır. İki süper gücün etrafında
kutuplaşan dünyanın yerini, çok merkezli rekabetin geliştiği
bir dünya almıştır. Bu rekabet merkezlerinden birisi de AB’dir.
Bütün ‘90’lı yıllar, işlevsiz kalan NATO’yu yeni bir
güvenlik doktriniyle, yeni görevlerle donatma ve AB’nin ordu
kurma; kendine özgü bir güvenlik doktrini geliştirme
tartışmalarıyla geçmiştir. Bu tartışmalar, bugün hala NATO
içinde olup da NATO’yu sorgulayan ülkeler tarafından, NATO’ya
karşı askeri bir kurum oluşturma bazında sürdürülmektedir. Dün
konuşulmayan bugün açıkça dile getirilmektedir.
AB,
1999 Helsinki zirvesinde, 60 bin askerden oluşan bir “Avrupa
Müdahale Ordusu” kurulması kararı alır. AB’nin bu
kararına karşın ABD, 2002’nin ikinci yansında NATO çerçevesinde
bir “acil müdahale ordusu”nun kurulmasını talep eder. Neden
olarak, “uluslararası teröre karşı savunma” gösterilir. AB
ülkeleri şaşırırlar, ama talebi de kabul ederler. Olurdu,
olmazdı, nasıl olurdu tartışmaları devam eder. Ama AB ülkeleri,
öncelikle de Almanya ve Fransa, NATO içinde kalarak AB’ye özgü
bir “Ortak Dış ve Güvenlik Politikası” (ODGP),
şimdilerde de “Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası”
(AGSP) oluşturmakta ve geliştirmekte kararlı olduklarını
gösterirler.
AGSP,
AB’nin askerileştirilmesi demektir ve başta ABD olmak üzere
AB’nin bütün rakiplerine karşı kurulmuştur. AGSP’da söz
sahibi olan Fransa ve Almanya’dır. AGSP, ilkesel olarak
saldırganlığı içeren Fransa ulusal güvenlik politikasıyla,
Alman çıkarlarını Hindikuş’ta savunmayı öngören Alman
güvenlik politikasından oluşmaktadır.
Solana’nın
önerilerine geçmeden önce AB entegrasyonunun derinliğini bir
örnekle göstermekte yarar vardır. Bu örnekten hareketle AGSP’ın
geleceğini de “okuma” durumunda oluruz.
AB
Anayasasında şu anlayışa yer veriliyor:
“Üye
devletler, askeri yeteneklerini adım adım daha da iyileştirmekle
yükümlüdürler”.
“Daimi
yapılandırılmış işbirliği” protokolünde de şöyle
deniyor:
Askeri
çekirdek Avrupa, “2007 yılına kadar... 5 ila 30 gün içinde
misyonunu üstlenmek için yeteneklere sahip olmalıdır”.
Bunun
Türkçesi şu: Önemli olan, savaşabilir olmak değil, önemli
olan, en kısa zamanda, 2007 yılma kadar savaş çıkartacak veya
sürdürecek duruma gelmektir.
Savaş
olmaksızın, hiçbir başka AB ülkesi, Almanya’nın
hegemonyasında, Almanlaşarak “Avrupa Birleşik Devletleri”ni
kurmaya yanaşmaz.
Almanya-Fransa
ortaklığında AB’nin “Avrupa Birleşik Devletleri”ne
dönüşmesi için ya Fransa Almanyalaşacak, ya da Almanya
Fransalaşacak. Yani asimilasyon. Gönüllülük söz konusu olsaydı,
şimdiye kadar adımlar atılırdı. Kapitalizmde asimilasyon zor
demektir. Yani, sonuçta yine savaş söz konusu olacaktır.
AB’nin
“Avrupa Birleşik Devletleri”ne dönüşmesinin en kestirme yolu
savaştır. 1871’de Alman birliği savaş sonucunda sağlanmıştır.
Keza daha önce ABD’de bir iç savaş sonucu yaklaşık bugünkü
halini almıştır.
AB’nin
siyasal entegrasyon yolunda ilerlediği anlayışı abartılıdır.
Bunun ötesinde reformist ve liberal çevrelerin, entegrasyonun
şimdiye kadarki gelişmesine dayanarak AB hakkında hayaller
yaymaları da ayrı bir yanılsamadır. Bu konuya açıklık getirmek
için iki tezi, iki anlayışı buraya aktarmakta yarar var.
