deneme

4 Ekim 2007 Perşembe

DEMOKRASİ DİKTATÖRLÜKTÜR AMA HER DİKTATÖRLÜK DEMOKRATİK DEĞİLDİR (II)




SOSYALİST ANAYASA VE DEMOKRASİ 
 
Ücretli iş, işçi sınıfı olmaksızın ne sermaye olabilir ve dolayısıyla ne de kapitalist (burjuva) sınıf olabilir. 18. Yüzyılda Amerikan ve Fransız insan hakları açıklamalarının temelini özel mülkiyet hakkı ve bu hakkın özgürce kullanılması oluşturur. Böylece mülk sahibi olmayan sınıfın varlığı inkâr edilir. Demokrasi ve özgürlük anlayışı özel mülkiyete dayandığı için demokrasi ve özgürlük sadece ve sadece mülk sahipleri için geçerli olur. Tabii bu hiçbir zaman ifade edilmez. Sürekli, toplum adına konuşulur. Bu mantık bütün burjuva anayasalarında vardır. Açık olan şudur ki, toplumun –açıkça ifade edilmese de- mülkiyet sahibi olan ve olmayan diye iki temel sınıfa ayrılması, toplumda sınıf mücadelesinin; mülk sahibi olanlarla olmayanlar arasındaki mücadelenin varlığını yansıtır ve anayasanın mülk sahiplerinin çıkarına göre düzenlenmesi de sözü edilen demokrasi ve özgürlüğün kim için, hangi sınıf için demokrasi ve özgürlük olduğunu gösterir.

İngiliz, Amerikan, Fransız burjuva devrimleri sürecinde şekillenmeye başlayan burjuva demokrasisi, kapitalist toplumda her bir temel sınıfın (burjuvazi ve işçi sınıfı) kendine özgü demokrasi ve mülkiyet anlayışının olduğunu ve iktidarda olan sınıfın, iktidarı ne kadar demokratik olursa olsun, diğer sınıf üzerinde diktatörlük uyguladığını gösterir. Bu nedenle anayasa sorunu aslında devletin kimin, hangi sınıfın elinde olduğu sorunudur. Bu anlamda sınıflardan bağımsız, sınıflar üstü, soyut bir anayasa yoktur. Anayasa somut sınıfsal ve mülkiyet ilişkileri üzerinde yükselmek zorundadır. Bu özelliğinden dolayı her anayasa, hâkim sınıf diktatörlüğünün açık ifadesidir. Anayasanın, demokrasinin bu özelliğinden dolayı “kuvvetler ayrımı” bir demagojidir. Burjuvazi,   demokrasi anlayışının özel mülkiyete ve işgücünü sömürüye dayanan bir diktatörlük olduğunun anlaşılmaması için demokrasi oyununa sürekli başvurur. Bu oyunun temelinde “kuvvetler ayrımı” ilkesi yatar.

İktidara gelen işçi sınıfının böyle bir demagojiye ihtiyacı yoktur. İşçi sınıfının iktidarı da aynen burjuva iktidar gibi bir diktatörlüktür. Ama birbirinden tamamen farklı olan, içeriği birbirini dışlayan bir diktatörlük. Örneğin: Burjuva diktatörlük ve anayasası özel mülkiyet üzerinde yükselirken, proletarya diktatörlüğü ve anayasası toplumsal mülkiyet üzerinde yükselir. Burjuva diktatörlük ve anayasası işgücünün sömürüsünü esas alırken proletarya diktatörlüğü ve anayasası işgücü sömürüsünü kaldırır.

Nasıl ki kuvvetler ayrımının bir tarihi varsa kuvvetler birliğinin de bir tarihi var. Jean-Jacques Rousseau. (1712-1778) kuvvetler birliğinin ilk savunucularındandır. Rousseau, temsiliyet sorununda yasa sorununda kuvvetler ayrımını reddeden düşünceler savunur. Ona göre halk, devletin hem taşıyıcısı hem de temsilcisi olmalıdır. Rousseau, yasaları genel iradenin irade beyanı olarak anlar. Bu düşünce tarzının kaçınılmaz sonucu olarak da halk hâkimiyetini, devlet gücünü paylaşılmaz olarak kavrar. Yani kuvvetler ayrımını reddeder. “Halk, tabi kılındığı yasaların yapıcısı da olmalıdır. Toplumun koşullarını düzenlemek, sadece, o toplum için bir araya gelmiş olanların işidir“. (Jean-Jaques Rousseau: Der Gesellschaftsvertrag, s. 70, Leipzig 1978).

