deneme

1 Ocak 2005 Cumartesi

MİLİTARİZM VE EKONOMİ


 
MİLİTARİZM VE EKONOMİ

Soğuk Savaş döneminde; II. Dünya Savaşından Revizyonist Bloğun dağıldığı 1990/1991’e kadar olan dönemde, önce Amerikan emperyalizmi önderliğinde kapitalist dünyanın sosyalist Sovyetler Birliği’ne (SB) ve oluşmakta olan sosyalist kampa karşı silahlanması ve militarizmini geliştirmesi söz konusuydu. SB’de XX. Parti Kongresinden sonrası (1956) ise kapitalist dünyanın yine Amerikan emperyalizmi şemsiyesi altında Revizyonist Bloka, esasen de SB’ye karşı silahlanması ve militarizmini geliştirmesi söz konusuydu. Bu blokun dağılmasından sonra sadece rekabetin esas unsurlarında değişme oldu. O dönemin ABD-SB veya kapitalist dünya-revizyonist dünya rekabetinin ve militarizminin yerini ABD-AB (öncelikle de Almanya-Fransa)-Çin-Rusya gibi önde gelen emperyalist güçler arasındaki rekabet ve militarizm, silahlanma aldı.

Daha ziyade III. Napolyon rejimini (19. yüzyılın ortaları) karakterize etmek için kullanılan ve zamanla siyasal bir kavrama dönüşen militarizm, hangi toplumsal dönemde olursa olsun sömürücü, hakim sınıfların gerici siyasal sistemini ifade eder. Militarizmle hakim sınıflar, içte emekçi yığınları baskı altında tutmaya çalışırlarken, dışta da yayılmacı politikalarını gerçekleştirmeye, başka ülkeleri işgal etmeye çalışırlar. Militarizm, içte baskı ve terör, dışta da işgal, talan ve savaş demektir.

Karl Liebknecht, “militarizm, kapitalizme özgü değildir. Militarizm, daha ziyade bütün sınıflı toplumlara özgüdür... Bu toplumların sonuncusu da kapitalist olanıdır...” der (K. Liebknecht; Militarizm ve Antimilitarizm. C. I, s. 266).

Diğer sınıflı toplum düzenlerinde olduğu gibi kapitalist toplum düzeninde de ordunun amacı, sömürü düzeninin korunmasıdır. Görevin bu temel içeriğinden dolayı militarizm, güç kullanmaktır. Silahlı güçler, (ordu, polis, jandarma, silahlanma harcamaları vs.) militarizmin iktidar temelini oluştururlar. Ordunun sayısal gücü, savaş halinde olması veya olmaması; iç ve dış çelişkilerin keskinleşmişlik durumu, silahlanmayı ve ekonomiyi doğrudan etkiler. Bu nedenlerle militarizm, işçi sınıfı ve emekçi yığınlar için ek maddi yük demektir. Sömürünün yoğunlaştırılması, baskının artırılması demektir. Militarizm, yaşam koşullarını kötüleştirir. Öyle ki, hakim sınıf unsurları ve orta tabakalar dahi toplumsal ve kültürel yaşamın köreltildiğinden bahsederler.

K. Liebkncht’in deyimiyle militarizmin parolası, “para veya yaşam” değildir. “Para ve yaşam”dır. Demek oluyor ki, hakim sınıflar adına militarizm, sömürülenlere ‘ya paranı ya da canını ver’ demiyor. Bizim çıkarlarımız için ‘hem para hem de canını vereceksin’ diyor. Bizim için çalışacak ve bizim için öleceksin diyor.

İç ve dış çelişkilerin gelişmesine göre militarizm gelişir ve ekonomi de bu gelişmeye göre militarize edilir (askerileştirilir).
Ekonomi, askeri politikanın militarist politikanın ihtiyaçlarının hizmetine sunularak, silahlı güçlerin silahlanması için kullanılarak askerileştirilir. Bütün toplumun sıkı örgütlü askeri ve propaganda kuramlarıyla sarılması, militarizmin temel özelliklerindendir. iktidar ve propaganda kuramlarıyla militarizm, bütün alanlarında toplumsal yaşamı kendi çıkarlarına göre yönlendirir, bütün kurumsal ve özel yaşam alanlarını militarist ideoloji ile zehirler; savaşın kutsanması, demokrasinin, demokratik kuramların ve kuralların küçümsenmesi, askeri zora tapış, iç ve dış sorunların çözümünde askeri zor kullanmanın yegane doğru yol olarak gösterilmesi vs. Militarizm, medyayı da militarist ideolojinin, propagandanın vazgeçilemez aracına dönüştürür. Basın, radyo, televizyon ve başkaca medya araçları, kültür, sanat vs. militarist ideolojinin propaganda unsurlarına dönüşürler.

Militarizm, toplumun, içte işçi sınıfı ve emekçi yığınları baskı altında tutmak ve dışta da istila savaşları için hazırlanması anlamına gelir. Militarizm, her zaman, savaş tehlikesinin artması demektir.

Savaş, politikanın başka araçlarla sürdürülmesidir. Savaş, militarizmin bir sonuç yansımasıdır.

Ekonomi, Militarizm ve Rekabet

20. yüzyılın sonunda burjuva bilim adamları, ideologları ve teorisyenleri, kapitalist ekonominin konjonktürel krizlerinden kurtulduğunu ilan etmişlerdi. Ama ekonomi kendi yasaları doğrultusunda hareket etti ve 2000 yılı sonu-2001 yılı başı itibariyle ABD, AB ve Japonya ekonomileri yeni bir fazla üretim krizi sürecine girdiler. Dünya ekonomisinin motoru konumunda olan bu ülke ekonomilerinin krize girmesiyle, dünya ekonomisi de krize girmiş oldu. Daha önceki ekonomik krizlerden farklı olarak bu seferki ekonomik kriz, emperyalist küreselleşmenin özelliklerini de taşıyordu.

1990-1994 dünya ekonomik krizini 2000-2003 dünya ekonomik krizi takip etti. Sermaye, burjuvazinin propaganda ve tedbirlerine göre değil, kendi nesnel yasaları doğrultusunda hareket etti. Dünya ekonomisi, devrevi hareketinin kriz aşamasındaki en derin noktasına 2001 yılının 3. çeyreği ile 2002 yılının 2. çeyreği arasında ulaştı. 2002’nin 2. çeyreğinden bu yana genel anlamda dünya ekonomisi ve onun önemli bileşenleri olan ekonomiler (ABD, AB, Japonya vs.), krizin en derin noktasından çıkarak belli bir canlanma sürecine girdiler. Her bir ülkede farklı boyutlarda olan ekonomik canlanma ve bu canlanmayı ifade eden ekonomik veriler, dünya ekonomisinin 2003 yılı itibariyle krizde olmadığını gösteriyorlar. Burada söz konusu olan, hem tek tek ekonomilerin ve hem de bir bütün olarak dünya ekonomisinin görece bir canlanma aşamasında olduğudur. Bugün açısından ne dünya ekonomisi ve ne de ABD, bir bütün olarak AB ve Japon ekonomileri krizdedir. Ama, mevcut gelişme eğilimleriyle bu ekonomiler, ekonomik krizden güçlü bir çıkışın gerçekleştirildiğini ifade etmiyorlar. Durgunluk eğilimi taşıyan, dönem dönem mutlak gerileyen, ama eğilim olarak canlanma aşamasını, ekonomik devreviliğin kriz dışı aşamasını ifade eden bir gelişme. Bu gelişme, bu ülke ekonomilerinin ve dünya ekonomisinin oldukça kırılgan bir süreçten geçtiklerini gösterir.