Kautsky
ve “ultra-emperyalizm”:
“...Acaba
bugünkü emperyalist politikanın yerini, ulusal mali sermayeler
arasındaki mücadelenin yerini, uluslararası düzeyde birleşmiş
mali sermaye ile dünyanın ortaklaşa sömürüleceği yeni,
ultra-emperyalist bir politikanın alması mümkün değil mi?
Kapitalizmin bu yeni aşaması, her halükarda düşünülebilir bir
şeydir”.
Lenin:
“Kapitalist
düzende nüfuz bölgelerinin, çıkarların, sömürgelerin vs.
paylaşılması konusunda, paylaşıma katılanlann gücünden,
bunların genel ekonomik, mali, askeri vs. gücünden başka bir
temel düşünülemez. Paylaşıma katılanların güçler
dengesi ise eşitsiz biçimde değişmektedir. Çünkü kapitalist
düzende tek tek girişimlerin, tröstlerin, sanayi dallarının ve
ülkelerin eşit gelişmeleri olanaksızdır...
...
Alman ‘Marksisti’ Kautsky’nin bayağı küçük burjuva
fantezilerinde değil de, kapitalizm gerçeğinde ‘inter-emperyalist’
ya da ‘ultra-emperyalist’ ittifaklar -bu ittifaklar ister bir
emperyalist grubun bir başkasına karşı ittifakı, ister bütün
emperyalist devletleri kucaklayan genel bir ittifak biçiminde olsun
zorunlu olarak, savaşlar arasındaki ‘nefes
molaları’ndan başka bir şey değildir. Barışçıl ittifaklar,
dünya ekonomisi ve dünya politikasının emperyalist bağlantı ve
ilişkilerinin bir ve aynı zemini üzerinde, barışçıl olan ve
olmayan mücadelenin biçimlerinin değişmesini yaratarak,
birbirlerini koşullayarak savaşları hazırlarlar ve yine onlardan
doğarlar” (Lenin; “Emperyalizm...” (C. 22, s. 299-301).
Kautsky,
“kapitalizmin bu yeni aşaması her halükarda düşünülebilir
bir şeydir” diyor ve ekliyordu: “Bunun gerçekleşebilir
olup olmadığı sorusunu yanıtlamak için henüz yeterli öncüler
yok”.
Olmadı
da: “Uluslararası birleşmiş mali sermayesiyle
“ultra-emperyalizm dünyanın ortak sömürüsünü”
örgütleyemedi. Tam tersi oldu. Eşitsiz gelişme ve rekabet, savaşa
neden oldu.
Şimdilerde
ise “saldırgan Amerikan emperyalizmi” karşısında AB
emperyalizmi, Kautsky tarzında bir umut olarak öne sürülüyor.
Ama AB’nin gelişmesi hiç de bu yönde değil. Mevcut
entegrasyonun altı rekabetle, eşit olmayan gelişmeyle kazınıyor
ve pek de geleceği olmayan bir militarizm yolunda ilerleniyor:
Hem
AB’nin tek tek önde gelen emperyalist ülkeleri ulusal olarak ve
hem de AB olarak militaristleşiyorlar.
AB’nin
“Ortak Dış ve Güvenlik Politikası” bu açıdan ele
alınırsa bir anlam kazanır. AB, ne de olsa Amerikan stratejisini
örnek olarak almıştır.
AB
görevlisi Javier Solana, ODGP’un ötesinde bir de, “Daha İyi
Bir Dünyada Güvenli Bir Avrupa” başlığını taşıyan
tezler hazırlamıştır.
Bu
yazıda Solana şunları dile getiriyor:
Solana
öncelikle, “Avrupa, daha önce böyle müreffeh, böyle güvenli
ve böyle özgür hiç olmamıştır” tespitini yaparak,
yazısına başlıyor.
Ama
tabii Avrupa’da kimin müreffeh, güvenli ve özgür olduğunu
söylemiyor.
Sonra
şu tespit yapılıyor: “Daha önceki on senelere göre son on
sene içinde.. .Avrupa silahlı güçleri sık sık yurt dışında
(AB dışı ülkeler
kastediliyor, çn.) konuşlandırıldı; görevlendirilme
alanlarına Afganistan, Kongo, Doğu Timor gibi çok uzak ülkeler de
dahildi”.
