„Bütün ülkeler arasındaki ilişkiler yeryüzünde öylesine genişlemiştir ki, bütün dünyanın, bütün metaların satıldığı ve herkesin kendi yurdundan çıkmadan para ile dünyanın neresinde olursa olsun hayvanların ve insan emeğinin ürettiği her şeyi satın alabileceği daimi bir panayırın yer aldığı tek bir kent haline gelmiştir. Ne harikulade bir buluş“
(Marks, Politik Ekonominin Eleştirisine Katkı, s. 128. C. 13, Montanarı’den aktarılıyor)
Teori sahipsiz kalınca acımasızca parçalarına ayırma, gönlün istediği gibi çarpıtma, yeniyi bulma adına eskiyi yeni gibi anlatma ve bunun üzerine yeni teoriler üretme süreci başladı.
Emperyalizm üzerine tartışmalar, geçen yüzyılın ‘70’li yıllarının sonundan itibaren sönmeye başlamış ve 1990’lardan bu yana da yaygınlaşan “küreselleşme” tartışmalarının gölgesinde kalmıştı. Bu dönemde “küreselleşme” adı altında emperyalizmin temel özellikleri tartışıldı. Ama bu tartışma furyası çabuk sonlanmaya yüz tuttu. Kapitalizmin nesnel gerçekliği yeniden emperyalizm analizlerini gündeme getirdi. Neoliberal ideologların ve “Global Governance“cıların emperyalizmsiz emperyalizm tartışmaları tutmadı ve bolca “emperyalist küreselleşme”den bahsedilir oldu. Ama emperyalizm kavramı anlaşılmayacak derecede çarpıtıldı. Akıl almaz derecede emperyalizm türleri üretildi. Emperyalizm üzerine analizleri olan yazarlar, otoriteler (bunlara Lenin ve Luxemburg da dâhil) karşı karşıya getirildi. En önemsiz ayrıntılara dayanılarak teoriler üretildi. Lenin ve Kautsky yeniden keşfedildi. Emperyalizm üzerine tartışmaların yeniden güncelleşmesi, “küreselleşme” tartışmalarının içeriğini etkiledi.
Neoliberalizmin teorisyenleri ve onların dümeninde ilerleyen küçük burjuva unsurlar, „küreselleşme“nin tanrı katına çıkarıldığı dönemde (daha ziyade 1995-2005) devlet politikasının artık öneminin kalmadığını, uluslararası tekellerin devleti cüceleştireceğini vaaz ettiler. İnsanların gözünün içine baka baka yalan söylemeye devam ettiler. Başta önde gelen emperyalist ülkeler olmak üzere ekonomik açıdan güçlü olan devletlerin giderek daha da güçlendiklerini, ulus-devlet olgusunun daha da önemli olmaya başladığını görmek istemediler. Örneğin ABD’nin, AB’nin önde gelen emperyalist ülkelerinin, Rusya’nın, Malezya’nın, Çin’in sermayeyi kontrol etmek için tedbir almalarının ulus-devletin önemsizleştiğini değil önemli olduğunu göstermesi bunları hiç mi hiç ilgilendirmedi. Simdi mevcut mali krizin etkisi, ulus-devletin eskisi gibi önemini koruduğunu bir kez daha gösterdi.
Marksizm-Leninizm’e, Leninist emperyalizm ve çağ analizine saldırıda darbenin etkili olması için seçici olundu. Emperyalist çağın geride kaldığı veya Marksist emperyalizm analizinin doğrulanmadığı önkoşulundan hareketle, devlet-ekonomi ve sınıf arasındaki bağ kopartılarak bir taraftan “küreselleşme”nin devleti güçten düşürdüğü vaaz edilirken, diğer taraftan da Kautsky’nin “Ultra-emperyalizm” teorisi ısıtıldı. Kautsky, “Ulusal mali sermayelerin birbirleriyle mücadeleleri yerini dünyanın uluslararası birleşik mali sermaye tarafından ortaklaşa sömürüsü alacak” dememiş miydi?
Emperyalizmin yerini, örneğin Negri’ye göre „İmparatorluk“ almıştı. Her halükarda emperyalizm ötesi bir çağa geçilmişti. Büyük devletler; emperyalist ülkeler ve uluslararası tekeller arasındaki rekabet önemsizleşiyordu: Emperyalizmin reformist-pasifist ideologları sayısız küçük burjuva dar kafalıyı da; filisteni de peşine takarak dünyanın barışçıl bir gelişme sürecine girdiğinden; dünya cumhuriyetinden, uluslararası kurumların devlet görevlerini üstlenebileceklerinden bahsetmeye başladılar.
Lenin mi Kautsky mi haklı soruları sıkça soruldu ve tarihin Kautsky’i doğruladığı teorisi yapılmaya başlandı. Ama bu arada Balkanlarda, Afganistan’da ve Irak’ta savaş olmuş, buralar işgal edilmiş, bu hiç de önemli bir durum olarak görülmedi!
Emperyalizmin Amerikan kanadındaki ideologlar „tarihin sonunun“ geldiğini ilan ederlerken, AB kanadındaki ideologları da, örneğin Attac’ın kurucuları, emperyalist küreselleşmenin „aşırılıkları“na karşı mücadele, „küreselleşme“yi adaletli hale getirmek için mücadele çağrısı yaptılar. Emperyalizmin Amerikan yakasında tarih öldürülürken, AB yakasında „sosyal devlet“ savunucuları olan reformistler ve pasifistler de devrimi öldürüyorlar ve kapitalizmin adaletli olması için hâkim güçlere kitlesel çağrıda bulunuyorlardı.
Her iki taraf da kendi açısından haklıydı ve her iki tarafın haklılığı da Marksist görüşlerin; çağ, devlet, sınıf, devrim değerlendirmelerinin „yanlışlığı“ üzerine kurulmuştu. 1990’dan sonraki „çağ tartışması“ gerçekliği bunu gösteriyor.
Dün „kürselleşme“; sermaye ve üretimin uluslararasılaşması, kapitalizm gerçekliğinden başka bir gerçekliğe, çağa geçmeden bütün dünyayı bir kent haline getirirken, bugün de köy haline getiriyor.
Marks’ın dediği gibi „burjuvazi, ”üretim araçlarını, yani üretim ilişkilerini, yani bütün toplumsal ilişkileri sürekli devrimcileştirmeden var olamaz“. Burjuvazi, bunu, kendi var oluşunun temel koşulu olan kapitalizmi-emperyalizmi aşmadan, devletini önemsizleştirmeden, birbiriyle ve başka ülkelerle rekabet içinde yapıyor. Dün olduğu gibi bugün de. Dün bundan dolayı dünya kente dönüşürken, bugün de köye dönüşmüş durumda.
Kaç emperyalizm türü var?
Kaç tür emperyalizm var? Tam sayısını bilmiyoruz, ama burjuva ve kendini Marksist sanan ve sanmayan küçük burjuva yayınlara bakacak olursak emperyalizmin türlerinin oldukça çok olduğunu görürüz.
Emperyalizm üzerine teorilerin sayısı da oldukça kabarıktır. Tespit edebildiğimiz kadarıyla emperyalizm üzerine teoriler çeşitli kategorilere ayrılıyor.
Emperyalizm üzerine teorilerin yanı sıra bir dizi de emperyalizm üzerine tezler var.
Bütün bu kavram kargaşası içinde gerçek olan şudur ki, son dönemlerde emperyalizm kavramının giderek daha sık kullanılması ve günümüzde de emperyalizm üzerine yazıların olağanüstü artmasıdır.
