“Eser kalmadı çölde bizden, çölün kendine sakladığından gayri”
(Mahmud Derviş)
Filistin’de devlet kuracak kadar bir Yahudi nüfus yoktu ve bunun ötesinde bir kaç bin sene önce yaşamış oldukları topraklara geri dönme hakkını nasıl temellendireceklerdi? İnandırıcı olmak için bu soruya cevap verilmeliydi ve cevap, tarihin çarpıtılmasıyla; gizemselleştirilmesiyle verildi. Siyonizme göre Yahudiler, bir zamanlar yaşadıkları topraklara dönebilirler, orayı vatan olarak görebilirler. Çünkü Yahudi tarihi, “tamamen kendine özgüdür, “bütün tarihsel yasalarla çelişki içindedir” (Bkz: Abba Eban; “Dies ist mein Volk. Die Geschichte der Juden”, s. 9, Zürih 1970). İstisnai, kendine özgü bir durum denmese tarih anakronik -çağ dışı- taleplerle dolup taşardı: Tarihin tekerleği geriye doğru çevrilirdi; örneğin Türkler, Anadolu’dan kovulur, Orta Asya’ya sürülürdü. Kürtler, kabile olarak geldikleri yerlere sürülürdü vs. vs. veya Türkler, bugün faşist diktatörlüğün jeopolitikasının; jeostratejisinin (Adriyatik'ten Çin Seddi'ne kadar) dışında kalan ve Osmanlılar tarafından ilhak edilen Arap ülkelerini, Kuzey Afrika’yı, Hindistan’ı talep edebilirler. Anlayışlarının böyle bir saçmalığa yol açacağını gören siyonistleri, kurtuluşu, bizim tarihimiz hiç kimsenin tarihine benzemez, bir istisnadır, tamamen kendine özgüdür anlayışında buldular.
Siyonizm kavramını Nathan Birnbaum, 19. yüzyılın sonlarına doğru “Yahudi Sorununun Çözümü İçin Araç Olarak Kendi Ülkesinde Yahudi Halkın Ulusal Yeniden Doğuşu” yazısında işlemiştir. Moses Hess (1812-1875), Leo Pinsker (1821-1891) ve Theodar Herzl (1860-1904) Siyonizmin teorik geliştirilmesine önemli katkıları olanların başında gelirler.
1896 yılında Theodor Herzl,”Yahudilerin Devleti” başlığını taşıyan bir yazı yayımlar. Aynı Herzl, bu yazısının yayımlanmasından iki sene önce aynı amacı güdenlerle alay ederek şöyle diyordu: “Yahudi Daniel kaybolmuş vatanına yeniden kavuşmak ve her tarafa dağılmış kardeşlerini yeniden bir araya getirmek istiyor. Böyle bir Yahudi bilmelidir ki, vatanları geri verildiğinde onlara hizmet etmiş olmaz….Ve Yahudiler oraya gerçekten geri dönmüş olsalar, ertesi gün birbirleriyle fazla bir bağlarının olmadığını tespit ederler. Çünkü onlar yüzyıllardan beri yeni vatanlarında kök salmışlar, eski ulusal özelliklerini kaybetmişler, başka koşullara uyum sağlamışlar ve onları başka insanlardan ayıran önemsiz ortaklıkları her tarafta maruz kaldıkları baskıya hizmet etmektedir”.
İki sene sonra görüş değiştiren gazeteci Herzl’in söz konusu yazısı, daha öncekileriyle karşılaştırıldığında olağanüstü bir ilgi görmüş ve özellikle Doğu Avrupa’da yaşayan Yahudi'leri etkilemiştir. Tezi çok basitti: Başka bir ırka kin duymanın bir ifade biçimi olan antisemitizm, Yahudilerin belli bir otonom bölgede yeniden örgütlenmeleriyle yok edilebilir. Bu otonom böle takibata uğrayanların sığınabilecekleri yerdir; yani bir Yahudi devletidir.
Siyonizm’in amacını en genel anlamda şöyle özetleyebiliriz:
1. Yahudi halkının var oluşu.
2.Yahudilerin içinde yaşadıkları toplumlara uyum sağlamaları antisemitizmden dolayı imkânsızdır.
3. Yahudi halkına garantisi olan bir vatan temin etmek veya “sözü verilen ülke” hakkı.4. Sözü verilen bu topraklarda başka bir halkın olmaması; yani Filistin’de Filistinlilerin varlığı inkâr ediliyor.
Herzl, Siyon’a İngiliz sömürge şirketlerinin modeline uygun bir tarzda geri dönmek istiyordu; yani bir Yahudi şirketi kurarak.
Herzl’in planında Batının Yahudi kapitalistlerinin Doğu Yahudi'lerinden kurtulmak isteği önemli bir rol oynuyordu; bu kapitalistlerin anlayışına göre Doğulu Yahudilerin Batı Avrupa’ya akımı, Batılı Yahudilerin asimilasyonunu tehlikeye sokuyor ve antisemitizmi yeniden canlandırıyordu.
Siyonizm 1897’deki kongresinde belirleyici öneme haiz adımını attı. (Basel’da gerçekleştirilen bu kongreye bütün dünyadan 204 delege katılmıştı). Bu kongreden buyana Siyonizm, dinsel bir akım olmaktan çıkmış, gerçek anlamda bir siyasi ve milliyetçi bir akım olduğunu ortaya koymuştur. Kongrede alınan karara göre siyonizmin amacı şöyle tanımlanıyordu: “Yahudi halkına garantisi olan bir vatan temin etmek”.
Bu amaca ulaşmak için kongrenin önerdiği tedbirler şunlardı:
-Yahudi köylülerin, işçilerin ve zanaatçıların yerleştirilmesiyle Filistin’in kolonizasyonu sistematik olarak sürdürülmelidir.
-Yerel ve çatı örgütlerin katkısıyla bütün Yahudi âlemi bir araya getirilmelidir; örgütlenmelidir ve bütün bunlar, söz konusu bu örgütlerin kuruldukları ülkelerin yasal olanakları çerçevesinde yapılmalıdır.
-Yahudi dayanışması ve ulusal duygusu güçlendirilmelidir.
-Siyonist amaçlara ulaşabilmek için hükümetlerin gerekli onaylarını almak doğrultusunda hazırlıklar yapılmalıdır.
Salt bu anlayışlar, Siyonizm’in daha baştan yabancı devletlerin onayına dayanan, onların desteği olmaksızın gerçekleştirilemeyecek bir anlayış olduğunu göstermektedir. Bu durum Siyonizmin daha baştan güçlü devletlerin politik çıkarlarına hizmet eden bir anlayış olduğunu da göstermektedir.
Siyonist birleşme çabası, öncelikle Doğu Avrupa’da güçlü bir yankı bulmuştur; öncelikle de siyasi baskı altında; sosyal ve siyasi baskının kapsamlı ve derin olduğu bölgelerde yaşayan Yahudiler arasında.
Herzl, Siyonist amacına ulaşmak için planlanan Yahudi devletinin kurulmasında siyasi garantörlük rolü üstlenecek siyasi bir dış güç, yani devlet aramaya başlamıştır. Ama sayısız diplomatik girişimlerine rağmen böyle bir devleti bulamamıştır: Osmanlı Padişahı II. Abdülhamit’le, Alman kralıyla, Rusya içişleri bakanı Plehve ile (“usta” bir pogrom örgütleyicisiydi), Çarlık Rusya’sının başka bir bakanıyla, Britanya sömürge bakanı Chamberlain ve Papa V. Emanuel ile görüşmeler yapmış ama sonuç alamamıştır.
1901’de, Filistin’de toprak satın almaya; sömürgeleştirmenin finansmanını sağlamaya hizmet eden merkezi “Yahudi Ulusal Fonu” kurulur.
İngiliz emperyalizmi, Siyonist harekete ilgi duymaya başlar ve 1902’de Britanya hükümeti Siyonistlere Sina yarım adasında El Aşir bölgesini yerleşim alanı olarak önerir ama bu öneri Siyonistler tarafından reddedilir.
Daha sonrasında İngiliz hükümeti, Kenya’da bir bölgeyi yerleşim alanı olarak önerir. Bu sefer de Rus Siyonistleri bu öneriyi (“Uganda-Projesi”) reddederler. Siyon’suz Siyonizm olmaz anlayışı hâkimdir.
Siyonizm’in babası sayılan Herzl, 1904’de ölür. Ölümünden sonra, Siyonist harekette daha önceleri de emareleri görülen çözülme eğilimleri ve çelişkiler güçlenir. Siyonist hareketin “eylemci” –hemen, derhalci- kanadı beklemeden yana değildir. Çoğunluğu oluşturan “siyasal Siyonizm” güç kaybına uğrasa da amacına ulaşmak için faaliyetini sürdürür; Doğu Avrupa’dan gelen göçmenlerle “kutsal ülke”nin sömürgeleştirilmesi sürdürülür. Böylece kurulması amaçlanan “Yahudi Devleti”nin temel taşları bu göçmenler tarafından atılmış olur.
1908 yılında Ulusal Fona bağlı olan “Palestine Land Development Company” kurulur; Siyonizmin artık siyasi olarak yapılandırılmış iktisadi ve mali kurumları vardır.
Siyonizm, 19. yüzyılda birbiriyle bağlam içinde olan iki siyasal-ekonomik gelişmenin sonucu olarak doğmuş ve gelişmiştir:
Birincisi:
Özellikle Rusya’da ve Macaristan-Avusturya’da feodal yapıların çözülmesidir.
İkincisi:
Kapitalizmin, emperyalist aşamasına ve dolayısıyla tarihsel çöküş aşamasına girmesi.
Yahudiliğin feodal sistem içinde belli bir yeri vardı. Ve Yahudilik feodal sistem içinde bu belli sağlam yerine/konumuna sahip olduğu müddetçe de Siyonizm ancak bir hayal olabilirdi. Bununla bağlam içinde ikinci olarak da Siyonizmin doğmasında antisemitizm önemli bir rol oynamıştı; her antisemitist dalga Siyonizmin doğmasına ve güçlenmesine neden olmuştur; Filistin’e her göç dalgasının arkasında keskinleşmiş bir antisemitizm süreci vardır; dolayısıyla Siyonizmin yaygınlaşmasıyla antisemitist baskı arasında ikincisinin ilkini güçlendiren bir ilişki vardır.
Genel anlamda Siyonizm, sınıf mücadelesini görmezlikten gelen, Yahudi'leri bir “halk-sınıfı” olarak gören bir harekettir. Bunu Herzl birçok kez dile getirmiştir.
Diğer taraftan Siyonist ideoloji bu sınıfsızlık vaazının yanı sıra ve en önemlisi olarak, kurulacak bir Yahudi devletinin nasıl bir devlet olacağının işaretlerini de veriyordu: Böyle bir devlet ancak ve ancak dış güçlerin veya bir gücün; yani emperyalist bir gücün koruması altında kurulabilirdi. Bu, kurulacak Yahudi devleti ile kurulmasını ve devamını sağlayan emperyalist güçler arasındaki “ebedi”ittifakın kaçınılmaz olduğunu göstermektedir. Yani korumacı, patron durumunda olan emperyalist güce tabi olmak, onun çıkarları doğrultusunda hareket etmek Siyonizmin temel anlayışlarından biriydi.
Böylece Siyonizmin oluşma mantığı, sonucun nasıl olacağını da gösteriyordu; Siyonizm ancak ve ancak koruyucu emperyalist gücün –genel anlamda önce İngiltere ve sonra da ABD’de ifadesini bulan Batı sömürgeciliğinin ön karakolu olabilirdi ve öyle de oldu.
Siyonizmin oluşma mantığı, aynı zamanda kaçınılmaz olarak Arap milliyetçiliğiyle çatışmayı da içeriyordu; Araplar ve Siyonistler arasında çelişki ve çatışmaya olmaksızın Siyonist ideolojinin de devletleşmesi olamazdı. Çünkü Siyonizm nihayetinde başka bir ülkenin işgal edilmesi anlamına geliyordu.
Bu düşünceleriyle Herzl, Basel kongresinden sonra “Yahudi devleti”ni kurdum diye gazetesinde yazabildiyse bunun için emperyalist güçlerden teminat aldığını ve Arap milliyetçiliğiyle çatışmaya hazır olduğunu açıklamış oluyordu.
Bu, Filistin sorununun da başlangıcı olmuştur.
Açık ki, Arap kurtuluş hareketi karşısında emperyalizm Ortadoğu’da yeni bir müttefik bulmuştu. Bu müttefik güç, Siyonizmdi.
Siyonistler, I. Dünya Savaşı sonrasında Filistin’i kendi nüfuz sahasına alan, orada bir manda idaresi kuran İngiliz emperyalizmi vasıtasıyla bir Yahudi devleti kurmayı amaçlıyordu. Ama Filistin’de devlet kurmak için yeterli sayıda veya devlet kurabilecek sayıda Yahudi yoktu. Yahudilerin ezici çoğunluğu Filistin dışında yaşıyordu: 1880’de bütün dünyadaki Yahudi sayısı 7,75 milyon civarındaydı. Bunun çoğunluğu da -6,858 milyonu (% 88,5)- Avrupa’da, 620 bini (% 8) Asya ve Afrika’da yaşıyordu. Geriye kalan yaklaşık 250 bin Yahudi, deniz aşırı ülkelerde yaşıyordu. Avrupa’da ise Yahudilerin çoğunluğu Doğu da (Litvanya, Polonya, Beyaz Rusya, Romanya ve Galiçya’da, toplanmıştı. 19.yy.ın sonuna doğru durum değişir ve 1881-1914 arasında yaklaşık 3 milyon Yahudi, Doğu Avrupa ülkelerinden göç ederler. Göç edenlerin çoğunluğu da Kuzey Amerika’ya yerleşir. Kuzey Amerika’da Yahudilerin sayısı 19. yüzyılın başında 2000’den aynı yüzyılın sonunda bir milyonun üzerine çıkar. Her halükarda II. Dünya Savaşı’na kadar Yahudilerin çoğunluğu, % 58,2’si, Avrupa’da yaşıyordu.
Yahudilerin sosyal, siyasi ve ekonomik durumları ülkeden ülkeye ve de bölgeden bölgeye değişikti. Ama durumun en kötü olduğu bölge Doğu Avrupa’ydı. Orada Yahudiler, horlanma, aşağılanma, takibat ve pogromlarla karşı karşıya kalmışlardı. Yahudiler, Doğu Avrupa’nın “günah keçisi”, “şamar oğlanı” yapılmışlardı. Bunun sonu getto oluşumuydu ve öyle de oldu: Doğu Avrupa’da Yahudiler, getto yaşamına sürüklendiler. Gelişen, antisemitizmdi. Lenin, bir konuşmasında (“Yahudilere Karşı Pogrom Kışkırtması Üzerine”) antisemitizmin sınıfsal kökenini ve amacını şöyle açıklıyordu:
“Yahudilere karşı düşmanlığın yayınlaştırılmasına antisemitizm deniyor. Lanet olası Çarlık monarşisi son günlerini yaşarken, bilinçsiz işçi ve köylüleri Yahudilere karı kışkırtmaya çalıştı. Çar polisi, kapitalistler ve toprak beyleriyle elbirliği içinde Yahudi pogramları düzenledi. Kapitalistler ve toprak beyleri, yoksulluğun pençesinde inleyen işçi ve köylülerin kinini Yahudilere yöneltmek istediler. Başka ülkelerde de işçinin ufkunu bulandırmak, dikkatini emekçilerin gerçek düşmanından -sermayeden- başka yöne çekmek için kapitalistlerin Yahudilere karşı düşmanlık körükledikleri sıkça görülen bir durumdur. Yahudilere karı düşmanlık, sadece, toprak beyleri ve kapitalistlerin köleleştirmesinin, işçi ve köylülerin zifiri karanlık cehalet içinde tutulmasının var olduğu yerde inatçı bir şekilde devam ediyor. Sadece tamamen cahil, tamamen yıldırılmış insanlar, Yahudilere karşı yayılmış yalan ve iftiralara inanabilirler” (Lenin, C. 29, s. 239).