Alman
emperyalizmi, Alman tekellerinin, sermayesinin çıkarlarını
Hindikuş’ta savunursa, AB de, AB’nin çıkarlarını niçin
Afganistan’da veya Kongo’da savunmasın?!
Devamla
şöyle deniyor:
“Ticaret
ve yatırım akışları, teknik gelişme ve demokrasinin
yaygınlaştırılması çok sayıda insana daha çok özgürlükler,
giderek artan refah vermiştir... (Ama) cesaret verici bu gelişmelere
rağmen, çok sayıda sorun çözümsüz kalmıştır ve hatta
bazıları kısmen daha da kötüleşmiştir”.
Ve
Solana, yaklaşık 3 milyar insanın; dünya nüfusunun yansının
günde 2 Euro’dan daha az bir miktarla yetinmek zorunda
kaldıklarından, her yıl 45 milyon insanın açlıktan ve yetersiz
beslenmeden dolayı öldüğünden, 1990’dan bu yana yaklaşık 4
milyon insanın -yüzde 90’ı sivil savaşlardan dolayı
öldüğünden, dünya çapında 18 milyon insanın çatışmalardan
dolayı evini ve ülkesini terk etmek zorunda kaldığından
bahseder.
Demek
oluyor ki, bu kadar insan, en azından dünya nüfusunun yarısı,
“daha çok özgürlüklere ve giderek artan refaha kavuşan çok
sayıda insanlar” arasında sayılmıyor. Teknolojik gelişme,
ticaret ve sermaye akışı dünya nüfusunun yansına henüz
ulaşmamış!
Solana,
“küreselleşme”den ve sonuçlarından bahsediyor.
Ama,
“küreselleşme”nin sonuçlarının sorumlusu olarak emperyalizmi
değil, “kötü devlet yönetimini” görüyor.
Solana
baklayı ağzından çıkartıyor:
“Enerjiye
bağımlılık, endişenin başka bir nedeni. Avrupa, dünyanın en
büyük petrol ve doğal gaz ithalatçısıdır. Şimdiki enerji
tüketimimizin yüzde 50’si ithalatla temin ediliyor. 2030 yılında
bu pay yüzde 70’e çıkacak. Enerji ithalatının en büyük kısmı
Basra Körfezinden, Rusya’dan ve Kuzey Afrika’dan
sağlanmaktadır”.
Demek
oluyor ki AB, AB’nin tükettiği enerji kaynaklarının güvenliğini
sağlamakla da sorumlu. Enerji temininin endişeye neden olması ile
AB militarizmi arasındaki bağ bu anlayışta açığa çıkıyor.
Amerikan emperyalizminkinden farklı olan bir düşünce değil.
Solana,
tezlerinde Amerikan güvenlik stratejisinde yer alan kavramları
bolca kullanıyor. Örneğin, “terörizm”, “terörizme karşı
mücadele”. Solana, şu tespiti yapıyor: “Yeni terörist
hareketler, zoru sınırsız kullanmak ve pek çok sayıda insan
öldürmek niyetindeler. Geleneksel terör örgütlerinden farklı
olarak, bunlar için kitle imha silahlarına sahip olmak çekici
olmaktadır. Bu teröristler için Avrupa, hem hedef ve hem de
üstür”.
Öyleyse:
Terörizme karşı silahlanmak, ABD’yi desteklemek ve Amerikanvari
mücadele etmek, yani “terörizme karşı mücadele etmek” için
militarizmi geliştirmek, ülkeler işgal etmek ve savaşmak için
hazırlanılmalıdır.
Aynen
Amerikan emperyalizmi gibi AB de, Solana’nın ağzından “şer
devletleri”nden bahsetmektedir.
Tanımlama
da yapılıyor: Kuzey Kore.
AB,
bir noktada ABD’den ayrı düşünüyor. AB, “çoğulculuğa
dayanan...bir dünya düzeni kurmayı stratejik amaç olarak”
görüyor. Bunun tam tersini Amerikan emperyalizmi savunuyor. ABD,
uluslararası kurumlan hiçe sayıyor. AB ise bu kurumlarla birlikte
bir dünya düzeni kurmayı amaçlıyor.
Böylece
her iki güç, dünya işçi sınıfına, emekçi yığınlara ve
ezilen halklara sömürülmek ve talan edilmek konusunda tercih
ediniz demek istiyor.