Burjuvazi ve küçük burjuvazi emperyalizmi yeniden keşfetti. "Küreselleşme"nin adeta cılkı çıktı. "Küreselleşme" üzerine yazıp-çizmenin heyecan verici bir yanı kalmadı. Çünkü burjuvazi ve küçük burjuvazi "küreselleşme" üzerine yazdıklarının aslında emperyalizmin günümüzdeki analizi olduğunu anlamaya başladı! Öyle karışık bir dünya ki, bir taraftan burjuvazinin kalemşorları „tarihin sonu“nu getiriyorlar, aynı zamanda emperyalizm ötesi bir çağda, „küreselleşme çağı“nda yaşadığımızı vaaz ediyorlar, „İmparatorluk“ kuruyorlar, devletin tarihe karışmak üzere olmasa da önemini yitirmeye başladığı analizini yapıyorlar ve bir de bakıyorsunuz ki, aynı zihniyetler birdenbire emperyalizmi, Lenin’i ve tabii ki Marks’ı da keşfediyorlar. Bunlara Kautsky, Hilferding, Luxemburg ve Buharin eşlik ediyor. Bu hale bakarak çok rahatlıkla söyleyebiliriz ki, 100 küsur yıllık emperyalizm tarihinde niteliksel olarak değişen bir şey olmamış. Yani bizzat burjuvazi ve küçük burjuvazi emperyalizme geri döndüğüne göre, çağın karakterine ilişkin olarak nitel bir değişimin olmadığını bizim de söylememizde bir sakıncanın olmadığı kanısındayız.
Dünyanın iki kampa bölünmüşlüğünün sonlanmasından ve „tarihin sonu“nun getirilmesinden bu yana fazla bir zaman geçmedi. Bu 15-17 sene içinde neler duymadık ki. Ne kâşifler gördük! „Zincirlerinden boşanmış kapitalizm“i keşfedenler oldu. „Manchester Kapitalizmi“ne („vahşi kapitalizm“)geri dönüldüğünü keşfedenler oldu. Neoliberalizmin saldırıları eşliğinde kavramlar dünyası karmakarışıklaştı. „Sanayi toplumu“nun yerini „Hizmet toplumu“, „Bilim toplumu“ almaya başladı. „Risk toplumu“ndan bahsedeler oldu. „Gazino kapitalizmi“ sık sık kullanılan kavramlardan birisi oldu. Ama sonuçta burjuva ve küçük burjuva bilim dünyası hiç de yeni olmayan „küreselleşme“de karar kıldı.
Kapitalist üretim biçiminin gelişmesini onun nesnel yasalarından kopartarak tercih politikasına göre ele alanların, somut durumun somut analizinden hareketle belli soyutlamalara, teorik anlayışa varamayanların yanıldıklarını son 10-15 senelik yaşam bizzat göstermiştir. Örneğin Samir Amin 2001’de DSF’nda (Porto Alegre) Leninist emperyalizm teorisini eleştirirken adeta bir küheylandı. „Emperyalizm bir aşama değildir. Ötesinde kapitalizmin en yüksek aşaması hiç de değildir“. S. Amin, emperyalist aşamayı ”Başından beri kapitalist genişlemenin içkini“, ayrılmaz parçası olarak görmektedir. („Imperialism is not a stage, not even the highest stage, of capitalism: from the beginning, it is inherent in capitalism’s expansion” (Porto Alegre, Brazil in January 2001, Monthlyrewiew, June 2001).
Tekelcilik, devletin değişen rolü, bankaların yeni rolü, mali sermayenin oluşması, sermaye ihracının önem kazanması; bir bütün olarak kapitalizmin tekelci kapitalizme dönüşmesi; kapitalizmin bu özelliklerinden; tekelci yapılarından dolayı kazandığı yeni nitelik S. Amin`i pek ilgilendirmiyor.
Fordist işletme tarzından enformasyon teknolojisi temelinde işletme tarzına geçiş birçok küçük burjuva aydın açısından kapitalizmden başka bir dünyaya geçiş olarak algılanıyordu. Öyle ki, fordist işletme tarzı, kapitalizm yerine kullanılan bir kavrama dönüştürülmüştü. İster fordist işletme tarzında olsun, isterse de enformasyon teknolojisi temelindeki işletme tarzında olsun söz konusu olanın tekelci kapitalizm; emperyalizm olduğu, ama hareket biçimlerinin, işletme örgütlenme biçimlerinin değişmiş olduğu bu unsurları ilgilendirmiyordu. Sermaye ve de dolayısıyla üretimin işletme örgütlenme biçimine bakarak nitel yenilikler tespit edenler ile sermaye ve üretimin uluslararasılaşmasının boyutlarına bakarak yeni çağ tespit edenler arasında bir fark yoktu.
Rekabeti ve devletin rolünü bir kenara atarak kapitalizmin barışçıl gelişmesine umut bağlayanların da beklentileri hüzünle sonuçlandı.
Emperyalizm veya tekelci devlet kapitalizmi, “ilaç için de olsa” bir dünya tekeli ortaya çıkartmaktan oldukça uzak. Ama emperyalizmin barışçıl da gelişebileceği, dünya tekellerinin oluşabileceği, bir “ultra-emperyalizm”in doğabileceği beklentileri hala var, hem de güçlü olarak var. Kautsky’nin moda olmasının nedeni de bu.
Kautsky şöyle diyordu: “Dev işletmelerin, dev bankaların ve milyarderlerin tahrip edici rekabeti, küçükleri yutan büyük mali güçlerin kartel düşüncesinin doğmasına neden oldu. Şimdi de emperyalist büyük güçlerin dünya savaşından onların arasında en güçlü olanların silahlanma yarışlarına son veren birleşmesi gerçekleşebilir. Salt ekonomik açıdan kapitalizmin yeni bir evre daha geçirmesi; kartel politikasının dış politikaya taşınması, ultra-emperyalizmin bir aşaması olasıdır” (Der Imperialismus, “Die Neue Zeit”. Stuttgart 1914, Reprint Glashütten im Taunus 1975).
Kautsky, emperyalizmde tercih politikasına oynuyordu. Güya emperyalizmin politik boyutunu vurgulayarak “ultra-emperyalizm” diye tanımladığı barışçıl emperyalist gelişmeye doğru bir dönüşümün olacağı umudunu yayıyordu. Kautsky, ekonomi ile politika arasındaki bağı kopartıyor ve “emperyalizmin genellikle, bir şiddet ve gericilik eğilimi” (Lenin) olduğunu gömüyor. Aradan neredeyse 100 sene geçmesine ve emperyalizm, savaş, gericilik ve şiddet eğilimi olduğunu defalarca kanıtlamasına rağmen bugün bu umuda sarılanların sayısı hiç de az değildir.
Emperyalist politikanın birbirinden farklı görünüm biçimlerine işaret ettiği için Kautsky bugün popular oluyor. Bu biçimlerden birisi de emperyalist gelişmenin belli koşullarda barışçıl olabileceğidir. “Şimdiki savaşın, her iki kampın önde gelen büyük güçlerinin emperyalistlerinin dünyayı kendi aralarında paylaşmakta ve sömürmekte anlaşmalarıyla sonuçlanacağı asla yabana atılamaz.” Der imperialistische Krieg, “Die Neue Zeit”. Stuttgart 1917, Reprint Glashütten im Taunus 1975).
