deneme

12 Nisan 2007 Perşembe

BÜYÜYEN EKONOMİ, İŞSİZLİK VE YOKSULLUK





Ekonominin durumu açısından burjuvazinin keyfine diyecek yok. Geçen hafta burjuva basında ekonominin gelişmesi son veriler ışığında değerlendirildi. 

Devlet Bakanı Ali Babacan’ın yaptığı değerlendirmeye göre ekonomi son 20 çeyrekte kesintisiz büyümüş. 2006 yılında büyüme oranı yüzde 6 ve 2003-2006 döneminde de ortalama büyüme oranı yüzde 7,3 olarak gerçekleşmiş. Bu verilerle Türkiye yeni bir rekora imza atmış.  

Özel sektörde yatırımlar, 2002’de 20,6 milyar dolar iken 2005 yılına göre 2006’da reel olarak yüzde 17,4 artarak 66,9 milyar dolara çıkmış.  

Kişi başına ulusal gelir 2002'de 2 bin 598 dolardan 2006'da 5 bin 477 dolara yükselmiş.  
Ulusal gelir ikiye katlanmış. GSMH, 2002’de 181 milyar dolardan 2006’da 399 milyar dolara çıkmış.

Cari açıkta olumlu gelişmeler olmuş. Ekonominin büyümesinden dolayı cari açığın GSMH'ya oranı yüzde 7,9’a düşmüş.  

2007 itibariyle ilk üç ayda doğrudan yabancı yatırım miktarı 12 milyar doları geçmiş.
Borç stoku azalmış.   Borçların GSMH'ya oranı yüzde 44,8’de kalmış. Borç stoku içinde dış borçların oranı 2002'de yüzde 32,2’den, 2006'da yüzde 5,2’ye düşmüş.  

2007 itibariyle Türkiye'nin toplam dış borç tutarı 206,5 milyar dolar olarak gerçekleşmiş. Bu miktarın 121 milyar doları özel sektörün ve geriye kalanı da kamunun borçlarıymış.

Tabii hükümet ekonomik göstergelerdeki bu olumlu gelişmeyi kendi hanesine önemli bir artı olarak kaydetti ve propaganda malzemesi olarak da kullanmakta.
İnkâr edilemeyen bir gerçek de ekonominin büyümesinin her zaman işsizliğe çare olmayacağı ve toplumda zengin-fakir veya sermaye birikimi-yoksulluk arasındaki uçurumu kapatmayacağıdır. Nitekim yapılan açıklamalarda ekonomideki büyümenin istihdama pek yansımadığından bahsedilmektedir. Şüphesiz ki, ekonomideki her büyüme şu veya bu şekilde istihdama da yansır. Ama rekabet edebilmek için Türkiye gibi ülkelerde de teknolojinin yoğun bir biçimde üretimde ve dolaşımda kullanılması; daha az işgücü kullanarak üretim yapılması, ekonomi ne kadar büyürse büyüsün bu büyümenin istihdama gerçek anlamda yansımayacağını ve işsiz sayısını önemli oranda azaltmayacağını ve ekonominin krizde olduğu ve olmadığı her dönemde belli bir işsizler ordusunun var olacağını göstermektedir.

Kapitalist üretim biçimi bugünkü gelişme aşamasında, geçen yüzyılın 20’li yıllarından buyana izlenen kronik kitlesel işsizliğin artık bu üretim biçiminin nesnel bir yasası olduğunu göstermektedir. Bundan kurtuluş yok. Bu olgu, işsizlik sorununu kapitalizm koşullarında çözmeye çalışan reformist anlayışları da tamamen çürütmüştür. Ekonomik büyümeden dolayı işsizlik oranı, diyelim ki yüzde 10’dan yüzde 9’a veya yüzde 8’e düşebilir. Bu dönemde çalışma sürecine katılan yeni iş gücü sayısı da yerinde sayabilir. Böyle bir şey olmaz, ama olduğunu kabul edelim. Ama sermayeler arasındaki rekabet, daha çok ve daha modern teknoloji kullanımını sürekli kaçınılmaz kılar. Her modern teknoloji belli sayıda işçinin sokağa atılması demektir. Bu nedenle kapitalist üretim biçimi, rekabet-üretim-teknoloji-işsizlik bağlamında geriye dönüşümü olmayan gerçekliğiyle yüz yüze gelmiştir ve dolayısıyla burjuvazinin, ekonomi gelişirse işsizliğe çare bulunur savının da bir demagoji olduğu inkar edilemez olmuştur.

