deneme

Sovyetler Birliği etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sovyetler Birliği etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Şubat 2022 Pazartesi

SOSYALİZME SALDIRMANIN DAYANILMAZ HAFİFLİĞİ



İDEOLOJİ VE JEOPOLİTİKA

SOSYALİZME SALDIRMANIN DAYANILMAZ HAFİFLİĞİ


Yavuz Alogan 18 Şubat 2022 tarihli “Veryansın tv”de yayımlanan “İdeoloji ve Jeopolitik” başlıklı yazısında ideoloji ve jeopolitik kavramlarını birbirine sınıf/iktidar açısından tamamen zıt sistemlerin (kapitalizm-sosyalizm) temel özelliklerini dikkate almadan kullanmış. Şüphesiz, bu türden bir anlayış sadece Y. Alogan’a mahsus değildir. Ancak, yazısında dikkatimizi çeken, Büyük Sosyalist Ekim Devrimi’ni, bu devrimin sonucu olarak kurulan Sovyetler Birliği’ni “Rus jeopolitiğinin” takipçisi, uygulayıcısı olarak göstermesidir.

15 Ekim 2021 Cuma

AMERİKAN EMPERYALİZMİNİN YENİ JEOPOLİTİK DOKTRİNİ

 

AMERİKAN EMPERYALİZMİNİN YENİ JEOPOLİTİK DOKTRİNİ

YERİNDEN OYNAYAN TAŞLAR, YENİ YÖNELİMLER


Jeopolitikaya Göre Sürüklenen Ortadoğu

Ortadoğu’nun önemi petrolün bulunması ve motorize dünya için yakıt olarak kullanılmaya başlamasıyla artmıştı. Bu özelliğinden dolayı da I. Dünya Savaşı döneminde Fransa ve İngiltere arasında SykesPicot anlaşmasıyla paylaşılmış, savaşta yenilen Osmanlı devleti bölgeyi terk etmek zorunda kalmıştı. Ortadoğu bugün de hala o anlaşma sonucunda belirlenen sınırlara göre bölünmüş durumdadır.

20 Eylül 2017 Çarşamba

SOVYET SOSYALİST CUMHURİYETLER BİRLİĞİ – ÇALIŞMA HAKKININ GERÇEKLEŞTİRİLDİĞİ VE İŞSİZLİĞİN YOK EDİLDİĞİ ÜLKE



SOVYET SOSYALİST CUMHURİYETLER BİRLİĞİ –
ÇALIŞMA HAKKININ GERÇEKLEŞTİRİLDİĞİ VE İŞSİZLİĞİN YOK EDİLDİĞİ ÜLKE

TEMEL GÖSTERGELER

(100. YILINDA BÜYÜK SOSYALİST EKİM DEVRİMİ)

5. Makale

Kapitalizmde “çalışma hakkı” bir temel insan hakkı olarak sunulmaktadır. Kimler bu talebe sahip çıkıyor, gerçekleşmesi için mücadele ediyor veya etmiş diye sorduğumuzda karşımıza küçük burjuva çevreler ve sosyal demokratlar; sosyal demokrasinin etkisi altında olan sendikalar çıkmaktadır. İlk bakışta tamamen doğru bir talep olarak gözüküyor. Hele kitlesel işsizliğin yaygın olduğu günümüzde işsizlik bağlamında bu talepten daha doğru başka talep de olamaz! Sosyal demokrat ve revizyonist anlayışa göre bu talep, milyonlarca insanın var oluşunun teminatı olarak algılanıyor; öyle ki diğer bütün temel hakların gerçekleşmesi için ön koşul olarak görülüyor. Gerçekten de insanca bir yaşam için çalışmak her insanın hakkı olmalıdır. Engels'in dediği gibi insanı insan yapan; hayvanlar aleminden ayrılmamızı sağlayan iş/çalışmak değil miydi? Öyle ki, çalışmak insanın gelişmesi için temel öneme sahip olduğu için “çalışma hakkı” BM-İnsan Hakları Açıklamasına da alınmıştı. Bu açıklamanın 23. maddesinde şöyle denir: “Her insan çalışma, meslek seçimi özgürlüğü, uygun ve tatmin edici çalışma koşulları ve işsizliğe karşı korunma hakkına sahip olmalıdır”.

5 Eylül 2017 Salı

“HIYAR” SENSİN!


HIYAR” SENSİN!

Biraz geçikti, ama olsun. Kimin “hıyar” olduğunu bilmek gerekir.
Lüleburgaz'da düzenlenen “Çınaraltı Sohbetleri” etkinliğe (16 Ağustos 2017) katılan İlber Ortaylı haddini aşan açıklamalar yaptı. Bu etkinlikte Ortaylı “Azerbaycan'lı başka, Azeri başka. Türkler arasında Azeri diye bir millet yoktur. Komünist şairler bile 'Türk kızları' diye yazar. Bunu Stalin hıyarı çıkardı. Stalin cahil bir Gürcü'dür, milliyetlerden anlamaz, felaket bir heriftir” demiş. Bu açıklamasıyla da bizzat kendisinin “hıyar” olduğunu göstermiştir. “Hıyar”, “cahil” diye tanımlamaya çalıştığı kişinin hiç de “hıyar”, “cahil” olmadığını Ortaylı pekala bilir. Ama hakim burjuva zihniyete hizmette kusur etmemek için tarihi yanlış okumaktan geri kalmamıştır.

26 Mayıs 2015 Salı

8 MAYIS 1945 SOSYALİZMİN ZAFERİDİR - II. DÜNYA SAVAŞINI SONLANDIRAN SOSYALİZMDİR


 
8 MAYIS 1945 SOSYALİZMİN ZAFERİDİR -
II. DÜNYA SAVAŞINI SONLANDIRAN SOSYALİZMDİR


(Geçikmiş bir yazı)

Faşizme karşı dünya tarihinin en büyük zaferi karşısında sergilenen duyarsızlık oldukça düşündürücüdür. Bir taraftan burjuva anti-faşizmi, diğer taraftan bu anti-faşizmi de kapsamına alan modern anti-komünizm bütün olanaklarını kullanarak faşizme diz çöktüren sosyalizmin bu zaferini resmen ve düpedüz çalmak, çarpıtmak ve tekelci sermayenin çıkarlarına koşmak istiyor. Bir taraftan modern anti-komünizm, diğer taraftan bu zaferi sahiplenmesi gereken güçlerin duyarsızlığı...

NEREDEN NEREYE - VİETNAM


NEREDEN NEREYE - VİETNAM

(Gecikmiş bir yazı)

40 sene önce, 1 Mayıs 1975'te Güney Vietnam gerici rejimi teslim olmuş, sömürgeciliğe, emperyalist işgale karşı sürdürülen ulusal kurtuluş mücadelesi zaferle sonuçlanmıştı. Vietnam halkının dünyaca tanınmış seçkin önderi “Ho Amca”nın -Ho Şi Minh'in vizyonu gerçekleşmişti. “Ho Amca”nın şu düşüncesi hala yol göstermektedir: “Ülkemiz, kahraman mücadelede iki büyük emperyalist gücü, Fransız ve Amerikan (emperyalizmini) yenmenin ve ulusal kurtuluş hareketine değerli katkı sağlamanın mükemmel onuruna sahip olacaktır”.

20 Eylül 2014 Cumartesi

IŞİD – YARATILAN CANAVAR



IŞİD – YARATILAN CANAVAR
CİN ŞİŞEDEN ÇIKTI”

4-5 Eylülde Cardiff'te (Galler) gerçekleştirilen NATO zirvesinin gündeminde esasen iki konu vardı. Birisi Ukrayna ve ikincisi de IŞİD eksenli olmak üzere Ortadoğu’ydu. Ukrayna üzerine konuşuldu ve bir biçimde NATO'nun Doğuya yönelişi, bu bağlamda yeni stratejisi resmi olmasa da yeniden belirlenmiş oldu. Ama zirvede esas konu IŞİD bağlamında Ortadoğu'ydu.