Kısaca:
“Ortak
Dış ve Güvenlik Politikası”, AB’nin “Güvenlik
Stratejisi”, NATO karşısında, ondan bağımsız olarak
kurulması gereken bir Avrupa ordusu anlayışını önplana
çıkartıyor. Bu, AB militarizminin geliştirilmesinden ve gerekli
olduğunda da rakip güçlere ve iç “düşmanlar’a karşı
kullanılmasından başka bir anlam taşımıyor.
Mevcut
güç dengesi nasıl?
2001
verilerine göre durum:
2001
yılı itibariyle dünya çapında silahlanma harcamalarında ABD’nin
payı yüzde 39, AB ülkelerinin payı yüzde 21, Rusya’nın payı
yüzde 4, Çin’in payı yüzde 5 ve Japonya’nın payı da keza
yüzde 5.
Demek
oluyor ki, AB militarizminin ciddiye alınması için daha çok yol
kat etmesi gerekmektedir. Bu nedenden dolayı veya ABD ile olan farkı
en kısa zamanda kapatmak için AB, militarizmini geliştirmeye hız
vermiştir. Yani AB, savaşa hazırlanıyor. Almanya, Fransa ve
İngiltere, AB militarizminin çekirdeğini oluşturuyorlar. Diğer
üyelerin, AB militarizmine katılıp katılmamaları kendi
kararlarının sonucu olarak görülüyor. Müdahaleciliğin, hukuk
açısından meşru olup olmadığı tartışma konusu dahi
yapılmıyor. Burada söz konusu olan, Amerikan emperyalizmiyle
rekabet ederek, onun rakipsiz konumunu aşmak ve uluslararası
ilişkileri demokratikleştirmek değildir. Burada söz konusu olan,
dünya kaynaklarının talanında geç kalmamak için erken hareket
etmektir. Bu da, savaşa hazırlık ve savaştan başka bir şey
değildir.
AB
militarizmi, AB’yi küresel bir müdahale gücü olarak
şekillendiren en belirgin yapılanmadır.
Amerikan
militarizmi, “ulusal” çıkarlara dayanıyor ve bu çıkarların
savunulması için geliştiriliyor.
AB
militarizmi, “ulusal” çıkarlara değil, AB entegrasyonunda yer
alan devletlerin en güçlü olanlarının, yani ulusların
çıkarlarına dayanmak ve bu çıkarları savunmak için
geliştiriliyor. AB militarizmi, ulusal askeri kapasitelerin bir
araya getirilmesinden, toplamından oluşmaktadır.
Sonu
belli olmayan bir gelişme.
Bazı
Sonuçlar:
Sermaye
ve üretimin azami derecede uluslararasılaşması ve örgütlenmesi,
bütün aklı evvel ‘gouvernance’cıların savundukları gibi
çoğulculuğa dayanan demokratik bir dünya düzenine götürmüyor.
Tam tersine, emperyalist küreselleşme, emperyalizm aşamasındaki
kapitalizmin ne denli asalaklaştığını, çürüdüğünü,
tarihsel olarak ömrünü doldurduğunu, çelişkilerinin ne denli
keskinleştiğini, emperyalist güçler arasında rekabetin
derinleştiğini, dünyayı yeniden paylaşmak için tekil savaşların
sürdürüldüğünü göstermektedir.
Soğuk
savaş dönemi bloklaşması, Revizyonist Blokun ve SB’nin
dağılmasıyla yıkıldı. Geçen yüzyılın ‘90’lı
yıllarından itibaren dünya çok rekabet merkezli oldu. Hammadde
kaynakları, enerji nakliyat güzergahları, başkaca stratejik
alanlar, dünya pazarında pay uğruna sürdürülen mücadelelerin
yoğunluğu, bu rekabet merkezleri arasındaki çelişkilerin;
emperyalistler arası çelişkilerin, ne denli keskinleştiğini
göstermektedir. Bu gelişmeler aynı zamanda ittifak arayışlarının
yanı sıra, -özellikle Asya’da Çin/Rusya/Hindistan mevcut
ittifaklaşmanın (AB) derinleştirilmeye çalışıldığını da
göstermektedir. AB’nin Almanya ve Fransa gibi önde gelen
emperyalist ülkeleri, başta ABD olmak üzere başka emperyalist
rakipleri karşısında dünyanın yeniden paylaşılmasında güçlü
söz sahibi olmak için kendilerine göre bir AB militarizmini
geliştirmeye hız verdiler.