Tek tek emperyalist ülkelerin, birtakım tedbirlerle ekonomiyi canlandırma programlarını uygulamaya koyarak sonuç alma umutlan da suya düşmüştür. Şüphesiz ki, ekonomiyi canlandırmak için alman tedbirler, uygulamaya konan programlar, ekonominin devrevi hareketini olumlu (olumsuz da) etkilemiştir/etkiler. Ama bütün bunlar, ekonominin devrevi hareketini değiştiremez. Çünkü ekonominin yasaları nesneldir ve kendi yasaları doğrultusunda hareket eder. Bu süreç, ekonomiler arası rekabeti, eşit olmayan gelişmeyi de içerir/yansıtır.

1991 yılında o zamanki ABD Başkam G. Bush, “yeni bir dünya düzeni yaratıyoruz” diyerek, 1. Körfez Savaşının kendine göre nedenini açıklıyordu. “Yeni bir dünya düzeni”, aynı zamanda, Amerikan emperyalizminin dünya hegemonyası talebini yükseltmesiydi. Bu dönemde, Revizyonist Blokun ve Sovyetler Birliği’nin dağıldığı dönemde söylenen bu söz, programatik ve stratejik bir anlam taşıyordu. iki süper güçten birisi olan SB’nin dağılmasının -dünyanın ikinci büyük askeri gücü ve Rusya Federasyonu olarak geri çekilmek zorunda kalmasının ne türden gelişmelere neden olacağı o gün açısından bilinmiyordu. Ama diğer taraftan Amerikan emperyalizmi, o güne kadar yedeklediği diğer emperyalist ülkelerin, başta da AB’nin Almanya ve Fransa gibi emperyalist ülkelerinin ve Japonya’nın artık kendisine yedeklenmeyeceklerini çok iyi kestiriyordu. Bu koşularda Amerikan emperyalizmi, kapitalist dünya üzerindeki hakimiyetini bütün dünya üzerinde hakimiyete dönüştürmek için adımları atmaya yöneldi. Önemli olan, SB’nin dağılmasından sonra hegemonyasız kalan alanlarda (ülkelerde) Amerikan hegemonyasını kurmak ve dünya hegemonyasını gerçekleştirmesi önünde engel olabilecek mevcut ve potansiyel güçlerin gelişmesini engellemekti.

Amerikan emperyalizminin bu stratejisini en erken kavrayan Almanya ve Fransa gibi emperyalist ülkeler olmuştur. Bu nedenledir ki, AB’yi siyasi entegrasyona doğru geliştirme planlarına hız verilmiştir. Önemli olan, AB’nin en kısa zamanda kendi ordusunu kurmasına, zemin oluşturacak ortam ve olanakların oluşturulması ve sağlanmasıydı. NATO’ya karşı değil, ama NATO’dan bağımsız olarak hareket edecek bir AB ordusunun kurulmasının önündeki engeller, Fransa ve Almanya’nın çabalarıyla aşıldı. Ne var ki, Almanya ve Fransa’nın ABD karşısında hem kendi güçlerini ve hem de AB entegrasyonunun gelişme derecesini abartmış oldukları kısa zamanda anlaşıldı.

1990’dan bu yana ki süreç bize şunu gösteriyor: 1990-1994 dünya ekonomik krizinden en erken çıkan ABD. ABD ekonomisinin yeniden büyümeye başladığı 1992’de Japonya ve AB ekonomileri krizdeydi. 1990-2000 döneminde veya 1990-1994 krizinden 2000-2003 krizine kadar olan dönemde en hızlı büyüyen ekonomi, Amerikan ekonomisiydi. ‘90’lı yıllar, Japon ekonomisi açısından “kaybedilmiş yıllar”dı. Bu dönemde AB ülkeleri ekonomileri ise durgunluk süreci içinde büyüyen ekonomiler durumundaydılar.

Güç dengesinin durumunu göstermek için birkaç örnek verelim (1994 yılında 500 süper tekelin; dünyanın en güçlü 500 tekelinin dünya gayri safi hasılasındaki payının yüzde 40 civarında olduğu verisine göre):

Ülkeler bazında tekeller:
Söz konusu bu on senelik dönemde Amerikan tekelleri daha da güçlenmişlerdir. Japon tekelleri, en çok kaybeden tekeller konumundaydılar. 1994’te “Global 500” listesine giren Amerikan tekeli sayısı 151. Bu 151 tekel, “Global 500”de yer alan tekellerin toplam cirosunun yüzde 29’unu kontrol ediyorlardı. 2003’te bu türden Amerikan tekeli sayısı 189’a çıkar. Bu 189 tekel, 2003’te “Global 500”de yer alan tekellerin toplam cirosunun yüzde 39’unu kontrol ediyordu.

Soruna NAFTA olarak bakarsak: Bu çerçevedeki tekel sayısı 1994’te 158 ve 2003’te de 203. Bunlar, “Global 500”de yer alan tekellerin toplam cirosunun 1994’te yüzde 29,4’ünü ve 2003’te de yüzde 40,8’ini kontrol ediyorlardı.

Bu listeye giren Japon tekeli sayısı 1994’te 149’dan 2003’te 82’ye ve “Global 500”de yer alan tekellerin toplam cirosundaki payı da aynı yıllarda yüzde 37’den yüzde 14,6’ya düşer.

AB’nin durumu: Bu listede yer alan Batı Avrupa tekeli sayısı 1994’te 171’den 2003’te 167’ye düşer, ama “Global 500”de yer alan tekelerin toplam cirosundaki payı aynı dönemde yüzde 30,2’de yüzde 37,5’e çıkar.

Blok/entegrasyon olarak Batı Avrupa, NAFTA’nın gerisinde kalmıştır.

Avrupa’da, AB’de Alman tekelleri ilk sıralarda yer alır.
Global 500”e giren Alman tekeli sayısı 1994’te 44’ten 2003’te 34’e düşer, ama söz konusu listede yer alan 500 tekelin toplam cirosundaki payı aynı dönemde yüzde 8,7’den yüzde 9,1’e çıkar.

Aynı listede Büyük Britanya’dan 37 ve Fransa’dan da keza 37 tekel yer alır.

Soruna 1995-1999 itibariyle dünyanın en güçlü 200 tekeli bazında bakarsak:

200 tekel arasında Amerikan tekellerinin sayısı 1995’te 53’ten 1999’da 76’ya çıkar. Aynı dönemde Japon tekellerinin sayısı 62’den 40’a ve Alman tekellerinin sayısı da 23’ten 22’ye düşer.

