İŞÇİ
SINIFININ DURUMU VE OLASI GELİŞMELER
Marks
ve Engels kapitalizmin değişmeyen bir yapı olmadığını, burjuva
toplumun sürekli tarihsel bir akış içinde olduğunu
vurgulamışlardır. Önemli olan bu akış içinde kapitalist üretim
biçiminin yasallıklarını; değişenin ve değişmeyenin neye göre
değiştiğini veya neden değişime uğramadığını görebilmektir.
Buna da ancak ve ancak somut durumun somut analizi ile ulaşılabilir.
Bu anlamda sermaye ilişkisinin seyri doğru analiz edilmezse ne işçi
sınıfı içindeki değişim ve ne de yeni koşulların beraberinde
getirdiği mücadele olanakları kavranmış olur.
Dünya
ölçeğinde kapitalizmin gelişmesi, uğramış olduğu değişim;
yeni olguların ortaya çıkması kaçınılmaz olarak bir taraftan
işçi sınıfının yapısını etkilerken, diğer taraftan da
örgütlenmesini ve mücadele anlayışını da etkilemektedir. Bütün
bu değişim ve etkilenme ülkemiz işçi sınıfına da
yansımaktadır.
II.
Dünya Savaşı sonrasının “sosyal” özellikleri olan
kapitalizmi, yerini geçen yüzyılın '80'li yıllarından itibaren
neoliberal özellikleri belirleyici olan kapitalizme bırakmıştır.
Sosyalizmin yükselen prestijinin etkisiyle de kaçınılmaz olan
birtakım sosyal hak-kurallarına bağlı olan kapitalizm, neoliberal
döneminde sosyal haklar sistemini yıkmış, kuralın yerini
kuralsızlaştırma almıştır. Kapitalizmin asalaklığı ve
çürümüşlüğü her zamankinden daha açık bir biçimde açığa
çıkmış; çürüyen kapitalizm neoliberal dayatmalarıyla
insanlığı ve de doğayı yıkıma sürüklemiştir. Buna karşı
koyacak dinamiklerin, her şeyden önce de işçi sınıfının
devrimci bilinç ve örgütlenmesindeki yetersizlik, zaaf ve bu
konuda önderlik etmesi gereken komünist partilerin olmaması,
olduğu kadarıyla da güçsüzlüğü kapitalizmin dizginsiz hareket
etmesini kolaylaştırmıştır.
Bütün
dünyada olduğu gibi Türkiye'de de işçi sınıfı
neoliberalizmin, emperyalist küreselleşmenin özellikle üretim
sürecinde beraberinde getirdiği yeniden yapılanmanın en ağır
sonuçlarıyla karşı karşıyadır. Toplumu mülksüzleştirme,
insanların birbirine yabancılaştırılması, halk sınıf ve
sosyal tabakalarının, özellikle de işçi sınıfının
örgütsüzleştirilmesi devam etmektedir. Son yıllarda, diyelim ki
2000 yılından bu yana iş yasasında yapılan değişiklikler,
çıkartılan yasalarla iş güvencesinin tamamen kuşa çevrilmesi
hesaba katılmaksızın sınıfı örgütlemek için atılan adımlar
yanlış, en azından eksik olur.
Özelde
söz konusu yasalar ve genel olarak da sınıfın yapısındaki
değişmeler -hizmet sektörünün giderek artan ağırlığı,
fabrika gerçekliğindeki değişme (çok sayıda işçi esprisi)-
işçi sınıfını birleştiren değil parçalarına ayrıştıran
bir görünümün ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Tabii bu
durumdan yararlanmak isteyen burjuvazi ve küçük burjuva çevreler,
yok olan işçi sınıfından; sınıfın sınıfsal özelliklerini
kaybetmesinden bahsetmekteler.
Önümüzdeki
dönemin sorunlarına ışık tutan bazı gerçekleri belli bir
tasnife tabi tutmadan sıralarsak:
Taşeronluk,
bütün dünyada olduğu gibi Türkiye'de de başlı başına bir
sistem olmuştur (4857 sayılı iş yasası).
Standartlaşmamış
istihdam teşvik edilmekte, daha doğrusu dayatılmakta, esnek
çalışma kural haline getirilmektedir (4857 sayılı iş yasasının
9. maddesi, 1475 sayılı iş yasası).