23 Ağustos 2014 Cumartesi

TROÇKİ VE TROÇKİSTLERİN ÇIKMAZI



DÜŞTÜYSEK KALKARIZ, DAHA ÖLMEDİK YA!”
TROÇKİ
24 AYAR” ANTİ-KOMÜNİSTİN HİKAYESİ


Makale 15

TROÇKİ VE TROÇKİSTLERİN ÇIKMAZI


SSCB Troçkistleri bölüyor
24 ayar” “baş kişi” Troçki!

Mayıs 1951'de Troçki'nin eşi Natalie Trotzki “IV. Enternasyonal”e meydan okuyan bir açıklama yapar. Bu açıklamasında SSCB'ni ve II. Dünya Savaşı sorasında Orta ve Doğu Avrupa'da yeni kurulmuş olan anti-faşist demokratik cumhuriyetleri (“halk demokrasisi” ülkeleri) kastederek bu ”Stalinist devletler”in hala “işçi devleti” olarak tanımlanmasına devam edilmesinin yanlış olduğunu dile getirir. Natalie Trotzki bu sorundan dolayı “IV. Enternasyonal”i terk eder. Ona göre “Stalinist devletler”i yozlaşmış da olsa “işçi devleti” olarak tanımlamak bu ülkelerde “Stalinist bürokrasi”ye ilericilik atfetmek, hatta devrimci demek anlamına gelir. Hele hele olası bir III. Dünya Savaşında “IV. Enternasyonal”in, başta SSCB olmak üzere bu devletleri uluslararası işçi hareketiyle destekleme anlayışı hiç kabul edilemez görüşündedir. ABD'de “Sosyalist İşçi Partisi”nin (Socialist Workers Party – SWP) yaptığı açıklamasında Troçki'nin düşüncelerinin “IV. Enternasyonal” tarafından savunulduğunu dile getirmesi kendisine çok dokunur. Bayan Troçki'ye göre Troçki yaşamış olsaydı Stalin'in sosyalist anavatandan geriye hiçbir şey bırakmadığını görecekti ve “işçi devleti” kavramını ağzına bile almayacaktı.

13 Şubat 2012 Pazartesi

ÇİN DEVRİMİNİN VE TOPLUMUNUN SINIFSAL KARAKTERİ (I)


 
Bir ülke üzerine değerlendirme yapabilmek için kullanılan yöntem belirleyici öneme sahiptir.
Çin Halk Cumhuriyeti nasıl bir ülkedir, Çin deneyleri sosyalizm açısından nedir ne değildir sorusuna cevap verebilmek ve bu ülke üzerine materyalist bir değerlendirme yapabilmek için belli kıstaslardan hareket etmek gerekir. Bu yazıda a) bu ülkede devrimin karakteri; b) mülkiyetin karakteri; c) sınıflar; d) siyasi-ekonomik yapı ve e) iktidarın biçimi kıstas olarak alındı.
2005'te hazırlanan bu yazıda, şimdilerde Amerikan emperyalizmine karşı dünya hakimiyeti için rekabet eden, bazılarına göre hala “sosyalist” olan sosyal emperyalist Çin'in son dönem tarihi ele alınıyor.

I-PARTİNİN KARAKTERİ ÜZERİNE (1919-1949)

Çin Komünist Partisi (ÇKP), Marksist-Leninist tipte bir parti olarak kurulmuştu. 1920’de Pekin’de Şanghay’da, Hunan’da, Guançou’da, Hubay’da, Santung’da ve başka yerlerde oluşan ilk komünist gruplar, Temmuz 1921’de Şanghay’da toplanarak ÇKP’yi kurmuşlardı. ÇKP’nin kurulmasında Lenin önderliğinde Bolşevik Partinin ve Komintern’nin önemli katkıları olmuştur. I. Kongresinde 13 delege 53 üyeyi temsil ediyordu. Kabul edilen parti programı, burjuvazinin devrilmesini, sosyalist devrimi, proletarya diktatörlüğünü ön görüyordu.

1 Kasım 2009 Pazar

EKİM DEVRİMİNİN 92. YILDÖNÜMÜNDE KAPİTALİZM VE SOSYALİZM


EKİM DEVRİMİNİN 92. YILDÖNÜMÜNDE KAPİTALİZM VE SOSYALİZM

Yaşanan ekonomik kriz, 1929-32 dünya krizini çağrıştıracak derecede ağır. 1929 krizi denince akla ister istemez sosyalizm; Sovyetler Birliğin'de (SB) sosyalizmin inşası geliyor. Ekim Devriminin 92. yıl dönümünde 1929 krizini ve yaşanan krizi ve SB'de sosyalizmin inşasını göz önünde tutarak her iki sistemi bazı noktalarda karşılaştıralım dedik. Bakalım hangi sonuçlara varacağız.

1 Nisan 2009 Çarşamba

SİYONİZMİN DEVLET İDEOLOJİSİ OLARAK GELİŞMESİ



Eser kalmadı çölde bizden, çölün kendine sakladığından gayri” 
 (Mahmud Derviş)


Filistin’de devlet kuracak kadar bir Yahudi nüfus yoktu ve bunun ötesinde bir kaç bin sene önce yaşamış oldukları topraklara geri dönme hakkını nasıl temellendireceklerdi? İnandırıcı olmak için bu soruya cevap verilmeliydi ve cevap, tarihin çarpıtılmasıyla; gizemselleştirilmesiyle verildi. Siyonizme göre Yahudiler, bir zamanlar yaşadıkları topraklara dönebilirler, orayı vatan olarak görebilirler. Çünkü Yahudi tarihi, “tamamen kendine özgüdür, “bütün tarihsel yasalarla çelişki içindedir” (Bkz: Abba Eban; “Dies ist mein Volk. Die Geschichte der Juden”, s. 9, Zürih 1970). İstisnai, kendine özgü bir durum denmese tarih anakronik -çağ dışı- taleplerle dolup taşardı: Tarihin tekerleği geriye doğru çevrilirdi; örneğin Türkler, Anadolu’dan kovulur, Orta Asya’ya sürülürdü. Kürtler, kabile olarak geldikleri yerlere sürülürdü vs. vs. veya Türkler, bugün faşist diktatörlüğün jeopolitikasının; jeostratejisinin (Adriyatik'ten Çin Seddi'ne kadar) dışında kalan ve Osmanlılar tarafından ilhak edilen Arap ülkelerini, Kuzey Afrika’yı, Hindistan’ı talep edebilirler. Anlayışlarının böyle bir saçmalığa yol açacağını gören siyonistleri, kurtuluşu, bizim tarihimiz hiç kimsenin tarihine benzemez, bir istisnadır, tamamen kendine özgüdür anlayışında buldular.

Siyonizm kavramını Nathan Birnbaum, 19. yüzyılın sonlarına doğru “Yahudi Sorununun Çözümü İçin Araç Olarak Kendi Ülkesinde Yahudi Halkın Ulusal Yeniden Doğuşu” yazısında işlemiştir. Moses Hess (1812-1875), Leo Pinsker (1821-1891) ve Theodar Herzl (1860-1904) Siyonizmin teorik geliştirilmesine önemli katkıları olanların başında gelirler.

25 Mayıs 2007 Cuma

AB-Rusya Arasındaki Düello!


 
Bu toplantının başarılı olmayacağı önceden belliydi. Taraflar toplantıya adeta kılıçları kuşanarak gelmişlerdi. Herhangi bir durumun birikmiş sorunların; aralarındaki emperyalist rekabetin dile getirilmesinin vesilesi olacağı biliniyordu ve öyle de oldu. A. Merkel ve W. Putin, insan hakları, gösteri özgürlüğü konusunda yüzsüzlüklerini sergilemede birbirleriyle yarıştılar. Hele Merkel, Almanya’nın G8 toplantısı öncesinde evleri basan, “potansiyel terörist” diye insanları tutuklayan, toplantı alanının fethedilemez kaleye çeviren uygulamaları bilinirken, demokrasi havarisi kesilmesi, iki yüzlülükte “çukur” olmanın açık ifadesiydi. Samara’daki (Rusya) toplantıda Rusya Devlet Başkanı W. Putin, AB adına J. M. Barroso ve AB dönem başkanı ve Almanya Başbakanı A. Merkel arasındaki karşılıklı hakaret boyutlarına varan söz düellosu taraflar arasındaki ilişkilerin hangi düzeyde olduğunu göstermektedir.