Bu türden düşünceler, kuvvetler birliği anlayışı, Marks tarafından da ele alınmıştır. Marks, 1848’de o devrim yılında “Yeni Ren Gazetesi” redaktörlüğü yaptığı dönemde bir kısmını Engels ile birlikte yazdığı makalelerde devrimci meclisin nasıl olması gerektiği üzerine birtakım kriterlerden bahsetmiştir.
“Burada eski anayasa saçmalığını görüyoruz. “özgür bir hükümet” için önkoşul, kuvvetlerin ayrılığı değil aksine birliğidir”(Fransız Cumhuriyetinin Anayasası” makalesinden. C. 7, s. 498).

Kuvvetlerin birliği, devrimci demokraside ve sosyalizmde anayasa anlayışı, tarihsel ilerlemeye paralel olarak gelişmiştir. Her bir devrimci demokrasi ve sosyalist iktidar kendi anayasasını oluşturmuştur. Sovyetler Birliği’nde de böyle olmuştur. Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin; proletarya diktatörlüğünün inşasının her bir temel adımı ifadesini 1918, 1924 ve 1936 anayasalarında bulur. Sovyetler Birliği’nin 1936 anayasası insanlık tarihinin şimdiye kadar görmüş olduğu en gelişmiş demokratik(sosyalist) anayasadır. Sosyalist Arnavutluk anayasası da bu duruma bir örnektir.

Türkiye’de de böyle olacaktır. Antiemperyalist demokratik devrimci Türkiye’de güçler dengesine bağlı olarak bugün pek tanımlanamayacak nedenlerden dolayı belli bir süre için “kuvvetler ayrımı” ilkesini uygulamakla karşı karşıya kalınabilir. Ama bu ancak geçici bir durumun ifadesi olabilir.
Sosyalist Türkiye, proletarya diktatörlüğünün hâkim olduğu bir Türkiye’dir. Proletarya diktatörlüğü ise kuvvetler ayrımını reddeder.

Bugün Türkiye’de anayasa tartışmalarının da gösterdiği gibi, burjuvazi anayasasını kendi arasında oluşturmaya ve kendi arasında tartışmaya oldukça önem vermektedir. İşçi sınıfı ve emekçi yığınlar bu tartışmadan bilinçli bir şekilde dışlanmaktalar. Hangi burjuva ülkede olursa olsun anayasanın oluşturulmasında görüşü alınmayan milyonlar, burjuvaziye göre demokratik olan anayasayı onamaya zorlanırlar. Şimdi Türkiye’de de burjuvazi “sivil” anayasasını –oluşturulması durumunda- tartışmalardan dışladığı milyonların önüne koyacak ve eski anayasayı mı yoksa yeni anayasayı mı istiyorsun diye soracak. Milyonlar, burjuvazinin sunduğu alternatiflerden birini seçmekle karşı karşıya kalacaklar.
Türkiye’de anayasa tartışmalarıyla Sovyetler Birliği’nde anayasa tartışmalarının kısa bir karşılaştırması anayasa oluşturulmasında demokrasinin ne olduğunu gösterir.

Sovyetler Birliği’nde 1936 Anayasası tartışmalarına; hazırlanan taslak üzerine tartışmalara 51,5 milyon insan katılmıştır. Tartışma boyunca yapılan önerilerin, düzeltmelerin sayısı ise 1,5 milyondu.

Türkiye’de ise iktidar olma kavgası veren hükümet, hazırlattığı anayasa taslağını burjuvazinin bütün kesimlerine dahi sunmamıştır. Kapalı kapılar ardında kendi kendine tartışıyor ve taslağı parça parça piyasaya sunarak nabız yoklaması yapıyor. Burjuvazinin iktidar olmak isteyen kliği diğerlerinden korkuyor. Bu korku içinde olanlar, işçi ve emekçilerin görüşlerini almaya cüret edebilirler mi?