Dünyanın en güçlü 500 süper tekeli arasında Kuzey Amerika tekellerinin sayısı 1994’te 156’dan 2003’te 202’ye çıkar. (Yüzde 29,5 oranında bir artış). Aynı dönemde Avrupa tekellerinin sayısında değişme olmaz: 1994; 170 ve 2003; 170. Keza aynı dönemde Asya tekellerinin sayısı ise 168’den 123’e düşer. (Yüzde 26,8 oranında bir azalış).

1996’da en güçlü 500 tekel sıralamasında 3. olan ABD, 2003’te 1.; 1994’te 1. olan Avrupa 2003’te 2. ve 1994’te 2. olan Asya 2003’te 3. sırada yer alır.

Salt bu veriler, Amerikan emperyalizminin iktisadi olarak kendine en yakın rakiplerinden güçlü olduğunu ve özellikle de ‘90’lı yıllarda daha da güçlendiğini gösteriyorlar.

Amerikan emperyalizmi, bu dönemde askeri gücünü daha da geliştirmiş ve adeta rakipsizleşmiştir. Bu gücünü de Yugoslavya, Irak ve Afganistan savaşlarında göstermiştir.

Amerikan emperyalizminin ABD sınırlan dışında stratejik olarak serpiştirilmiş bin üssü vardır. Irak'da savaşanlar da dahil ABD’nin yurt dışında konuşlandırılmış asker sayısı 250 binden fazladır. Amerikan emperyalizmi, nakliyat lojistiğine ve uzay istihbarat olanaklarına dayanarak en kısa zamanda dünyanın her yerinde askeri olarak varlık gösterebilecek durumdadır. Rakiplerinde ise bu olanaklar ya yok, ya da sınırlıdır.

Amerikan emperyalizminin ‘90’lı yılların ortalarında geliştirdiği askeri stratejide şu temel anlayışa yer verilmektedir:
ABD, “dünya çapında çıkarları olan dünya gücü olarak,... aynı anda, büyük çaplı sınır aşırı saldırganları, dünyanın birbirinden farklı yerlerinde bulunan bölgelerde yenebilecek durumda olmalıdır”.
Amerikan jeopolitikacısı Z. Brzezinski, ABD’nin gücünü ve hegemonya alanını şöyle tanımlar:Daha önceki imparatorlukların “aksine dünya gücü bugünkü Amerika’nın hakimiyet alanı eşsizdir. ABD, sadece bütün Okyanuslara ve denizlere hakim konumda değildir. Şimdilerde o, amfibi araçlarıyla dünya sahillerini kontrol altında tutacak, bir ülkenin iç kesimine girecek ve iktidarına siyasal geçerlilik sağlayabilecek askeri araçlara da sahiptir... Bütün Avrasya kıtası, Amerikan uydularıyla (Amerika’ya bağlı devletlerle, çn.) ve haraca bağlanmış devletlerle doludur; bunların bazıları çok istekli olarak Washington’a bağlanmak ister”.

Kısaca:
Revizyonist Blokun ve SB’nin dağılmasından bu yana Amerikan emperyalizmi, rakiplerine nazaran ekonomik ve askeri olarak daha da güçlenmiş ve bu gücüne dayanarak dünya hakimiyeti jeopolitikasını gerçekleştirmeye yönelmiştir. Bu, militarizmden, rekabetten, savaştan başka bir anlama gelmez.

Askeri-Siyasal Kompleks ve Militarizmin Ekonomide Kullanımı

Başta ABD olmak üzere emperyalist ülkeler, askeri-siyasal kompleksi, aynı zamanda, ekonomik krizden çıkmanın bir yolu olarak da görürler. Tekelci devlet kapitalizmine özgü olan askeri-siyasal kompleks (iktidarın, silahlanma sermayesinin çıkarlarıyla kaynaşması ve devlet bürokrasisi ile birlikte bir güç oluşturmasıdır. Yani tekel, ordu ve devlet organlarının birbiriyle kaynaşmasından doğan güç), özellikle ABD’de (ve Almanya’da da) çok gelişmiştir. Bush hükümeti, bu kompleksin önde gelen temsilcileriyle doludur. Örneğin, Hava Kuvvetleri Bakanı J. Roche, silahlanma tekeli Northop Grumman’dan, Deniz Güçleri Bakanı silahlanma tekeli General Dynamic’ten (bu tekelin başkan yardımcısıydı), Kara Güçleri şefi, iflas eden Enron tekelinden (enerji tekeli) transfer edilmişlerdi. Bunun ötesinde Bush hükümetinde çok sayrda petrol-enerji tekelinin eski yöneticilerinin yer alması hiç de tesadüfi değildir. Örneğin, Cheney, Rice, Abraham, petrol sektöründe faal olan tekellerin yönetici konumunda olan unsurlarıydı. 2000 yılı seçimlerinde bütün bağışların yüzde 80 gibi önemli bir bölümünün petrol ve enerji sektöründen yapılmış olması, duruma daha da açıklık getirmektedir.

Amerikan tekelleri, her şeyden önce de petrol tekelleri, dünya çapında var olan ve potansiyel durumda bulunan hammadde kaynaklan üzerinde hakimiyet kurmak istedikleri için, askeri-siyasal kompleksle iç içe geçmiş durumdadırlar. Dünya hammadde kaynaklarının yeniden paylaşılmasını öncelikle bu tekeller talep ediyorlar. Önemli olan, Amerikan tekellerinin dünya petrol-enerji (mamul-hammadde) pazarlarına-yataklarına hakim olmaları ve rakip konumda olanların bu pazarlardan uzaklaştırılmalarıdır.

Amerikan emperyalizminin, önde gelen emperyalist güç ve süper güç olarak gelişmesinde askeri-siyasal kompleksin rolü iyi kavranmalıdır. Amerikan emperyalizminin bu gelişmesinde, savaş üretiminden (I. ve II. Dünya Savaşları) elde edilen devasa karların önemli bir payı vardır. Bir örnek verecek olursak: II. Dünya Savaşında bütün devlet siparişlerinin yüzde 80’i sadece 62 tekele verilmiştir. Yani silahlanma üretimi, azami karın kaynağı olmuştur.

Öyleyse; tekellerin devasa azami karlar elde edebilmeleri için; silahlanma üretiminin azami kar kaynağı olabilmesi için, askeri harcamalar bütçesinin şişirilmesi gerekir. Bu bütçenin şişirilmesi için toplumun savaş tehdidi altında olduğuna inandırılması gerekir. Veya çeşitli vesilelerle savaş çıkartmak gerekir. Her halükarda militarizm için bütçenin şişirilmesi ve böylece silahlanma tekellerine devasa kar sağlamanın yolunun açılması için bir vesilenin bulunması gerekir. Başta ABD olmak üzere bütün emperyalist saldırganlar, vesile bulmakta oldukça ustadırlar.

2002 yılı sonu itibarıyla Amerikan askeri bütçesi, askeri harcama bakımından kendisine en yakın Rusya+Çin’in toplam askeri harcamasından 5 misli daha fazlaydı.

Şubat 2001’de Bush, 2002 yılı bütçe taslağını açıklar. 2001’de 296 milyar dolar olan savunma harcamaları 2002 yılı için 310,5 milyar dolar olarak öngörülür. Bush, 2002 Şubatında 2003 yılı bütçe taslağını açıklar. Bu taslakta savunma harcamaları olarak 380 milyar dolar öngörülür.