Rusya ile AB arasında Samara’da 18 Mayısta gerçekleştirilen zirvede AB, umduğunu bulamadı. Ötesinde bu toplantıda Putin, Rus emperyalizminin neye muktedir olduğunu AB’ye gösterdi. AB ile Rusya arasındaki mevcut çelişkiler ve Rusya karşısında tavır konusunda AB-içi çelişkiler, AB ile Rusya arasındaki çelişkilerin kapsamlaşmasına ve derinleşmesine neden olmaktadır. Toplantı sürecinde diplomasi boyutlarını aşan söz düellosu bunu göstermektedir.

AB’nin Rusya karşısından bütünlüklü bir duruşundan da bahsedilemez. 2004’de AB üyesi olan doğu Avrupa ülkeleri, Rusya karşısından düşman tavırlarını gizleme gereği bile duymuyorlar. Bu ülkeler, Rusya’nın kendilerine karşı uyguladığı politikaya tepki gösteriyorlar ve aynı zamanda AB politikasını belirlemede önemli rolü olan Almanya’nın, AB’nin Rusya politikasını kendi çıkarına göre yönlendirmesinden de oldukça rahatsız oluyorlar ve bu politikadan Almanya’nın yararlandığını da dillendiriyorlar.

Rusya, Sovyetler Birliği’ne bağımlı olan şimdiki AB ve NATO üyesi orta ve doğu Avrupa ülkelerini, kendi hâkimiyet alanı içinde görmekte ve bu ülkelerin ABD ve AB ile ilişkilerini Rusya’yı çembere alma politikasının bir parçası olarak değerlendirmektedir. Buna bağlı olarak Rusya’nın ABD ve AB karşısındaki saldırgan politikasında ABD’nin, Polonya ve Çek Cumhuriyeti’nde konuşlandırmayı planladığı ve bu ülkelerin de kabul ettiği füze sistemi planı önemli bir rol oynamaktadır. AB içinde Almanya ve Fransa, ABD’nin bu planı karşısında homurdanırken, AB’nin ve NATO’nun orta Avrupa’daki yeni üyelerinin Amerikan militarizmine bağımlılığı AB açısından tahammül sınırlarını zorlayacak boyutlara vardı. Açık ki, Rusya ile AB arasındaki mevcut çelişkilerin ötesinde ABD-Rusya arasındaki füze sistemi, AB ile Rusya arasındaki çelişkilerin daha da derinleşmesine neden oldu ve AB, kendini ABD ile Rusya arasındaki cephenin ortasında buldu.

Rusya, AB’nin ve ABD’nin enerji politikasına en büyük darbeyi Rusya-Kazakistan ve Türkmenistan arasında Rusya enerji ağına bağlanan petrol ve gaz boru hattı anlaşmasını imzalamakla vurdu. Böylece Hazar Havzası enerji kaynaklarını kontrol etmek isteyen ve bu enerjinin Rusya topraklarını dışlayan hatlarla dünya pazarlarına sevk etmek için çaba harcayan ABD ve AB büyük bir yenilgi aldı.

Almanya, kendi AB-Başkanlığı döneminde Rusya ile Ortaklık ve İşbirliği Anlaşmasını yenilemenin temellerini bu zirvede atmayı planlamaktaydı. Her iki taraf arasındaki ekonomik ilişkilerin boyutları göz önünde tutulursa, on seneden beri Rusya ile AB arasındaki siyasi ve ekonomik ilişkileri düzenleyen bu anlaşmanın yenilenmesinin AB açısından ne denli önemli olduğu görülür. Rusya, ihracatının yarısını AB ile yapıyor ve AB de petrol ve gaz ihtiyacının yüzde 25’ini Rusya’dan temin ediyor.

Her şeye rağmen Putin ve Merkel, AB ve Rusya arasındaki stratejik Ortaklık Anlaşmasını kapsamlaştırmaktan yana olduklarını dile getirdiler. Öyle ki, Merkel, “Rusya ile “stratejik işbirliği konusunda çok büyük bir uyumluluk” içinde olduklarını ve toplantıda her şeyi açıkça konuşmanın “büyük bir değer” olduğunu açıkladı. Bu sözler, ‘birbirimize söyleyeceğimizi söyledik, şimdi biraz soluk alalım’dan başka bir anlam taşımamaktadır. Çünkü AB ile Rusya arasındaki sorunlar, Ortaklık Anlaşması ilişkileri sürecinde oluşan ve tartışmalarla giderilecek boyutta olan sorunlar değil. Bu sorunlar, rekabet eden emperyalist ülkeler; ABD-AB-Rusya arasındaki çelişkilerin açık ifadesidir. Samara toplantısında da görüldüğü gibi, bunlar artık üstü diplomasi diliyle de örtülemeyecek sorunlardır. 

18 Nisan 2006 Salı

SENARYO AYNI



İran’a saldırmak için Amerikan emperyalizmi, Afganistan’a ve Irak’a saldırı nedeni için öne sürdüğü demagojileri yineliyor. Emperyalist ülkelerin gizli servislerinin ürettikleri “kanıtlar”, güya bağımsız medya tarafından yorumlanıyor. Medyanın yanı sıra devreye BM ve Atom Enerjisi Kurumu giriyor. Devreye önde gelen başka emperyalist ülkeler giriyorlar. Rusya, Çin ve AB sorunun görüşmelerle sonuçlandırılmasını talep ediyorlar, ama İran, görüşünde ısrarlı olunca ABD’nin yanında yer alıyorlar.

İran’a saldırmak için Amerikan emperyalizminin son birkaç ay içinde müttefik kazanma taktiğinde başarısız olduğu söylenemez. Hemen bütün emperyalist ülkeler, İran’ın nükleer enerji değil, nükleer silah üretmek çabası içinde olduğunda birleşiyorlar. Artık İran’ın bu alandaki faaliyetini bütün dünyanın gözü önünde sürdürmesinin ve uluslararası kontrole açık olmasının da hiçbir anlamı kalmadı.
Anlaşılan o ki, Amerikan emperyalizmi İran’a saldırıya çoktan karar vermiş ve planlarını hazırlamış. Şimdi savaş nedeni konusunda dünya kamuoyunu ikna etmeye ve savaş psikolojisi oluşturmaya çalışmaktadır.

Savaş isteyenlerin ve savaş karşıtlarının yanı sıra bir de İran’a saldırının „saçmalık“ olduğunu savunanlar var. Bu zavallı liberaller, sosyal demokrat partilerde, sendikalarda, barış hareketinde, sosyal forumlarda güçlüler. Bunlar dünya düzeninin istikrarı bozulmasın diye savaşa karşılar. Bunlara göre mevcut dünya düzeni, bir istikrardır ve bu istikrar bozulmamalıdır.

Bu çevreler, Irak savaşından önce de aynı savlarla hareket etmişlerdi. Savaş patlak verdikten sonra da ortalıkta görünmez oldular. Şimdi yeniden meydana çıktılar ve bu sefer de İran’a karşı savaşı engelleme adı altında savaşın saçmalığından bahsediyorlar. Bunlara göre İran’a saldırı, Amerikan emperyalizminin “akılcı olmayan” politikasının bir sonucudur. Savaşın sorumlusu Bush’dur, Amerikan yönetimidir. Bu pasifist çevreler, emperyalizmde savaşın nedenini, Amerikan emperyalizmi açısından Afganistan, Irak savaşlarının ve İran’a saldırının ekonomik ve siyasal itici güçlerinin ne olduğunu anlamaktan oldukça uzaktırlar.