Şüphesiz ki Yahudiler, bu türden, sınıflı toplumdan kaynaklanan ve sermayenin işçi ve emekçileri bölmeye hizmet eden bu kışkırtmalara karşı bulundukları ülkenin işçi ve emekçileriyle birleşerek; sınıf mücadelesi içinde yer alarak karşı koyabilirlerdi. Nitekim böyle hareket edenler de olmuştur. Örneğin Rusya ve Ekim Devriminden sonra Yahudilerin durumu. Ama Yahudilerin çoğunluğu, özellikle de geleneklere bağlı olanlar -bunda getto yaşamının, bulunulan toplumdan dışlanmanın ve önderlerin rolü büyük olmuştur- “Siyon”u yaşam ve umutlarının içeriği yapmışlardır (Siyon, Kudüs’te, o zaman için Kudüs civarında, bir tepedir. David -MÖ 10.yüzyılın ilk yarısı- bu tepeyi idare merkezi (sarayı) yapmış ve böylece “Siyon”, İsrail kabilelerinin kutsal mekanı olmuştur). Zamanla Siyon, Kudüs, Yuda ve İsrail ile eş anlamlı kullanılmıştır. Yani İsrail demek Siyon demektir. Bu kavram, diasporadaki Yahudiler için bir özlem, var oluş merkezi ve anlamı kazanmıştır. Özlem duyulan, “ataların ülkesi” denilen yer, Filistin’den başka bir yer değildi. Bu özlem 19. yüzyılda, yükselen milliyetçilikle bağlam içinde güncelleştirilmiş ve siyasileştirilmiştir.
Siyonizm, göçmen Yahudilerden oluşturulan ulusun ideolojisidir:
İlk Siyonist göçmenler “kutsal toprak”lara geldiklerinde Filistin diye bir siyasi oluşum, devlet yoktu. 19. yüzyılın son çeyreğinde Filistin’in nüfusu 300 bindi, I. Dünya Savaşı'nın başlangıcında da 500 bindi.
1855’te Filistin’de çok az sayıda Yahudi vardı. Ancak 1880’den sonra bunların sayısı hızla artmaya başlamıştır. Bunlar farklı dönemlerde Filistin’e göç eden Yahudilerdi.
Göç dalgaları ve göç eden Yahudilerin sayısı:
Göç dalgası Tarih Göçmen sayısı
1. dalga 1882-1903 20 000 ila 30 000
2. dalga 1904-1914 25 000 ila 40 000
3. dalga 1917-1923 35 000
4. dalga 1924-1931 82 000
5. dalga 1932-1948 265 000 (1944 sonuna kadar)
(Bkz.: Shmuel N. Eisenstadt: The Transformation of IsraeliSociety, 1986).
1948’de, İsrail devletinin kurulduğunda bu devlet sınırları içinde yaşayan Yahudilerin sayısı ancak 600 bin kadardı.
Yahudiler kendi aralarında çok sayıda lisan konuşuyorlardı; Arapça, Yidiş, Almanca, İngilizce, Fransızca, Farsça ve başka lisanlar. Açık ki Yahudiler,kendi aralarında tek lisan üzerinden anlaşamayan bir topluluk durumundaydılar. Uluslaşmada dil birliğinin öneminin farkında olan Siyonistler,1901’deki Siyonist kongrede, İbranicenin Filistin’de konuşulması gereken lisan olduğu kararını aldırttılar.
Filistin’in parçalanma süreci, Batılı emperyalist ülkelerin ve Rusya’nın dinsel motiflerden dolayı Filistin’de korumacı konumuna gelme çabalarından; yani aslında bölgede hâkimiyet kurmak için kendi aralarında sürdürdükleri rekabetten dolayı geçici olarak yavaşlamıştı. Bu ülkelerden her biri “kutsal toprak”lardaki şu veya bu dinsel azınlığı koruma derdine düşmüştü. Örneğin Fransa Lübnan’da Maronist Hristiyan'ları, Dürzîlerden korumak için 1840’da Lübnan’a çıkıyor, tesadüfen olsa (!) gerek bu arada İngiltere de Yahudi azınlığı korumaya çalışıyor vs.
“Kutsal toprak”larda Almanlar, Ruslar, Fransızlar, İngilizler, kiliseler yapmaya ve dinsel kurumlar açmaya başladılar. Önde gelen emperyalist ülkelerdeki Yahudi örgütleri de –örneğin Jewish Board of Deputies, Hilfsverein der deutschen Juden, Alliance Israelite Universelle-bu ülkelerin Ortadoğu’daki sömürgeci faaliyetlerine aktif olarak katıldılar.
Batılı Yahudilerin, Osmanlı topraklarındaki “kardeşleri”ne yardım anlayışının arka planında siyasal düşünceler vardı.
20. yüzyılın başından itibaren Filistin’e gelen Yahudi göçmenler, Yahudi kolonilerinin sadece ismen Yahudi kolonileri olduklarını gördüler; her on Arap başına ancak bir Yahudi düşüyordu.
Siyonizmin önemli bir özelliği de şuydu: Bilinen, “klasik” sömürgeleştirmede esas olan, sömürgeleştirilen ülkenin zenginliklerini talan etmektir. Buna yerli halkın işgücünün sömürüsü de dâhildir. Siyonistler ise talandan ziyade –Filistin’in talan etmek için pek fazla zenginliği yok- devlet kurmak için bizzat topraklara sahip olmayı amaçlamışlardı. Yeni bir ulusun oluşması için elzem olan toprak bütünlüğü sağlanmalıydı; bu topraklar üzerinde Yahudi işçi sınıfı, Yahudi köylülük vb. oluşmalıydı.
1907’de “Muhafız” örgütü kurulur; Yahudi olmayan muhafızların yerini alan bu örgütün amacı, Yahudi mülkünü korumaktı: Sloganları “Yahudi mülkiyeti ancak Yahudiler tarafından korunabilir” idi.
Yahudi göçmenler ile Araplar arasındaki ilk çatışmalar, en azından 1908’e kadar olanlar neredeyse salt ekonomik karakterliydi. Ama Siyonist sömürgeleştirmenin ilerlemesi Arap milliyetçiliğinin de oluşmasına ve gelişmesine neden olmaktaydı. Bu anlamda Siyonizm, Filistin’de Arap ulusal duygusunun gelişmesini teşvik eden bir faktör olmuştur diyebiliriz.
Siyonist hareketin I. Dünya Savaşı'na kadarki gelişmesine baktığımızda şunları görüyoruz:
Kapitalizmin serbest rekabetçi döneminden tekelci dönemine geçiş sürecinde –genel anlamda 1870–1900 arasında- ve emperyalizmin ilk yıllarında veya 1900–1914 arasında gelişen ve yaygınlaşan sömürgeciliğe paralel olarak Osmanlı topraklarının emperyalist ülkeler tarafında paylaşılması ve bu kontekst içinde Yahudilerin Filistin’e göçü başlamıştır. Bu Yahudi göçmenlerin Filistin’e yerleşmeleri sürekli Batılı emperyalist ülkelerin koruması altında gerçekleşmiştir. Dinsel motiflerin Siyonistler tarafından önplana çıkartılması ve Batılı emperyalist ülkelerin bunu kullanmaları, demagojiden, safsatadan başka bir şey değildir. Önemli olan, petrolünde bulunduğu geniş anlamda Ortadoğu’nun emperyalist ülkeler tarafından paylaşılması ve bunun için sürdürülen rekabettir.
Siyonist göçmenler Filistin’i sistematik olarak sömürgeleştirdiler. Oluşturdukları ekonomi, yerli Yahudi iş gücünün sömürüsü üzerinde yükseliyordu. Sermaye ise Avrupalı Yahudi Bankacılar tarafından sağlanıyordu. Topraklarından kovulan; mülksüzleştirilen Fellahlar (Filistinli Arap köylüler) işsiz kalıyorlar ve geçimlerini Yahudi yerleşim birimlerinde iş güçlerini satarak sağlıyorlardı.
Siyonist göçmenler dinsel motifleri de önplana sürerek işgal ettikleri bölgeleri, dış destekçilerinin doğrudan yardımıyla siyasi olarak değiştirmeye başladılar. Yani Siyonist devlet daha kurulmadan önce, düşünce olarak sömürgeciydi ve İsrail, Filistin’i işgal ederek kurulduğu için daha baştan sömürgeci bir ülkedir.
Mülksüzleştirilen Fellahların yerini Yahudi işçiler aldılar.
Siyonistlerin geliştirdiği ekonomi, dışa kapalı (Filistin'li Araplara), Yahudilere özgü; onlarla sınırlı bir ekonomiydi.
20. yüzyılın başında oluşan işçi sınıfı ve burjuvazisiyle otonom bir Yahudi toplumu gelişiyordu Filistin’de. Bu toplum, dünyanın farklı bölgelerinden göçmen olarak gelenleri belli bir potada eritiyor ve onlardan bir ulusun temelini oluşturuyordu. Yani bu toplum, yerli ve dışarıdan gelen Yahudi'leri uluslaştıran; bütünleştiren potanın kendisiydi. Bu,İsrail’in doğuşuydu; Siyonizmin devletleşmesinin ilk belirgin adımıydı.
Emperyalist ülkeler arasında Ortadoğu üzerine sömürgeci “it dalaşı” ve Siyonizm:
Siyonizm açısından Balfour-Bildirgesi:
1869’da Süveyş Kanalının açılması ve İngiltere’nin Mısır’a yerleşmesi Batılı diğer emperyalist ülkelerin Ortadoğu’ya ilgilerini arttırdı; aralarındaki rekabet/çelişkiler keskinleşmeye başladı.
Bir taraftan Almanya ve diğer taraftan da Fransa ve İngiltere’nin çatışan rekabeti ve bunun ifadesi olan çıkarları, bölgede nüfuz alanlarının belirlenmesine ve bunun da karşılıklı olarak tanınmasına yol açtı. Aslında bu daha I. Dünya Savaşı başlamadan önce Osmanlı İmparatorluğunun bu bölgesinin söz konusu emperyalist devletler tarafından paylaşılması anlamına geliyordu.
İngiltere’nin planı, Arap milliyetçiliğine dayanarak bölgede nüfuz sahibi olmaktı. 1916’da imzalanan Sykes-Picot anlaşması, Ortadoğu’da Osmanlının kovulması ve Ortadoğu’nun Fransız ve İngiliz çıkarlarına göre paylaşılması anlamına geliyordu. Gerçekten de Ortadoğu’nun sınırsal şekillenmesi bu anlaşma ile belirlenmişti.
Herzl ve sonrasındaki Siyonist önderler Filistin'de devlet oluşturma planları için önde gelen ülkeleri yanlarına çekememişlerdi. Sonra, gündemde olan Osmanlı devletinin dağılması ve bu mirasın paylaşımı olgusunu, İngiltere, Fransa, Almanya ve Rusya arasında Ortadoğu üzerine rekabet açısından değerlendirmeye yöneldiler ve İsrail'in ilk Cumhurbaşkanı olan Chaim Weizmann, 1874-1952, o zaman “Manchester Guardian”ın yayımlayıcısı C.P.Scott'a yazdığı Mart 1915 tarihli mektupta şunları diyordu: “Büyük Britanya, Filistin'in başka bir gücün eline geçmesini engellemek istiyorsa, uyanık olmalıdır ve başka güçlerin sızmasını engellemelidir. Mısır tarafında güçlü bir Yahudi devleti, Kuzeyden muhtemel her tehlikeye karşı etkili bir korumadır. Yahudiler, doğu ülkelerindeİngiltere'nin en uygun aracıyı, düşüncelerinin en iyi tercümanıdır”.
Siyonist hareket Ortadoğu üzerine emperyalist ülkeler arasındaki çelişkileri, rekabeti kullanarak Yahudi devleti kurma amacına ulaşmaya çalışıyordu. İngiliz emperyalizminin Siyonistlere duymaya başladığı ilgi bu rekabetten kaynaklanmaktaydı.
Siyonistlerin amacı açıktı: Filistin’de bir “Britanya protektoratı” istiyorlardı; “Bir Yahudi-Filistin’i İngiltere için, özellikle de Süveyş Kanalı bakımından bir korumadır”.
Söz konusu bildirgede “Yahudi halkı için Filistin’de ulusal bir yurdun kurulması” talep ediliyordu. Ama o zamanın Siyonist önderleri, böyle bir talebi dillendirmenin amaçlarını gerçekleştirmek bakımından ne denli tehlikeli olduğunu bildikleri için sürekli nihai amaçlarını (Yahudi devleti) gizliyorlardı. Bu nedenle “asla ondan bahsetme ama sürekli onu düşün” diyorlardı; yani asla Yahudi devletinden bahsetme ama sürekli Yahudi devleti kurmayı düşün!
Filistin’de veya Yakın Doğu’da bir İngiliz protektoratı, İngiliz emperyalizminin Akdeniz’den Basra Körfezi’ne kadar uzanan alanı kontrol etmesi ve Süveyş Kanalının savunması için askeri bir mevziye sahip olması anlamına geliyordu.
Batının emperyalist güçlerini davaları için kazanmaya çalışan Siyonistler her imkânı kullanıyorlardı. Ama Batılı güçlerle ilişkileri her koşul altında olumlu gelişmiyordu. Yerleşim sorunundan dolayı (Sina yarım adasında El Ariş bölgesi, sonrasında da “Uganda-Projesi”) İngiltere ve Siyonist önderler arasındaki ilişkiler 1904–1914 arasında soğumuştu. Ama patlak veren I. Dünya Savaşı, Osmanlı devletinin parçalanması, keskinleşen ve kapsamlaşan emperyalistler arası çelişkiler ve bunun Ortadoğu’ya yansıması nihayetinde İngiltere’nin 1917’de Balfour Bildirgesinin imzalamasını beraberinde getirdi. Bu anlaşmanın imzalanması için Siyonist önderler olağanüstü çaba harcamışlardı.
20. yüzyılın başında İngiliz emperyalizmi Ortadoğu’daki sömürgeci çıkarlarının ve özellikle de Süveyş kanalı üzerindeki hakimiyetinin, güçlenen Arap ulusal hareketi tarafından tehlikeye düşürüldüğünü görüyordu. Bu tehlikeye karşı koymak için siyonizmi teşvik etmeyi, kendine bağımlı bir siyonist devletin kurulmasını politika yaptı. Böylece Ortadoğu’daki konumunu güçlendirmeyi amaçlıyordu. 2 Kasım 1917’de Britanya dış işleri bakanı Lord Balfour, Lord Rothschild’e (“İngiliz Siyonist Federasyonu” başkanı) yazdığı bir mektupta Siyonist Dünya Örgütünün temsilcileriyle iki yıl boyunca sürdürülen çalışmanın sonucunu açıklıyordu:
“Sevgili Lord Rotschild!
Kabine tarafından incelenen ve onaylanan Yahudi-siyonist çabalarla ilgili sempati açıklamasını size hükümetin adına büyük bir memnuniyetle iletiyorum.
Majestelerinin hükümeti Filistin’de Yahudi halkı için ulusal bir yurdun oluşturulmasını memnuniyetle karşılıyor ve bu amaca ulaşılması için büyük çabalar harcayacaktır. Aynı zamanda açıkça anlaşılmalıdır ki, Filistin’de, mevcut Yahudi olmayan toplulukların burjuva ve dini haklarına dokunulmamalıdır...” (Bkz. Informationen zu politischen Bildung”, Nr.247, s.6, 1995).
Yani Arapların burjuva ve dini haklarına dokunulmayacak! Britanya dış işleri bakanı Balfour yalan söylüyordu. Filistin’de Arap halkının geleceği, İngiliz emperyalizmini ilgilendirmiyordu. Rotschild’e yazdığı mektubundan (yukarıya bir kısmını aktardığımız bu mektup tarihe “Balfour-Deklerasyonu” olarak geçmiştir) yaklaşık iki sene sonra, 11 Ağustos 1919’da aynı Balfour, İngiliz hükümetine yazdığı bir muhtırada şöyle der:
“Filistin’de, ülkelenin mevcut ahalisinin isteklerini şeklen de olsa duymayı ve dikkate almayı dahi düşünmüyoruz.... Haklı veya haksız, iyi veya kötü siyonizm,... şimdi orada yerleşik olan 700 bin Arabın önyargı ve isteklerinden çok çok daha önemlidir” (L. Ruehl; “İsrails Letzter Krieg”, Hamburg, 1974, s. 186).