90’lı yıllarda silahlanma harcamalarının görece gerilemesi sonlanmış ve bu türden harcamalar yeniden artmaya başlamıştır. Bugün açısından askeri araştırmalar için dünya çapında harcanan paranın yaklaşık dörtte üçü Pentagon kaynaklıdır.

ABD Başkanı Bush’un “yeni savaş”ını ilan etmesi ve 11 Eylül, aynı zamanda, silahlanma siparişlerinin artması anlamına gelmekteydi. Nitekim Amerikan tekelleri bu siparişleri ekonomik krizden çıkmak ve krizin yükünü yığınların sırtına yıkmak için kullandılar. Öyle ki, tam da bu dönemde, borsanın “kesat” gittiği bir dönemde, devletin verdiği siparişler sonucu ABD’nin en büyük beş silahlanma tekelinin hisse senetleri, ortalama yüzde 10 değer kazanır ve ABD’nin en büyük silahlanma tekeli Lockheed Martin, Ekim 2002 itibariyle bir sene öncesine göre karını ikiye katladığını açıklar. Bu, militarizm ve ekonomi arasındaki ilişkiyi gösterir.

Amerikan emperyalizmi dünya çapında saldırganlığını, başka ülkeleri tehdidini, işgalini ve böylece savaşını, “terörizme karşı uluslararası mücadele” ile açıklamaya devam ediyor. Amerikan emperyalizmi, hem savaşmakta, başka ülkeleri işgal etmekte ve hem de bu işgalini “terörizme karşı uluslararası mücadele” ile açıklamakta kararlı. Oysa Amerikan saldırganlığının “terörizme karşı mücadele” ile ilgisi yok. Bu saldırganlığın esas nedeni, dünya hakimiyetidir; hakimiyet alanlarının yeniden paylaşılmasıdır.

Terörizme karşı uluslararası mücadele”, emperyalist küreselleşmenin yeni güvenlik stratejisi olmuştur. Bu strateji de militarizme, askeri güce dayanmaktadır.

Aynı zamanda, ekonominin gelişme seyrinin de bu saldırganlıkla doğrudan ilişkisi vardır. Devasa boyutları olan silahlanma programı; tekellere verilen siparişler, bir bütün olarak askeri harcamalar, Amerikan ekonomisinin gelişmesini teşvik etmiştir. Nitekim Afganistan ve Irak savaşları için yapılan askeri harcamalar, o zaman krizde olan Amerikan ekonomisinde belli bir canlanmaya yol açmıştır.

İlk Körfez Savaşı (1991) Amerikan ekonomisinin 1990-1994 dünya ekonomik krizinden erken çıkmasında (1992) önemli bir rol oynamıştır. Almanya ve Japonya gibi rakipleri gecikmeli olarak ekonomik krize girerken, ABD krizden erken çıkmıştır. Amerikan emperyalizmi, ilk körfez savaşının masraflarını müttefiklerinin sırtına yükleyerek de savaştan kazançlı çıkmıştır. Bu savaş, ortalama 25 milyar dolara mal olmuştur. ABD’nin müttefikleri (özellikle Almanya ve Japonya), savaş masraflarında paylarına düşeni ödemelerinin ötesinde, ABD’ye 53,9 milyar dolarlık mali yardımda bulunmak zorunda da kalmışlardır. İlk körfez savaşının ABD açısından “müthiş ticaret” olarak tanımlanmasında bu da bir nedendi.

Amerikan ekonomisinin, AB ve Japonya gibi rakipleri karşısındaki bugünkü görece güçlü gelişme durumu, askeri harcamalardan kaynaklanmaktadır. Başta türlü ifade edersek: Amerikan ekonomisinin söz konusu rakip ekonomilere nazaran güncel görece güçlü canlanmasının nedeni, askeri harcamalarıdır.

Silahlanma ve başka askeri harcamalar (Irak savaşı da dahil) için ayrılan askeri bütçe 422 milyar dolardır. Savaş, Amerikan ekonomisine belli bir canlanma sağlamıştır. Ama ne pahasına? Ticaret açığı Amerikan tarihinde bugüne kadar görülmemiş boyutlara varmıştır; Sadece 2004’ün I. çeyreğinde 150 milyar dolar. İthalatı finanse etmek için yabancı finansmana ihtiyaç artmıştır. Dolar, avro karşısında sürekli değer kaybetmektedir. İç pazar daralmaktadır. Kitlesel işsizlik artmaktadır.

ABD, hemen her bakımdan dünya çapında hegemon güç durumundadır. Bu emperyalist güç, mevcut konumunu pekiştirmekle yetinmiyor, dünyayı yeniden kendi lehine değiştirmek/paylaşmak istiyor. Ama emperyalistler arası rekabet, kendine en yakın güç olan AB ve şimdilik daha gerilerde yer alan Rusya ve Çin ile rekabeti, Amerikan emperyalizmine sınırlarını gösteriyor. Bu emperyalist ülke ve bloklar arasındaki rekabet, savaş tehlikesini artırıyor.

Diğer taraftan AB’nin tavrı, Revizyonist Bloğun dağılmasından sonra “zorunlu ortaklığın” artık sona erdiğini gösteriyor. Bu entegrasyon da ekonomik potansiyeline dayanarak silahlanıyor. Kendine özgü güvenlik stratejisi oluşturuyor.

Farklı Güvenlik Politikaları Çerçevesinde ABD-AB Rekabeti

Amerikan emperyalizminin en güncel ulusal güvenlik doktrininin içeriği üzerine söylenecek fazla bir şey yok. Çünkü bütün dünya bu doktrinin pratiğe uygulanmasını yaşamaktadır: “Terörizme karşı uluslararası mücadele”, tehdit, işgal, savaş vs.

Eylül 2002’de açılanan “ABD Ulusal Güvenlik Stratejisi”nde öne çıkartılan anlayışlar şunlardır:
Ulusumuzun savunulması, hükümetin ilk ve en önemli yükümlülüğüdür. Bu görev şimdi, dramatik olarak değişmiştir. Geçmiş dönemlerde düşmanlarımız ülkemiz için tehlike oluşturmak için büyük ordular ve kapsamlı sanayi olanaklarına ihtiyaç duyuyorlardı. Bugün tek tek insanlar veya küçük gruplar, modern teknolojiyi kullanarak büyük kaos yaratacak ve ülkemize zarar verecek durumdadırlar. Bütün araçlar kullanılarak bu tehdide karşı konulmalıdır”.

Dünya çapında faaliyet sürdüren teröristlere karşı savaş, ne kadar süreceği belli olmayan küresel bir harekettir. ABD, terörizme karşı mücadelede desteğimize ihtiyaç duyan uluslara yardım edecektir. ABD, terörizme önayak olan, teröristlere yataklık eden ülkelerden hesap soracaktır. Çünkü terörün müttefikleri, medeniyetin düşmanlarıdır...”

ABD, “teröristlerin ve gaddarların tehditlerine karşı barışı savunur”.

ABD, “insan onuru için” savaşır.

ABD, “küresel terörizme karşı ittifakları güçlendirir ve dostlarına saldırılan engeller”.
ABD, “en iyi savunmanın saldın olduğu” anlayışındadır.