Emperyalist güçler arsındaki çelişkiler tarafların belli koşullarda uzlaşmalarıyla o aşamada sonuçlanabilir. Bu sadece bir nefes almadır. Kautsky bu olasılığı emperyalist politikanın esas gelişme yönü yapıyordu. Kautsky, emperyalizmi sosyal-ekonomik tabanından kopartıyor. Emperyalizmi, modern kapitalizm, kapitalizmin en yüksek/gelişmiş aşaması olarak gömüyordu. Aksine emperyalizmi, modern kapitalizmin politikasının biçimlerinden birisi olarak görüyordu. Bu nedenledir ki Kautsky, bu politikalara karşı, ilhaklara, savaşlara karşı mücadele edelim derken, emperyalizmin bu „aşırılıkları“na karşı mücadele edelim diyordu. Sistemin kendine karşı değil, sistemi tehlikeye atan politik biçimlerine karşı mücadeleden bahsediyordu. Bugün Kautsky’nin özellikle liberaller, reformistler, pasifistler, DSF ve ASF içinde birçok çevre tarafından neden önplana çıkartıldığı anlaşılmaz değil. Bu unsurlar da, aynen Kautsky gibi, kapitalist/emperyalist sisteme karşı mücadeleyi reddediyorlar ve onun neoliberal saldırılarına; uç noktaya varan „aşırılıkları“na karşı mücadeleden bahsediyorlar. Emperyalizme karşı mücadeleyi uluslararası tekellere karşı mücadele ile sınırlandırma anlayışının; „anti-küresel hareket“in, DSF ve ASF’nun bu temel anlayışının fikir babası Kautsky’dir. Bu çevrelerin emperyalizm dendiği zaman sadece Amerikan emperyalizmini anlamalarının ve AB’yi ayrı bir yere koymalarının fikir babası da Kautsky’dir. Bu çevrelere boşuna reformist demiyoruz.
„Bu, ilk bakışta alkışlanacak bir yanıt gibi geliyor. Ama aslında, emperyalizmle uzlaşmanın daha önce, daha iyi maskelenmiş (bu bakımdan da daha tehlikeli) bir propagandasını taşıyor; bankaların ve tröstlerin politikasına karşı yapılıp da bunların ekonomik temellerini kavramayan bir "mücadele", reformizmden ve burjuva pasifizminden başka bir şey değildir, masum ve iyi niyetli isteklerden öteye gidemez. Var olan çelişkileri bütün derinliğiyle ortaya koymak yerine onlardan kaçmak, en önemlilerini gözden kaçırmak, Kautsky'nin Marksizm’le hiçbir ortak yanı olmayan teorisi böyledir işte“(Lenin, c. 22, s. 275).
Kapitalist sistemin ekonomik temellerine yönelmeyen, sadece tekellere, IMF’ye, DB’na, DTÖ’ne karşı mücadele tekelci olmayan kapitalistlerin, ”sosyal devlet“ savunucularının, küçük üreticilerin çıkarına olan bir mücadeledir. Uluslararası tekellerin ”aşırılıkları“nı, hatta tekelleri ortadan kaldırmak, işçi sınıfını sömürülmekten, üretim araçlarının kapitalist tekelinden kurtarmaz. Ama modern Kautsky’ciler emperyalizme karşı mücadeleyi böyle daraltmak ve kendi reformist çıkarları için yönlendirmek istiyorlar.
"…Acaba bugün emperyalist politikanın yerini, ulusal mali sermayeler arasındaki mücadelenin yerini, uluslararası ölçüde birleşmiş mali sermaye ile dünyanın ortaklaşa sömürüleceği yeni, ultra-emperyalist bir politika alması mümkün değil mi? Kapitalizmin bu yeni evresi herhalde akla yatkın olur. Gerçekleşebilir mi? Bu soruyu yanıtlayabilmemiz için yeterli öncüller hala mevcut değildir" (Kautsky: “Zwei Schriften zum Umlernen”).
Negri İmparatorluk kurduğuna göre, ulus-devlet tarihe karıştığına veya tarihe karışmak üzere olduğuna göre; ulusal mali sermayeler arasındaki mücadelenin yerini uluslararası mali sermaye aldığına göre; mali sermaye uluslararası ölçekte birleştirildiğine göre, yani emperyalist çağı aşıp küreselleşme çağında yaşadığımıza göre Kautsky’nin “ultra-emperyalizmi” gerçekleşmiş demektir. Kautsky’i popüler yapan, görüşlerinin doğrulanmış olması değil, aksine emperyalist burjuva ideolojinin Marksizm-Leninizm’e karşı ürettiği reformist ve pasifist akımdır.
Emperyalizm nasıl tanınamaz hale getirilir? Emperyalizmi tanınmaz hale getirmenin yol ve yöntemleri oldukça çoktur. Burada birinden bahsedelim. 1870-1914-1918 dönemini “klasik emperyalizm çağı; 1917/18-1945 dönemini “klasik emperyalizmi” aşma çağı; 1945-1989 dönemini “emperyalizm sonrası” çağ ve Revizyonist Bloğun dağılmasından sonrasını da “çıplak emperyalizme” geri dönüş çağı olarak tanımlarsanız Leninist emperyalizm teorisinden geriye hiçbir şey kalmaz. Bunu yaptıktan sonra Marks ve Lenin’den bolca alıntı yapabilirsiniz, hatta onların ne denli doğru değerlendirmeler de yaptıklarından bahsedebilirsiniz. Bu, Negri ve onun gibilerinin teorinin “anasını ağlattıktan” sonra Marks ve Lenin’e olumlu atıfta bulunmalarına benzer.
Bu da yeterli değilse Norveçli barış araştırmacısı Johan Galtung’a başvurabilirsiniz. Bu emperyalizm “uzmanı” emperyalizmin ekonomik, politik askeri, iletişimsel ve kültürel öğelerini vurguluyor ve “mükemmel olmayan emperyalizm”, “profesyonel emperyalizm” ayrımı yaparak, “Sadece mükemmel olmayan emperyalizmin silahlara ihtiyacı vardır; profesyonel emperyalizm doğrudan şiddete değil, daha ziyade yapısal olana dayanır” diyor.(Galtung, Johan: Eine Struktuelle Teorie des Imperıaliamus. Yayımlayan: Dieter Senghaas: Imperialismus und struktuelle Gewalt, Analysen über abhaengige Reproduktion. Frankfurt/M, s. 29, 1973).
Sermaye ve üretimin uluslararasılaşmasını, yani „küreselleşme“yi emperyalizm ötesi bir çağ olarak kavrayanlar dünya pazarının kapitalizmin hem sonucu hem de tabanı olduğunun farkında değiller. Bunlar, meta dolaşımının sermayenin çıkış noktası olduğunu; meta üretiminin, gelişmiş meta dolaşımının ve ticaretin sermayenin oluşumunun tarihsel önkoşulları olduğunu ve daha 16. Yüzyılda dünya ticareti ve dünya pazarının sermayenin modern yaşam tarihini başlattığını anlamak istemiyorlar veya anlayacak durumda degiller. (K. Marks, Kapital I, C. 23, s. 161).
Öyle ki bunlar, sürekli genişleyen kitlesel üretimin mevcut pazarları dolup taşırdığını, bu üretimin pazarların genişlemesi önündeki sınırlarını zorladığını ve sanayi kapitalistinin sürekli, ulusal pazarı değil de uluslararası pazarı göz önünde tuttuğunu bir türlü anlamak istemiyorlar.