Ekonominin büyümesi ile işsizlik arasındaki diyalektik bağ kendini sermaye birikimi ve yoksulluk bağlamında ortaya koymaktadır.

2002 yılı başından bu yana ulusal gelir reel olarak yüzde 43 oranında artmış ve kişi başına ortalama gelir 5,500 dolara varmış.  Ama gelir dağılımında dengesizlik korkunç boyutlarda.
Yapılan bir araştırmada hane halkı aylık geliri, 300 YTL altı, 300-700 YTL, 700-1200 YTL, 1200-3000 YTL ve 3000 YTL üstü olarak belli gelir dilimlerine göre sınıflandırılıyor. Bu sınıflandırmaya göre en düşük gelir diliminde yer alanlar (ayda 300 YTL ve altında kazananlar) yüzde 16,40,   ikinci gelir diliminde yer alanlar (300-700 YTL kazananlar)   yüzde 44 oranında. 3 bin YTL üstü gelir diliminde yer alanların toplam nüfusa oranı sadece yüzde 2.  Varılan sonuçlar, toplam nüfusun yüzde 87’sinin “orta gelir düzey”inin altında olduğunu, yani ayda 1200 YTL’den daha az bir gelirle yaşamak zorunda kaldıklarını göstermektedir.

TÜİK, 2005 yılında dört kişilik bir ailenin aylık açlık sınırının 190 YTL ve yoksulluk sınırının da 487 YTL olduğundan hareketle açlık sınırının altında yaşayanların nüfusa oranın yüzde 0,87 (yüzde 1'in altında), yoksulluk sınırının altında yaşayanların oranını ise yüzde 20,5 olarak tespit ediyor. Tabii burada kıstas alınan 190 YTL ve 487 YTL gerçeği yansıtmamaktadır. Ama buna rağmen varılan sonuçlar Türkiye’de gelir dağılımındaki uçurumu göstermeye yetmektedir.  
Dünya Bankasının 2004 yılı verilerine göre yaptığı yoksulluk araştırmasında ise Türkiye'de bu oran yüzde 25’ti.

2004’te en yoksul yüzde 10'luk kesimin kullanılabilir toplam gelirden aldığı pay yüzde 2,3 ve en zengin yüzde 10'luk kesimin aldığı pay ise yüzde 30,9 oranındaydı. 2004’te en zengin ile en yoksul arasındaki gelir farkı, bir yıl öncesine göre 14,4 kattan 13,4 kata düşüyor. Bu “önemli” değişim, burjuvazi açısından böbürlenmenin bir nedeni olabilir. Ama gelir farkının bir uçurum olduğu gerçeğini gizleyemez.

Devletin verileri 2005 itibariyle nüfusun yüzde 20'sinin yoksul olduğunu, yani 15 milyon insanın yoksul olduğunu göstermektedir. 

Kapitalist sistemde işçi sınıfının ve emekçi yığınların yoksulluktan kurtulmaları nesnel olarak mümkün değildir. Şu veya bu dönemde işçi sınıfı ve emekçi yığınlar mücadele sonucu yaşam koşullarında birtakım iyileşme sağlayabilirler. Ama bu görecedir. Bu sistem; kapitalizm yoksulluk üretmeksizin var olamaz: Sermaye birikimi işçi üretir; işçilerin sayısını çoğaltır. Teknolojinin üretimde kullanılması ve buna bağlı olarak iş verimliliğinin artması, sayısı giderek artan işçilerin daha çok sayıda işsiz kalmalarını beraberinde getirir. Yani sermaye birikimi aynı zamanda işsizlik üretir. Ve işsizlerin çalışan işçilere oranı ne kadar büyük olursa toplumda sefalet ve yoksulluk da o derece büyük, yaygın olur. “Bir kutupta servet birikimi, diğer kutupta, yani kendi emeğinin ürününü sermaye şeklinde üreten sınıfın tarafında, sefaletin, yorgunluk ve bezginliğin, köleliğin, bilisizliğin, zalimliğin, aklı yozlaşmanın birikimi ile aynı anda olur”.
Bundan kurtulmanın yegâne yolu da sistemi değiştirmektir.