Siyonist hareketin delegeleri, Şubat 1919'da Paris Barış Konferansı'nda düşündükleri Yahudi devletinin bir haritasını dağıtırlar. Bu devlet, şimdiki Lübnan'ın kuzeyinde Tyr ve Saida limanları da dahil önemli bir bölümünü; Suriye'nin büyük bir bölümünü, Golan Tepelerini, Banias ve Kuneitra şehirlerini; doğuda Jordan nehrinin bütün batı kıyısını; güneyde Akaba limanını, Gazze bölgesini ve Sina yarım adasının önemli bir kısmını kapsıyordu.
San Remo Konferansı'nda (Nisan 1920) Filistin, İngiliz mandasına verilir. “Sevres Barış Anlaşması”nda Balfour Bildirgesinin ana konusu kabul edilir: Bir Yahudi yurdunun kurulması için Filistin'de siyasi, idari ve ekonomik koşullar oluşturulmalıdır.
Ama, siyonistlerin,bizim tarihimiz hiç kimsenin tarihine benzemez, bir istisnadır, tamamen kendine özgüdür demagojisinin yetmeyeceği kısa zamanda anlaşıldı. Çünkü Filistin boş değildi, orada yarım milyon civarında Arap yaşıyordu. Önce bu nüfusu görmemezlikten geldiler. Ama sonuç alamayınca yeni bir formül bulundu: “halksız toprağı, topraksız halka ver!”. Bu hakkı elde etmek ve bu talep doğrultusunda destek bulmak için siyonistler, Alman kralına, Rus çarlığına ve Osmanlı padişahlarına baş vurdular, ama sonuç alamadılar. Sonunda, 1917/18’de Filistin’i kendi nüfuzuna alan İngiltere’ye başvurdular.
Siyonizm, yapılanışından; amacını elde etme anlayışından dolayı emperyalist rekabet çarkının bir dişlisi oldu; siyonizm, sömürgeci güçlerin yardımına mahkumdu ve amaca ulaşmak için Araplara karşı mücadele; onları ezme, mülksüzleştirme ve ülkelerinden (Filistin'den kovma) kaçınılmazdı. Bu durum, siyasi siyonizme sömürgeci özellikler verdi.
İyi niyetle, gelecek umuduyla siyonizmin peşine takılan, baskıdan, horlanmaktan, takibattan kurtulmak isteyen Yahudi emekçileri, başka bir halkın, Filistin’in yerlisi Arapların horlanması ve baskı altına alınması pahasına baskıdan ve horlanmaktan kurtuluyorlardı. Onları bu duruma getiren; Filistin'li Araplar üzerinde baskı aracına dönüştüren, ırkçılık için yönlendiren emperyalist, sömürgeci ve siyonist politikaydı.
Balfour Bildirgesine dayanan Siyonistler, İngiliz emperyalizminin desteğiyle Filistin’de kendi devletlerini kurmak için çabalarını yoğunlaştırdılar. ‘20’li ve ‘30’lu yıllarda Yahudi diasporası, Siyonizm örgütleri Filistin’e Yahudi göçünü örgütledi ve 100 binlerce Yahudi, dünyanın çeşitli ülke ve bölgelerinden Filistin’e yönlendirildi.
Balfour Bildirgesi ile İngiltere Sykes-Picot anlaşmasındaki “hakları”na yeniden kavuştu. Planını gerçekleştirmek için Amerikalı Yahudi'leri de müttefik olarak kazanmaya çalıştı.
ABD’de sürdürülen“Yahudi Lejyonu” kurma kampanyası sonuç verir. Filistin’i, İngiltere’nin fethetmesinden sonra işgal etme amacıyla kurulan bu lejyon, kurucularının temel düşüncesine göre “kurulacak olan Yahudi devletinin askeri temelini” oluşturmalıydı.
Artık Siyonistler Filistin’de bayrak çekecek güce geldikleri kanısındaydılar ve Filistin topraklarının beklenen paylaşımından önce işgalle oldu-bitti durumu yaratmak istiyorlardı.
Sonuç itibariyle: 1916’da İngiltere Gazze’yi işgal eder. Sonraki iki yıl içinde de bütün Filistin işgal edilir. 1918’de Araplara bağımsızlık sözü verilir. Ama Arapları birleştirme bir hayal olarak kalır. Arap milliyetçileri İngiltere ve aşiret reisleri tarafından kandırıldıkları anlayışına varırlar.
Birleşmiş Arap ulusu yerine Balkanlaştırılmış bir Ortadoğu vardır artık. Sykes-Picot anlaşmasına göre parçalanmış bir Ortadoğu, İngiliz sömürgeciliğinin çıkarlarına uygun bir parçalanmadır. Galip devletlerin konferansı (1920, San Remo) Balfour-Deklarasyonunun uygulamalarını onar. Filistin’in İngiliz mandası olması 1922’de Milletler Cemiyeti tarafından da kabul edilir.
Balfour-Bildirgesi’nin çerçevesi:
1-Filistin mandacılıkla idare edilir (Madde 1).
2-Bu manda yönetimi, yerel otonomiyi teşvik eder (Madde 3).
3-Manda yönetimi, bu ülkede Yahudi halkı için bir ulusal yurdun oluşmasını sağlamak amacıyla sorumluluk taşır (Madde 2).
4-Filistin’de Yahudi nüfusun sorunlarıyla ilgilenen Yahudi acentesi manda yönetimi tarafından tanınır.
Böylece Siyonist örgütlenme dolaylı yoldan da olsa resmen tanınmış olur. Anlaşmanın diğer maddelerinde de Siyonist faaliyeti teşvik eden, Yahudilerin Filistin'e göçünü kolaylaştıran anlayışlar yer alır.
İngiliz mandası, Filistin’de Siyonist sömürgeciliği kolaylaştıran, teşvik eden tedbirler alır.
1919/1920’den itibaren Ahdut-Haaworda Partisi (Siyonist sosyal demokrat parti) Yahudi savunma gücünü (Hagana) örgütler. Siyonist göçmenler kısmen manda yönetimi tarafından silahlandırılır ve yerleşim bölgelerinin korunması için polis gücü görevlendirir. Siyonist önderlik polis gücüyle sıkı bir işbirliği içindedir.
Siyonistler ile İngiltere arasındaki ortak düşmana karşı işbirliği 1936–1939 arasında; Arapların kalkışma yıllarında doruk noktasına ulaşır.
Filistin’de Yahudi toplumu-Siyonizm İngiliz mandası altında gelişir:
Yahudi Ulusal Fonunun toprak satın alması sömürgeciliği tetikleyen bir rol oynar. 1924’te yeni bir Yahudi göç dalgası başlar.
Alman faşizminin iktidara gelmesi Alman Yahudi'lerinin kitlesel göçüne neden olur. Sadece Almanya’dan göç, yeni Siyonist göç dalgasının yüzde 25’ni oluşturur.
Artık Siyonist önderler, “Ulusal Konsey” atayan bir meclis seçimi çağrısı yapacak kadar güçlenmiş olduklarına inanmaktadırlar.
Yahudi Acentesi ve Ulusal Konsey sıkı bir işbirliği içinde çalışırlar; manda idaresi ve Yahudi nüfus üzerindeki etkilerini devlet içinde devlet olarak kullanmaktan çekinmezler.
Siyonizmin kaçınılmaz mantıksal sonucu, Filistin’in işgali olduğu için Arap köylüleri mülksüzleştirilmekle karşı karşıya kalırlar.
Siyonist politikanın sonucu olarak Filistinli binlerce Arap, ülkelerinden kovuldular. Bu, “oldu bittiye getirme” stratejisiyle gerçekleştirildi.
Siyonistlerin savları, sömürgeci savlardı: Ülke, “önemli boyutlarda geriydi ve insansızdı. Bundan iktidar sahiplerinin yeteneksizliği ve vurdumduymazlığı sorumludur, keza ahalinin lakaytılığı da (Bkz. A. Eban; agk, s. 257).
Siyonistler, Arapları, Nazilerin Yahudi'leri gördüğü gibi, aşağılık insan olarak görüyorlardı. Moshe Dayan’ın babası üzerine yazan İsrailli gazeteci Sh. Tevath şöyle diyor:
“Araplar Moshe Dayan’ın babası açısından sivrisinekler, böcekler ve yabani hayvanlar gibi bu yabanlığa (Filistin kast ediliyor, çn.) aitlerdi. Bundan dolayı onlar, geçiciydiler. Yabani otun ve dikenli çalıların yakıldığı, bataklıkların kurutulduğu gibi hastalıklara yakalanan ve açlık çeken bedevi kabileleri de kaybolup gideceklerdir” (Shabtai Teveth; Moshe Dayan, Politiker, Soldat, Legende, s. 32, Frankfurt/M).
Emperyalistler Arası Rekabette Siyonizm:
İngiliz emperyalizmi, iki yüzlü politikasıyla Filistin sorununun olduğundan daha da karmaşıklaşmasına neden olmuştu; İngiliz emperyalizmi siyonizmi teşvik ederken Arapların direnişiyle karşı karşıya kalıyordu. 1936-39 ayaklanmalarında ifadesini bulan bu direnişe köylülerin önemli bir kesimi de katılmıştı. İngiliz emperyalizmi, II. Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde daha ziyade Arap ulusal hareketinin burjuva-feodal temsilcilerine dayanmaya başlamıştı. Böylelikle bu güçleri, Almanya ve İtalya’ya karşı savaşında müttefik güç olarak kazanmayı amaçlıyordu. Onun bu politikasına, bu sefer de siyonizm karşı çıkıyordu.
Mayıs 1939’da yayımlanan “Beyaz Kitap”ta İngiliz emperyalizmi, bölgedeki sömürgeci çıkarlarını korumak için Balfour Bildirgesinin tam tersini savunuyordu.
Bu “Beyaz Kitab’a göre Filistin’de bir İsrail devletinin kurulması, İngiliz hükümetinin politikası değildi. “Majestelerinin hükümetinin amacı, bağımsız bir Filistin devletinin on sene içinde kurulmasıdır. Bu bağımsız devlet içinde Arapları ve Yahudiler beraber yaşamalılar ve önümüzdeki beş sene içinde Yahudi göçü, Filistin nüfusunun üçte birini oluşturacak şekilde düzenlenmelidir” (Bkz. Informationen... s. 6).
Hakimiyetini devam ettirmek isteyen İngiliz emperyalizmi, gelişen Arap ulusal hareketine şirin görünmek için Filistin’e Yahudi göçünü Arap nüfusun onayına bırakıyordu. Ama İngiliz emperyalizminin bu tavrına her iki taraf da; Yahudiler ve Araplar karşı çıkıyordu.
Amaca ulaşmak için Siyonist örgütler, terörist eylemlere giriştiler. Hedef, İngilizler, Araplar ve kendi planlarına karşı çıkan Yahudilerdi.
1939, Siyonizm’in gelişmesinde, daha doğrusu İngiliz emperyalizmi desteğinde gelişmesinde bir dönüm noktasıdır. Bu tarihten itibaren Siyonizm ile İngiltere arasında var olan ama açığa çıkmayan çelişkiler, ilişkilerin seyrini belirlemeye başlar. Çöken, gerileyen Britanya İmparatorluğunun ve dolayısıyla sömürgeciliğinin yerini Amerikan emperyalizmi almaya başlar.
Amerika’nın gözü Ortadoğu petrollerindedir; II. Dünya Savaşı ve sonuçları Ortadoğu petrolleri üzerinde İngiliz hâkimiyetinin yıkılmasını ve Amerikan hâkimiyetinin kurulmasını beraberinde getirir; İngiltere, savaşın galiplerinden olmasına rağmen yıpranmış, güçten düşmüş ve yerini Amerikan emperyalizmine terk etmek zorunda kalmıştır. Bu gelişmeyi Siyonist önderler de izlemişler ve “koruyucu” dış güç değiştirme koşullarını kollamaya başlamışlardır.
O dönem İngiltere’nin dünya çapında en büyük rakibi Amerikan emperyalizmi, bu sorunda taraf olduğunu göstermeye başlamıştı. Özellikle S. Arabistan’da büyük çaplı petrol kaynaklarının bulunmasıyla Amerikan emperyalizmi, 1938/39’da Filistin sorununu kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmek için Siyonizmi teşvik etmeye başladı.
Biltmore- Programı:
Mayıs 1942’de Amerika’da Amerikan Siyonist Konferansı düzenlendi. Konferansta bir program kabul edildi. Konferansın düzenlediği otelin adından dolayı tarihe “Biltmore-Programı” diye geçen bu programda şu anlayışlara yer veriliyordu.
“1- Filistin’in kapıları Yahudi göçüne açılacaktır.
2- Jewish Agency (uluslararası planda Yahudilerin çıkarları için mücadele eden örgüt, çn.) göçün kontrolü ile görevlendirilecek ve yerleşimin olmadığı ve geri toprakları da kapsamına alan ülkenin inşası için gerekli yetkiyle donatılacak.
3- Filistin’de, yeni demokratik dünyanın bir parçası olacak bir Yahudi topluluğu -Jewish Commanwealth- oluşacak” (David ben Gunion; “İsrail. Die Geschichte eines Staates”, s. 86, Frankfurt/M. 1973).
Çıkmaz içinde kalan İngiliz emperyalizmi, kurtuluşu, BM’ye baş vurmakta buldu. 2 Nisan 1947’de Filistin sorunu BM Genel Kurulu gündemine getirildi. İngiliz emperyalizmi bunu, bu sorundan kurtulmak için değil, Filistin üzerine hâkimiyetini uzatmak için yapar. İngiliz sömürgeler sekreteri Creech-Jönes, bu durumu şöyle açıklar: “Manda yetkimizden vaz geçmek için Birleşmiş Milletlere başvurmuyoruz. Aksine onu sorunla tanıştırmak ve Manda yönetiminin nasıl olması gerektiği üzerine düşüncesini almak istiyoruz. Manda yönetimini mevcut haliyle devam ettirmek olanaklı değilse, daha iyi nasıl yapılacağı söylenmelidir”.
Çelişkilerin oldukça keskinleştiği ve genel durumun oldukça karmaşıklaştığı Filistin’de sorunun çözümü için BM, özel bir komisyonu görevlendirdi. (United Nations Special Committee on Palastine- UNSCOPF). İncelemesinden sonra bu komisyon, oy çoğunluğuyla Filistin’in bölünmesine ve bir Arap (Filistin) ve bir Yahudi (İsrail) devletinin kurulmasına karar verdi. 29 Kasım 1947’de Genel Kurul bu kararı (33 evet, 13 hayır ve 10 çekimser oy), yayımlanan bir bildirgeyle onayladı. Sovyetler Birliği, ABD, birçok Avrupa ve Latin Amerika devletleri bölünmeden yana tavır koydular. İngiltere ise çekimser kaldı. Sovyetler Birliği, Araplar ve Yahudiler Filistin’de beraber yaşayacak durumda olmadıklarından veya beraber yaşamak istemediklerinden dolayı ve her iki halk da Filistin’de yaşadıklarından ve aynı devlet sınırları içinde beraber yaşamaktan yana olmadıklarından dolayı, sorunun çözümü için iki devletin; Arap ve Yahudi devletlerinin kurulması olasılığından başka çıkar yol yoktur anlayışından hareket ediyordu.
Sovyetler Birliği'nin bu konudaki görüşünün özeti:
“Filistin sorununun 1947 yılında BM’deki görüşülmesinde Sovyetler Birliği, bütün dünyada ezilen halkların korunması ilkesine sadık olarak Filistin’de her türden sömürgeci baskıya karşıdır ve Filistin’in Yahudi ve Arap nüfusunun bağımsız bir devlette yaşamaları hakkının tutarlı savunucusudur. Sovyetler Birliği delegasyonu, Filistin üzerindeki Britanya Mandasının kaldırılmasını ve iki ulustan oluşan bir Arap-Yahudi demokratik devletinin kurulmasını önerir. Şayet bu (Araplar ve Yahudiler arasındaki ilişkilerin emperyalistler tarafından yapay olarak kesinleşmesinden dolayı) imkânsız olursa, başka bir öneriye göre Filistin iki bağımsız devlete; Arap ve Yahudi, bölünmelidir. İkinci öneri BM toplantısında (29 Kasım 1947) kabul edildi ve Filistin üzerindeki İngiliz mandası kaldırıldı. Bu karara uygun olarak Mayıs 1948’de Filistin’in bir kısmında İsrail devleti kuruldu. Ama (bu) İsrail, Sovyet delegasyonunun BM toplantısında oluşturulmasını önerdiği demokratik ve bağımsız devlet değildi. İsrail’de, Filistin’de antiemperyalist hareketin zafiyetini kullanan ve ABD ve İngiliz emperyalistlerinin desteğini alan burjuva Yahudi milliyetçiler; Siyonistler, iktidara geldiler… Yeni hükümetin oluşmasının hemen ardından İngiltere ve ABD, bir taraftan İsrail ve diğer taraftan da yeni Arap devleti arasında savaşı kışkırttılar. Filistin’de bir seneden fazla devam eden savaş, İsrail’in burjuva-milliyetçi çevreleri tarafından şovenist propagandayı tetiklemek ve İsrail Komünist Partisi tarafından yönlendirilen demokratik harekete karşı mücadele etmek için kullanıldı. İsrail’in hâkim çevreleri savaş boyunca ülkede Arap halkını terörize etti, Araplar Siyonistler tarafından kısmen katledildiler, kısmen de ülkeden kaçmaya zorlandılar” (Büyük Sovyet Ansiklopedisi).