”Dünya pazarının… kapitalist üretim biçiminin temelini ve hayati öğesini“ oluşturduğunu anlamıyorlar (K. Marks, Kapital III, C. 25, s. 120).
“Burjuvazinin dünya pazarını sömürerek bütün ülkelerin üretimini ve tüketimini küreselleştirdiği" gerçeğinin daha komünist Manifestoda yer alması, yeni çağ tespiti peşinde koşan bu unsurları hiç ilgilendirmiyor.
”İş sürecinin, gitgide boyutları büyüyen kooperatif şekli, bilimin bilinçli teknik uygulaması, toprağın yöntemli bir biçimde işlenmesi, iş araçlarının ancak ortaklaşa kullanılabilir iş araçlarına dönüştürülmesi, bütün iş araçlarının bileşik toplumsal işin üretim araçları olarak kullanılmasıyla sağlanan tasarruf, bütün insanların dünya pazarları ağına sokulması ve böylece kapitalist rejimin uluslararası bir nitelik kazanması, bu merkezileşme ya da birçok kapitalistin birkaç kapitalist tarafından mülksüzleştirilmesi ile el ele gider“ olması bu unsurlar tarafından son birkaç on yılda gerçekleşmiş olgu olarak görülmektedir (K. Marks, Kapital I, C. 23, s. 790).
Bu unsurlar dünya pazarında geçerli olan nesnel yasaların aynı zamanda ulusal pazarda da geçerli olduğunu, iç pazar-dış pazar diye bir ayrımın hayal olduğunu, ulusal pazarda olduğu gibi dünya pazarında da rekabetin eşistsiz gelişme zemininde gerçekleştiğini anlamak istemiyorlar (K. Marx, Grundrisse der Kritik der politischen Ökonomie, s. 47/48.)
Leninist emperyalizm teorisini yanlış bulanların, kısmen ve cepheden eleştirenlerin anlamadıkları veya anlamak istemedikleri temel nokta, günümüz koşullarında Lenin’in bu eserini yazdığı koşulları aramaları ve bulamayınca da bu teorinin geçersiz olduğu sonucuna varmalarıdır. Şüphesiz Lenin, o günün koşullarındaki kapitalizmin gelişmesini ele alarak birtakım sonuçlara varmış ve bunu da kapitalizmin en son aşaması, emperyalizm olarak tanımlamıştır. Kapitalizmi emperyalist aşamasına eviren özelliklerin neler olduğunu burada tartışmayacağız.
Emperyalizm teorileriyle ilgili olarak bizi burada ilgilendiren Leninist emperyalizm teorisinin içinin boşaltılmasıdır. Bunu yapmak için hemen her yola; çarpıtmaya başvurulmaktadır. Bu eleştirmenlerin, daha doğrusu meydanı boş buldukları için teori dünyasında gönüllerinin istediği gibi „at koşturan“ bu unsurların her bir söylemine cevap vermenin de bu yazı çerçevesinde olanağı yok. Bu nedenle bu yazının çerçevesini emperyalist çağda sermayenin uluslararasılaşması(„Küreselleşme“), dünya pazarı ve devlet konularıyla, başka türlü ifade edecek olursak küreselleşmenin diyalektiğiyle sınırlandıracağız.
„Marks öldü“, „sosyalizm öldü“ kavramlarıyla Marksizm-Leninizm’in, teoriler dünyasının geride kaldığı, kapitalizmin nihai zaferini kazandığı geçen yüzyılın ‚90’lı yıllarının ilk yarısında ilan edilmişti. Sosyalizm savaşçısı olarak Marks mahkûm ediliyordu, ama aynı zamanda kapitalist küreselleşmenin teorisyeni olarak onu „mahkûm eden“ emperyalist burjuvazinin medyasında adeta göklere çıkartılıyordu. Marks hem öldürülüyor hem de yaşatılıyordu. Marks moda olmuş, emperyalist burjuvazi de „Komünist Manifesto“dan hoşlanmaya başlamıştı. Ne de olsa "küreselleşme" orada açıklanıyordu:
”Burjuvazi, dünya pazarını sömürmekle, her ülkenin üretimine ve tüketimine kozmopolit bir nitelik verdi. Gericileri derin kedere boğarak, sanayin ayaklan altından üzerinde durmakta olduğu ulusal temeli çekip aldı. Eskiden kurulmuş bütün ulusal sanayiler yıkıldılar ve hâlâ da her gün yıkılıyorlar. Bunlar, kurulmaları bütün uygar uluslar için bir ölüm-kalım sorunu haline gelen yeni sanayiler tarafından, artık yerli hammaddeleri değil, en ücra bölgelerden getirilen hammaddeleri işleyen sanayiler, ürünleri yalnızca ülke içinde değil, yeryüzünün her kesiminde tüketilen sanayiler tarafından yerlerinden ediliyorlar. O ülkenin üretimiyle karşılanan eski gereksinmelerin yerini, karşılanmaları uzak ülkelerin ve iklimlerin ürünlerini gerektiren yeni gereksinmeler alıyor. Eski yerel ve ulusal kapalılığın ve kendi kendine yeterliliğin yerini, ulusların çok yönlü ilişkilerinin, çok yönlü karşılıklı bağımlılığının aldığını görüyoruz. Ve maddi üretimde olan, zihinsel üretimde de oluyor. Tek tek ulusların zihinsel yaratımları, ortak mülk haline geliyor. Ulusal tek yanlılık ve dar kafalılık giderek olanaksızlaşıyor ve sayısız ulusal ve yerel yazınlardan ortaya bir dünya yazını çıkıyor.
Burjuvazi, bütün üretim araçlarındaki hızlı iyileşme ile son derece kolaylaşmış haberleşme araçları ile bütün ulusları, hatta en barbar olanları bile, uygarlığın içine çekiyor. Ucuz meta fiyatları, bütün Çin setlerini yerle bir ettiği, barbarların inatçı yabancı düşmanlığını teslim olmaya zorladığı ağır toplar oluyor. Bütün ulusları, yok etme tehdidiyle, burjuva üretim biçimini benimsemeye zorluyor; onları uygarlık dediği şeyi benimsemeye, yani bizzat burjuva olmaya zorluyor. Tek sözcükle, kendi hayalindekine benzer bir dünya yaratıyor“ (Komünist Manifesto’dan).
Burjuvazi, bütün üretim araçlarındaki hızlı iyileşme ile son derece kolaylaşmış haberleşme araçları ile bütün ulusları, hatta en barbar olanları bile, uygarlığın içine çekiyor. Ucuz meta fiyatları, bütün Çin setlerini yerle bir ettiği, barbarların inatçı yabancı düşmanlığını teslim olmaya zorladığı ağır toplar oluyor. Bütün ulusları, yok etme tehdidiyle, burjuva üretim biçimini benimsemeye zorluyor; onları uygarlık dediği şeyi benimsemeye, yani bizzat burjuva olmaya zorluyor. Tek sözcükle, kendi hayalindekine benzer bir dünya yaratıyor“ (Komünist Manifesto’dan).
1848’de Marks ve Engels bu değerlendirmeleriyle günümüzde sermaye ve üretimin uluslararasılaşmasını anlatıyorlardı. Bu gerçeği, küreselleşmeyi yeni bir çağ, emperyalizmin yeni bir aşaması olarak gören avanak küçük burjuvazi dışında, emperyalist burjuvazinin ideologları da dâhil herkes kabullenmektedir.