Amerikan emperyalizmi, dünya hakimiyeti planını gizlemiyor; dünya hegemonyası için oluşturduğu jeopolitikaları uygulamaya çalışıyor. Revizyonist Blokun çökmesinden ve sosyal emperyalist Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra tek süper güç olarak kalan Amerikan emperyalizmi, II. Dünya Savaşı sonrasında kurduğu hegemonyasını kapsamlaştırarak devam ettirmeye yönelmiştir. Yeni güçlerin gelişeceğini ve hegemonyasını tehdit edeceğini bilen ABD, en azından 21. yüzyılın yarısına kadar dünya hegemonyasını devam ettirmesine hizmet edecek jeopolitika ve bunun gerçekleştirilmesi için de stratejiler oluşturmuştur. Oluşturulan jeopolitika Avrasya üzerine hakimiyettir. Bu jeopolitikanın gerçekleştirilmesi için en önemli stratejik doktrinlerden birisi de bölgesel ve “küresel” rakiplerin gelişmesini engellemek ve böylesi güçleri stratejik önemi olan alanlardan, bölgelerden, ülkelerden uzak tutmaktır. Bunda başarılı olunamıyorsa rakiplerin, saldırıya ve savaşa en azından ortak edilmesi istenmektedir.

Afganistan’ın, İran’ın, Irak’ın, Suriye’nin „serseri devletler“ ilan edilmesi tesadüfi değildir. Bu devletler Avrasya alanının kıyısında ve Ortadoğu’da bulunmaktalar. Yani mutlaka işgal edilmesi gereken alanlarda. Hammadde kaynaklarının kontrolü ve dünya hakimiyeti için bu alanların mutlaka ve mutlaka işgal edilmesi gerektiği konusunda önde gelen bütün emperyalist ülkeler görüş birliğindeler. Tabii bunların her birisi işgale kendi çıkarları açısından bakıyorlar.

Sorun sadece ve sadece petrol sorunu da değildir. Petrol sadece bir nedendir. Diğer neden ise dünya hakimiyeti için stratejik önemdir. Yani hammadde zenginliği ve dünya hakimiyeti jeopolitikasında sahip olunan stratejik önem, bu bölgelerdeki ülkeleri işgal etmenin esas nedenleridir.
İran, hem petrol ve doğalgaz zengini bir ülkedir hem de stratejik öneme sahiptir.

Brezezinki’nin “Avrasya jeopolitikası”nın bir açılımı olan 2000 yılından kalma “Cheney Raporu”na göre Ortadoğu ve Afrika’nın batı kıyısı, yani bugün “Genişletilmiş Büyük Ortadoğu Projesi” kapsamına giren alanlar, stratejik öneme sahiptir ve 2015 yılına kadar Amerikan hegemonyası altına alınmalıdır. Amerikan emperyalizmi bu alanı kontrolü altına alarak, AB, Rusya, Çin ve muhtemele de Hindistan gibi rakiplerini bu stratejik alandan ve bu alanın zenginliklerinden uzak tutacağının hesabını yapmaktadır.

Amerikan emperyalizmi, üstün konumunu kullanarak hakimiyet alanı olarak gördüğü ülkelerde rejimleri kendi çıkarlarına tam hizmet edecek bir biçimde yeniden şekillendirmek istemektedir. Bunu, Ukrayna ve Gürcistan”da olduğu gibi “devrim”lerle yapamıyorsa savaşla yapıyor.

İran’a karşı savaş konusunda dünya kamuoyu, Irak’a karşı savaş öncesi bir durumla karşı karşıya kalabilir. Aynen Irak savaşı öncesinde olduğu gibi, “savaşı engelleyelim” diyen reformist ve pasifist güçler bu sefer de “savaşı engelleyelim” diye sokağa çıkacaklar ve sonra da “ne yapalım engelleyemedik” diyerek köşelerine çekilecekler ve katliamı seyredecekler. Bu güçler, Irak savaşı öncesinde ve sonrasında aynen böyle hareket ettiler. Bu gerçek göz önünde tutularak İran’a karşı olası savaş konusunda devrimci güçlerin ikili bir görevi olduğunu vurgulamalıyız. Birincisi, bu pasifsit güçlerden bağımsız olarak kendi güçlerini antiemperyalist mücadelede, somutta da olası savaşa karşı mücadelede ortaklaştırarak örgütlemek. İkincisi ise pasifist hareketin önderliğine değil, tabanına hitap ederek onları emperyalist işgale ve tehdide karşı mücadeleye de çekmek. Pasifist önder güçlerin emperyalist savaşa karşı mücadeleyi emperyalist işgale ve tehdide karşı mücadeleden ayırmalarına şiddetle karşı çıkılmadan bu üçlerin etkisi kolay kolay kırılamaz.

29 Aralık 2002 Pazar

30 ARALIK 1922’DEN 30 ARALIK 1991’E SSCB


 
80 yıl önce Sovyetlerin I. Birlik Kongresinde Sosyalist Sovyet Cumhuriyetleri Birliği kuruldu. Sosyalist Sovyet Cumhuriyetleri Birliği; ekonomik ve sosyal ilişkilerin radikal altüst edilmesi üzerinde şekillenmiş olan bu cumhuriyet, sosyalist cumhuriyet olarak Kruşçev modern revizyonistlerinin XX. Parti kongresinde siyasi iktidarı gasp etmelerinden sonra yıkıldı. Ama aynı isim altında varlığını 1991’e kadar sürdürdü. 1991’de de tamamen dağıldı. Böylece 30 Aralık 1922’de toplanan Sovyetlerin I. Birlik Kongresinde kurulan sosyalist devlet, tam 69 yıl sonra 30 Aralık 1991’de sosyal emperyalist bir devlet olarak yıkıldı. Büyük Ekim Devriminin, dünyayı değiştiren düşüncelerin pratiği olarak kurulan bu sosyalist devlet, revizyonist şeflerin Alma-Ata’daki içki sofrasında dağıtıldı. Kuranlar ve dağıtanlar iki ayrı sınıfın temsilcileriydiler. Birbirine düşman, birbiriyle antagonist çelişki içinde olan iki ayrı sınıf.

O tarihsel döneme dönelim. Rus Sosyalist Federatif Sovyet Cumhuriyeti, Ukrayna Sosyalist Sovyet Cumhuriyeti ve Transkafkasya Sosyalist Federatif Sovyet Cumhuriyeti SSCB’nin kurucu üyeleriydi. Devlet oluşumu, Lenin’in eşit haklara sahip cumhuriyetlerin birliği anlayışı temelinde gerçekleştirilmişti. 1924 Anayasasına (II. Birlik Kongresi, Mart 1924) göre devlet, eşit haklara sahip ulusların ortak devletiydi ve bu devletin örgütlenme ilkesi demokratik merkeziyetçiliğe dayanıyordu. Cumhuriyetler, Birlik’ten ayrılma hakkına sahiptiler. Büyük Ekim Devrimi, Çarlık Rusya'sının bütün uluslarına kendi kaderlerini tayin hakkını ve dolayısıyla ayrılarak bağımsız devlet kurma hakkını vermişti. Bu hak, devrimci bir tarzda kullanıldı ve böylece eşit haklara sahip çok uluslu sosyalist devlet kuruldu.
SSCB, burjuva ulustan sosyalist ulusa, kapitalist düzenden sosyalist düzene geçişin ifadesiydi. Bunun ötesinde Orta Asya’nın Kazak, Türkmen, Tacik,Özbek, Kırgız gibi halkları, kapitalizmden de geri koşullardan sosyalist ilişkilere geçme ve sosyalist uluslara dönüşme olanağını bulmuşlardı.
Sovyetler Birliği kavramında özgün olan, onun bir birlik olması değildi. Özgün olan, onun sovyetik olmasıydı. Sovyetik olmak, ulusal olmanın ötesinde bir kategoridir, sosyal, toplumsal içerikli bir kategoridir. İnsanlık tarihinde ilk defa bir devlet, kendini toplum düzeninin karakterine göre tanımlıyordu.
Sovyet, kelime anlamıyla şura demektir. Burjuvazinin de kullandığı bir tanımlama. Ama Rusya’da şura, devrimci tarzda doğmuştur. Devrimci mücadelenin bir ürünüdür. Sovyet, 1905-1907 devrimi sürecinde ayaklanmanın devrimci organı olarak doğmuştu. Sovyet kavramını bilinçli olarak geliştiren, şekillendiren, ona içerik veren de Bolşevik partiydi. 1917 Şubat devriminde sonra Sovyetler, Geçici Hükümetle siyasi iktidar mücadelesi içindeydi. Ekim Devrimi, „Bütün İktidarı“ Sovyetlerde topladı.
Lenin ve Stalin önderliğinde Bolşevik Parti, iktidar organları olarak Sovyetleri, burjuva kuvvetler ayrılığının ortadan kaldırılması, bütün iktidarın tek elde; Sovyetlerde toplanması ve temsilcilerinin de her zaman görevden alınır olması şeklinde düşünmekteydi. Öyle de yapıldı. Sovyet devleti, sosyalist devlet olarak adım adım geliştirildi. Sovyetler Birliği’nde sosyalizm çetin iç mücadeleler sonucunda kuruldu.
1956’da Kruşçev modern revizyonistlerinin siyasi iktidarı gasp etmeleriyle (XX. Parti Kongresi) Sovyetler Birliği’nde iktidar değişimi gerçekleşmiş ve geriye dönüşün, kapitalizmin yeniden inşasının yolu açılmıştı. İşçi sınıfı iktidarının; proletarya diktatörlüğünün revizyonistlerin eline geçmesi, bu ülkede sosyalist yapının yıkılması, sosyalist değerlerin ayaklar altına alınması anlamına gelmekteydi. Tabii ki bu dönüşüm bugünden yarına olmamıştır, ama iktidarın el değiştirmesi dönüşümün yolunu açmış ve sosyalist Sovyetler Birliği, birkaç sene içinde proletarya diktatörlüğünün yıkımı üzerine kurulmuş bir devlete dönüştürülmüştür.