Bölme planına göre Filistin topraklarının yüzde 42’si(11000 km2) Arap devletinin, yüzde 56’sı (14 100 km2) Yahudi devletinin payına düşüyordu. Kudüs, uluslararası bölge oluyordu (Bu alan, Filistin topraklarının yüzde 2’lik bir kısmına eşitti).
Filistin üzerine İngiliz mandası, 14 Mayıs 1948’de sona erdi. Aynı gün, Geçici Devlet Konseyi, İsrail devletinin kurulduğunu açıkladı. Siyonistler, “doğal ve tarihsel hakka”, “BM Genel Kurulunun kararına” dayanarak, “kitapların ebedi kitabını dünyaya hediye eden”, “İsrail ülkesinde” Yahudi devletinin kurulduğunu ve “bütün komşu devletlere ve halklarına barış ve iyi komşuluk elini uzattıklarını” açıkladılar.
Siyonistler, yeni devletin sınırlarını tam belirlemediler. Niyet açıktı: Uçlanan silahlı çatışmalarla sınırları genişletmek. Amaç “Büyük İsrail”di.
İsrail devleti kurulduğunda Filistin topraklarında yaklaşık bir milyon Arap ve 675 binde Yahudi yaşıyordu. 1953’e gelindiğinde örgütlü göç sonucunda Filistin’de Yahudilerin sayısı 1,5 milyona çıkmış; yaklaşık 900 bin Arap kovulmuş ve böylece Yahudi çoğunluğu sağlanmıştı.
Sonuçlar vahim ve hala devam eden gelişmenin/çatışmanın başlangıcı böyleydi. Siyonistler, on yıllarca süren politikalarıyla; emperyalistlerin yardım ve Arapları hiçe sayma politikalarıyla siyonist devlet kurma amaçlarında başarılı oldular.
Siyonistler, BM kararlarını da hiçe saydılar! Daha baştan, sınırları genişletmeyi, Arapları kovmayı ve onların payına düşen toprakları ele geçirmeyi, Arap topraklarında Yahudi yerleşim birimleri kurmayı ve Filistin devletinin kurulmaması için çabayı, savaşı da göze alarak amaç edindiler. Bunun ötesinde siyonistler, bütün emperyalist ülkelerle, başta da Amerikan emperyalizmiyle müttefik ilişkilerine girdiler. İsrail devleti, daha kurulduğunda, kendini kapitalist dünyanın jandarması ilan eden Amerikan emperyalizminin Ortadoğu’daki üssü, onun çıkarlarının savunucusu olmuştu.
Klasik Siyonizm’in amacı, tarihsel haklılık iddiasıyla başka bir ülkeyi işgal ederek; zor kullanarak; katliam yaparak, orada yaşayanları kovarak, mülksüzleştirerek ve dış destekçi güce dayanarak Yahudi devleti kurmaktı. 1948’de Siyonistler bu amaçlarına ulaştılar. İsrail devletinin kurulmasından sonra Siyonistlerin amacı, her ne pahasına olursa olsun bütün yol ve yöntemler kullanılarak İsrail’in varlığını devam ettirmek ve bu varlığın devamını destekleyen dış güçle sıkı işbirliği içinde o gücün Ortadoğu’daki çıkarlarının bekçiliğini yapmaktır. 1948’den beri İsrail bunu yapmakta; kendi varlığını koruma adı altında komşu ülkelerin topraklarını işgal etmekte, Filistinlileri katletmeye devam etmekte ve bütün bunları Amerikan emperyalizmiyle işbirliği içinde ve onun bölgedeki çıkarlarını savunarak yapmaktadır.
II. Dünya Savaşı sonrasında günümüze Siyonizm, Amerikan emperyalizmi güdümünde ve onun Ortadoğu ve sonra da giderek dünya hegemonya politikasına hizmet eden bir araç olarak gelişmiştir.
İsrail devleti, Siyonizm’in vücuda gelmiş biçimidir, bu ideolojinin örgütlenmesidir. İsrail’in izlemiş olduğu ve izlemekte olduğu politikası bu gerçekliği göstermektedir. Bu nedenle dünkü ve bugünkü Siyonizm’i anlatmak, diğer şeylerin yanı sıra esasen İsrail’in politikasını; başka ülkelerle ilişkilerini anlatmak demektir. Bu nedenle 1948’den günümüze Siyonist ideolojinin emperyalizmle işbirliği içinde politik yansımalarını belli süreçleri ele alarak açıklamaya çalışacağız:
Siyonizm, “Büyük İsrail” kurulana kadar sürekli savaş ve işgal demektir: Arap-İsrail Savaşları ve Filistin'in işgali bu perspektifle ele alınmalıdır veya Siyonizmin işgal ve “savunma” savaşlarıdır:
İsrail devleti kurulduğundan bu yana Arap devletleriyle dört kez savaştı.
-1.Savaş:1948/49 Arap-İsrail savaşında İsrail siyonistleri bir kısım Filistin toprağını işgal etmiştir. BM taksimine göre paylarına düşen 14 bin km2’lik alanı 20 700 km2’ye çıkartmışlardı.
-2. Savaş: 1956’da İsrail, İngiliz ve Fransız emperyalizminin yanında yer alarak Mısır’a saldırdı. Amaç, Suveyş kanalının devletleştirilmesinin engellenmesiydi. Üçlü saldırganlık (İngiltere+Fransa+İsrail), büyük bir yenilgiyle sonuçlandı.
-3. Savaş: 6 Gün Savaşı da (1967) İsrail saldırganlığı ve yayılmacılığının bir sonucuydu. Savaş sonucunda siyonistler bir kısım Arap topraklarını işgal ettiler. İşgal edilen topraklar İsrail’den daha genişti.
-4. Savaş: 1967 savaşı yenilgisini kabul etmeyen Arap ülkeleri işgal altındaki toprakları kurtarmak ve İsrail saldırganlığını durdurmak için 1973’te İsrail ile savaşa tutuştular. Bu savaşta taraflar, birbirinin aleyhine önemli bir başarı elde edemediler. Ama uzlaşmacı Arap yönetimlerinden dolayı ilk Camp David görüşmelerine (Mısır-İsrail anlaşması) zemin hazırlamış oldu. Bütün bu savaşlarda itilen-kakılan ülkesinden kovulan Arap ülkeleri tarafından da horlanan, ülkesinden olan, göçe zorlanan, her türlü yoksulluk ve eziyete maruz kalan, Filistin halkı olmuştu.
Siyonizmin “savaşsız” ama aynı zamanda barışsız dönemi:
4. savaştan sonra Amerikan emperyalizmi güdümünde siyonizm, Ortadoğu’da savaşsız, ama aynı zamanda barışsız bir dönem başlattı. Savaş yoktu, ama Filistin yarası kanamaya devam ediyordu.
Bu sürecin dönüm noktaları:
6 Ekim 1973’te başlayan dördüncü savaştan (bir taraftan Mısır ve Suriye, diğer taraftan İsrail) sonra 21 Aralık 1973’te Cenevre’de başlayan Ortadoğu Barış Konferansı, sonuçta FKÖ’nün bugünkü haline gelmesinde başlangıç oldu.
- 1974’te Y. Arafat, BM Genel Kurulunda konuştu.
- 1977’de Mısır Devlet Başkanı Sedat, İsrail’i ziyaret etti ve İsrail parlamentosunda (Kneset) konuştu.
- 1978’de Camp David’de ilk zirve toplantısı düzenledi (ABD, Mısır ve İsrail arasında).
- 1979’da İsrail-Mısır barış anlaşması imzalandı ve İsrail, Sina yarımadasından adım adım çekilmeyi kabul etti.
- 1980’de İsrail, Batı Kudüs’ü topraklarına kattı.
- 1982’de İsrail Lübnan’a saldırdı ve Beyrut’a kadar ilerledi. Lübnanlı Falanjistlerin (İsrail yanlısı Hristiyan Lübnanlılar) Şatila ve Sabra göçmen kamplarında Filistinlileri katletmesini İsrail ordusu kolaylaştırdı.
- 1987’de Filistinliler, işgal bölgelerinde İntifada hareketini başlattılar.
- 1993’te ABD’de Arafat ve Rabin arasında geçici otonomi anlaşması imzalandı.
- 1994’te Oslo (I) Anlaşması imzalandı.
- 1995’te Oslo (II) anlaşması imzalandı.
-1998’de Wye Anlaşması imzalandı.
-1999’da, Başbakan olan Barak ve Arafat, Şarm el Seyh’de bir ara anlaşma imzaladı.
-2000’in 25 Temmuz’unda Camp David zirvesi fiyasko ile sonuçlandı.
Camp David’den Oslo’ya emperyalizm, Siyonizm ve bazı işbirlikçi Arap ülkeleri:
-12-20 Mart 1977’de FKÖ’nün 13. Filistin Ulusal Kongresi Kahire’de toplanır. Bu kongrede eski Filistin’in bir kısım topraklarında bağımsız bir Filistin devletinin kurulması kararı benimsenir.
-3-4 Mayıs 1977’de ilk defa, İsrail Komünist Partisi ve FKÖ temsilcileri Prag’da görüşürler.
-29 Haziran 1977’de Londra’da düzenlenen bir Avrupa zirve toplantısında Filistinlilerin bir vatana sahip olmaları gerekliliği vurgulanır.
-1 Ekim 1977’de Amerikan-Sovyet inisiyatifi üzerine Ortadoğu sorununun, BM ilkeleri bazında barışçıl çözümü için adım atılır. FKÖ bu adımı destekler.
-19-21 Kasım arasında Mısır Devlet Başkanı E. Sedat İsrail’i ziyaret eder.
-1-5 Aralık 1977 tarihinde Trablusgarp’ta (Libya) Arap ret cephesi toplanır. Libya, Cezayir, Suriye, Güney Yemen ve FKÖ’nün dahil olduğu bu cephe, İsrail ile her türlü barışçıl düzenlemeyi reddediyordu.
Mısır ve İsrail arasında 17 Eylül 1978’de Ortadoğu’da “barış” için çerçeve anlaşması imzalanır. Camp David’de imzalanan bu anlaşmanın patronu Amerikan emperyalizmiydi.
5 Kasım 1978’de Bağdat’ta toplanan ret cephesi, Sedat ve Begin’in imzaladığı anlaşmayı reddeder. Ama buna rağmen Camp David çerçeve anlaşması aynı yıl Washington’da Mısır-İsrail barış anlaşması olarak imzalanır.
FKÖ, ikiye bölünmüş Arap dünyası içinde yerini bir türlü bulamaz. Pragmatizm, FKÖ’nü sürükler ve FKÖ, hem ret cephesinde yer alır hem de Mısır’ın “barış” faaliyetini göz ardı etmez.
FKÖ, Mısır, Ürdün ve S. Arabistan’ın başını çektiği Amerikan işbirlikçiliği, İsrail ile anlaşma çizgisiyle ret cephesi arasında gider gelir. Ama aynı zamanda silahlı mücadeleyi sürdürür.
‘80’li yıllarda Filistin halkının davasının haklılığını bütün dünya kabul eder. Bu yıllarda Filistin direnişi, silahlı mücadele biçiminin yanı sıra, diplomatik cephede de sürdürülür.
‘80’li yılların sonuna doğru, FKÖ’de de uzlaşma eğilimleri güçlenir. Revizyonist blokun ve arkasından da Sovyetler Birliği’nin dağılmasından, Körfez Savaşının emperyalist cephe lehine sonuçlanmasından sonra Arafat önderliğinde FKÖ, Filistin sorununun çözümünde emperyalistlerin “çözüm” çabalarına inanacak derecede yumuşar. 1973’te başlayan Ortadoğu “barış” görüşmeleri, sonunda Filistin davasında da etkisini gösterir. Uzlaşmacılık, Siyonizme ve emperyalizme teslimiyet ön plana çıkar.
SB’nin dağılmasından sonra tek süper güç olarak Amerikan emperyalizmi, Yeni Dünya Düzeni adı altında bütün dünyayı kendi çıkarlarına koşmak için faaliyetini yoğunlaştırmada gecikmedi. Amerikan emperyalizminin 21. yüzyıl stratejisi ‘90’lı yıllarda şekil almaya başlamıştı. Bu stratejide Ortadoğu çok önemli bir yer tutuyordu. Ortadoğu’da tam hakimiyet demek, İsrail-Filistin sorununun Amerikan emperyalizminin çıkarlarına hizmet edecek bir şekilde çözülmesi anlamına geliyordu. Böyle bir çözüm için Arafat ve FKÖ de kıvamına gelmişti. Bundan dolayıdır ki Amerikan emperyalizmi, Ortadoğu için, bölgesel bir barışın mümkün olabileceğinden hareketle Madrid Konferansının gerçekleştirilmesini teşvik etmiştir.
Ekim 1991’de Madrid’de başlayan görüşmelere FKÖ temsilcisinin de katılması, sadece ve sadece gelişmenin nasıl sonuçlanacağını göremeyenleri şaşırtmıştı.
Madrid (1991), Arap devletlerinin, Siyonizmin ve FKÖ temsilcisinin ilk defa bir araya geldikleri bir konferanstı. Filistin delegasyonunun kendi adına değil de Ürdün-Filistin delegasyonu adında konferansa katılması sonucu değiştirmiyordu: Amerikan emperyalizmi, Arap devletleri ve FKÖ’yü Siyonizm ile aynı masaya oturtmuş ve kendi çıkarına -aynı zamanda İsrail’in de çıkarına- olan “barış” anlayışını örmeye başlamıştı.
Madrid’den Oslo’ya giden yol, Arafat ve FKÖ tarafından iyi niyet taşlarıyla mı döşenmişti, bunu bilmiyoruz. Ama Madrid’den Oslo’ya giden yol, Filistin halkı ve kurtuluşu için cehenneme giden yoldu. Bunda sadece Amerikan emperyalizmi ve Siyonizm sorumlu değildir. Bunda, bu taşların döşenmesinde Arafat ve FKÖ de sorumludur. Nitekim Madrid’den Oslo’ya uzanan yolculuk uzun sürmedi. 1993’e gelindiğinde iş bitirilmişti.
Siyonizmle uzlaşma politikası belgeleniyor:
Madrid Konferansı, FKÖ ve Siyonistlerin doğrudan görüşme zeminini hazırladı. Sonraki dönemde sürdürülen gizli görüşmeler sonuç verdi ve 1993’te Oslo’da anlaşma sağlandı. 9-10 Eylül 1993’te varılan anlaşmaya göre FKÖ ve İsrail, birbirlerini karşılıklı olarak tanıyordu. FKÖ, “İsrail devletinin barış ve güvenlik içinde yaşama hakkını tanınıyor” ve Siyonizm adına Rabin de “İsrail hükümetinin FKÖ’yü Filistin halkının temsilcisi olarak tanımaya ve FKÖ ile görüşmeler sürdürmeye karar verdiğini” açıklıyordu.
Oslo anlaşmasından üç gün sonra, 13 Eylül’de her iki taraf Amerikan emperyalizminin patronluğunda Filistin özerk idaresi sınırlandırılmış düzenlemeler üzerine bir ilke açıklaması imzaladı. Filistin otonom bölgesi veya idaresi bu açıklamadan kaynaklanır.