Adaletli bir dünya yaratmak” istediği için ABD, “bölgesel çatışmaları yumuşatır”.

ABD, “kendisinin, müttefiklerinin ve dostlarının kitlesel imha silahlarıyla tehdit edilmelerinin önünü alır”.

ABD, “serbest pazarlan ve serbest ticareti” savunur ve “küresel ekonomik büyümenin yeni bir döneminden” yanadır.

ABD, “toplumların (dışa) açılması ve demokratik yapıların inşasıyla gelişme sürecinin genişletilmesinden” yanadır.

ABD, “dünyanın başka önemli iktidar merkezleriyle işbirliği için bir ajandanın geliştirilmesinden” yanadır.

Bütün bunların üstesinden gelebilmek için ABD, “olanakları kullanır -Amerikan Ulusal Güvenlik kurumlarını yeniden yapılandırır... Çünkü ABD’nin büyük ulusal güvenlik kurumlan, başka bir dönemde başka görevlerin üstesinden gelmek için yapılandırılmışlardı. Onların hepsi yeniden yapılandırılmak zorundadır”.

Nasıl formüle edilmiş olursa olsun ve soruna hangi açıdan bakılırsa bakılsın ortaya çıkan gerçeği Amerikan emperyalizminin pratiğinde görmekteyiz.

Amerikan emperyalizmi, “uluslararası terörizme karşı mücadele” adı altında dünya hegemonyasını gerçekleştirmek, bütün dünyayı kendi hegemonyası altında tutmak, mevcut ve potansiyel rakipleriyle “terörizme” karşı güya dayanışma içinde olmak, onların gelişmesini engellemek, önemli stratejik ulaşım ve hammadde kaynaklarını kendi kontrolüne almak için sürekli tehdide, savaşa ve işgale başvurmaktadır.

ABD’nin yeni ulusal güvenlik doktrini, içte ve dışta baskı, terör, işgal ve savaş demektir.

AB Güvenlik Doktrini

II. Dünya Savaşında birbirlerine karşı savaşan Batı Avrupa ülkelerinin, Alman faşizminin istilasına maruz kalmış ülkelerin, savaş sonrasında yeni bir dönem başlatmak ve oynayabilecekleri bir güvenlik politikası oluşturmak için bir araya gelmeleri pek kolay olmamıştır. Ayrıca, Almanya’nın yeniden silahlanmasını (1945-1955) kabullenmek Fransız emperyalizmi açısından zehir yutmak anlamına gelmekteydi.

II. Dünya Savaşından sonra Avrupa’da, Avrupa güvenlik politikası oluşturmak için yeni bir girişim başlamıştı. Daha baştan beri Amerikan müdahalesine karşı olan Fransa, 1948’de, Alman militarizminin yeniden güçlenmesi olasılığına karşı kurulan BAB’ı (Batı Avrupa Birliği), kendi atom silahlan ve denizaşırı işgal alanlarıyla donatmak ve böylece ona kendi yönetiminde bir güvenlik politikası kimliği vermek için mücadele ediyordu.

Buna karşın Almanya ve İngiltere, açıktan Amerika tarafında yer alarak NATO çerçevesinde bir güvenlik politikasına önem verdiler.

Bütün soğuk savaş dönemi (1945-1990), gerek bugünkü adıyla AB’nin ve gerekse de Avrupa güvenlik politikasının oluşturulması ve gelişmesi üzerine bir taraftan Fransa, diğer taraftan da ABD’ye yaslanan Almanya (ve sonraları da İngiltere) arasındaki rekabetle geçmiştir.

Sonuç: BAB, Fransa’nın istediği gibi gelişmemiştir. Avrupa’da güvenlik politikası NATO’nun güvenlik politikası olarak oluşturulmuştur.

Revizyonist Blokun ve SB’nin dağılmasından sonra NATO’nun güvenlik stratejisi de işlevsiz kalmıştır. İki süper gücün etrafında kutuplaşan dünyanın yerini, çok merkezli rekabetin geliştiği bir dünya almıştır. Bu rekabet merkezlerinden birisi de AB’dir. Bütün ‘90’lı yıllar, işlevsiz kalan NATO’yu yeni bir güvenlik doktriniyle, yeni görevlerle donatma ve AB’nin ordu kurma; kendine özgü bir güvenlik doktrini geliştirme tartışmalarıyla geçmiştir. Bu tartışmalar, bugün hala NATO içinde olup da NATO’yu sorgulayan ülkeler tarafından, NATO’ya karşı askeri bir kurum oluşturma bazında sürdürülmektedir. Dün konuşulmayan bugün açıkça dile getirilmektedir.

AB, 1999 Helsinki zirvesinde, 60 bin askerden oluşan bir “Avrupa Müdahale Ordusu” kurulması kararı alır. AB’nin bu kararına karşın ABD, 2002’nin ikinci yansında NATO çerçevesinde bir “acil müdahale ordusu”nun kurulmasını talep eder. Neden olarak, “uluslararası teröre karşı savunma” gösterilir. AB ülkeleri şaşırırlar, ama talebi de kabul ederler. Olurdu, olmazdı, nasıl olurdu tartışmaları devam eder. Ama AB ülkeleri, öncelikle de Almanya ve Fransa, NATO içinde kalarak AB’ye özgü bir “Ortak Dış ve Güvenlik Politikası” (ODGP), şimdilerde de “Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası” (AGSP) oluşturmakta ve geliştirmekte kararlı olduklarını gösterirler.

AGSP, AB’nin askerileştirilmesi demektir ve başta ABD olmak üzere AB’nin bütün rakiplerine karşı kurulmuştur. AGSP’da söz sahibi olan Fransa ve Almanya’dır. AGSP, ilkesel olarak saldırganlığı içeren Fransa ulusal güvenlik politikasıyla, Alman çıkarlarını Hindikuş’ta savunmayı öngören Alman güvenlik politikasından oluşmaktadır.

Solana’nın önerilerine geçmeden önce AB entegrasyonunun derinliğini bir örnekle göstermekte yarar vardır. Bu örnekten hareketle AGSP’ın geleceğini de “okuma” durumunda oluruz.
AB Anayasasında şu anlayışa yer veriliyor:
Üye devletler, askeri yeteneklerini adım adım daha da iyileştirmekle yükümlüdürler”.

Daimi yapılandırılmış işbirliği” protokolünde de şöyle deniyor:

Askeri çekirdek Avrupa, “2007 yılına kadar... 5 ila 30 gün içinde misyonunu üstlenmek için yeteneklere sahip olmalıdır”.

Bunun Türkçesi şu: Önemli olan, savaşabilir olmak değil, önemli olan, en kısa zamanda, 2007 yılma kadar savaş çıkartacak veya sürdürecek duruma gelmektir.

Savaş olmaksızın, hiçbir başka AB ülkesi, Almanya’nın hegemonyasında, Almanlaşarak “Avrupa Birleşik Devletleri”ni kurmaya yanaşmaz.

Almanya-Fransa ortaklığında AB’nin “Avrupa Birleşik Devletleri”ne dönüşmesi için ya Fransa Almanyalaşacak, ya da Almanya Fransalaşacak. Yani asimilasyon. Gönüllülük söz konusu olsaydı, şimdiye kadar adımlar atılırdı. Kapitalizmde asimilasyon zor demektir. Yani, sonuçta yine savaş söz konusu olacaktır.