Büyük
iş yerlerinde; fabrikalarda üretim süreci parçalanmakta ve
parçalar başka alanlara kaydırılmakta veya küçük işletmelere
devredilmektedir. Böylece belli bir iş yerinde işçi yoğunlaşması
önlenmekte ve onun beraberinde getirdiği mücadele olanakları yok
edilmektedir.
Bu
yöntem büyük sermayeyi, arz-talep sorunundan dolayı belli
dönemlerde fazla işçi birikiminden kurtarmakta, sorun taşeron
firmaların sırtına yıkılmaktadır. Bu firmalar, yasal olanaklara
da dayanarak (örneğin 4857 sayılı iş yasası) işlerine geldiği
gibi işçi almaktalar ve çıkartmaktalar.
Taşeron
sistemi işçi sınıfının örgütlenmesini oldukça
zorlaştırmaktadır; aynı üretim alanında patronların değişik
olması, örneğin sendikal faaliyette örgütlenme önünde önemli
yasal engeller çıkartabilmekte ve emek yoğun sektörlerde oldukça
yaygın olan taşeronluk (örneğin tekstil sektörü), büyük
fabrikaların yerini atölyevari üretim birimlerinin aldığını
göstermektedir. Bu da işçi sınıfını örgütlemede işçilerin
yoğunlaştığı büyük fabrikaların olmadığı koşullarda başka
yöntemler geliştirilmesi gerektiği anlamına gelmektedir;
alan/havza örgütlemesi.
Üretim
sürecinin parçalanması kaçınılmaz olarak işçi sınıfının
da küçük parçalara bölünmesini; birbirinden kopuk olmasını,
dağınıklaşmasını beraberinde getirmektedir. Bu bir taraftan
işçi sınıfının örgütlenme kolaylığını elinden alırken,
diğer taraftan da çalışma konusunda yasal denetimi
zorlaştırmakta; yani taşeronlar kolaylıkla kaçak işçi, çocuk
çalıştırma olanağına sahip olmaktalar.
Taşeronculuk
sistemine göre bir iş yerinde az sayıda işçi bulunuyor; bu durum
bir taraftan işçi-patron ilişkilerinde, örneğin işgücü
pazarlığında işçinin konumunu zayıflatırken, örgütlenme
olanağını da daraltıyor. Sendikal alandaki örgütlenmede görülen
gerilemenin bir nedeni de budur.
Kamu
sektöründe de özel sektördeki gelişmeyi görüyoruz: Devlet,
kamuya ait iş yerlerinde esnek çalışma/üretim uyguluyor;
ücretli-sözleşmeli gibi ayrımlarla; yeni iş ve işçi
tanımlamalarıyla sınıfın yapısında ve çalışma koşullarında
etkili olan değişimlere yol açıyor.
Uluslararası
sermayenin IMF ve Dünya Bankası üzerinden neoliberal dayatmaları
da, var olduğu kadarıyla “sosyal devlet”i, birtakım kamu
hizmet-yardım olanaklarını, elde edilmiş hakları tasfiye etmekte
önemli bir rol oynamıştır ve oynamaktadır; yani özelleştirme
işçi sınıfının güç kaybında, sendikal örgütlenmesinin
gerilemesinde önemli bir rol oynamıştır.
Sınıfsal
ayrışma işçi sınıfına adeta unutturulmuş; sınıf milliyetçi,
şovenist, faşist politikalarla, mezhep ayrımcılığıyla,
laiklik-antilaiklik ayrımıyla burjuvazinin sınıfsal çıkarlarının
aracı haline getirilmiş durumdadır.
Bunun
böyle olmasını devrimci ve komünist hareketin sınıfla
ilişkilenişi de kolaylaştırmaktadır; işçi sınıfıyla
bağların oldukça zayıf olması, sınıfı ideolojik, siyasi,
ahlaki, örgütsel vb. alanlarda dirençsiz kılmakta, burjuvazi
tarafından yönlendirilir hale getirmektedir.
Devrimci
ve komünist hareketin işçi sınıfıyla bağının zayıflığı,
sınıfın sendikal örgütlenmesinde muhafazakar, sarı sendikalara
alanın terk edilmiş olduğu anlamına gelmektedir; bu türden
konfederasyonlar ve tekil sendikalar, işçi sınıfını kolaylıkla
düzen sınırları içinde tutabilmekteler.