29 Şubat 1994’te İsrail ile Filistin temsilcileri Paris’te iktisadi işbirliği anlaşmasını ve4 Mayıs 1994’te de Y. Arafat ve İ. Rabin, Kahire’de barış anlaşmasını imzalarlar. Bu anlaşmayla Filistin otonomi dönemi başlar.
Tarihe Gazze-Eriha Anlaşması olarak geçen bu anlaşma, o zamana kadar sürdürülen bütün görüşmelerin sonuçlarının resmen ilanıdır.
Bu anlaşmada yer alan bütün konular Siyonizmin lehinedir. Güvenlik düzenlemesi ve İsrail’in Filistin bölgesinden geri çekilmesi, İsrail’in istediği gibi tespit edilmiştir. İsrail kendi güvenliğini ve Filistin topraklarına serpiştirilmiş Yahudi yerleşim birimlerinin güvenliğini istediği gibi sağlama hakkına sahiptir. Bütün geçiş noktalarında, deniz ve havada güvenlik kontrolü İsrail’in elindedir.
Bütün bunlar Siyonizme Filistin’i her an ve istediği gibi kontrol etme olanağını vermekteydi. Şüphesiz Filistin’in de birtakım hakları vardı: Örneğin Filistinli tutuklular serbest bırakılacaktı. Filistin, otonomi bölgesinde Filistinli polisler görev yapacaklardı. En önemli sorunu, Kahire de varılan anlaşmaya göre, her iki tarafın yüklendikleri yükümlülükleri adım adım yerine getirmeleri ve beş senelik otonomi dönemi sona erdiğinde Gazze Şeridi ve Batı Şeria’dan oluşan Filistin devletinin resmen kurulması ve ilan edilmesi oluşturuyordu.
29 Eylül 1995’te Washington’da Arafat ve Rabin, Batı Şeria anlaşmasını imzaladılar. Oslo II olarak da bilinen bu anlaşma, Batı Şeria’da Filistin otonomi bölgesinin genişletilmesini düzenlemeye hizmet ediyordu.
Kasım-Aralık 1995’te İsrail, altı Filistin şehrinden çekilir. Ama Hebron’un işgal durumu devam eder. 15 Ocak 1997’de Hebron anlaşmaları imzalanır. İsrail işgal ordusu şehirden çekilir, ama Hebron’un yüzde 20’si İsrail hükümranlığı altında kalır.
23 Ekim 1998’de Wye anlaşması imzalanır. Amaç, İsrail’in kararlaştırılan bölgelerden geri çekilmesini sağlamaktı. Sonra yeni biri Wye anlaşması imzalanır. Bu anlaşma da aynı amaca hizmet ediyordu. Ama bu anlaşmalardan istenen sonuç alınamaz.
4 Mayıs 1999’da, Oslo (I)-Kahire anlaşmasına göre beş yıllık Filistin otonomi dönemi sona erer.
Beş yıllık süreç içinde ortaya çıkan durum:
-İsrail, anlaşmaların gereğini yerine tam olarak getirmemiş, anlaşmalara uymamak için elinden geleni yapmıştır.
-Filistin otonom yönetimi anlaşmalara uymuş ve yapılması gerekeni yapmıştır.
Siyonizm, amacına ulaşmak için; iki adım ileri fırlamak için bir adım geri gitme taktiğini uyguladı. Beş sene sonra başlangıç noktasına dönüldü. Ama başka biçim ve koşullarda. Her halükarda, İsrail’in anlaşmalara göre yapması gerekeni yapmaması, bağımsız Filistin devletinin kurulmasını ve ilanını engellemesi, başlangıç noktasına geri dönüşten başka bir anlam taşımıyordu. Çünkü Oslo anlaşması, beş senelik bir dönem için geçerliydi ve nihai çözüm üzerine anlaşmanın; Washington’da imzalanan ilke açıklamasının imzalanmasından iki sene sonra konuşulacaktı. Beş sene doldu, ama bu iki seneye bir türlü gelinemedi. İsrail’in FKÖ’yü hangi koşullarda tanıdığı veya bu anlaşmalarda Amerikan emperyalizminin parmağı, bugün gelinen noktanın neden bir tür başlangıç noktası olduğunu göstermektedir.
İsrail’in FKÖ’yü tanıma koşullarına baktığımızda, FKÖ’nün kendini reddettiğini görüyoruz. İsrail, FKÖ’yü tanımasını; a- İsrail’in var oluş hakkını tanıdığını; b- her türlü zor ve zora baş vurma -yani öncelikle intifada- biçimlerini mahkum ettiğini açıklamasına bağlıyordu. Bunun ötesinde FKÖ, BM’nin İsrail aleyhine ve Filistin lehine olan bütün bildirgelerini reddediğini açıklamak zorundaydı. Yani göçmenlerin geri dönme hakkını içeren ve 1948’den kalma bildirgenin ve Kudüs’ün ilhak edilmesini mahkum eden bildirgelerin vs. FKÖ tarafından reddedilmesi gerekiyordu. Bunun ötesinde FKÖ, temel ilkelerinde -siyasi programında- İsrail’e karşı olan her şeyi silecekti.
FKÖ, bunların hepsini kabul etme pahasına İsrail tarafından tanındı. Bütün bunları kabul edince FKÖ’den geriye ne kaldı? Geriye hiçbir şey kalmamıştı veya geriye neyin kaldığını o dönemin İsrail dış işleri bakanı olan Peres’in sözleri yeteri kadar açıklamaktadır:
“İsrail tavrını niçin değiştirdi ve şimdi FKÖ ile görüşmeler sürdürüyor?” Bu soruya verilen cevap çok düşündürücüdür: “Biz değil, onlar değişti. FKÖ ile değil, onun gölgesiyle görüşmeler sürdürüyoruz”!
S. Peres doğru söylüyordu. ödün vermeyen İsrail’di, değişmeyen Siyonizmdi. Ödün veren, siyonizme ve emperyalizme ve de Arap gericiliğine teslim olan, kendini, siyasi varlığını inkar ederek değişen, değiştikçe dünya emperyalist burjuvazisi tarafından “yenilenmiş” olarak kabul gören Arafat ve FKÖ idi.
Siyonizmin “silahlı barışı” ve sonrası:
İsrail Başbakanı E. Barak 3 Ağustos 1999’da İsrail ile Filistin arasındaki “barışı” “silahlı barış” olarak tanımlıyordu. Bu tanımlamanın ne anlama geldiği açık: Filistin otonomi yönetimi, Arafat, FKÖ, İsrail’in belirlemeleri ve çıkarları doğrultusunda hareket ettikleri müddetçe sorun yoktur. Ama İsrail’in çıkarlarına ters düşen bir hareket içinde olurlarsa silahları konuştururuz, ezeriz, her yol ve araca başvurarak hizaya getiririz. “Silahlı barış” bu. Yani emperyalizmin ve Siyonizmin “havuç ve sopa politikası”.
İsrail’in “silahlı barış” anlayışı yeni değil. 1991’de Madrid Konferansıyla başlayan ve bugüne kadar gelen sürecin diğer adı “silahlı barış”tır. Siyonizm, hep tehdit eden taraf olmuştur. İsrail, koşullarını, karşısındakini, Arafat’ı FKÖ’yü siyasi kişiliksizleştirerek kabul ettirmiştir. Arafat, kabul ettikçe, İsrail onun eline bir havuç tutuşturmuş, itiraz edince sopa göstermiştir. Bu oyun Oslo’dan bu yana oynanıyor. Oslo’dan sonra yapılan bütün anlaşmalar (Oslo II ve Wye 1 ve 2), ilke açıklamasının; Washington’da imzalanan anlaşmanın gereğinin yerine getirilmesi için değil miydi? Filistin halkından ne isteniyor ki? Anlaşmalara uyan Filistin, ama aynı zamanda anlaşmalara uyulmasını talep eden de Filistin. Anlaşmalara uymayan Siyonizm. Onun oyun bozanlığını kollayan ve yeniden haklı duruma getirmek için uğraşan da Amerikan emperyalizmi.
Barak’ın formüle ettiği “silahlı barış”, Amerikan emperyalizminin Ortadoğu “barışı”nın Siyonizm açısından bir yorumudur.
Otonomi dönemi sonuna yaklaşıldıkça, yani Oslo anlaşmasına göre bağımsız Filistin devletinin ilan edileceği gün yaklaştıkça, Siyonizmin oyun bozanlığı, anlaşmalara uymama, süreyi uzatma; sorunları sürüncemede bırakma taktiği de güçlü bir şekilde uygulandı. Bu taktik Netenyahu döneminde başladı ve onun yerini alan Barak tarafından da sürdürüldü. Öyle ki Filistin-İsrail sorununda bütün dünya, Siyonizmin taktiğine koşuldu: Arafat, bağımsız Filistin devletini ilan etmek için destek turuna çıktı. Neredeyse gitmediği ülke kalmadı. Ama her tarafta, şu veya bu biçimde, böyle bir adım atma nasihati alarak geri döndü. Bu nasihatin arkasında Amerikan emperyalizmi vardır. Amerikan emperyalizmi, daha baştan beri, daha 1940’lı yıllardan beri İsrail-Filistin sorununu Siyonizm lehine yontuyordu. Bunun böyle olduğunu Arafat’ın göremediğini söyleyemeyiz.
Camp David toplantısında Clinton, Arafat’ı zorladığında şöyle der: “Sayın Başkan cenazeme mi katılmak istiyorsunuz?”. Tartışma, Kudüs, sınır sorunları ve işgal bölgelerindeki Yahudi yerleşim birimlerinin geleceğiyle ilgiliydi. Sanki, Oslo’da alınan kararların hepsi yerine getirilmiş ve çözülemeyen sadece bu üç sorun kalmış ve şimdi sıra bu üç sorunun çözümüne gelmişti!
Camp David toplantısı Siyonizm ve Amerikan emperyalizminin bir provokasyonuydu ve Arafat’ı sınamak için düzenlenmişti. Bu toplantıyı Barak istedi, ABD düzenledi, Arafat katılmak zorunda kaldı. Katılmasa, barıştan, sorunların barışçıl çözümünden kaçan taraf olacaktı. Arafat, birçok devlet başkanından nasihat ve uyarılar alarak Camp David’e gitti.
Camp David’de Arafat’tan istenen, yukarıda belirttiğimiz noktalarda tavizdi. Halledilmesi öncelikli olan, Oslo ve daha sonraki anlaşmalarda tanımlanan sorunlar dururken, bu sorunları gündeme getirmek ve Arafat’a kabul ettirmek için çaba iki anlam taşıyordu: Ya Arafat önerileri reddeder ve bu durumda sonuç alamama sorumluluğunu ona yükleriz ya da kabul eder ve bu durumda da Arafat tam, kusursuz bir işbirlikçidir. Emperyalizm ve Siyonizmin taktiği buydu.
Camp David zirvesi bir fiyasko olarak sonuçlandı ve fiyaskonun sorumlusu olarak da Arafat gösterildi. Camp David’den sonra başlatılan kampanya üç amaçlıydı:
1-Camp David fiyaskosunun sorumlusu olarak Arafat’ın gösterilmesi.
2-Dünya kamuoyunu Clinton, Barak ve Arafat’ın katılacağı yeni bir zirve için hazırlamak ve 3-Bütün sorunlarda Filistin'in tavrını bulanıklaştırarak; anlaşılmaz hale getirerek, Arafat’ı taviz vermesi için baskı altına almak.
Bu, Filistin’in haklı davasına karşı Siyonizm ve ABD’nin iki koldan yürüttüğü bir kampanyaydı. Amerikan cephesinde bu kampanyanın başını Clinton çekiyordu. Zirveden önce, başarısızlık durumunda Arafat’ı sorumlu tutmayacağım diyen Clinton, İsrail televizyonunda Arafat’ı başarısızlığın sorumlusu olarak gösterdi. Arafat’ın, tek yanlı olarak bağımsız Filistin devletini ilan etmesi durumunda, “bütün ilişkilerimiz soru götürür hale gelir ve İsrail’deki Amerikan elçiliğini Tel Aviv’den Kudüs'e taşırız” diye tehdit savuran Clinton’dan başkası değildi.
Yeni bir zirve görüşmesinin “son şans” olduğunu açıklayanlar İsrail ve ABD’dir. Bu iki ülke “son şansı”nda fiyasko ile sonuçlanmaması için Arafat’ı “daha çok esnekliğe” çağırıyordu.
Emperyalistler arası rekabet, oyalama taktiği ve siyonizm:
Dünyanın iki kutuplu, iki süper devletli olduğu dönemde bir taraftan Amerikan emperyalizmi, diğer taraftan da Sovyet sosyal emperyalizmi, sorunlu tarafların yanında/arkasında yer alarak ya hegemonyalarını pekiştiriyorlar ya da genişletiyorlardı.
SB, ulusal bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm için mücadele eden güçlerin ve ülkelerin “dostu” pozunda kendi yeni sömürgeci politikasını uygularken, “özgür” dünyanın jandarması olan Amerikan emperyalizmi de kapitalist dünyanın savunuculuğunu yapıyordu. Her halükarda her iki süper güç, kendi aralarındaki rekabeti, “it dalaşı”nı, çoğu kez başka toplumsal güçler ve devletler üzerinden sürdürüyorlardı.
Baş rakibi SB’nin dağılmasından sonra Amerikan emperyalizmi, kendine dünya “barışı”nı sağlama misyonu vererek harekete geçti. Amerikan emperyalistlerinin ‘90’lı yılların başındaki bu çıkışı, dünyayı yeniden düzenlemek ve 21. yüzyıl stratejisine göre hazırlamak isteğinden başka bir şey değildi. Ortadoğu “barışı” da bu politikanın bir ifadesidir. Petrol nedeniyle 20. yüzyılın başından buyana önemli olan ve emperyalist ülkelerin rekabetine sahne olan Ortadoğu, Amerikan emperyalizminin 21. yüzyıl stratejisinin de önemli bir ayağıdır. Enerji kaynaklarına sahip olmak veya kontrol etmek, hegemonya mücadelesinde önde olmak veya iddialı olmak anlamına geliyor. Diğer nedenleri bir yana, Ortadoğu, bu özelliğinden dolayı Amerikan emperyalizminin mutlaka hakim olması gereken bir alandır. Diğer emperyalist ülkeler de aynı şekilde düşünüyorlar. Rusya, Çin, Japonya bir bütün olarak AB, Ortadoğu’nun petrol kaynaklarını ele geçirmek, kontrol etmek, bu nedenle bölgede veya bölge yakınında hazır bulunmak için rekabet ediyorlar. Filistin-İsrail sorununa duyulan ilgi de, Ortadoğu’nun petrolden kaynaklanan stratejik öneminden dolayıdır.
Amerikan emperyalizmi bölgedeki hakimiyetini öngördüğü gibi pekiştirmek ve rakiplerini bölgeden uzak tutmak için erken davrandı ve İsrail-Filistin sorununun “barışçıl” çözümüne yöneldi.
Amerikan emperyalizmi bölgedeki üssü olan Siyonizme dayanmakla yetinmiyor, Filistin-İsrail “barışı”nı sağlayarak hegemonyasının dayanak noktalarını genişletmeyi amaçlıyor. Güya tarafsız gözüküyor ama “barışı”, Siyonizm lehine yontarak sağlamaya çalışıyor. Amerikan emperyalizminin barışı, gerçek bir barış değil, bir dayatma. O, bunu yapabiliyor. Çünkü -sallantılı durumda olan Suriye’yi dikkate almazsak- Irak dışındaki diğer Arap ülkeleri (Ürdün, Mısır, S. Arabistan) Amerikan emperyalizmine bağımlı durumdalar. Bu ülkelerin; Ürdün ve Mısır’ın İsrail ile barışık olmaları ve FKÖ’ye “pax Americana” doğrultusundaki telkinleri etkili oluyor. FKÖ de bu ülkeleri dinliyor.
2006'da Filistin halkının iradesi Hamas'tan yana oldu. Arafat'tan sonra FKÖ, Siyonizm ve bütün emperyalist ülkeler, fiilen ikiye bölünmüş durumda olan Filistin'de gelişmeleri kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmeye devam ettiler. Koşullar değişti, ama taktik değişmedi. Şimdi buna ek olarak Hamas'ı tanımama, tecrit etme, etkisiz kılma taktiği eklendi. Siyonizm, Gazze Şeridi'ne saldırısıyla barıştan yana olmadığını, işgal edilmiş Filistin topraklarından çekilmeyeceğini bir daha gösterdi.