1956-1991 arasında Sovyet devletinin, Lenin ve Stalin’in anlayışları ile hiçbir ilişkisi yoktur. 1956 sonrasının Sovyet devleti, sosyalizmi yıkan, şovenizmi geliştiren, Sovyet Ülkesi uluslarını ve halklarını yeniden Rus şovenizmi altında ezen, sömürüyü yasallaştıran, başka ülkeleri işgal eden bir devlete dönüşmüştür.
Süreç içinde sosyal emperyalistleşen Sovyetler Birliği, sosyalizmi tabela olarak kullanmaktan da geri kalmamıştır. 1991’e gelindiğinde bu devlet, kendi çelişkilerinin sonucu olarak dağılmıştır.

Böylece 30 Aralık 1922’de toplanan Sovyetlerin I. Birlik Kongresinde kurulan proletarya diktatörlüğü, sosyalist devlet, 1956’da siyasi iktidarın sınıfsal yapısındaki niteliksel değişimden dolayı tam 69 yıl sonra 30 Aralık 1991’de bürokratik burjuva/revizyonist diktatörlük, sosyal emperyalist bir devlet olarak yıkıldı.

14 Temmuz 2002 Pazar

1001 DÜŞMANLI AFGANİSTAN!



Afganistan Başkan yardımcısı Abdul Kadir’in öldürülmesi, Taliban’a karşı savaşın askeri olarak kazanıldığını, ama savaşın henüz sonuçlanmadığını bir kez daha göstermiştir. Aşiretler ve etnikler mozaiği Afganistan’da “ulusal” çaplı siyasetçilerin ve komutanların ortadan kaldırılması pek zor bir iş değil. “Kuzey İttifakı”nın önde gelen komutanlarından Tacik asıllı Mesud’un öldürülmesi ve bu yılın Şubat ayında Afganistan Turizm Bakanının havaalanında linç edilmesi buna birer örnektir.

Amerikan emperyalizmi önderliğinde emperyalist ittifak, “Kuzey İttifakı”nın da doğrudan katkısıyla Taliban rejimini devirdi. Bu anlamda Afganistan Savaşı askeri olarak kazanılmış oldu. Afganistan, şimdilik emperyalist koalisyonun kontrolü altında. Ama Afganistan’da ve Afganistan üzerinde mücadele/savaş değişik biçim ve yoğunlukta devam etmektedir.

Afgan “ulusal” meclisi Loya Jirga’nın oluşumu ve toplanması bu ülkede ulusal birliğin olmadığını, ülke bütünlüğünün feodal ve etnik yapıları arasında dengenin sağlanmasıyla ancak sağlanabileceğini göstermiştir. Henüz kapitalist uluslaşma sürecinde dahi olmayan bir ülkede “ulusal bütünlüğün” etnik ve feodal güçler dengesi göz önünde tutularak sağlanıyor olması, sadece, toplumsal durumun nesnelliğini ifade eder.

Afganistan’ın son birkaç on yıllık tarihine baktığımızda bu nesnelliği görürüz. Sovyet istilasına karşı savaşanlar, Afganistan’ın ulusal birliğini ve ulusal kurtuluşu için savaşmamışlardı. Çıkarları zedelendiği için esas düşmana; bu zedelenmenin nedeni olan güce karşı birleşmişlerdi. Sovyetler Birliği’nin çekilmesinden –daha doğrusu zorlu mücadele ile ülkeden kovulmasından- sonra etnik yapılar ve feodal güçler arasında yıllarca devam eden kanlı çatışmalar, Taliban rejiminin kurulmasıyla zora dayanan kontrol altına alınmıştı. 11 Eylül saldırısını bahane eden Amerikan emperyalizmi, Avrasya jeopolitikasında çok önemli stratejik bir konuma sahip olan Afganistan’a saldırmakta ve bu ülkeyi işgal etmekte gecikmedi. Bu savaşı da destekleyen ve desteklemeyen etnik yapılar ve feodal güçler vardı/var.

Loya Jirga’da siyasi güçler dağılımında temel ilke, bütün etnik yapıların ve feodal güçlerin nüfuzuna göre memnun edilmeleriydi. Bu meclisteki yetki dağılımında memnun olan etnik yapılar ve feodal güçlerin yanı sıra memnun olmayan, ama yoğun Amerikan, Türkiye (örneğin Özbekler üzerinde) baskısı ve tehdidiyle şimdilik sesini çıkartmayanlar da var.

Ulusal” hükümet; Karzai önderliğindeki Afganistan hükümeti, işgal güçlerinin varlığından dolayı hükümet olarak var. Bu hükümetin siyasi nüfuzunun Kabil dışında geçerli olduğunu söylemek olası değildir. Afganistan’da her etnik grubun, her aşiretin önderi bir savaş ağasıdır. Kendi “meclis”lerinde Afganistan’ın değil, kendi çıkarlarını esas alan kararlar alırlar ve uygularlar. Afganistan’ın esas yönetim bu güçlerin elindedir. Çıkarlarının zedelendiğini gören veya sanan her savaş ağası, savaş başlatabilir.

Sorun, etnik grupların ve feodal güçlerin çıkarlarının ön plana çıkartılması olduğu için bu ülkede merkezi hükümetin ve yerel savaş ağalarının 1001 düşmanı vardır. Hangi güçlerin, hangi biçimde niçin birlikte hareket edecekleri ile “ulusal” çıkarlar arasında hiçbir ilişki yoktur.

Son gelişmeler, özellikle Amerikan uçaklarının bir köyü bombalamasından (48 ölü, 170 yaralı, Urusgan eyaleti, Kakarak köyü) ve Başkan yardımcısının Kabil’de öldürülmesinden sonra bölge valisi statüsünde olan ve de olmayan savaş ağaları, kendi yerel askeri güçlerini güçlendirmeye yöneldiler. Bunların hiçbirisi, hakimiyet bölgelerini terk etmiyorlar.

Bu gelişmeler Amerikan varlığına karşı tepkilere neden oluyor ve işgalci güçlere karşı güvensizliği arttırıyor. Geçen Perşembe günü Amerikan işgaline/varlığına karşı tepkisini dile getirmek isteyen 200 Afgan Kabil’de gösteri yaptı. Amerikan Askerlerine karşı ilk saldırı Urusgan eyaletinde gerçekleştirildi. İşgalcilerin varlığı Afgan halkının tepkisine neden oluyor. Bu tepkinin gerçekten ulusal düşünebilen, gerçekten demokratik ve antiemperyalist güçler tarafından örgütlenmesi Afganistan’da ulusal ve antiempeeryalist demokratik devrimin örgütlenmesi anlamına gelecektir.