İşçi
sınıfının sendikal örgütlenmesinde oldukça önemli boyutlara
varan gerilemede sendikaların oynadığı rol de küçümsenmemelidir;
günümüz koşullarında hiçbir konfederasyon, hiçbir sendika
eylem ve politik gelişmeler, en azından işçi sınıfını
doğrudan ilgilendiren konularda işçi sınıfının çıkarlarını
tutarlı bir biçimde savunmamaktadır. DİSK, Türk-İş ve başka
konfederasyonlar ve bunlara bağlı sendikalar aralarında şüphesiz
ki belli farklılıklar vardır, son kertede gerici, muhafazakar,
genellikle “sarı sendika” diye tanımlanan burjuva sendikal
anlayışın temsilcileri konumundalar. Onlar bu hal ve
hareketleriyle işçi sınıfının çıkarlarını savunmaktan ve
örgütsüz olan bölüklerini örgütlemekten çok uzaktır.
Son
yıllarda işçi sınıfının sendikal örgütlenmesinde büyük kan
kaybı yaşandığı bilinen bir gerçektir; öyle ki işçi
sınıfının 1980'li yılların sonu, 1990'lı yılların başı
döneminden kalma; işçi hareketinin o yükseliş döneminden kalma
birikimlerinin özellikle 1990'lı yılların ikinci yarısından bu
yana özelleştirme saldırısıyla elinden alındığı bir sürece
girildi. Şüphesiz ki, özelleştirme; örneğin KİT'lerin
özelleştirilmesi, sendikal harekete/örgütlülüğe darbe vurmak
için yapılmamıştır, ama son kertede böyle bir etkisi de
olmuştur.
Bu
saldırıda sendika bürokrasisi de sermayeye sunması gereken
hizmeti sunmakta kusur etmemiş, sendikal örgütlülüğün
tasfiyesine adeta doğrudan katılmıştır. Amaç, sendikal
mücadelenin etkisiz kılınması için sendikal örgütlülüğün
eritilerek “kabul edilebilir” bir seviyeye indirilmesiydi. Bunda
sermaye-sendika bürokrasisi ortaklığı başarılı olmuştur.
Devrimci
ve komünist hareket işçi sınıfıyla bağ kurmak için her dönem
çaba harcamıştır; işçi hareketi ve komünist hareketin ayrı
ayrı kulvarlarda yürümesini parçalamak ve bu iki hareketi
birleştirmek komünist hareketin sınıf bağının olduğunu ve
sınıfı etkilediğini; yönlendirdiğini; örgütlediğini gösteren
en önemli kıstastır. Bu mücadelenin; sınıfı kazanma
mücadelesinin neresinde olduğumuzu kendimize sormamıza gerek yok.
Bazı olumlu deneyimlere sahip olsak da ve bir zamanlar, şimdi
olduğumuz yerden çok çok ileride olmuş olsak da henüz işçin
başındayız.
Sendika
konfederasyonlarının işçi sınıfına vereceği bir şey
kalmamıştır; bu kurumlar mevcut politikalarıyla iflas etmelerine
rağmen, tasfiyeci rollerinin işçi sınıfının hiç de
küçümsenemeyecek bir bölümü tarafından görülmesine rağmen
hala etkili olabiliyorlarsa bu, alternatiflerinin olmamasından
kaynaklanmaktadır; dolayısıyla devrimci ve komünist hareketin bu
alandaki yokluğundan kaynaklanmaktadır.
Bir
taraftan burjuvazi ve diğer taraftan da sendika konfederasyonları,
işçi sınıfının devrimci kimyasını bozmak, yok etmek ve
düzenin uysal kölesi yapmak için elinden geleni yapmaktadır. O
halde devrimci ve komünist hareket de işçi sınıfının mevcut
kendine yabancı kimyasını bozmak için mücadele etmelidir. Sınıf
bu mücadeleye hazır olduğunu ve bu doğrultuda mücadele edeceğini
her zaman göstermiştir.
Devrimci
hareketin işçi sınıfıyla bağı oldukça zayıftır. Bunun böyle
olduğunu dönem dönem söylüyoruz. Bu anlamda da gerçeği
tekrardan öteye geçmiyoruz. Devrimci hareketin işçi sınıfından
kopuk olmasının tek nedeni yoktur. Ama ne kadar çok nedeni olursa
olsun, esasta sorunun bizde olduğu gerçeği unutulmamalıdır.