Devlet olarak yapılanmasından beri Siyonizm, “bir adim geri iki adim ileri” taktiği ile yayılmacılık, işgal ve sömürgeciliktir:
Aslında sadece devlet olarak yapılanmasından buyana değil, Siyonizm oluşumundan; en azından bir Yahudi devleti kurmak için oluşumundan buyana sürekli, esas hedefi özden kaçırmaksızın hareket etmiştir ve amaca ulaşmak için de gerektiğinde, iki adım sıçramak için taktiksel olarak bir adım geri atmıştır. Daha Herzl döneminde koruyucu dış güç ararken de bu taktik kullanılmış ve sonraki dönemde; devlet olarak yapılanmasından buyana da bu taktik sürekli kullanılmıştır. Örneğin, işgal ettiği Arap ülkeleri topraklarından ve Filistin topraklarından geri çekilme taktiği stratejik olanı elde tutmaya tabi kılınmıştır; yani esas olanı elde tutmak için bazı “taviz”ler verilmiştir.
Siyonizm, „kendini savunma hakkı“ adı altında katliam ve işgaldir:
Siyonist devletin bütün tarihi, emperyalist ülkeleri de arkasına alarak “kendini savunma hakkı” adı altında sürekli katliam ve işgalden ibarettir. Bu katliam ve işgal yazı boyunca .eşitli vesilelerle anlatıldığı için burada ayrıca ele almaya gerek yok anlayışındayız.
İsrail’i tanımak demagojisi siyonizmin temel politikalarından birisidir:
Beyaz Saray'ın o zamanki sözcüsü Tony Snow Şubat 2007'de yaptığı açıklamada taleplerimiz hep aynıdır, değişen bir şey yok diyerek Filistin-İsrail sorununun çözümünün neye bağlı olduğunu belirtiyordu: “İsrail’in tanınmasının yanı sıra…”. Yani Amerikan emperyalizminin bir çok talebi var, ama taleplerin hepsi ancak, “İsrail’in tanınmasının yanı sıra” önemli oluyorlar. Demek ki, bağlayıcı olan “İsrail’in tanınması”.
O halde daha başından beri Filistin-İsrail sorununda çözüm, İsrail’in Filistin tarafından tanınıp tanınmayacağında düğümleniyor. İsrail’i tanımak ne anlama gelir?
İsrail’i tanımayı içeren farklı kavramlar, formülasyonlar var:Bunlardan biri, “İsrail’i tanımak“tır. İkinci kavram „İsrail’in varlığını tanımak“tır. Üçüncü kavram ise „İsrail’in varoluş hakkını tanımak”tır. Bu kavramlar, bilerek veya bilmeyerek, ama burjuva medya, politikacılar ve diplomatlar tarafından bilerek yanlış, farklı kullanılıyor. Oysa bu kavramlar bir ve aynı anlama gelmiyor.
„İsrail’i tanımak“: Bu, herhangi bir devleti tanımaktan başka bir anlam taşımaz. İsrail devleti, bir gerçekliktir. Elle tutulur, gözle görülür bir yapıdır. Filistin halkının düşman olarak gördüğü bir yapıdır. Filistin’in bu yapıyı tanıması, düşmanının varlığını kabul etmesi anlamına gelir. Bu doğaldır. Böyle bir İsrail’i tanımada hiç bir Filistin örgütünün veya genel olarak Filistinlinin herhangi bir sorunu yoktur. Bu tanıma, İsrail’i diplomatik olarak tanıma veya tanımamadır. Diplomatik olarak tanımamak da bir tanımadır, var oluşun olumsuz kabulüdür.
„İsrail’in varlığını tanımak“: „İsrail’in varlığını tanımak“ kavramı, ilk bakışta „İsrail’i tanımak“ kavramının aynısı gibi, aynı içerikli iki kavram gibi gözüküyor. „İsrail’in varlığını tanımak“, var olan bir devleti tanımak gibi geliyor. Ama bu kavramı kullanarak İsrail’i tanımak, Filistin kurtuluş mücadelesini hiçe saymak anlamına gelir. Sorular şöyle: Hangi İsrail’in varlığı tanınıyor? Böylelikle hangi sınırlar içindeki İsrail tanınmış oluyor? BM tarafından 1947’de tespit edilen Filistin’in yüzde 55’ini işgal eden İsrail’in varlığı mı tanınmış oluyor? Yoksa 1948’de Filistin’in yüzde 78’ini işgal eden Siyonist İsrail devletinin varlığı mı tanınmış oluyor? Veya da 1967’den bu yana Filistin’in hepsini işgal eden, İsrail okul kitaplarında yer alan ve çoğu devletler tarafından kabul edilen Siyonist İsrail’in varlığı mı tanınmış oluyor?
Açık ki, siyonizm, sınırları belli olmayan bir devletin ideolojisidir. Gerçekten de İsrail, hiçbir zaman sınırları tanımlamamıştır. İsrail’in varlığını tanımak, bilerek sınırlarını tanımlamayan, sürekli işgal ve genişleme peşinde olan bir İsrail’in varlığını tanımak anlamına gelmiyor mu?
Sınırları belli bir İsrail’i tanımak mümkündür. 1947’de BM tarafından belirlenen sınırları içindeki İsrail, varlığı tanınması gereken İsrail’dir.
Ama Siyonizm ve Amerikan emperyalizmi açısından bu talep geri bir taleptir. Bunların öne sürdükleri gerçek talep „İsrail’in varoluş hakkını tanıma“ talebidir.
„İsrail’in varoluş hakkını tanıma“: Bu talebin, diplomasıyla ve mevcut gerçeklikle uzaktan yakından bir ilişkisi yoktur. Bu talebi kabul etmek veya „İsrail’in varoluş hakkını tanımak“ ahlaki bir sorundur, Filistin halkını mahkum etme sorunudur.
Var olma hakkının tanınması istenen İsrail, Filistin’i işgal eden İsrail’in var olma hakkının tanınması anlamına gelir. Bu, Filistin halkını ikinci sınıf insan olarak gören, ona insanca yaşama hakkını tanımayan, hor gören, evet katleden bir devletin var olma hakkını tanımak anlamına gelir. Hangi Filistinli böyle bir devleti tanır. Yani bağımsızlığını, ülkesini elinden alan,onu insan yerine koymayan, her gün katleden bir devletin var olma hakkını hangi Filistinli, hangi ahlaki norm çerçevesinde tanıyabilir? Böylece Filistin halkı, kendini köleleştirme, yok etme, katletme hakkını tanımış olmuyor mu? Böylece İsrail’in öldürme, katletme, işgal etme hakkı tanınmış olmuyor mu? Böylece Filistin halkı, İsrail tarafından vatan topraklarından kovulmayı, on yıllarca göçmen olarak yaşamayı hak ettiğini ve başka yerlerden gelenlerin kendilerini ezen bir devlet kurma hakkını tanımış olmuyor mu?
„İsrail’in var olma hakkını tanımak“ ve bunu Filistin halkına dayatmak, zamanın Siyonizm lehine gelişmesini istemekten başka bir anlam taşımaz. Böylece İsrail’e şu deniyor: Kovmaya, işgal etmeye devam et. Duvar çekmekte haklısın. Filistinlinin elinden topraklarını alarak yeni yerleşim birimleri kurmaya devam et. Bombala. Yeni oldu-bitti yarat. Senin İsrail olarak var olma hakkın tanındığında yaptıkların da; işgallerin, katliamların, hemen her gün Filistinli çocukları öldürme de meşru olarak görülecektir, tanınmış olacaktır. Amerikan emperyalizmi ve Siyonizm bu anlayış temelinde bir çözümden yana.
Filistin, İsrail’i tanımaz mı? Tanır. Ama ancak Filistin, bağımsız, hükümran bir devlet olarak var olduğunda İsrail’i tanır. Şimdiki Filistin yönetimi bağımsız bir devlet değil, işgal edilmiş topraklarda var olma mücadelesi veren ucube bir yapı. Sınırı belli değil, çünkü İsrail sınırını belirlemiyor. Ve böyle bir yapının, sınırı belli olmayan bir devleti tanıması, her an yok olmayı kabullenmesi anlamına gelir. Çünkü İsrail genişledikçe Filistin ve komşu ülkeler küçülecek ve yok olacaktır.
Peki İsrail var oluş hakkının tanınmasıyla neyi kast ediyor? İsrail, herhangi bir devlet olarak tanınmak istemiyor. İsrail, var oluş hakkının tanınmasıyla, sadece Yahudilerden oluşan bir devlet olarak tanınmayı kastetmektedir. Şöyle bir durum ortaya çıkıyor: Filistin, İsrail’i, onun talep ettiği anlamda tanırsa, yani İsrail’in var olma hakkını tanırsa, böylece İsrail’in sadece Yahudilerden oluşan bir devlet olduğunu ve bu devlet içinde Yahudi olmayanların, yani Arapların, bu durumda da Filistinlilerin yerinin olmadığını tanımış oluyor. İsrail’e, senin böyle bir devlet olma hakkın var ve ben bu hakkı sana tanıyorum demiş oluyor. Böylece İsrail devleti içindeki Filistinliler, Yahudilerin birinci sınıf, kendilerinin de ikinci sınıf insan olma hakkını tanımış oluyorlar.
Filistinlilere bu talebi dayatan İsrail, Filistin’in var olma hakkını tanımıyor. Sen beni, benim istediğim gibi tanı, ama ben seni tanımıyorum diyor. Tanımaz. Çünkü bu durumda işgali, katliamı “meşru” olmaktan çıkar. İsrail, genişlemek, işgal etmek, Filistin’i Filistinlilerden arındırmak için beni, seni yok etme karakterimle tanı, ben de seni tanımamaya devam edeceğim diyor.
Devlet olarak var olma hakkı, emperyalizm ve İsrail: Uluslararası hukuka göre her devletin var olma hakkı vardır. Faşist de olsa, kendi vatandaşlarını katletse de her devletin var olma hakkı vardır. Tabii bir devlet olmanın özelliklerini taşıyorsa. Ama bu var olma hakkı, kendi başına bir hak değildir. Bu hakkı, güçlü olan devletler, emperyalist ülkeler kendi çıkarlarına göre yorumlayabiliyorlar ve birçok örneğini gördüğümüz gibi, bu hakkın nasıl kullanılacağı hakkını kendilerinde görüyorlar. Örneğin Yugoslavya’nın devlet olarak var olma hakkını bu ülkenin elinden aldılar. Keza Sırbistan ve Karadağ’dan oluşan Yugoslavya’nın da var olma hakkını istedikleri gibi kullandılar. Kosova örneğinde olduğu gibi, devlet olarak var olma veya olmama hakkını protektorat olarak var olma hakkına dönüştürdüler. Şimdi Irak’ın devlet olarak var olma hakkını kendi çıkarlarına göre kullanıyorlar.
İsrail, sınırları olmayan veya belli olmayan bir devlettir. Bu anlamda, aslında, uluslararası hukuka göre devlet bile değildir. Çünkü sınırlarının nerede başladığı, nerede bittiği belli değildir. Hangi sınırları içinde İsrail sorusu açıkta kalmaktadır. İsrail’in sınırları doğu veya batı Kudüs’ten mi, Golan Tepelerinden mi geçiyor? İsrail’in sınırları Batı Şeria’nın neresinden geçiyor? Çekilen duvarlar sınır mıdır? Siyonizmin bu sorulara vereceği bir cevap yok ve cevap vermeye de niyeti yok.
Sınırları belli olmayan İsrail, işgal altındaki Filistin’de yaşayan Filistinlilere ve İsrail’de yaşayan Araplara kişisel ve vatandaş olarak var olma hakkını dahi tanımıyor. Yani İsrail’de tanımlanmış bir vatandaşlık hakkı da yok. Bütün vatandaşlık haklarına sahip olanlar sadece ve sadece Yahudilerdir. Bunlar asker olabilirler, her türlü meslek eğitimi görebilirler. Ama Yahudi olmayanlar, asker olamazlar, her meslekte çalışamazlar. Kimliklerde kimin Yahudi olduğu, kimin Yahudi olmadığı belirtilmiştir. İşgal altında yaşayan Filistinliler, İsrail’de yaşayan Filistinlilere göre köle durumundalar. Bunların birey olarak var olma hakları dahi yok: Her an tutuklanabilirler, öldürülebilirler.
İsrail’de kimin gerçekten vatandaş olduğu sadece ve sadece Yahudiler bakımından tanımlanmıştır. İşte Siyonizm budur.
Dünyanın neresinde doğmuş olursa olsun her insan, geçmiş neslinin Yahudi kökenli olduğunu kanıtlarsa sorunsuz bir şekilde İsrail vatandaşı olabilir. Ama Filistin’i terk etmeye zorlanan ve terk etmek zorunda kalan Filistinlilerin ne geriye dönme ve nede vatandaş olma hakları vardır.
İsrail, anayasası olmayan bir devlettir. Her devletin bir anayasası vardır, ama İsrail’in anayasası yoktur. Siyonist devlet, sadece 8 temel yasa ve bu temel yasalardan kaynaklanan yasalarla (insan ve vatandaş haklarını açıklayan yasalar) yönetilmektedir.
Bu haliyle İsrail, Filistin halkına var olma hakkımı tanı diye dayatmaktadır.
İsrailli tanınmış tarihçi Siyonist B. Morris, 2004'te „700 bin Filistinli yurtlarından sökülüp atılmasalardı bir Yahudi devleti olmazdı. Bu nedenle onları yurtlarından söküp atmak gerekliydi“ diyordu. Bu politika siyonizmin, İsrail'in, kim iktidarda olursa olsun değişmeyen politikasıdır. İşte Siyonizm budur.
D. Ben-Gurion, 61 sene önce İsrail devletinin kuruluşunu ilan ettiğinde, bu, Filistinlileri Filistin'den sürüp atmak, evlerine topraklarına el koymak, direnenleri katletmek için „bağımsızlık savaşı“nın başlaması işaretiydi. Filistinlileri, Filistin'den kovmak için sürdürülen yok etme ve katliamı Siyonizm „bağımsızlık savaşı“ olarak tanımlıyordu. Siyonist İsrail'in „bağımsızlık savaşı“, ilk Arap-İsrail savaşı, Filistinliler tarafından „felaket“ olarak tanımlanır.
Siyonizm daha oluşumundan beri Filistinliler için bir Nakba’dır (felakettir):
Filistin'e göçenlerin barış umutları boşa çıkar ve yerli Arap halkıyla çatışmanın koşullandığı bir yaşam sürecine girerler. Siyonizm, başından beri, yeni gelen Yahudilerin Filistinlilerle karışık yerleşimini değil, Filistinlileri dışlayan bir yerleşim planını uygular. Amaç, sadece ve sadece Yahudilerden oluşan bir Siyonist devlet kurmaktır. Siyonist örgütler Arap büyük toprak sahiplerinden toprak satın alırlar, bu topraklarda çalışan kiracılar, işçiler ve göçemeler göçe zorlanırlar. Siyonist terör örgütlerinin Filistinliler üzerindeki baskıları giderek artar ve 1948'de bir Filistin köyünde gerçekleştirdikleri kitlesel katliam göç dalgasına neden olur. 700 binden fazla Filistinli yurtlarını terk etmek zorunda kalır.
Siyonizm amacına ulaşmıştır. Filistin, zor kullanılarak Filistinli Araplardan temizlenmeye başlanır. Onlardan boşalan yerlere Yahudiler yerleştirilir. Filistinliler, teslim olmazlar, direnirler. 1936-1939 arasındaki Filistin direnişi Siyonist teröristlerle işbirliği yapan İngiliz ordusu tarafından bastırılır. Zor kullanılmasından dolayı sorunu ele alan „Peel-Soruşturma Komisyon“na açıklama yapmakla karşı karşıya kalan o Winston Churchill, Filistinlilerin Siyonistler tarafında yurtlarından kovulmasıyla ilgili olarak şöyle der:
„Yalaklığın yanında duran köpeğin, çok uzun bir zamandır orada olmasına rağmen, yalaklık üzerinde geri alınamaz hakka sahip olduğu düşüncesinde değilim. Ona bu hakkı tanımıyorum. Örneğin, Kuzey Amerikalı Kızılderililere veya Avustralya'da Siyahlara büyük haksızlık yapıldığını da kabul etmiyorum. Güçlü bir ırk, daha üst düzeyde, kültürlü bir ırk,... gelip onların yerini aldığı için bu insanların haksızlığa uğradıklarını da kabul etmiyorum“
Siyonizmin amacı iki aşamalıdır:
İlk aşamada sadece Yahudilerden oluşan bir devlet kurmak. Bu amacına ulaşan Siyonizmin ikinci aşaması, sadece Filistinlileri kovarak, göçe zorlayarak, onlardan boşalan alanlara yerleştirdiği Yahudilerle sınırlarını genişletmek ve kalan Filistinlileri devlet kurma yeteneğinden yoksun bırakacak duruma getirmek değildir. Siyonizmin ikinci aşamasındaki amacı “Büyük İsrail”i kurmaktır.