“Proleter
Devrimin Askeri Programı” makalesinde Lenin şöyle der:
“Şimdi
militarizm, bütün kamusal (toplumsal,
çn.) yaşama nüfuz etmektedir. Askerileştirmek her
şeydir. Emperyalizm, büyük güçlerin dünyayı yeniden paylaşmak
için acımasız mücadelesidir. Bu nedenle o, bütün ülkelerde...
askerileştirmeye neden olacaktır” (Lenin; C. 23, s. 78).
Emperyalizmin
ne denli ve nasıl bir gericilik olduğu, emperyalistler arası
rekabetin keskinleştiği, tekil emperyalist savaşların,
saldırganlığın, işgalin gündemde olduğu, militarizmin ve
“ulusal güvenlik” tartışmalarının gündemleştiği
dönemlerde -örneğin bugünkü süreçte çok belirginleşmektedir.
Bu gelişmeler, içte -ülke içinde işçi sınıfı ve emekçi
yığınlar üzerinde baskıların artırılması, burjuvazinin
“demokratik özgürlükleri”ni sınırlandırması veya rafa
kaldırması, dışta ise saldırganlık uygulanması anlamına
gelmektedir.
Bugün
emperyalist ülkelerde uygulanmaya konmuş olan neoliberal
saldırılar, emperyalistler arası rekabetin keskinleşmesinin
ulusal çapta ekonomik ve siyasi terörün yoğunlaştırılması
olarak yansımasından başka bir şey değildir.
Hemen
bütün ülkelerin, özellikle de önde gelen ülkelerin bütçelerinde
savunma-silahlanma harcamalarının önemli bir pay tutması ve bu
payın giderek artması tesadüfi değildir. Özellikle emperyalist
ülkelerde ulusal gelir, tekeller lehine, ABD örneğinde olduğu
gibi açık bir şekilde silah tekelleri lehine, yeniden
paylaşılıyor. Yani devletin vergi adı altında işçi sınıfı
ve emekçi yığınlardan aldığı paralar, tekellere, silah
tekellerine; militarizme aktarılıyor. Devlet, emekçi yığınların
sosyal haklarını tırpanlıyor, emeklilik haklarıyla oynuyor,
sağlık sistemiyle oynuyor, işsizliği değil, işsizi hedef
alıyor, gençliğin eğitimini elit tabaka gençliğinin eğitimine
indirgiyor. İş yasalarını, çalışma koşullarını sermayenin
lehine değiştirerek, bu alanlardaki kazanımları yok ediyor.
Bunların hepsine neoliberal saldırılar diyoruz. Neoliberal
saldırıların diğer adı, ekonomik ve siyasi terördür.
Emperyalist devlet, tekeller dünya pazarlarında rekabet gücüne
sahip olsunlar diye, onlara talep ettikleri olanakları sunuyor.
Sermaye
birikimi, yoksulluğa neden oluyor. Ulusal zenginlik artıyor, ama
bir avuç asalağın elinde toplanıyor. Kapitalizm koşullarında
işçi sınıfı ve emekçi yığınların yarattığı maddi
zenginlik, bizzat onları yoksullaştırıyor, işsiz bırakıyor,
ama diğer taraftan da asalaklığın, çürümüşlüğün,
yozluğun, baskının, işgalin ve nihayet savaşın göstergesi ve
maddi kaynağı oluyor.
Ekonominin
krizde olduğu her dönemde emperyalist devlet, sermayenin devrevi
hareketini etkilemek ve ekonominin krizden çıkmasını sağlamak
için müdahale eder. Devletin müdahalesi, tekellere sermaye
sağlamak, yasal düzenlemelerle önünü açmak ve nihayetinde
savaşmaktır. Son 30 yılın, diyelim ki 1970’lerden bugüne geçen
dönemin, ekonominin seyri açısından karakteristik olan
özellikleri çok öğreticidir. Özellikle 1970’lerden itibaren
kapitalist ve revizyonist dünyada ekonomi, durgunluk içinde bir
büyüme sürecine girmişti. Kar oranlan sürekli düşme eğilimi
içinde olmuştur. Emperyalist devlet, ekonomik krizden çıkmak için
tekellere maddi ve yasal imkanlar sunmuştur. Bunun ötesinde
Amerikan emperyalizmi, SB’nin varlığından dolayı silahlanma
harcamalarıyla ekonomiye maddi kaynaklar aktarmıştır. Ne var ki,
bütün bu tedbirler, 1990/1991’de Revizyonist Bloğun ve SB’nin
dağılmasına rağmen, ekonominin durgunluk içinde büyümesi
özelliğinde hiçbir şey değiştirmemiştir.