Sermayenin ve üretimin uluslararasılaşması; iç pazarla kendini sınırlandırmaması, sürekli genişleme, yayılma, ulusal sınırları aşma ve bütün dünyaya yayılma eğilimi, kapitalist üretim biçimine özgü bir nesnel yasadır. Bu nedenle kapitalist üretim biçimi koşullarında sermaye ve üretimin uluslararasılaşması; küreselleşme ve dünya pazarının oluşması ve gelişmesi kaçınılmazdır. ”Ürünleri için sürekli genişleyen bir pazar gereksinmesi, burjuvaziyi, yeryüzünün dört bir yanına kovalıyor. Her yerde barınmak, her yere yerleşmek, her yerde bağlantılar kurmak zorundadır” (Komünist Manifesto’dan). Aynen bugün yaptığı gibi.
”Dünya pazarını oluşturma eğilimi, doğrudan sermaye kavramı içinde verilidir. Her sınır aşılacak engel olarak görülür“ (Marks: C. 42, s. 321, Grundrisse).
Bu sürecin bizi ilgilendiren gelişme özelliğini belirtelim:
Tekellerin, sermaye ve üretimin örgütlenme sürecini ulusal sınırlar içinde örgütlenme ve uluslararası örgütlenme diye iki aşamada ele alabiliriz. Veriler göstermektedir ki, 1850-1950 veya 1850’den II. Dünya Savaşının sonuna kadar olan dönemde sermaye ve üretim, 1870’lerden sonra da oluşmaya başlayan tekeller, ulusal sınırlar içinde örgütlenmekteydi. Emperyalist çağın II. Dünya Savaşına kadar olan bu döneminde dünya ekonomisinde daha ziyade ulusal karakterli tekel ve ulusal karakterli üretim ve sermaye hâkimdi. Bu nedenle de sermayenin uluslararasılaşmasının bu ilk aşamasında ulusal boyutlar içinde kalan örgütlenme, dünya pazarlarında ulusal örgütlenmiş sermayenin ve tekellerin rekabeti esastı.
II. Dünya Savaşından sonra, ama özellikle de 1960’lardan sonra bu durum değişmeye başladı. Bu dönemde özellikle de 1970-1980’den bu yana sermaye hareketindeki gelişmeler, dünya pazarına hâkim olmaya başlayan tekellerin uluslararası örgütlendiğini göstermektedir. ‘90’lı yıllarla birlikte de dünya pazarlarında uluslararası örgütlenmiş “süper tekel”lerin hâkimiyeti söz konusudur. Bu nedenledir ki, sermaye ve üretimin uluslararasılaşma; “küreselleşme” sürecinin ikinci ve son aşamasında bu tekeller üzerinden uluslararasılaşmış ve uluslararası örgütlenmiş sermaye ve üretimin, dünya ekonomisine hâkim olmasından bahsediyoruz. Bu gelişme günümüz emperyalizminde karakteristik temel bir özelliktir.
100 yıllık emperyalizm tarihinde sermaye ve üretimin örgütlenmesi bakımından yeni olan budur. 1969’da 7.200 (bunlara bağımlı işletme sayısı da 27.000) ve 2005’te de 69.727 (bunlara bağımlı işletme sayısı 690.391) uluslararası tekel dünya ekonomisine hâkim oluyor.
Yani:
100 yıllık emperyalizm tarihinin 20. yüzyılın başından II. Dünya Savaşına kadar olan döneminde sermaye ve üretim ulusal örgütleniyor ve ulusal örgütlenme çerçevesinde dünya pazarları üzerinde rekabet sürdürülüyor. Bu dönemde uluslararası tekel, emperyalizmin sadece bir karakteristiğiydi.
100 yıllık emperyalizm tarihinin II. Dünya Savaşından sonraki, özellikle de ‘60’lı yıllardan bu yanaki sürecinde uluslararası tekeller dünya ekonomisine uluslararası örgütlenerek hâkim olmaya başlıyorlar. Bu süreç, sermaye ve üretimin ulusal örgütlenmesiyle dünya pazarları üzerinde rekabet edilemeyeceğini göstermiştir ve bu nedenle de uluslararası tekeller, dünya pazarları üzerine rekabet edebilmek için sermaye ve üretimi uluslararası örgütlemeye yönelmişlerdir.
2005 itibariyle sayıları 69.727 olan uluslararası tekel arasında sayıları en fazlasıyla 500 kadar olan tekel, bugün dünya politikasını belirliyor, dünya ekonomisinin seyrini tamamen kontrol ediyor ve dünya sermaye hareketini çıkarlarına göre yönlendirmeye çalışıyor. Sermaye ve üretimin uluslararası örgütlenmesinin ikinci aşamasını itici gücü olan bu tekeller, Lenin’in ifade ettiği “süper tekel”lerdir.
Uluslararası tekeller ve devlet:
Günümüzde devletin önemsizleştiğini işleyen teorilerin ortak noktası şudur: Uluslararası tekeller çok ulusludur. Bu nedenle şu veya bu ulus-devletle ilişkileri belirleyici değildir. „Küreselleşme“ çağında uluslararası tekeller kendi kurumlarını oluşturmuşlar ve bu kurumlar vasıtasıyla hareket ediyorlar. Özellikle BM, IMF, DB, DTÖ ve başkaca uluslararası kurumlar ulus-devletin görevlerini üstlenebilirler.
Dünyanın en büyük borsa kumarbazı G. Soros devleti sorgulamadan edemiyor.“Küresel Kapitalizmin Krizi” kitabında küresel ekonomiyi istikrarlaştırmak ve düzenlemek için siyasal karar verme yeteneğine sahip bir küresel sistem talep ediyor. Bir dünya toplumundan bahsediyor. Devletlerden oluşan bir dünya toplumu kast etmiyor. Bu kumarbaz, devletlerin ortadan kalkmasına karşı, ama bir dünya toplumu istiyor.
Bu kumarbaza göre “uluslararası hukuk” olacak, “uluslararası kurumlar” olacak ve her bir ulus-devlet, kendisini bu hukuk ve kurumlara göre örgütleyecek. Yani ulus-devleti önemsizi görüyor.
Amerika’dan yükselen bu ses karşısında Avrupa’nın sessiz kalması beklenemezdi. Avrupa, “dünya toplumu”na “Global Governance” anlayışıyla cevap verdi. Avrupa’nın sosyal demokratları “dünya toplumu” anlayışına “dünya cumhuriyeti” anlayışıyla cevap verdi.
“Ulus-devletlerin çağı ve uyumluluk içinde olan uluslararası sistem, giderek yerini, içinde dünya toplumunun oluştuğu ‘globalizm çağına bırakıyor...
Dünya, sorunlarını çözmek yeteneğine sahip olmak istiyorsa dünya cumhuriyeti, küresel devlet olmanın unsurlarını oluşturmalıdır...
Bir dünya cumhuriyeti, aynı zamanda icracı kurumlara da sahip olmalıdır” (Bkz: “Globale Trends 2002, s. 12, 13, 17, 19, 20 (Internet).
Bu baylar da “demokratik bir dünya cumhuriyeti vizyonu”ndan bahsediyorlar.
“Dünya Cumhuriyeti” savunucuları da ulus-devletten vazgeçemiyorlar. Yani son kertede, önde gelen güçlü emperyalist devletlerin, “demokratik cumhuriyet”lerini yöneteceklerini kabulleniyorlar. Ama “Dünya Cumhuriyeti” anlayışları genel anlamda ulus-devleti önemsizleştiriyor.
NGO’lar da “dünya toplumu”, “dünya cumhuriyeti” anlayışının ayrılmaz bir bileşenidir. NGO’lar üzerinden “dünya sivil toplumu”nun kurulabileceğine inanan aklı evvel sayısı hiç de az değildir.