Siyonizm, sadece Filistin için değil, komşu ülkeler ve bütün Ortadoğu için de savaş ve felaket demektir:
İlk savaş 1948'de İsrail'in kuruluşuyla başlar ve 700 binden fazla Filistinli yurtlarını terk etmek zorunda kalır. Savaş sonunda İsrail topraklarını ikiye katlar.
İkinci savaşı (1956 Sina Savaşı) İsrail, Fransız ve İngiliz emperyalizmiyle işbirliği içinde Mısır'ın Süveyş Kanalını millileştirmesini engellemek için sürdürür.
Üçüncü savaş, 1967 Haziran Savaşıdır. Güya İsrail'i yok etmek için harekete geçmelerinin önünü almak bahanesiyle İsrail, komşu ülkelerine saldırır. 250 bin Yahudi'yi işgal ettiği bölgelere, Filistin topraklarına yerleştirir, bir milyondan fazla Filistinli üzerinde ayrılıkçı, ırkçı bir işgal rejimi kurar.
Dördüncü savaş, 1968-1970 arasında İsrail ile Mısır arasında sürdürülen savaştır.
Beşinci savaş 1973-“Jom-Kippur Savaşı“dır. Bu savaş sonucunda İsrail, Sina yarım adasından çekilmek ve Mısır ile barış anlaşması imzalamak zorunda kalmıştır.
Altıncı savaş, 1982 birinci Lübnan savaşıdır. Katliamlarına rağmen İsrail, Filistinlileri Lübnan'dan çıkartma ve Ürdün'e sürme amacına ulaşamamıştır.
Yedinci savaş 2006 ikinci Lübnan savaşıdır. İsrail'in, Hizbullah'ı, dolayısıyla İran'ı etkisizleştirme ve bölgede Amerikan emperyalizminin başka işgalleri için önünü açma planı Lübnan direnişi tarafından yenilgiye uğratılmıştır.
Birinci, üçüncü ve altıncı savaşlarda doğrudan Filistinlilerin topraklarından kovulmaları, katledilmeleri amaçlanırken, diğer savaşlarda İsrail, toprak kazanmanın yanı sıra Arap komşu ülkeleri üzerinde her zaman bir baskı unsuru olacağını göstermiştir.
Başta ABD olmak üzere emperyalist ülkelerin desteği ile İsrail, bütün barışçıl çabaları, BM kararlarını, sorunla ilgili şu veya bu konferansta alınan kararları geçersiz kılmak için zor da dahil yer yola başvurmuş ve bunda da şimdiye kadar amacına ulaşmıştır.
Siyonizm, Filistinlilere yaşamın her alanında zulüm etme üzerine kurulmuş bir devletin ideolojisidir.
Siyonizm “Büyük İsrail” demektir:
“Şimdiki Filistin haritası İngiliz mandacılığı tarafından çizilmiştir. İsrail halkının, gençliğimizin ve yetişkinlerimizin gerçekleşmesi için mücadele edeceği -Nil'den Fırat'a kadar uzanan başka bir haritası var“ (Ben Gurion, İsrail'in kurucusu)
1973 Savaşında amerikan yardımıyla bağlam içinde İsrailli bakanların açıklamaları: “Bu yardım yalnız Mısır’ın değil, bütün Arapların zararınadır. Bu yardım İsrailli bakanların dediği gibi Büyük İsrail’in gerçekleştirilmesi için yapılacaktır. Büyük İsrail Nil’den Fırat’a kadar Suudi Arabistan’ın, Irak’ın ve Kuveyt’in bir kısmı ile bütün Ürdün’ü, Suriye’yi, Lübnan’ı ve Mısır’ın bir kısmını içine alacak şekilde tasarlanmıştır” açıklamasında bulunmuştur.” (4 Malike Bileydi Koç, İsrail Devletinin kuruluşu. s. 173-174)
Siyonist İsrail, Filistin halkının bağrına saplanmış bir hançerdir. Siyonizm, Yahudilerle Yahudi olmayanların birlikte yaşamasının düşünülemezliğinin öğretisidir. İsrail'in tarihi bu öğretiyi uygulama tarihidir:
Siyonist ideolojiye göre:
1-Siyonist ideolojiye göre „Araplar ile gönüllü uzlaşma söz konusu olamaz...İbranice konuşmak iyidir, ama... silah kullanabilmek daha da iyidir. Aksi taktirde kolonizasyon sorunu ... bitmiştir“ (V. Jabotinsky, 1923).
2-Siyonist ideoloji, „Arapları kovmak ve yerlerini almak zorundayız“ diyor (B. Gurion, 1937).
3-Siyonist ideoloji „Filistinlileri, iki ayağı üzerinde yürüyen vahşi hayvanlar“ olarak tanımlar (M. Begin, 1982).
4-Siyonist ideolojiye göre „Köle olarak yaşamaya razı değillerse bütün Filistinliler öldürmelidir“ (Sh. Lahat, 1983).
5-Siyonist ideoloji, „...Arap halkından kurtulmak için terör kullanmalıyız, öldürmeliyiz, sindirmeliyiz, topraklarına el koymalıyız...“ diyor (Israel Koenig).
6-Siyonist ideolojiye göre “Filistinliler, çekirgeler gibi ezilmeliler,...kafaları kayalara ve duvarlara çarpılarak paramparça edilmelidir“ (İ. Şamir, 1988).
7-Siyonist ideolojiye göre „Yahudi kanı, Yahudi olmayanların kanıyla aynı değildir“(İ. Ginsburg,1989).
8- Siyonist ideoloji, dünya üzerinde yaşayan Yahudilerin ortak dil, kültürel ve ekonomik hayattan yoksun olmalarına rağmen,Siyonizm, Yahudi'leri biyolojik anlamda bir ulus olarak ele almaktadır. Siyonizm, temelde Yahudilerin genetik olarak diğer halklardan farklı olduğundan ve Yahudi olanla olmayanlar arasında kapatılamayacak bir uçurumun varlığından hareket etmektedir:
Siyonist ideolojiye göre “Siyonizm Yahudileri sadece biyolojik anlamda bir millet olarak ele almaktadır.” (Hyman Lumer, Siyonizm ve Dünya Politikasındaki Rolü., s. 9)
Siyonist ideolojiye göre “Özetle Siyonizm,…… Yahudilerin kalıtımsal olarak diğer halklardan farklı olduğunu ve bu nedenle onlarla kaynaşamayacağını savunan ırkçı, Anti-Semitist öğretiyi, böylelikle onaylamış olur.” (Hyman Lumer, Siyonizm ve Dünya Politikasındaki Rolü., s.10)
9-Siyonist ideoloji, „Filistin köylerinin sadece kökünün kazınması değil, adlarının tarih kitaplarından da silinmesi“dir. (M. Dayan).
Siyonist İsrail kurulduğundan beri bu amaçları için mücadele ediyor. Filistin'i sömürgeleştirmeye başladığından beri Filistinlileri yurdundan kovuyor, topraklarına el koyuyor, evlerini başına yıkıyor, öldürüyor. Siyonist İsrail var oluş hakkını, Filistinlileri, Yahudi olmayanları yok etmekle eş anlamlı anlıyor.
10-İsrail'i İsrail yapan emperyalizmdir. Özelikle Amerikan emperyalizmi açısından İsrail bölgemizde vazgeçilemez bir üstür. Emperyalizm-Siyonizm işbirliği hem Filistin sorununun çözümü önünde ve hem de bölgemizde sorunlarımızın kapsamlaşmasında ve derinleşmesinde belirleyici bir rol oynamaktadır.
Siyonizm, Ortadoğu'da emperyalist çıkarların bekçisidir. Siyonizm, emperyalist ve siyonist çıkarlar için katliamı temel ilke edinmiştir ve bunu 61 yıldan bu yana uygulayan bir ideolojidir.
11-Siyonizme karşı mücadele emperyalizme karşı mücadele ile eş anlamlıdır. Ortadoğu'da emperyalist işgalin kırılması, bölge halklarının nasıl yaşayacağına özgürce karar verebilmesi, emperyalizmin bölgeden kovulmasından ve siyonizmin yenilmesinden ayrı olarak ele alınamaz.
Sonuç itibariyle:
Siyonistler Yahudiliği, sınıfsallığı içinde ele almıyorlar, tam tersine Yahudiliği, homojen bir bütün olarak topraksız, sınırlar aşırı bir dünya ulusu olarak kavrıyorlardı: sınıflara ayrışmamış homojen bir yapıyı ifade eden dünya ulusu! Bu anlayışın mantıksal sonucu şuydu: Yahudi, yaşadığı ülkede sınıf mücadelesine katılmamalı, geleceğini orada aramamalıdır. Yahudi, geleceğini Filistin’de aramalıdır.
1-Siyonist ideoloji, Yahudi sorununu Filistin’e göç ve göç eden Yahudilerden oluşan bir Yahudi toplumu oluşturmak ile çözmeyi amaçlamıştır. Ama Siyonizm, bütün Yahudiler tarafından kabul edilmemiştir, benimsenmemiştir; evet Siyonizm Yahudi insanını iki kampa bölmüştür. Siyonizm’in en keskin karşıtları Talmud-Yahudileriydi. Bunlar, Yahudiliği din olarak görüyorlardı.
Diğer taraftan Almanya’da Hitler'in iktidara gelmesinden sonra da Avrupalı Yahudilerin önemli bir kısmı Siyonizm’e karşıydı. Siyonistlerin ilk kongreleri de (Basel) farklı akımların şiddetli mücadelesine sahne olmuştu. Bu kongrede Batı ve Doğu Avrupa Yahudi'leri arasındaki fark görülmüştü.
Açık ki Yahudi burjuvazisi Siyonizmi reddediyor ve kapitalist toplum ve burjuva sınıfla bütünleşmesinden (asimilasyondan) yanaydı. Ve Yahudi kökenli işçiler de kurtuluşu, içinde yaşadıkları toplumda işçi sınıfının kurtuluşuna bağlıyorlar ve bu nedenle de sınıf mücadelesinin örgütlenmesine aktif olarak katılıyorlardı.
Yahudi küçük burjuvazisinin önemli bir kısmı da sosyal ve dinsel nedenlerden dolayı siyonist çözüme karşıydı.
Ama bütün bunların ötesinde esas sorun, devletin nerede kurulacağıyla ilgiliydi; Yahudi devleti sadece Filistin’de mi kurulmalıdır veya dünyanın başka bir yerinde de kurulabilir mi?. Soru buydu. Bu anlamda sorgulanması gereken esas mesele şudur: Doğruluğundan yanlışlığından, kabul etmemizden veya etmememizden bağımsız olarak geriye dönüşümü olmayan tarihsel nedenlerden dolayı topraklarını terk etmek zorunda kalanların yüzyıllar sonra, evet bin yıllar sonra terk etmek zorunda kaldıkları topraklar üzerinde ne gibi bir hakkı vardır? Ve bu hakka dayanarak kurulan bir devletin meşruluğu tartışma götürmez mi?
Siyonizm’in oluştuğu dönemde Filistin’de bir azınlık oluşturacak, bir devlet kuracak kadar Yahudi var idiyse, onların devletleşme talebi veya kendilerini ifade etme talebi haklıdır. Ama o dönemde Filistin’de bunu haklı çıkartacak sayıda bir Yahudi yoktu. Bunu Siyonistler de biliyorlardı ve durumu kendi lehlerine çevirmek için toprak satın almaktan,dönemin güçlü ve ilgili devletleriyle işbirliği yapmaktan başka yollarının olmadığını görüyorlardı. Tam da bu olgu Siyonizm’i daha baştan dış güçlerin işbirlikçisi yapmaktaydı; tam da bu anlamda dış güçlerle işbirliği, pragmatizm Siyonizm’in temel bir özelliği oluyordu.
2-Siyonizm şunu diyordu: Nüfusunun ezici çoğunluğu Yahudi olmayan toplumlarda Yahudiler, yabancı vücudu; yabancılığı ifade ediyorlar. Bundan dolayı kurtuluşu, Filistin’de Yahudi devletinin kurulmasında aramalıdırlar. Ama Filistin’e göç, ülkenin işgali ve bağımsız bir Yahudi toplumunun kurulması; bu anlamda Siyonizm iki olmazsa olmazla karşı karşıyaydı:
Birincisi:Yerli Arap nüfusun ülkeyi terk etmeye zorlanması; Filistin’in Arapsızlaştırılması.
İkincisi: Emperyalizmle devamlılığı olan ittifak; Siyonist amaca ulaşılması için güçlü bir dış gücün/emperyalizmin siyasi,askeri ve ekonomik desteği kaçınılmazdı.
3-Menşe olarak siyonizm, Doğu Avrupa’nın küçük burjuva Yahudi gençliğinin bir azınlığının ideolojisi ve hareketiydi. Bu gençlik 19. yüzyılın başında Çarlık Rusya’sında gelişen Yahudi düşmanlığıyla; antisemitizmle karşı karşıya kalmıştı.
Siyonizm, sosyal temeli bakımından küçük burjuva, antisemitizm ve Yahudi takibatı karşısındaki tavrıyla milliyetçi gerici bir akım olarak doğmuştur. Yani, her şeyden önce Siyonizm, emperyalizmin desteğiyle İsrail devletinin kurulmasına götüren milliyetçi ideoloji ve Yahudi burjuvazisi hareketidir. Bu hareket ve ideolojinin belli başlı özellikleri şunlardır:
4-Siyonizm, kendine özgü özel tipten bir sömürgeciliktir aynı zamanda: Siyonizm, normal sömürgecilik gibi yerli halkı sömürmek,siyasi haklarından mahrum kılmakla yetinmemiş, hatta bunu amaç bile edinmemiştir, siyonist sömürgecilik, yerli halkı yurdundan, topraklarından kovmayı, ekonomik olarak yıkmayı ve Filistinli Arapların oluşturduğu toplumsal yapıyı yok etmeyi amaçlamıştır. Başlangıçta Arap toplumunun yanında farklı siyasi ve ekonomik bir Yahudi toplumu oluşturmuş ve emperyalizmin sunduğu siyasi, ekonomik ve teknolojik desteğe dayanarak üstünlüğü ele geçirmiştir. Yani İsrail devletini var eden ideoloji Siyonizm, sömürgecidir, çünkü kuruluşu dışarıdan gelen, ülkenin, Filistin’in yabancısı olan Yahudiler tarafından işgal edilmiş topraklar üzerinde gerçekleşmiştir.
5-Siyonizm, Filistin halkını kişisizleştirme politikasıdır; yukarıda gelişme, örgütlenme ve devletleşme sürecini özetlediğimiz Siyonizm, Filistinlileri katletmek, onların her türlü faaliyetini engellemek; komşu ülkelere saldırmak, topraklarını işgal etmek, Filistin’de yeni yerleşim birimleri kurmak; Filistinlileri topraksızlaştırmak, evsizleştirmek; etnik “temizlik” vb. demektir. Siyonist ideolojiye göre bütün bunlar, İsrail’in kendini savunmasıdır; ahlaki olarak haklı eylemlerdir.
Siyonizm, aynı zamanda, vahşetinin üstünü örtmeye de hizmet etmektedir.
6-Siyonizm ırkçılıktır,Apartheid-rejimidir; ayrılıkçı bir rejimin ideolojisidir; devletleşme döneminde ve sonrasında Siyonizm’in böyle bir ideoloji olduğu reddedilemez bir gerçeklik olarak görülmüştür.
Siyonizm, kurucusu Herzl’in de dediği gibi sömürgeciliği içeren bir ideolojidir.