Böyle bir gelişmenin olasılığını gören Amerikan emperyalizmi, savaş ağalarını yumuşatma ve askeri varlığını, tepki çekmeyecek biçimde yeniden örgütleme çabası içinde. ABD, askeri varlığıyla merkezi hükümete yardımcı olmak istediğini, Afgan güçlerini de katarak Taliban güçlerine karşı nokta operasyonları düzenleyeceğini, ama Afganistan’ı terk etmeyeceğini açıklıyor. Yani ABD, 7000 mevcutlu askeri gücüyle Afganistan’da kalacak, askeri operasyonların sorumluluğunu Afgan güçleriyle paylaşacak, işgalci güç sorumluluğunu, komutanlığı Türkiye’de olduğu için, görünüşte hiç taşımayacak. Yerel savaş ağalarıyla anlaşmaya çalışacak, onların merkezi hükümete angaje olmalarını sağlayacak ve Orta Asya ülkelerinde konuşlandırdığı askeri güçleriyle ve dünya hegemonyası iddialı diğer güçlerin (örneği Rusya ve Çin) bölgedeki faaliyetlerini kontrol edecek.
Bu plan Amerikan emperyalizminin Balkanlarda uyguladığı tahakküm planıdır.

28 Aralık 2001 Cuma

BÜYÜK OYUNUN AFGANISTAN PERDESI


 
11 Eylül saldırısı, Amerikan emperyalizminin bir taşla birkaç kuş vurması için vesile oldu.
"Uluslararası terörizme karşı yeni savaş" bir şekilde başlatılmalıydı. 11 Eylül bu savaşın başlatılmasına vesile oldu. İnsanı hayrete düşürecek bir hızla bütün emperyalist ülkeler, neredeyse bütün bağımlı ülkelerin hükümetleriyle bu "yeni savaş"ı başlatmak için anlaştılar. 
 
W. Bush'un "Yeni Savaş"ı, bütün dünyaya karşı sürekli, uzun yıllar sürecek olan bir savaş ilanından başka bir anlam taşımıyordu. Bu, önde gelen emperyalist ülkelerin, bütün dünyada bütün araçları kullanarak istenmeyen rejimlere, ulusal ve sosyal kurtuluş mücadelelerine karşı savaşıydı.

Son dönemlerde, daha doğrusu 11 Eylülden bu yana bütün Orta ve Yakındoğu NATO'nun yığınak bölgesine dönüştürüldü. 7 Ekimde Afganistan'a karşı başlatılan emperyalist saldırı, Taliban rejiminin devrilmesine rağmen hala devam ediyor. Bugün gelinen aşamada "uluslararası terörizme karşı yeni savaş"ta emperyalist ülkeler arası ittifaktan da artık pek söz edilemez. Bunun nedeni, her bir emperyalist ülkenin, terörizme karşı mücadele adı altında kendi aralarındaki çelişkileri kaçınılmaz olarak ön plana çıkarmalarıdır.

Rusya, Çin gibi emperyalist ülkeler, kendi etnik sorunlarından dolayı 11 Eylülden sonra ABD'nin yanında yer aldılar. AB ülkeleri, başta da Almanya ve İngiltere keza "uluslararası terörizme karşı yeni savaş"ta müttefikleri ABD'yi yalnız bırakmak istemediler(!). Ama her bir emperyalist ülkenin esas niyeti, bu savaşta yer alarak Amerikan emperyalizminin kendi çıkarlarını zedelemesini engellemeye çalışmak ve dünyanın yeniden paylaşımında yeni mevziler elde etmekti.

Neden Afganistan ve emperyalist ülkelerin amacı ne?
Emperyalistler arası çelişkilerin günümüzde en çok keskinleştiği üç bölgede (Balkanlar, Ortadoğu ve Kafkasya/Hazar Havzası) önde gelen emperyalist ülkeler karşı karşıya geliyorlar. Genellikle ortak hareket eden bu ülkeler, aslında kendi çıkarlarını ifade etmenin peşindeler. 1991'de Irak'a ittifak kurarak saldırdılar, ama kısa zamanda çıkar çatışması ön plana çıktı. Balkanlar'da NATO+Rusya ittifakı söz konusuydu. Ama bu bölgede de nihayetinde kendi çıkarları doğrultusunda hareket ettiler. Aynı gelişmeyi Afganistan savaşında da görüyoruz. Taliban rejimine karşı ortak hareket edildi, ama bu rejim daha yıkılma sürecindeyken kendi çıkarlarını ön plana çıkardılar.

Afganistan, söylendiği kadarıyla yer altı zenginliğinin ötesinde, Avrasya jeopolitikası açısından oldukça önemli bir konuma sahiptir. Revizyonist blokun ve Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra Amerikan emperyalizmi tarafından yeniden geliştirilen Avrasya jeopolitikası, Amerikan emperyalizminin 21. yüzyıl dünya hakimiyetinin esasını oluşturur. Bu jeopolitikanın içeriği, Hazar Havzası/Orta Asya yer altı zenginliklerine, dünya pazarlarına sürmek de dahil, hakim olmaktır.

Böyle bir jeopolitikanın uygulanabilmesi bir çok faktöre bağlıdır. Her şeyden önce, bölgede gücü olan, aynı amacı güden emperyalist güçlere ve potansiyel rakiplere karşı mücadele gerekmektedir. Bölgede iddialı ve potansiyel iddialı olan ülkelerin başında ABD, Rusya, Çin, AB ülkeleri (özellikle de Almanya, İngiltere ve Fransa), Japonya, Hindistan, Türkiye, Iran ve Pakistan geliyor.

Afganistan, Orta Asya yer altı zenginliklerinin (petrol ve doğal gaz) dünya pazarlarına taşınmasında düşünülen geçit güzergahlarından birisi olmasının ötesinde, Amerikan emperyalizminin Avrasya jeopolitikasının gerçekleşmesi için uygulanan stratejinin önemli bir ayağını oluşturur. Orta Asya'nın güneyinde yer alan bu ülkeye yerleşmek veya onu kontrol etmek, Amerikan emperyalizmi açısından Kafkasya/Hazar Havzası'nı kuşatmada Türkiye'den sonra ikinci önemli bir üsse sahip olmak ve Rusya, Çin ve muhtemelen Hindistan gibi ülkelerin bölgedeki faaliyetlerini, olası Rusya-Çin-Hindistan yakınlaşmasını ve "Şanghay Beşlisi"nin faaliyetini yakından takip etmek anlamına gelmektedir. Afganistan bu açıdan Amerikan emperyalizmi için önemlidir.

Orta Asya'dan, Afganistan'dan kovulan Rusya, ABD'nin veya "uluslararası terörizme karşı savaş"ın safında yer alarak bölgeye yeniden yerleşme niyetinde. Bölgede bugün için Amerikan emperyalizmine karşı askeri açıdan meydan okuyabilecek yegane güç, Rus emperyalizmidir. Çin ve Japonya, şimdilik izliyor gözükmekle yetiniyorlar. AB ülkeleri, özellikle İngiltere ve Almanya, bölgede var olabilmek için ABD ile ortak hareket etmek zorundalar. Bu iki ülkenin bu bölgede tek başlarına Rusya, Çin ve ABD'ye karşı hegemonya mücadelesi sürdürecek potansiyelleri yoktur.

Emperyalist ülkeler, Balkanları "barış"a kavuşturdular- kendi aralarında paylaştılar. fiimdi sıra Orta Asya'ya geldi. 11 Eylül saldırısı, bir vesile oldu ve Orta Asya'da emperyalistler arası hegemonya çatışması silahlı biçimini Afganistan savaşında buldu.