“Dünya cumhuriyeti”, “dünya toplumu” demagojisiyle devlet ile tekeller arasındaki kopmaz bağı göz ardı ediliyor. Bunlar mevcut düzen; mevcut emperyalist dünya düzeni yıkılmadan da -belki emperyalist sistemin yanı sıra!- başka bir düzenin kurulabileceği hayalini yayıyorlar. Bu baylar, ulus-devletin, sömürünün, baskının, rekabetin, bir bütün olarak kapitalist dünya sisteminin devamı için belirleyici iktidar aracı ve onun örgütsel yapısı olduğunu göz ardı ediyorlar. Bu güya eleştirmenler, ulus-devletsiz sermaye ve tekel olabileceği anlayışını yayıyorlar. Hal böyle olunca sormak gerekiyor; yaşanan bu emperyalist saldırganlıklar, savaşlar, dünyanın yeniden paylaşılması için sürdürülen mücadele uluslararası tekellerin mi marifeti? Yoksa onların siyasi iktidar/güç üssü olan ulusal/emperyalist devletlerin mi?
Bu alanda “sol” cenahta teorik çirkinleşenler, Sovyet modern revizyonizmini aratmayacak revizyonistler de var (Bunlar ne de olsa Sovyet ekolünün yetiştirmeleridir).
Kübalı dostlarımız; Küba Komünist Partisi’nin önde gelen bilim adamları “Emperyalizm Bugün, Günümüzdeki Transnasyonal Tekelci Kapitalizm Üzerine” kolektif araştırmada şöyle tespitler yapıyorlar:
“Tekelci devlet kapitalizminin dönüşümü,... uluslararasılaşmadır ve anti-uluslaşmadır... Emperyalizmin yeni bir aşaması olarak uluslararası tekelci kapitalizm”.
Böylece “ulusal” emperyalizm, ulus-devlet yerini “transnasyonal tekelci kapitalizme” bırakmış oluyor. Peki, Kübalı dostların emperyalizmin yeni bir aşaması olarak lanse ettikleri bu “transnasyonal tekelci kapitalizm”de, ulus-devlet giderek veya “ulusal devlet düzenlemesi” giderek “transnasyonal düzenlemeye” (s. 92) tabi oluyorsa, kullanılan bu vahşi zor mekanizması nasıl örgütleniyor?
Şüphesiz ki sermayenin ve üretimin uluslararasılaşması, birçok ulusal düzenlemeleri yıkmış, ulus-devletin rolünü, şu veya bu alanda geriletmiştir. Aynı şekilde, sermayenin uluslararası yoğunlaşması ve merkezileşmesi; o dev sermaye birleşmeleri, uluslararası tekeller ile ulus-devlet arasındaki ilişkileri modifize etmiştir. Ama bu, ulus-devletsiz, uluslararası tekelin olabileceği anlamına asla gelmez. Ulus-devlet, uluslararası tekellerin çıkarlarını siyasi, askeri ve iktisadi olarak koruyan kurumdur.
Ulus-devlet, uluslararası tekellerin, her zaman sığınacakları en güvenilir limandır.
Uluslararası tekeller, ne denli uluslararası olurlarsa olsunlar, yönetimleri ulusaldır. Önde gelen bütün uluslararası tekeller, ”ulusal“ kimlik taşıyan bir avuç kapitalist veya menajer tarafından yönetilmektedir. Örneğin önde gelen 30 Amerikan tekelinden sadece 5’inin yönetiminde birer yabancı var. Japonya’nın en büyük 20 tekelinden sadece ikisinde birer yabancı yönetici var. Almanya’nın en büyük 15 tekelinin yönetim kurullarında ise 4 yabancı yer alıyor. Anonim şirketlerinde de durum pek değişik değil. Bu şirketlerin yönetimindeki yabancı oranı yüzde 10’u geçmiyor. Demek oluyor ki, sermaye ve üretim, ne denli uluslararasılaşırsa uluslararasılaşsın, bu sürecin motoru olan uluslararası tekeller, belli bir sahayı karargâh olarak kullanıyorlar. Bu sahanın adı da ulus-devlettir.
Güya Marksist çevreler de ”küreselleşme çağı“nda devletin artık eskiden oynadığı rolü oynayamayacağını, ulus-devletin giderek yok olacağını savunuyorlar.
Hangi açıdan olursa olsun „küreselleşme çağı“nda devletin rolünü küçümseyenler, son kertede ”küreselleşme“nin; uluslararasılaşan sermayenin, uluslararası tekellerin devlete önem vermediklerini, onu işlevsizleştirerek küçülttüklerini, önemsizleştirdiklerini ve uluslararası kurumlara, yapılara dayandıklarını kanıtladığını savunuyorlar. Bu nedenden dolayı da mücadelenin sermaye sistemine, kapitalist sisteme, dolayısıyla devlete karşı değil de uluslararası planda tekelci sermayenin kurumlarına karşı; IMF’ye, DB’na, DTÖ’ne, G-8’lere karşı sürdürülmesi gerektiğini savunuyorlar. Bu anlayışlarından dolayı da ulusal çapta devlete ve tekelci sermayeye karşı mücadele önemsiz olmuş oluyor.
Hal böyle olunca devam etmekte olan emperyalist savaşları, işgalleri, silahlanmayı, emperyalist ülkeler arasındaki çelişkileri nasıl açıklayacağız? Dev tekellerin birleşmelerinde ulusal çıkarların korunması için devletin açık rolünü nasıl yok sayacağız? Amerikan tekellerinin hasmane devralma faaliyeti karşısında ulusal sermayesini korumaya çalışan devleti nasıl önemsiz sayacağız? İç pazarın istikrarında merkezi bir rol oynayan devleti nasıl yok sayacağız. Tekel şeflerinin ”Pazar için daha çok devlet“ çağrısını nasıl yorumlayacağız?
Kimi kandırdığınızı sanıyorsunuz!?
Ulus-devletin sonunun geldiği anlayışı hiç de yeni değildir. II. Dünya Savaşından sonra ulus-devletin sonunun geldiği birkaç kez ilan edildi, ama ulus-devlet, sonunun gelmesinin aksine daha da güçlendi. Örneğin ‚50’li yılların sonunda kıtalar arası füzeler gündeme gelince klasik ülke savunmasının da artık geçersiz olduğu dillendirildi. Sınırların anlamsızlaştığından, cephenin, hinterlandın belirsiz olduğundan, devletin sonunun geldiğinden bahsedilmeye başlandı.
’60’lı yıllarda Amerikan tekelleri Avrupa başta olmak üzere dünya çapında işletmeler satın almaya başlayınca ulus-devletin sonu bir daha getirildi. Sayıları giderek çoğalan dev uluslararası tekellerin ulus-devleti önemsizleştireceği savunuldu. Öyle ki, uluslararası tekellerin kontrolüz güç kullanacağından çekinildiği için '70’li yılların başında BM’de bu işle ilgili bir acente kuruldu (Uluslararası İşbirliği Komisyonu- The Commission on Transnational Corporations).
O zaman ulus-devletin, sermaye ve üretimin uluslararasılaşması karşısında teslim olacağı, sermayenin bu hareketi karşısında yenik düşeceği savunuluyordu ve bundan kurtulmak için ”araziye“ uyup bizzat uluslararasılacağı savunuluyordu. Ulus-devletin kapitalist dünya ekonomisinde oynadığı merkezi rolü artık oynayamayacağı dillendiriliyordu (Murray, Robin 1971, The Internationalization of Capital and the Nation State, in: New Left Review, 67, s. 84-109).