AB’nin “Avrupa Birleşik Devletleri”ne dönüşmesinin en kestirme yolu savaştır. 1871’de Alman birliği savaş sonucunda sağlanmıştır. Keza daha önce ABD’de bir iç savaş sonucu yaklaşık bugünkü halini almıştır.

AB’nin siyasal entegrasyon yolunda ilerlediği anlayışı abartılıdır. Bunun ötesinde reformist ve liberal çevrelerin, entegrasyonun şimdiye kadarki gelişmesine dayanarak AB hakkında hayaller yaymaları da ayrı bir yanılsamadır. Bu konuya açıklık getirmek için iki tezi, iki anlayışı buraya aktarmakta yarar var.

Kautsky ve “ultra-emperyalizm”:
...Acaba bugünkü emperyalist politikanın yerini, ulusal mali sermayeler arasındaki mücadelenin yerini, uluslararası düzeyde birleşmiş mali sermaye ile dünyanın ortaklaşa sömürüleceği yeni, ultra-emperyalist bir politikanın alması mümkün değil mi? Kapitalizmin bu yeni aşaması, her halükarda düşünülebilir bir şeydir”.
Lenin:
Kapitalist düzende nüfuz bölgelerinin, çıkarların, sömürgelerin vs. paylaşılması konusunda, paylaşıma katılanlann gücünden, bunların genel ekonomik, mali, askeri vs. gücünden başka bir temel düşünülemez. Paylaşıma katılanların güçler dengesi ise eşitsiz biçimde değişmektedir. Çünkü kapitalist düzende tek tek girişimlerin, tröstlerin, sanayi dallarının ve ülkelerin eşit gelişmeleri olanaksızdır...
... Alman ‘Marksisti’ Kautsky’nin bayağı küçük burjuva fantezilerinde değil de, kapitalizm gerçeğinde ‘inter-emperyalist’ ya da ‘ultra-emperyalist’ ittifaklar -bu ittifaklar ister bir emperyalist grubun bir başkasına karşı ittifakı, ister bütün emperyalist devletleri kucaklayan genel bir ittifak biçiminde olsun zorunlu olarak, savaşlar arasındaki ‘nefes molaları’ndan başka bir şey değildir. Barışçıl ittifaklar, dünya ekonomisi ve dünya politikasının emperyalist bağlantı ve ilişkilerinin bir ve aynı zemini üzerinde, barışçıl olan ve olmayan mücadelenin biçimlerinin değişmesini yaratarak, birbirlerini koşullayarak savaşları hazırlarlar ve yine onlardan doğarlar” (Lenin; “Emperyalizm...” (C. 22, s. 299-301).

Kautsky, “kapitalizmin bu yeni aşaması her halükarda düşünülebilir bir şeydir” diyor ve ekliyordu: “Bunun gerçekleşebilir olup olmadığı sorusunu yanıtlamak için henüz yeterli öncüler yok”.

Olmadı da: “Uluslararası birleşmiş mali sermayesiyle “ultra-emperyalizm dünyanın ortak sömürüsünü” örgütleyemedi. Tam tersi oldu. Eşitsiz gelişme ve rekabet, savaşa neden oldu.

Şimdilerde ise “saldırgan Amerikan emperyalizmi” karşısında AB emperyalizmi, Kautsky tarzında bir umut olarak öne sürülüyor. Ama AB’nin gelişmesi hiç de bu yönde değil. Mevcut entegrasyonun altı rekabetle, eşit olmayan gelişmeyle kazınıyor ve pek de geleceği olmayan bir militarizm yolunda ilerleniyor:

Hem AB’nin tek tek önde gelen emperyalist ülkeleri ulusal olarak ve hem de AB olarak militaristleşiyorlar.

AB’nin “Ortak Dış ve Güvenlik Politikası” bu açıdan ele alınırsa bir anlam kazanır. AB, ne de olsa Amerikan stratejisini örnek olarak almıştır.

AB görevlisi Javier Solana, ODGP’un ötesinde bir de, “Daha İyi Bir Dünyada Güvenli Bir Avrupa” başlığını taşıyan tezler hazırlamıştır.

Bu yazıda Solana şunları dile getiriyor:
Solana öncelikle, “Avrupa, daha önce böyle müreffeh, böyle güvenli ve böyle özgür hiç olmamıştır” tespitini yaparak, yazısına başlıyor.
Ama tabii Avrupa’da kimin müreffeh, güvenli ve özgür olduğunu söylemiyor.
Sonra şu tespit yapılıyor: “Daha önceki on senelere göre son on sene içinde.. .Avrupa silahlı güçleri sık sık yurt dışında (AB dışı ülkeler kastediliyor, çn.) konuşlandırıldı; görevlendirilme alanlarına Afganistan, Kongo, Doğu Timor gibi çok uzak ülkeler de dahildi”.

Alman emperyalizmi, Alman tekellerinin, sermayesinin çıkarlarını Hindikuş’ta savunursa, AB de, AB’nin çıkarlarını niçin Afganistan’da veya Kongo’da savunmasın?!

Devamla şöyle deniyor:
Ticaret ve yatırım akışları, teknik gelişme ve demokrasinin yaygınlaştırılması çok sayıda insana daha çok özgürlükler, giderek artan refah vermiştir... (Ama) cesaret verici bu gelişmelere rağmen, çok sayıda sorun çözümsüz kalmıştır ve hatta bazıları kısmen daha da kötüleşmiştir”.

Ve Solana, yaklaşık 3 milyar insanın; dünya nüfusunun yansının günde 2 Euro’dan daha az bir miktarla yetinmek zorunda kaldıklarından, her yıl 45 milyon insanın açlıktan ve yetersiz beslenmeden dolayı öldüğünden, 1990’dan bu yana yaklaşık 4 milyon insanın -yüzde 90’ı sivil savaşlardan dolayı öldüğünden, dünya çapında 18 milyon insanın çatışmalardan dolayı evini ve ülkesini terk etmek zorunda kaldığından bahseder.

Demek oluyor ki, bu kadar insan, en azından dünya nüfusunun yarısı, “daha çok özgürlüklere ve giderek artan refaha kavuşan çok sayıda insanlar” arasında sayılmıyor. Teknolojik gelişme, ticaret ve sermaye akışı dünya nüfusunun yansına henüz ulaşmamış!

Solana, “küreselleşme”den ve sonuçlarından bahsediyor.
Ama, “küreselleşme”nin sonuçlarının sorumlusu olarak emperyalizmi değil, “kötü devlet yönetimini” görüyor.

Solana baklayı ağzından çıkartıyor:
Enerjiye bağımlılık, endişenin başka bir nedeni. Avrupa, dünyanın en büyük petrol ve doğal gaz ithalatçısıdır. Şimdiki enerji tüketimimizin yüzde 50’si ithalatla temin ediliyor. 2030 yılında bu pay yüzde 70’e çıkacak. Enerji ithalatının en büyük kısmı Basra Körfezinden, Rusya’dan ve Kuzey Afrika’dan sağlanmaktadır”.