Taliban rejiminin yıkılması ve geçici hükümetin kurulmasıyla önde gelen emperyalist ülkelerin dünya hegemonyası için mücadelelerin yeni bir boyut kazanacak; Balkanlar'da uygulanan emperyalist "barış" Afganistan'da da uygulanmaya konacak ve Amerikan emperyalizmi "uluslararası terörizme karşı yeni savaş"ını başka ülkeleri bombalayarak, işgal ederek sürdürecek. Amerikan ve dünya basınında Irak'ın işaret edilmesi, saldırının hangi ülkeye olacağını gösteriyor

21 Aralık 2000 Perşembe

ASGK-NATO VE TÜRKİYE


 
14-15 Aralıkta düzenlenen NATO Konseyinde sonuç alınamadı. Bakanlar düzeyindeki bu toplantıda AB’nin Nice zirvesi kararları sonucu, AB ile NATO arasındaki güvenlik ve işbirliği sorunlarının sonuçlandırılması ve belli bir kararın alınması bekleniyordu. Toplantı sonuçsuz kaldı, bir uzlaşma sağlanamadı. Bunun nedeni de Türkiye’nin itirazı ve diretmesiydi. En son gün ABD’nin devlet başkanı düzeyinde devreye girmesi ve Türkiye’den veto hakkını kullanmasından kaçınmasını istemesi de sonuç vermedi. Türk hükümeti, veto etmiyoruz, ancak “ulusal” çıkarlarımızdan taviz vermiyoruz açıklamasını yaptı. Veto etmekle, ulusal çıkarlardan vazgeçmem anlayışı, soruna ilişkin olarak, en fazlasıyla farklı bir diplomatik tanımlamaydı.

Türkiye ile AB’yi yeniden karşı karşıya getiren gelişme nedir? Daha ortalıkta AB yokken (1957’de Roma Anlaşmalarına göre kurulmuştur), ‘40’lı yılların sonunda Batı Avrupa Birliği (BAB), Avrupalı devletlerin güvenlik örgütü olarak şekillendirilmek amacıyla kuruldu. ABD’nin müdahalesi, NATO’nun kurulması, BAB’ın ölü doğmasına neden oldu. BAB, ABD-AB arasında çelişkilerin sertleştiği dönemlerde, güya ABD’yi tehdit amacıyla AB’li emperyalist ülkeler tarafından gündeme getirilse de, ne o zaman var olan Sovyetler Birliği-Warşova Paktı tarafından, ne ABD ve ne de bizzat AB tarafından ciddiye alınmıştı. Revizyonist blokun ve dolayısıyla Warşova Paktı’nın dağılmasıyla (1989-1990/91) NATO, amaçsız bir askeri pakta dönüştü. Bir taraftan NATO, kendine yeni görev ararken; durumdan görev çıkartmaya çalışırken, diğer taraftan da ABD ile AB arasındaki emperyalist çelişkiler, “komünizm”, Sovyet tehlikesi baskısı ortadan kalkınca bütün çıplaklığıyla ortaya çıktı. AB, ABD ile çelişkilerinin, dünya hegemonyası için mücadelesinin kaçınılmaz bir sonucu olarak ayrı askeri örgütlenmesine ağırlık vermeye başladı ve fonksiyonsuz BAB anlayışı bir kenara atılarak, Avrupa Savunma ve Güvenlik Kimliği (ASGK) anlayışı geliştirildi.

Amerikan emperyalizmi, ASGK’nın NATO’ya vurulan bir darbe olduğunu çok iyi bildiğinden bu örgütlenmenin kendi kontrolünde gelişmesi için faaliyetini yoğunlaştırdı. AB’nin, Almanya ve özellikle Fransa gibi emperyalist ülkeleri Amerikan emperyalizminin tepkisini yumuşatmak ve bağımsız askeri örgütlenmenin kurumsallaşmasını engellememesi için ASGK’nın, NATO’dan bağımsız olmayacağı anlayışını geliştirdi. Ama gelinen nokta, esas düşüncenin hiç de öyle olmadığını gösterdi. ASGK, bugün güç açısından bir hiç olduğu için bugün NATO olanaklarından yararlanmayı istiyor, ama güçlenince tamamen bağımsızlaşacaktır. Bu, AB’nin bilinen, ama açıklanmayan esas hedefi. Sorunu karmaşıklaştıran ise, bir kısım NATO üyesinin AB üyesi olması ve bir kısmının da olmaması. NATO üyesi olup da AB üyesi olmayan ülkelerden birisi de Türkiye. Türkiye, NATO üyesi olduğu, ama AB üyesi olmadığı için AB’nin, NATO olanaklarını kullanarak ASGK’yi şekillendirmesine ve karar mekanizmasından dışlanmasına karşı geliyor ve AB’nin, ASGK olarak NATO olanaklarını kullanmak için NATO üyelerinin, dolayısıyla Türkiye’nin de onayını alması gerektiğini savunuyor. Yani, ben de ASGK’nin üyesi olmalıyım diyor ve bunda da direniyor. Son toplantının başarısızlıkla sonuçlanmasını esas nedeni bu.

Tabii sorun, sadece bununla sınırlı değil. Amerikan emperyalizmi ASGK gelişmesinin yönünü görüyor: AB’nin kendine rakip olduğunu ve askeri örgütlenmesini de geliştireceğini biliyor. Bu askeri gelişmeyi yönlendirmeye çalışıyor. Bunu yapabilmek için de kendine bağımlı, aynı zamanda AB üyesi olan NATO üyesi ülkelere ihtiyacı var. İngiltere’nin yanı sıra söz konusu olabilecek ikinci ülke, Türkiye. Ama Türkiye AB üyesi değil. ABD, Türkiye’nin AB üyeliğini esasen bundan dolayı destekliyor; İngiltere ve Türkiye, AB ve ASGK içinde ABD’nin köstebeği olmalılar!
ASGK içinde de görüş birliği şimdilik sağlanmış değil. Fransız emperyalizmi, ASGK’nın NATO’dan bağımsız, salt AB’ye özgü bir askeri kurum olarak geliştirilmesini talep ediyor. AB’nin Nice zirvesinde bu görüşünü dile getirerek ısrarlı oldu, ama İngiltere’nin buna karşı gelmesi sonucunda ASGK’nın özerk olmasına karar verildi. Bu durumda ASGK, şimdilik özerk; NATO’nun olanaklarından yararlanarak gelişen bir askeri yapılanma durumunda.

AB, bölgesindeki; genişleme alanındaki ve de giderek dünyadaki kendi çıkarlarını zedeleyen gelişmelere; devrimci mücadelelere ve kendisiyle diğer emperyalist ülkeler arasındaki çelişkilerin keskinleşmesiyle ortaya çıkacak sorunlara acil müdahale etmek istiyor. Bugün ABD’nin, NATO ve BM ile yaptığına AB, ASGK ile yapmaya soyunuyor. AB, Balkanlara, Ortadoğu’ya, Kafkasya/Hazar Havzası’na müdahale edebileceği ve AB emperyalist çıkarlarını savunacağı varsayımından hareket ediyor.

AB, siyasi bir bütünlük değildir. AB siyasi birliğini sağlamış olmaktan çok uzaktır. Tekelci sermayenin birliği olan AB’de emperyalistler arası çelişkiler; güçler dengesi, AB’nin gelişme ve genişleme seyrini belirlemektedir. Bu anlamda AB önderliğinde bir askeri kurumlaşmanın; somutta da ASGK’nın bir ordu, bir ülkenin ordusu olarak gelişeceğini sanmak siyasi saflıktır. ASGK, bir NATO olarak da gelişemez. Çünkü NATO’nun, iç emperyalist çelişkileri bastırarak gelişmesinin yegane nedeni, sosyalist ve sonra da revizyonist dünya sisteminin varlığıydı. Bu sistem ortadan kalktıktan sonra, NATO içindeki gevşeme ve çıkar farklılıkları tamamen su yüzüne çıktı. ASGK’yı, NATO gibi bütünlüklü geliştirecek; AB içinde emperyalist ülkeler arasındaki eğilimi sıkı ittifaka dönüştürecek, onların arasındaki çelişkileri geri plana atacak bir durum yok. Dolayısıyla ASGK, AB’nin gelişmesine; AB içindeki emperyalist ülkeler arasındaki (özellikle Fransa, Almanya ve İngiltere) çelişkilerin keskinleşmesine bağlı olarak; bu gelişmelere paralel sıkı veya gevşek bir askeri örgütlenme olacaktır. En fazlasıyla, bugün ve yakın gelecekte AB’nin kolektif sömürgeciliğini koruyan bir acil müdahale kurumu olacaktır.