Öyle ki, sermaye ve üretim uluslararasılaştığı için kapitalist sınıfın da uluslararasılacağı savunuluyordu. Ulus-devlet yapılarının bu gelişme karşısında çökeceği, uluslararasılaşmış sermayenin ulus-devletten bağımsızlaşacağı savunuluyordu.
‘80’li yılların sonunda Robert Cox, kıyamet gününü ilan eder gibi, ulus-devletin uluslararasılaşacağı tezini açıkladı. Devletin uluslararasılaşması, ulus-devleti lüzumsuz kılıyormuş. (Cox, Robert 1987, Production, Power and World Order, New York). Bugün devletin önemsizleşeceği, önemsizleştiği, lüzumsuz olduğu, uluslararasılaştığı anlayışı Cox’un tezinden kaynaklanmaktadır. Bu anlayış uluslararası alanda, kapitalist politik ekonomide kendini kabul ettirdi. Bu tezi savunanlar arasında kendine ”sol“ diyenlerin ve yeni-gramscicilerin yanı sıra birtakım sözde Marksistler de var. Bu teze göre ulus-devlet ”küreselleşme“ye yenik düşecekti. Artık „iktidarsız devlet“ten bahsediliyordu. Bu, neoliberalizmin en önemli dayanaklarından birisi oldu.(Ayni neoliberalizm simdi, ortaligi kasip kavuran mali krizden dolayi devletin destegini talep ediyor).
Ulus-devletin gerçekten yok olduğundan, önemsizleştiğinden veya iktidarsızlaştığından bahsedebilir miyiz? Mademki böyle, o halde ulus-devlet sayısı neden artıyor? 20. Yüzyılın başında yaklaşık 40 devlet vardı. Bunların sayısı 1946’da 70’e çıktı ve şimdilerde de 200 civarında.
Kendini Marksist olarak tanımlayan avanak, filisten küçük burjuvaziye ulus-devlet konusunda yol gösteren neoliberal teorilerdir. Uluslararası tekeller nezdinde ekonomi ile politikayı birbirinden kopartınca geriye ne kalır? Bunu neoliberal teorilere bel bağlayanlara sormak gerekir. Ama her halükarda devletin çöküş, önemsizleşme, sonlanma sürecine girdiğinin ilan edilmesinden bu yana ulus-devlet tarihsel gelişmesinin doruk noktasındaydı. Ve hala da orada. Şimdiye kadar, dünya politikasını devletler dünyasından ayırma yiğitliğini gösteren olmadı. O çokça sözü edilen NGO’ların, BM’in, IMF’nin, DB’nın, DTÖ’nün ipleri önde gelen emperyalist ulus-devletlerin elinde değil mi? Bu devletlerin desteği olmadan bu kurumlardan hangisi ayakta kalabilir? Bu kurumlar önde gelen emperyalist ulus-devletlerin müsaade ettikleri kadar, verdikleri para kadar politika yapmıyorlar mı?
Kapitalizmin emperyalizm aşamasında mali sermayenin hâkimiyeti mutlaktır. Ama şu veya bu ülkenin hâkimiyeti görecedir. Bunun nedeni, kapitalizmde eşit olmayan ekonomik ve siyasi gelişme yasasının işlerliğidir. Kapitalist dünya ekonomisinde güçler dengesinin gelişme seyri, 100 yıllık emperyalizm tarihi, bu yasanın işlerliğinin ifadesidir.
Bloklar oluşturmak, entegre pazarlar kurmak ne emperyalizme aykırıdır ne de emperyalist ülkeler arasındaki rekabeti ortadan kaldırır. Ama emperyalizm tercih politikasına indirgenince durum değişiyor. Savaşlar ortadan kalkıyor, silahlanma olmuyor, ulus-devletler giderek “ultra-emperyalizm”de birleşiyorlar. Negri’nin İmparatorluğu da bir nevi “ultra-emperyalizm”dir. Ama emperyalizmlerin birleşmesiyle; “ultra emperyalizm”le rekabetin ve nihayetinde emperyalist savaşın nedeninin ortadan kalacağını teorileştirmeye çalışan Karl Kautsky olmuştu.
“Salt ekonomik açıdan kapitalizmin yeni bir evre daha geçirmesi; kartel politikasının dış politikaya taşınması, ultra-emperyalizmin bir aşaması olasıdır”. Kautsky, bir süper emperyalizmden, bütün dünya emperyalizmlerinin birliğinden, kapitalizm koşullarında savaşın ortadan kaldırıldığı bir evreden, yani Kautsky’nin ifadesiyle, “dünyanın, uluslararası birleşmiş mali sermaye tarafından ortaklaşa sömürüldüğü” bir evreden bahsediyor.
Kautsky’nin bu anlayışını bugün, özellikle “küreselleşme” yaygarasının göklere çıkarıldığı ‘90’lı yıllardan bu yana emperyalist burjuvazi de savunuyor.
Küreselleşme savunucuları da bundan yanlış sonuçlar çıkartıyorlar ve devletin tarihi misyonunu tamamladığı ve insanlığın, tarihsel gelişmenin “küreselleşme” denen bu yeni aşamasında uluslararası bir yönetime ihtiyacı olduğu anlayışını savunuyorlar.
Anlayış şu; sermaye ve üretim ulus-devlet sınırlarını açmıştır, sermayenin devlete artık ihtiyacı kalmamıştır ve devlet, hükümranlık haklarını uluslararası tekellere devretmelidir. Sermaye ve üretimin uluslararasılaşması ve uluslararası örgütlenmesi, ulus-devlet sınırlarının aşılması anlamına gelir. Bu doğrudur. Ama bu, ulus-devletin önemsizleştiği anlamına asla gelmez.
Uluslararası tekellerin, en emin liman olarak ulus-devletten tamamen vazgeçtikleri, üretimi, yatırımları, araştırmayı vb. ulus-devleti göz önüne almadan örgütledikleri nerede görülmüştür? Örneğin Bakü-Tiflis-Ceyhan petrol boru hattı petrol tekellerinin direnmesine rağmen, Amerikan emperyalizminin, devletinin siyasi kararı sonucunda inşa edilmedi mi?
Ulus-devletlerin, ekonomik gelişmeler ve uluslararası tekellerin faaliyetleri karşısında pasif kaldıkları nerede görülmüş? Tam tersine, ulus-devletler, tekellerin hizmetinde aktif davranmıyorlar mı, sermaye ve üretimin uluslararasılaşmasının önünü açmıyorlar mı? Çokça konuşulan, “küreselleşme” için örnek gösterilen sermaye birleşmelerinde emperyalist devletlerin oynadıkları kendi sermayelerini korumacı tavırları bilinmiyor mu?
Emperyalist küreselleşme sürecinde ulus-devletin rolünün önemsizleştiğini savunanlar, bu düşüncelerinden dolayı uluslararası ekonomik ve siyasi ilişkilerin çok uluslu tekeller tarafından örgütlendiğini savunmuş oluyorlar. Bu türden gelişmeye tek bir örnek gösterilemez. Tam tersi geçerlidir: Belli bir devlete veya devlet sistemine dayanmayan uluslararası bir tekelin var olması imkânsızdır.