Demek oluyor ki AB, AB’nin tükettiği enerji kaynaklarının güvenliğini sağlamakla da sorumlu. Enerji temininin endişeye neden olması ile AB militarizmi arasındaki bağ bu anlayışta açığa çıkıyor. Amerikan emperyalizminkinden farklı olan bir düşünce değil.

Solana, tezlerinde Amerikan güvenlik stratejisinde yer alan kavramları bolca kullanıyor. Örneğin, “terörizm”, “terörizme karşı mücadele”. Solana, şu tespiti yapıyor: “Yeni terörist hareketler, zoru sınırsız kullanmak ve pek çok sayıda insan öldürmek niyetindeler. Geleneksel terör örgütlerinden farklı olarak, bunlar için kitle imha silahlarına sahip olmak çekici olmaktadır. Bu teröristler için Avrupa, hem hedef ve hem de üstür”.

Öyleyse: Terörizme karşı silahlanmak, ABD’yi desteklemek ve Amerikanvari mücadele etmek, yani “terörizme karşı mücadele etmek” için militarizmi geliştirmek, ülkeler işgal etmek ve savaşmak için hazırlanılmalıdır.

Aynen Amerikan emperyalizmi gibi AB de, Solana’nın ağzından “şer devletleri”nden bahsetmektedir.
Tanımlama da yapılıyor: Kuzey Kore.

AB, bir noktada ABD’den ayrı düşünüyor. AB, “çoğulculuğa dayanan...bir dünya düzeni kurmayı stratejik amaç olarak” görüyor. Bunun tam tersini Amerikan emperyalizmi savunuyor. ABD, uluslararası kurumlan hiçe sayıyor. AB ise bu kurumlarla birlikte bir dünya düzeni kurmayı amaçlıyor.

Böylece her iki güç, dünya işçi sınıfına, emekçi yığınlara ve ezilen halklara sömürülmek ve talan edilmek konusunda tercih ediniz demek istiyor.

Kısaca:
Ortak Dış ve Güvenlik Politikası”, AB’nin “Güvenlik Stratejisi”, NATO karşısında, ondan bağımsız olarak kurulması gereken bir Avrupa ordusu anlayışını önplana çıkartıyor. Bu, AB militarizminin geliştirilmesinden ve gerekli olduğunda da rakip güçlere ve iç “düşmanlar’a karşı kullanılmasından başka bir anlam taşımıyor.

Mevcut güç dengesi nasıl?

2001 verilerine göre durum:
2001 yılı itibariyle dünya çapında silahlanma harcamalarında ABD’nin payı yüzde 39, AB ülkelerinin payı yüzde 21, Rusya’nın payı yüzde 4, Çin’in payı yüzde 5 ve Japonya’nın payı da keza yüzde 5.

Demek oluyor ki, AB militarizminin ciddiye alınması için daha çok yol kat etmesi gerekmektedir. Bu nedenden dolayı veya ABD ile olan farkı en kısa zamanda kapatmak için AB, militarizmini geliştirmeye hız vermiştir. Yani AB, savaşa hazırlanıyor. Almanya, Fransa ve İngiltere, AB militarizminin çekirdeğini oluşturuyorlar. Diğer üyelerin, AB militarizmine katılıp katılmamaları kendi kararlarının sonucu olarak görülüyor. Müdahaleciliğin, hukuk açısından meşru olup olmadığı tartışma konusu dahi yapılmıyor. Burada söz konusu olan, Amerikan emperyalizmiyle rekabet ederek, onun rakipsiz konumunu aşmak ve uluslararası ilişkileri demokratikleştirmek değildir. Burada söz konusu olan, dünya kaynaklarının talanında geç kalmamak için erken hareket etmektir. Bu da, savaşa hazırlık ve savaştan başka bir şey değildir.

AB militarizmi, AB’yi küresel bir müdahale gücü olarak şekillendiren en belirgin yapılanmadır.

Amerikan militarizmi, “ulusal” çıkarlara dayanıyor ve bu çıkarların savunulması için geliştiriliyor.

AB militarizmi, “ulusal” çıkarlara değil, AB entegrasyonunda yer alan devletlerin en güçlü olanlarının, yani ulusların çıkarlarına dayanmak ve bu çıkarları savunmak için geliştiriliyor. AB militarizmi, ulusal askeri kapasitelerin bir araya getirilmesinden, toplamından oluşmaktadır.
Sonu belli olmayan bir gelişme.

Bazı Sonuçlar:
Sermaye ve üretimin azami derecede uluslararasılaşması ve örgütlenmesi, bütün aklı evvel ‘gouvernance’cıların savundukları gibi çoğulculuğa dayanan demokratik bir dünya düzenine götürmüyor. Tam tersine, emperyalist küreselleşme, emperyalizm aşamasındaki kapitalizmin ne denli asalaklaştığını, çürüdüğünü, tarihsel olarak ömrünü doldurduğunu, çelişkilerinin ne denli keskinleştiğini, emperyalist güçler arasında rekabetin derinleştiğini, dünyayı yeniden paylaşmak için tekil savaşların sürdürüldüğünü göstermektedir.

Soğuk savaş dönemi bloklaşması, Revizyonist Blokun ve SB’nin dağılmasıyla yıkıldı. Geçen yüzyılın ‘90’lı yıllarından itibaren dünya çok rekabet merkezli oldu. Hammadde kaynakları, enerji nakliyat güzergahları, başkaca stratejik alanlar, dünya pazarında pay uğruna sürdürülen mücadelelerin yoğunluğu, bu rekabet merkezleri arasındaki çelişkilerin; emperyalistler arası çelişkilerin, ne denli keskinleştiğini göstermektedir. Bu gelişmeler aynı zamanda ittifak arayışlarının yanı sıra, -özellikle Asya’da Çin/Rusya/Hindistan mevcut ittifaklaşmanın (AB) derinleştirilmeye çalışıldığını da göstermektedir. AB’nin Almanya ve Fransa gibi önde gelen emperyalist ülkeleri, başta ABD olmak üzere başka emperyalist rakipleri karşısında dünyanın yeniden paylaşılmasında güçlü söz sahibi olmak için kendilerine göre bir AB militarizmini geliştirmeye hız verdiler.

Proleter Devrimin Askeri Programı” makalesinde Lenin şöyle der:
Şimdi militarizm, bütün kamusal (toplumsal, çn.) yaşama nüfuz etmektedir. Askerileştirmek her şeydir. Emperyalizm, büyük güçlerin dünyayı yeniden paylaşmak için acımasız mücadelesidir. Bu nedenle o, bütün ülkelerde... askerileştirmeye neden olacaktır” (Lenin; C. 23, s. 78).

Emperyalizmin ne denli ve nasıl bir gericilik olduğu, emperyalistler arası rekabetin keskinleştiği, tekil emperyalist savaşların, saldırganlığın, işgalin gündemde olduğu, militarizmin ve “ulusal güvenlik” tartışmalarının gündemleştiği dönemlerde -örneğin bugünkü süreçte çok belirginleşmektedir. Bu gelişmeler, içte -ülke içinde işçi sınıfı ve emekçi yığınlar üzerinde baskıların artırılması, burjuvazinin “demokratik özgürlükleri”ni sınırlandırması veya rafa kaldırması, dışta ise saldırganlık uygulanması anlamına gelmektedir.