7-Siyonizm, yabancı güce dayanan; yabancı-destekçi bir güç olmaksızın ayakta kalamayacak olan bir ideolojidir. Yani işbirlikçilik Siyonizm’in temel ilkesidir.
8-Siyonizm, pragmatizmdir. Siyonizm, doğuşundan beri sürekli bir pragmatizm abidesi olmuştur. Siyonizm’in önderleri, amaçlarına ulaşmak için tarihin her döneminde Yahudilere açıktan kin duyanlarla, anti-yahudicilerle, Nazilerle ve II. Dünya Savaşından sonra da Nazi işbirlikçileriyle ekonomik ve askeri ilişkiler kurmuşlardır. Bunun örneği çoktur (Güney Afrika ile kurulan ekonomik ve askeri ilişkiler, 1970, O dönem G. Afrika başbakanı olan John Voster’in bir Nazi işbirlikçisi olduğu biliniyordu. İsrail’in Arjantin’e yaptığı askeri yardım. Galteri dönemi, Bu ülkenin eski Nazi generallerini sakladığı ve Yahudilere işkence yaptığı, katlettiği biliniyordu).
9-Siyonizm, işgalciliği temel alan bir ideolojidir. İsrail, dünyanın,sınırları tanımlanmamış tek ülkesidir. Ne Siyonizm’in babası Herzl ve ne de sonraki Siyonist önderler herhangi bir sınır tanımlaması yapmışlardır. Sürekli işgal, sürekli genişleme; yani komşu ülke topraklarını işgal Siyonizm’in temel özelliklerinden birisidir.
“Siyonist hareket içinde, zaman geçtikçe, tüm Filistin’i kapsayan Yahudi Devleti düşüncesi artan bir ısrarla sürdürüldü. Mayıs 1942’deki Siyonist Sorunlar Komitesi tarafından toplanan konferans, daha sonradan Biltmore programı olarak bilinen ve “Filistin’de Yahudi Cumhuriyeti kurulmasını” talep eden program karar altına alındı. Amerika Siyonist Örgütü’nün 1944 toplantısı da “bölünmeden ve eksiksiz olarak tüm Filistin’i kapsayan” bir Yahudi Cumhuriyetinin kurulmasını öneren bir karar aldı. Aynı tutum Dünya Siyonist Konferansında,(Londra 1945) ortaya kondu. Eğer Siyonistler, 1947’deki Birleşmiş Milletler kararındaki bölünmeye sonradan razı oldularsa, bunu sadece, giderek Yahudi devleti tüm Filistin’i kapsayacaktır düşüncesi ile yapmışlardır. (6 Hyman Lumer, Siyonizm ve Dünya Politikasındaki Rolü., s.42)
1977’de seçimleri kazanan Likud Partisi başkanı Menahem Begin: “İşgal altında toprak yoktur, o topraklar kurtarılmış topraklardır” diyordu. (Malike Bileyci KOÇ, İsrail Devletinin kuruluşu. s. 200)
10-1948’e; İsrail devletinin kuruluşuna kadar Siyonizmin amacı Yahudi devletini kurmaktı; Siyonistlerin bütün dünyadaki Yahudilere çağrısı buydu. Devletin kurulmasından sonra çağrının içeriği de değişti: Devletin kurulmasından sonra Siyonistler, bütün dünyadaki Yahudi'leri İsrail devletinin hizmetinde olmaya; onu maddi ve manevi olarak desteklemeye çağırmaya başladılar: Yahudi düşmanlığından kurtulmak için İsrail’e göç etmeyin,Yahudi devlet,ini kurtarmak için İsrail’e göç edin deniyordu artık.
11-1948-1967 arası Siyonizmin yükseliş dönemidir; bu dönemde göçlerle Yahudi sayısı 650 binden 2,5 milyona çıkmıştır. Dış destekle İsrail ekonomik ve askeri olarak güçlenmiştir. Haziran 1967 savaşı İsrail’in bölgede önemli bir askeri güç olduğunu ve bu gücüyle de Amerikan çıkarlarını savunabileceğini göstermiştir. İsrail, gelişen bu gücüne ve emperyalist korumacılığa dayanarak Filistin topraklarını adım adım işgal etmeye başlamıştır; bununla yetinmeyerek komşu Rap ülkeleriyle sürdürdüğü savaşlar sonucunda bu ülkelerin bir kısım topraklarını da işgal etmiştir.
12-Siyonizmin en güçlü olduğu dönem; gücünün doruk noktası aynı zamanda çöküşünün de başlangıcı olmuştur: Filistin ulusal mücadelesinin doğması, başarılı mücadelesi ve uluslararası alanda sağladığı destek ve yanı sıra Arap devletlerinin de güçlenmesi, işgalden kaynaklı sorunlar giderek güç dengesini İsrail’in aleyhine dönmesine neden olmuştur. Artık Siyonizm saldırarak savunma yapmaktadır.
Ekler:
BİRLEŞMİŞ MİLLETLER ÖRGÜTÜ’NÜN İSRAİL TARAFINDAN UYULMAYAN
KARARLARI-1947 – 2009*
Genel Meclis (karar organı olarak):
181 no’lu karar (29 Kasım 1947)
Taksim planının kabulü: Filistin, biri Arap, diğeri Yahudi iki bağımsız Devlet’e bölünmüştür, ve Kudüs, Birleşmiş Milletler’in yönetimine bırakılmıştır.
194 no’lu karar (11 Aralık 1948)
Yurtlarına dönmek isteyen mülteciler mümkün olduğunca çabuk “yurtlarına dönebilir ve komşularıyla barış içinde yaşayabilirler”; diğerleri mülklerinin karşılığını “tazminat olarak” alabilirler. Birleşmiş Milletler’in Filistin için uzlaştırma komisyonunun kurulması.
302 no’lu karar (8 Aralık 1949)
Birleşmiş Milletler’in Filistinli mülteciler için Yardım ve Çalışma Ofisinin kurulması.
Güvenlik Konseyi:
236 no’lu karar (11 Haziran 1967)
Haziran 1967 savaşının ertesi günü Güvenlik Konseyi, Mısır, Ürdün ve Suriye’yi İsrail'le karşı karşıya getiren çatışmada ateşkes yapılmasını ve bütün askerî hareketlerin derhal durdurulmasını ısrarla istemektedir.
237 no’lu karar(14 Haziran 1967)
Güvenlik Konseyi İsrail’den, “askerî harekâtların olduğu bölgelerde yaşayanların güvenliğini ve huzurunu güvence altına almasını” ve mültecilerin dönüşünü kolaylaştırmasını istemektedir.
242 no’lu karar (22 Kasım 1967)
Güvenlik Konseyi “savaş yoluyla toprak elde etmeyi” mahkûm etmekte ve “silâhlı İsrail güçlerinin işgal edilmiş topraklardan çekilmesini” istemektedir. Bölgedeki her Devletin “siyasî bağımsızlığını ve toprak dokunulmazlığını” savunmaktadır.
250 no’lu karar (27 Nisan 1968)
İsrail’den “bölgedeki gerilimi” arttıracağı gerekçesiyle 2 Mayıs 1968’de Kudüs’te yapılacağı öngörülen askerî töreni düzenlememesi istenmektedir.
251 no’lu karar (2 Mayıs 1968)
Güvenlik Konseyi, 250 no’lu kararı “çiğneyerek” Kudüs’te askerî tören yapılmasından dolayı üzgündür.
252 no’lu karar (21 Mayıs 1968)
Güvenlik Konseyi, “Kudüs’ün statüsünü değiştirmeyi” amaçlayan, “toprakların ve taşınmaz malların istimlâk edilmesi” dahil, İsrail tarafından alınmış önlemleri “geçersiz” olarak ilân etmektedir, ve ondan böyle önlemler almaktan vazgeçmesini istemektedir.
267 no’lu karar (3 Temmuz 1969)
Güvenlik Konseyi, (İsrail tarafından) “Kudüs’ün statüsünü değiştirmek için alınan bütün önlemleri kınamaktadır.
340 no’lu karar (25 Ekim 1973)
Ramazan veya Kippur savaşının ardından, “mısır ve İsrail güçleri arasındaki ateşkesi denetlemeyi” ve bu aynı güçlerin “tekrar savaşa girmemesini” güvence altına almayı hedefleyen İkinci Birleşmiş Milletler Acil Gücü’nün(FUNU-II) kurulması.
446 no’lu karar (22 Mart1979)
Güvenlik Konseyi, “1967’den beri işgal edilmiş Filistin topraklarında ve diğer arap topraklarında yerleşim bölgeleri kurmayı amaçlayan İsrail uygulamalarının”durdurulmasını ısrarla istemektedir, bu uygulamaların “hukuken hiçbir geçerliliğinin olmadığını” bildirmektedir ve İsrail’den savaş zamanında sivil halkın korunmasına ilişkin Cenevre anlaşmasına uymasını istemektedir.
468 no’lu karar (8 Mayıs 1980)
Güvenlik Konseyi, Hebron ve Halhul’un ileri gelen Filistinlilerinin İsrail askerî yetkilileri tarafından topraklarından kovulmalarının “yasa dışı” olduğunu bildirmektedir ve İsrail’den bunları iptal etmesini istemektedir.
592 no’lu karar (8 Aralık 1986)
Güvenlik Konseyi, savaş zamanında sivillerin korunmasına ilişkin Cenevre anlaşmasının, “1967’den beri İsrail tarafından işgal edilmiş Filistin topraklarına ve diğer topraklara uygulanabilir” olduğunu hatırlatmaktadır. “Üzerlerine ateş açarak Bir Zeit Üniversitesi’nin öğrencilerini öldüren veya yaralayan İsrail ordusunu mahkûm etmektedir.
605 no’lu karar (22 Aralık 1987)
Birinci İntifada’nın patlak vermesinden sonra, Güvenlik Konseyi, “işgal edilmiş topraklarda yaşayan Filistin halkının insan haklarını ihlâl eden İsrail uygulamalarını, özellikle İsrail ordusunun üzerlerine ateş açarak sivil Filistinlileri öldürdüğü veya yaraladığı olayı mahkûm etmektedir.
607 no’lu karar (5 Ocak 1988)
İsrail, “işgal edilmiş topraklarda yaşayan sivil Filistinlileri bu topraklardan kovmaktan vazgeçmelidir” ve Cenevre anlaşmasının zorunlu kıldığı yükümlere uymalıdır.
608 no’lu karar (14 Ocak 1988)
Güvenlik Konseyi İsrail’den, “sivil Filistinlileri topraklarından kovma emrini iptal etmesini ve daha önceden kovulmuş olanların tam güvenlik içinde derhal dönüşünü sağlamasını” istemektedir.
636 no’lu karar (6 Temmuz 1989)
Güvenlik Konseyi İsrail’den, daha önceki kararlarına ve Cenevre anlaşmasına uygun olarak, “başka sivil Filistinlileri kovmayı derhal durdurmasını” ve daha önceden kovulmuş olanların dönüşünü tam güvenlik içinde sağlamasını istemektedir.
641 no’lu karar (30 Ağustos 1989)
Güvenlik Konseyi, “işgalci güç olan İsrail’in sivil Filistinlileri kovmaya devam etmesinden”dolayı üzgündür ve ondan bütün kovulmuş olanların geri dönüşünü güvence altına almasını istemektedir.
672 no’lu karar (12 Ekim 1990)
Harem el-Şerif içindeki ve Kudüs’ün diğer kutsal yerlerindeki Camilerde yapılan şiddet hareketlerinden sonra, Güvenlik Konseyi, “İsrail güvenlik güçlerinin yaptığı şiddet eylemlerini mahkûm eder ve İsrail’den, işgal edilmiş topraklarda yaşayan sivillere karşı “kendine düşen hukukî yükümleri ve sorumlulukları titizlikle yerine getirmesini” istemektedir.
673 no’lu karar (24 Ekim 1990)
Güvenlik Konseyi İsrail’i 672 no’lu kararı uygulamayı reddetmesinden dolayı kınamaktadır.
681 no’lu karar (20 Aralık 1990)
İsrail’e Cenevre anlaşmasını uygulaması ihtar edilmektedir.
694 no’lu karar (24 Mayıs 1991)
Güvenlik Konseyi, dört yeni sivil Filistinlinin 1991 Mayısında İsrail güçleri tarafından kovulmasının Cenevre anlaşmasının bir ihlâli olduğunu bildirmektedir.
799 no’lu karar (18 Aralık 1992)
Güvenlik Konseyi, Aralık 1992’de dört yüz kişinin kovulmasını, Cenevre anlaşmasının İsrail’e kabul ettirdiği uluslararası yükümlere aykırı olduğunu belirterek kınamaktadır. Konsey, Lübnan’ın bağımsızlığının ve toprak bütünlüğünün korunmasında ısrar etmektedir.
904 no’lu karar (18 Mart 1994)
Hebron (El-Halil) camisi katliamının ardından, Güvenlik Konseyi İsrail’den, sivil Filistinlilere karşı “İsrail askerleri tarafından yapılan yasa dışı şiddet eylemlerinin önüne geçmek için” gerekli önlemleri almasını istemektedir.
1322 no’lu karar (7 Ekim 2000)
İkinci İntifadanın başlamasının ardından, Güvenlik Konseyi şiddet eylemlerinden dolayı üzgündür ve “Filistinlilere karşı aşırı güce başvurmayı” kınamaktadır. İsrail’den, Cenevre anlaşmasına ilişkin yükümlere uymasını istemektedir.
1397 no’lu karar (12 Mart 2002)
Güvenlik Konseyi, “bütün terör eylemleri ve bütün provokasyonlar, kışkırtmalar ve tahripler dahil, bütün şiddet eylemlerinin derhal durdurulmasını” istemektedir, ve görüşmelerin tekrar başlaması amacıyla İsraillilerin ve Filistinlilerin işbirliği yapmasını ısrarla istemektedir.
1402 no’lu karar (30 Mart 2002)
Batı-Şeria’nın yeniden tamamen işgal edilmesinden sonra, Güvenlik Konseyi derhal bir ateşkes yapılmasını ve “İsrail birliklerinin Filistin şehirlerinden geri çekilmesini” istemektedir.
1405 no’lu karar (19 Nisan 2002)
Güvenlik Konseyi, “tıbbî ve insanî yardım kurumlarının sivil Filistin halkına ulaşmasının acil olduğunu” bildirmektedir.
1435 no’lu karar (24 Eylül 2002)
Güvenlik Konseyi “İsrail işgal güçlerinin Filistin şehirlerinden hızla geri çekilmesini” kesinlikle istemektedir. Filistin hükümetinden terörist eylemleri çıkaranları mahkemeye vermesini istemektedir.
1515 no’lu karar (19 Kasım 2003)
Güvenlik Konseyi, “bir bölgede iki Devlet görüşünden, İsrail ve Filistin’in kesin, tartışma götürmez sınırlar içinde yan yana yaşamasından yanadır”, ve dolayısıyla çatışan taraflardan Quartet’in “yol haritası” na ilişkin yükümleri yerine getirmelerini istemektedir.
1544 no’lu karar (19 Mayıs 2004)
Güvenlik Konseyi, İsrail’in “uluslararası insanlıkçı hukukun ona dayattığı yükümlere” ve “yerleşim bölgelerinin tahrip edilmesine girişmemesi gerektiği hükmüne” uymasını istemektedir.
1850 no’lu karar (16 Aralık 2008)
Güvenlik Konseyi Annapolis sürecini desteklemektedir ve taraflardan “güveni sarsabilecek her önlemden vazgeçmelerini” ve “ görüşmelerden çıkan sonucu tekrar söz konusu etmemelerini”istemektedir.
1860 no’lu karar (8 Ocak 2009)
İsrail ordusunun Gazze şeridine saldırısından sonra, Güvenlik Konseyi, “sonu İsrail güçlerinin Gazze şeridinden tamamen geri çekilmesine varacak olan sürekli ve tam manasıyla uyulan bir ateşkesin derhal yapılmasını” kesinlikle istemektedir. Tıbbî yardım kurumlarının Gazze’ye girişinin engellenmemesini ve yasa dışı silâh kaçakçılığının önlenmesini istemektedir.
1947’den beri otuz dokuz kez, Washington Birleşmiş Milletler Genel Konseyinin kararlarının uygulanmasını veto etmiştir.
*Le monde diplomatique, Şubat 2009 sayısından alınmıştır.