Türkiye, bu müdahalenin kendi bölgesinde olma olasılığından hareketle ve AB'yi, ‘NATO’nun olanaklarını kullanmak istiyorsan beni de üye yaparsın’ dayatmasından dolayı Avrupa emperyalistleriyle ilişkilerini sertleştiriyor ve Türkiye’siz bir ASGK’yı reddediyor.

17 Mart 2000 Cuma

DUVAR YIKILDI-KOMÜNİZMİN SONU MU?


 
1989/90-91 döneminde, önce revizyonist blok, arkasından da Sovyetler Birliği (SB) dağıldı. Bu dağılma, bir sistemin çöküşüydü. Devrimci işçi hareketi içinde oportünizmin bir akımı, marksizm-leninizmin çarpıtılması olan revizyonizm, 1956’da SB’nde Kruşçevcilerin siyasi iktidarı gasp etmeleriyle (XX. Parti Kongresi) tarihte ilk kez iktidar olmuştu. SB’nde, sosyalizmin yıkılması üzerine kurulan revizyonizm, dünya devrimci işçi hareketini ve bunun ötesinde, II. Dünya Savaşı sonrasında kurulan Halk Demokrasisi ülkelerinde de iktidarların sınıfsal yapısını etkiledi. Yeni kurulan sosyalist kamp, revizyonist kampa dönüştü. Sadece Arnavutluk Halk Cumhuriyeti bu geriye dönüşten etkilenmedi, tersine ona karşı mücadele etti.

Lenin ve Stalin’in sosyalist SB’nde proletarya diktatörlüğünün yıkılması, yeni şekillenmekte olan bir sınıfın; küçük burjuva bürokratlarının siyasi iktidarı gasp etmeleri sınıfsal/sistemsel bir iktidar değişimiydi. Bu, ileriye doğru değil, geriye doğru bir “gelişme” idi. Bu “gelişme”, kapitalizmin yeniden inşasının yolunun açılmasıydı.

Revizyonizmin esası, adı üzerinde, marksizm-leninizmi revizyona uğratmak olduğu için, kendi iktidarını marksist-leninist kavramlardan tamamen arındırması söz konusu olamazdı. Revizyonizm, Marksist kavramları, terminolojiyi kullanarak, ama bu kavramların içini boşaltarak, güya yeni koşullara göre yorumlayarak iktidarını sürdürdü. Sosyalizm, tabela olarak kaldı. Sosyalizmden komünizme doğru ilerleme adı altında kapitalizm yeniden inşa edildi.

Revizyonist iktidar koşullarında kapitalizm, klasik haliyle inşa edilebilseydi, revizyonizm, revizyonizm olamazdı ve revizyonist iktidardan da bahsedilemezdi. Ona, doğrudan, çıplak/klasik burjuva iktidarı, kapitalizm denirdi. Zaten bu sistemin zorluğu/çıkmazı da burada aranmalıdır; bir taraftan kapitalizm inşa ediliyor, ama diğer taraftan sosyalizmin inşasından bahsediliyor. Bir taraftan sömürünün olmadığı bir düzenin hakimiyetinden bahsediliyor, ama diğer taraftan “kolektif” sömürü düzeni kuruluyor!

Revizyonizm bir geçiş süreciydi; hakim kılınan siyasi ve ekonomik ilişkiler çelişiyorlardı. Siyasi hakimiyet ve ekonomik ilişki; taban ile üst yapı arasında uyumluluk yoktu. Çünkü, gelişen kapitalist ekonomi, onun nesnel yasaları, üst yapının; siyasi iktidarın cenderesine sıkışmıştı. Bu çelişki 1989/90-91 döneminde çözüldü. Klasik emperyalist/kapitalist sistemin; bildiğimiz burjuva düzenin belirleyici katkısı olmaksızın revizyonist blok, kendi iç çelişkilerinin sonucu olarak dağıldı/çöktü ve böylelikle bu ülkelerde klasik kapitalizmin önündeki bütün engeller yıkıldı: bürokratik kapitalizm, aslına; klasik kapitalizme dönüştü.

Sosyalizmden geriye dönüş, revizyonist iktidar sorunu, dünya komünist işçi hareketi, sosyalizmin inşa sorunları ve genel olarak marksizm/leninizm açısından ders çıkartılması gereken önemli bir gelişmenin/sürecin ifadesidir. Bu süreci emperyalist burjuva dünya, sosyalizmin sonu olarak ilan etti. Emperyalist burjuvazi de, bu düzenin sosyalizm olmadığını çok iyi biliyordu ve bu düzenin çöküşü, antikomünist propaganda açısından tarihsel bir fırsattı ve bu fırsat, emperyalist burjuvazi tarafından değerlendirildi.

Berlin Duvarının yıkılmasıyla Alman Demokratik Cumhuriyeti’nden kaçışın medya vasıtasıyla dramatize edilmesi antikomünist saldırının/kampanyanın doruk noktalarından birisi oldu. Güya, insanlar, sosyalizmi istemiyorlardı. Güya bu olaylar, sosyalizmin, toplumsal düzen olma yeteneğinden mahrum olduğunu gösteriyorlardı. Sosyalizm ölmüştü(!) ve bu “ölme” süreci, aynı zamanda burjuva düzenin; “demokratik” düzenin, yani bildiğimiz kapitalist sistemin ebediliğini, sonsuza dek var olacağını, bu düzenden daha ileri bir düzenin olamayacağını da gösteriyordu!

Aradan sadece on sene geçti ve “sosyalizm”den kaçan insanlar, Batı’nın cennet değil, cehennem olduğunu bizzat tecrübeleriyle anladılar. Şimdi, eski revizyonist ülkelerde nüfusun önemli bir kesimi, “kötü” de olsa “sosyalizm”in hasretini çekiyor.

Kruşçev modern revizyonistlerinin sosyalizme ve uluslar arası komünist işçi hareketine vurdukları darbenin üstüne 1989/90-91’deki çöküş ve emperyalist burjuvazinin koyu antikomünist kampanyası geldi. Tahribat büyük oldu. Milyonlarca insanda inanç kırılması oldu. Umutsuzluk, çaresizlik yaygınlaştı. Ama her şeye rağmen tamamen yok olmadık. Bir avuç kaldık, ama yılmadan doğruyu savunduk. Şimdi süreç, yeniden komünistlerin lehine işliyor. 21. yüzyıla kapitalizm, vahşetiyle, barbarlığıyla girdi ve hakimiyetini de böyle sürdürmek istiyor. Öldü denilen düşünce ve sınıf; marksizm-leninizm, sosyalizm ve işçi sınıfı ayakta. 21. yüzyıl, kapitalizmin nihai olarak yenildiği ve “öldü” denen sosyalizmin nihai olarak zafer kazandığı yüzyıl olacaktır.

1 Ocak 1998 Perşembe

ORTADOĞU VE KESKİNLEŞEN EMPERYALİSTLER ARASI ÇELİŞKİLER


ORTADOĞU VE KESKİNLEŞEN EMPERYALİSTLER ARASI ÇELİŞKİLER

Amerikan emperyalizmi haftalardan beri Irak’ı silahlı çatışmayla tehdit ediyor. Bunun için gerekli hazırlıkları aleni olarak yaptı. Savaş narasını sıklaştıran ABD Başkanı Clinton, BM’yi de Irak’a karşı “sert ve belirgin” eyleme geçmeye davet etti. Aslında bu, davetten ziyade açık bir talepti. ABD’nin savı açıktı: “Gizli zehirli gaz depolarını açığa çıkartmak üzereyken, Irak, BM-Teftiş Heyeti’nin belli alanlara girmesini yasakladı”!