‘90’lı
yılların başından bu yana sadece Amerikan emperyalizmi kriz
döneminde (1990-1994 ve 2000-2003) ekonominin seyrini sadece
silahlanma alanına sermaye aktararak değil, bizzat savaşarak da
(Irak-Afganistan-Irak) etkilemeye çalışmıştır.
Durgunluk
içinde büyüyen ekonomi kırılgan ekonomidir. Bunun böyle
olmasının temel nedeni, tekel olgusudur. Tekel, kaçınılmaz
olarak durgunluk ve çürüme eğilimi üretir. Bugün bu durgunluğun
ve çürümenin ekonomik, siyasi, kültürel ve bir bütün olarak
toplumsal sonuçlarını yaşıyoruz.
Emperyalist
devletler (ve tekeller) arasındaki rekabet, dünya hakimiyeti için
mücadelede tekil savaşlar çıkartacak derecede keskinleşmiş ve
yaygınlaşmıştır.
Dünya
hegemonyasında iddialı olan her emperyalist güç, önümüzdeki
dönemde diplomasinin yetersiz kalacağından hareketle, militarizmi
geliştirmeye özel önem vermeye başlamıştır. Tek başına veya
blok olarak 21. yüzyılda dünyayı yeniden paylaşmanın adımları
daha bugünden tekil savaş ve işgal biçiminde atılmaya
başlanmıştır. Bunu yapan ABD. Ve diğer emperyalist güçler de
buna seyirci olmayacaklarını göstermekteler.
Neoliberal
saldırıların dozajı ulusal ve uluslararası çapta tekeller ve
emperyalist ülkeler arası rekabetin ne denli keskinleştiğini ve
yaygınlaştığını gösterir.
Bu
gelişmeler, dünyayı yeniden paylaşmak için emperyalistler arası
savaş, emperyalist ülkeler arası savaş tehlikesini artırmaktadır.
Bütün
dünyada neoliberal saldırılar, işçi sınıfı ve emekçi
yığınlar üzerinde baskıyı artırmıştır.
Ekonomik
ve siyasal terör anlamına gelen neoliberal saldırılar, toplumu
ikiye bölmüştür. Bir taraftan bir avuç tekel ve diğer taraftan
da başta işçi sınıfı ve emekçi yığınlar olmak üzere
toplumun ezici çoğunluğu. Sermaye birikimi bu iki taraf arasındaki
mesafeyi uçurumlaştırmakta; zengin tarafı daha da zengin, yoksul
tarafı daha da yoksul yapmaktadır.
İşçi
sınıfı ve emekçi yığınlar, sermayenin bu ekonomik ve siyasal
terörü karşısında susmamışlar ve dönem dönem şu veya bu
ülkede yüz binlerle, milyonlarla ifade edilen görkemli protestolar
gerçekleştirmişlerdir.
Keza
emperyalistler arası çelişkilerin keskinleşmesi, Irak'da,
Balkanlarda, Afganistan’da ve yeniden Irak'da olduğu gibi
emperyalist tehdit, savaş ve işgal, uluslararası çapta bir savaş
karşıtı hareketin oluşmasına ve gelişmesine yol açmıştır.
İşçi
sınıfı, emekçi yığınlar, ezilenler, bağımlı uluslar
sermayenin terörüne, tehditlerine ve yok etme politikasına boyun
eğmeyeceklerini sürdürdükleri mücadele ile göstermekteler.
Ekvator’da, Nepal’de, Arjantin’de, Irak'da, Filistin’de
ezilenler emperyalizme, siyonizme, emperyalist işgale ve
işbirlikçilerine karşı ayaklanıyorlar, onların anladığı
tarzda mücadele ediyorlar.
Dünya
çapında savaş tehlikesi artıyor, militarizm güçlendiriliyor.
Ama aynı zamanda devrim de dünya çapında mayalanıyor.
- Teoride Doğrultu, Sayı 19, Ocak-Şubat 2005.