Bugün emperyalist ülkelerde uygulanmaya konmuş olan neoliberal saldırılar, emperyalistler arası rekabetin keskinleşmesinin ulusal çapta ekonomik ve siyasi terörün yoğunlaştırılması olarak yansımasından başka bir şey değildir.

Hemen bütün ülkelerin, özellikle de önde gelen ülkelerin bütçelerinde savunma-silahlanma harcamalarının önemli bir pay tutması ve bu payın giderek artması tesadüfi değildir. Özellikle emperyalist ülkelerde ulusal gelir, tekeller lehine, ABD örneğinde olduğu gibi açık bir şekilde silah tekelleri lehine, yeniden paylaşılıyor. Yani devletin vergi adı altında işçi sınıfı ve emekçi yığınlardan aldığı paralar, tekellere, silah tekellerine; militarizme aktarılıyor. Devlet, emekçi yığınların sosyal haklarını tırpanlıyor, emeklilik haklarıyla oynuyor, sağlık sistemiyle oynuyor, işsizliği değil, işsizi hedef alıyor, gençliğin eğitimini elit tabaka gençliğinin eğitimine indirgiyor. İş yasalarını, çalışma koşullarını sermayenin lehine değiştirerek, bu alanlardaki kazanımları yok ediyor. Bunların hepsine neoliberal saldırılar diyoruz. Neoliberal saldırıların diğer adı, ekonomik ve siyasi terördür. Emperyalist devlet, tekeller dünya pazarlarında rekabet gücüne sahip olsunlar diye, onlara talep ettikleri olanakları sunuyor.

Sermaye birikimi, yoksulluğa neden oluyor. Ulusal zenginlik artıyor, ama bir avuç asalağın elinde toplanıyor. Kapitalizm koşullarında işçi sınıfı ve emekçi yığınların yarattığı maddi zenginlik, bizzat onları yoksullaştırıyor, işsiz bırakıyor, ama diğer taraftan da asalaklığın, çürümüşlüğün, yozluğun, baskının, işgalin ve nihayet savaşın göstergesi ve maddi kaynağı oluyor.

Ekonominin krizde olduğu her dönemde emperyalist devlet, sermayenin devrevi hareketini etkilemek ve ekonominin krizden çıkmasını sağlamak için müdahale eder. Devletin müdahalesi, tekellere sermaye sağlamak, yasal düzenlemelerle önünü açmak ve nihayetinde savaşmaktır. Son 30 yılın, diyelim ki 1970’lerden bugüne geçen dönemin, ekonominin seyri açısından karakteristik olan özellikleri çok öğreticidir. Özellikle 1970’lerden itibaren kapitalist ve revizyonist dünyada ekonomi, durgunluk içinde bir büyüme sürecine girmişti. Kar oranlan sürekli düşme eğilimi içinde olmuştur. Emperyalist devlet, ekonomik krizden çıkmak için tekellere maddi ve yasal imkanlar sunmuştur. Bunun ötesinde Amerikan emperyalizmi, SB’nin varlığından dolayı silahlanma harcamalarıyla ekonomiye maddi kaynaklar aktarmıştır. Ne var ki, bütün bu tedbirler, 1990/1991’de Revizyonist Bloğun ve SB’nin dağılmasına rağmen, ekonominin durgunluk içinde büyümesi özelliğinde hiçbir şey değiştirmemiştir.

90’lı yılların başından bu yana sadece Amerikan emperyalizmi kriz döneminde (1990-1994 ve 2000-2003) ekonominin seyrini sadece silahlanma alanına sermaye aktararak değil, bizzat savaşarak da (Irak-Afganistan-Irak) etkilemeye çalışmıştır.

Durgunluk içinde büyüyen ekonomi kırılgan ekonomidir. Bunun böyle olmasının temel nedeni, tekel olgusudur. Tekel, kaçınılmaz olarak durgunluk ve çürüme eğilimi üretir. Bugün bu durgunluğun ve çürümenin ekonomik, siyasi, kültürel ve bir bütün olarak toplumsal sonuçlarını yaşıyoruz.

Emperyalist devletler (ve tekeller) arasındaki rekabet, dünya hakimiyeti için mücadelede tekil savaşlar çıkartacak derecede keskinleşmiş ve yaygınlaşmıştır.

Dünya hegemonyasında iddialı olan her emperyalist güç, önümüzdeki dönemde diplomasinin yetersiz kalacağından hareketle, militarizmi geliştirmeye özel önem vermeye başlamıştır. Tek başına veya blok olarak 21. yüzyılda dünyayı yeniden paylaşmanın adımları daha bugünden tekil savaş ve işgal biçiminde atılmaya başlanmıştır. Bunu yapan ABD. Ve diğer emperyalist güçler de buna seyirci olmayacaklarını göstermekteler.

Neoliberal saldırıların dozajı ulusal ve uluslararası çapta tekeller ve emperyalist ülkeler arası rekabetin ne denli keskinleştiğini ve yaygınlaştığını gösterir.

Bu gelişmeler, dünyayı yeniden paylaşmak için emperyalistler arası savaş, emperyalist ülkeler arası savaş tehlikesini artırmaktadır.

Bütün dünyada neoliberal saldırılar, işçi sınıfı ve emekçi yığınlar üzerinde baskıyı artırmıştır.

Ekonomik ve siyasal terör anlamına gelen neoliberal saldırılar, toplumu ikiye bölmüştür. Bir taraftan bir avuç tekel ve diğer taraftan da başta işçi sınıfı ve emekçi yığınlar olmak üzere toplumun ezici çoğunluğu. Sermaye birikimi bu iki taraf arasındaki mesafeyi uçurumlaştırmakta; zengin tarafı daha da zengin, yoksul tarafı daha da yoksul yapmaktadır.

İşçi sınıfı ve emekçi yığınlar, sermayenin bu ekonomik ve siyasal terörü karşısında susmamışlar ve dönem dönem şu veya bu ülkede yüz binlerle, milyonlarla ifade edilen görkemli protestolar gerçekleştirmişlerdir.

Keza emperyalistler arası çelişkilerin keskinleşmesi, Irak'da, Balkanlarda, Afganistan’da ve yeniden Irak'da olduğu gibi emperyalist tehdit, savaş ve işgal, uluslararası çapta bir savaş karşıtı hareketin oluşmasına ve gelişmesine yol açmıştır.

İşçi sınıfı, emekçi yığınlar, ezilenler, bağımlı uluslar sermayenin terörüne, tehditlerine ve yok etme politikasına boyun eğmeyeceklerini sürdürdükleri mücadele ile göstermekteler. Ekvator’da, Nepal’de, Arjantin’de, Irak'da, Filistin’de ezilenler emperyalizme, siyonizme, emperyalist işgale ve işbirlikçilerine karşı ayaklanıyorlar, onların anladığı tarzda mücadele ediyorlar.

Dünya çapında savaş tehlikesi artıyor, militarizm güçlendiriliyor. Ama aynı zamanda devrim de dünya çapında mayalanıyor.

Teoride Doğrultu, Sayı 19, Ocak-Şubat 2005.