Açıktır ki, ulus-devletler, dün olduğu gibi bugünde sermaye hareketinin, sermayenin uluslararasılaşmasının baş aktörleridir ve uluslararası sermaye birikiminin gerekli kıldığı siyasi, ekonomik ve başkaca (askeri) koşulların garantörüdürler.
Leninist emperyalizm analizini her kılığa sokan, reddeden çevreler ve Kautsky’nin yolunda gidenler kapitalizm koşullarında uluslararasılaşmanın bir sınırının olduğunu görmüyorlar. Emperyalizm, sermaye ve üretimin uluslararasılaşmasının en özgür, en geniş ortamını sağlıyor; bunun maddi koşullarını geliştiriyor. Yani üretimin ve sermayenin ulusal örgütlenmesinin çerçevesi uluslararası tekeller, süper tekeller tarafından yıkılıyor ve sermaye ve üretimin uluslararası örgütlenmesi gündeme geliyor ve örgütlenme, bir yere kadar derinleştiriliyor ve sınırına dayanıyor. Bu sınır, sermaye ve üretimin uluslararası vartikal örgütlenmesinden “ultra emperyalist’ bir dünya birliğinde birleşme(ye) ve yegâne bir dünya tröstünü kurma”(ya) geçiş sınırıdır. Lenin, bu sınır kapitalizm koşullarında aşılamaz; süper tekeller, emperyalizm, bir dünya birliğinde birleşmeden, yegâne bir dünya tröstü oluşmadan önce yok olur, kapitalizm karşıtına dönüşür diyor. Yani bu sınır, ancak, yok edilerek aşılabilir.
Diğer taraftan, bu sınırın kapitalizmin “normal” koşulları içinde aşılması imkânsızıdır. Çünkü bu sınıra yaklaşmayı ve ondan uzaklaşmayı teşvik eden faktörler vardır.
Dünya pazarının daralması ve genişlemesi, küreselleşmenin boyutlarını gösterir. Örneğin kapitalizmin serbest rekabetçi ve emperyalizme geçiş dönemlerinde küreselleşmenin boyutlarını şu veriler görmektedir: Kapitalizmin serbest rekabetçi aşaması olarak 1850-1870 dönemini ele alırsak bu dönemde dünya üretiminde uluslararasılaşma oldukça hızlı gelişmiştir. Bu dönemde üretimin uluslararasılaşması 1850’de %11,4’ten 1870’de %18,2’ye çıkıyor. Yani 1850’de bütün ülkelerde gerçekleştirilen üretimin (dünya üretimi) % 11,4’ü dünya pazarına sürülürken, 1860’da %15,5’i ve 1870’de de %18,2’si dünya pazarına sürülüyordu.
Serbest rekabetçi dönemden emperyalizme geçiş süreci veya 19. yy’ın son çeyreğinde (1870-1900) dünya üretiminin uluslararasılaşması yavaşlamaya başlamıştır. Bu dönemde uluslararasılaşmanın gelişme oranı 1870’de %18,2’den sürekli artarak 1890’da %23,5’e çıkıyor, ama 1900’de %21,6 olarak gerçekleşiyor. 1850’den 1900’e dünya üretiminin uluslararasılaşma derecesi yükseliyor; ama bu yükselme 1870’den 1900’e -1850-1870 dönemiyle karşılaştırılırsa, yavaşlıyor. Başka türlü ifade edersek; emperyalizme geçiş sürecinde dünyada üretilen bütün metaların pazarlanma oranı, 1850-1870 dönemine nazaran bir kaç misli yavaşlıyor.
Emperyalizm döneminde ise “küreselleşme”nin boyutları oldukça gerilemişti. Bu gelişmeyi de şu veriler gösteriyor: Sermaye ve üretim o zamana kadarki en yüksek uluslararasılaşa derecesine 1913’te ulaşıyor. Ama savaş döneminde bu uluslararasılaşma derecesi yüzde 15’e kadar düşüyor. Böylelikle sermaye ve üretimin savaşın son yıllarındaki uluslararasılaşması 1860-1862’deki seviyesine düşmüş oluyor. Açık ki savaş ve sonuçları sermaye açısından ülke içinde yüksek kar elde etme, yüksek kar oranıyla üretme olanağının doğmasına yol açtığı için yurtdışına gitme sorunuyla karşı karşıya kalmıyor. Bu nedenden dolayıdır ki bu dönemde sermaye ve üretimin uluslararasılaşması gerilemiştir
Kapitalizmin genel krizinin birinci aşaması (1913-1940 veya 1920-1940 dönemi) döneminde dünya üretimi uluslararası işbölümü derecesinin düştüğünü görüyoruz. 1913 yılını çıkış noktası olarak alırsak bu dönemde dünya üretiminin uluslararasılaşma derecesi, I. Dünya Savaşının son yılında (1918) %15,4’e kadar (1860’daki seviye) düşüyor ve sonraki yıllarda 1928/29’a kadar yükseliyor ve ‘30’lu yıllarda yeniden düşmeye başlıyor. 1938’de 1870’deki seviyesine kadar geriliyor. Bu sürecin bütünü açısından baktığımızda dünya üretiminin 1913-1940 döneminde %23,7’den %4,5’e düştüğünü yani %38,8 oranında gerilediğini görüyoruz.
Savaş ve ekonomik krizin sermaye ve üretimin uluslararasılaşmasında nasıl bir rol oynadıkları yukarıdaki verilerde çok açık bir biçimde görülmektedir. Ekonomik krizin patlak vermesiyle birlikte sermaye ve üretimin uluslararasılaşmasında geriye düşüşler oluyor ve II. Dünya Savaşı patlak verdiğin de ise sermaye ve üretimin uluslararasılaşması 1850’lerdeki seviyesine, yani 90 sene önceki seviyesine düşüyordu. Sermaye ve üretimin uluslararasılaşması yasasını eğilim haline getiren nesnel faktörlerin başında savaşın ve ekonomik krizin olacağını bu verilerden daha açık nasıl gösterebiliriz?
II. Dünya Savaşı döneminde, örneğin 1943’te dünya üretiminin uluslararasılaşma derecesi 1850’deki seviyesinden de geriye düşüyor. Savaş sonrası dönemde, 1965’e kadar dünya üretiminin uluslararasılaşma derecesi sürekli artıyor. Buna rağmen; dünya üretiminin uluslararasılaşma derecesi, 1965’te, 1913’teki seviyesine 1965’te ulaşmasına rağmen, 19. yüzyılın ‘80’li ve ‘90’lı yıllarındaki derecesine ulaşamamıştır.
Savaş ve mali ve ekonomik krizin sermaye ve üretimin uluslararasılaşmasında oynadıkları rol açık değil mi?
Bu oranlardaki iniş ve çıkışlar; dünya pazarının daralması ve genişlemesi, küreselleşmenin diyalektiğin gösterir: Dünya pazarı; sermaye ve üretimin uluslararasılaşması olmaksızın kapitalizm olmaz. Küreselleşmenin seyri, dünya pazarının seyridir. Bu seyri olumlu ve olumsuz etkileyen; teşvik eden ve engel olan faktörler vardır. Örneğin emperyalist ülkeler arasındaki çelişkilerin oldukça keskinleşmesi sonucunda bu ülkelerin birbirilerine karşı kendi ekonomilerini koruma tedbirleri almaları; örneğin bir dünya savaşı, bir ekonomik kriz “küreselleşme”nin gelişmesi önünde engel teşkil eden faktörlerdir.
Sermaye ve üretimin uluslararasılaşmasının diyalektiği böyle. Ama bu diyalektiğin belli çevreler için hiçbir anlamı yoktur.