Sınıf ile bağın kurulmasında ve geliştirilmesinde zaaflı
olan işçi sınıf değil, biziz ve bunu anlamamakta da adeta
direniyoruz.
Sendikaların
oynadığı rol ve somut veri olarak üretim sürecinin parçalanması,
şüphesiz ki işçi sınıfı ile bağ kurmayı ve geliştirmeyi
engelleyici, zorlaştırıcı bir rol oynamaktadır. İşçi
sınıfının üretimden gelen gücünü kullanmak, bu gücü
harekete geçirmek kaçınılmaz olarak örgütlenmenin üretim
sürecinde olması gerektiğini beraberinde getirir; sınıf ancak ve
ancak iş alanında, üretim alanında örgütlenebilir. Bu da hücre
örgütlenmesinden geçer.
İşçi
sınıfının burjuva ideolojinin etkisinde olması; faşizm,
şovenizm, din tarafından düşüncesinin köreltilmesi, var olduğu
kadarıyla burjuva sendikal anlayışın etkisinde kalması, bir
biçimde kendi ideolojisinden uzak olması; sınıf olarak kendine
yabancılaştırılmış olması, bu sınıfın mücadeleci
olmadığını, mücadele dinamiklerinin yok olduğunu göstermez. En
azından 1 Mayıs için Taksim mücadelesi, son olarak Tekel
işçilerinin direnişi bu sınıfın ne denli mücadele
potansiyeline sahip olduğunu göstermektedir. O halde sorun, sınıfın
mücadele isteğinden ziyade bizim sınıfa yaklaşışımızdadır.
Salt
ekonomik haklar doğrultusunda yapılan propaganda ve ajitasyon ile
işçi sınıfının bilinçlendirilmesi, örgütlenmesi ve
mücadeleye seferber edilmesi imkansızdır. Sermayenin her alanda
saldırısına karşı sınıfın her alanda eğitilmesi gerekir; bu
eğitimin bir ayağı da sokaktır. Ekonomik taleplerle sınırlı
bir eğitim ve örgütleme anlayışı, işçi sınıfının
bilinçlenmesini sınırlandırmak demektir. Ekonomik taleplerde
amaca ulaşılması durumunda birlikte hareket etmenin nedeni ortadan
kalkacağı için sınıfın örgütlenmesi, bağların kopmasıyla
dağılmış olur.
Bu
konuda Lenin'in uyarısı unutulmamalıdır
(1).
Yaşanan
ekonomik krizden ve temel gıda maddeleri fiyatlarının astronomik
artışından dolayı dünyanın birçok ülkesinde yükselen
protestoları da göz önünde tutan dünya burjuvazisi adeta
teyakkuzda. Doğal olarak Türk burjuvazisi de işçi sınıfı ve
emekçi yığınlardan gelebilecek tehlikenin farkında. Bu nedenle
sınıftan gelebilecek ve tehlike olarak gördüğü gelişmelere
hazırlıklıdır. Ama işçi sınıfının sendikal çerçeveyi
geçmeyen örgütlenmesi; siyasal öznesinden ayrı yürüyor olması
gelişebilecek eylemlerin etkisini kırıcı olabilir.
Açık
ki, işçi sınıfı bir bütün olarak sınıf bilincinden yoksun ve
onun bu hali mücadelesinin kitlesel ve kalıcı olması önündeki
en büyük engeldir.
İşçi
hareketinin ve komünist hareketin ayrı ayrı kulvarlarda yürüdüğü
dönemlerde bu durum “normal” karşılanabilir, ama coğrafyamızda
bu ayrı yürüyüşün uzun zamandan bu yana söz konusu olması
komünist hareketin soruna bakışı bakımından düşündürücü
olmalıdır; niye böyle olduğu sorusu, işçi sınıf ile bağların
zayıf olduğu ve giderek daha da zayıfladığı konusu üzerine
düşünmek zorundayız.
Burjuvazi
işçi eylemleri karşısında ne denli tahammülsüz olduğunu her
seferinde göstermiştir; bu durumda mücadele biçim ve yöntemleri
ve araçları konusunda sadece komünistlerin kafasının açık
olması yetmiyor; işçi sınıfının sorunu mevcut düzeni yıkarak
siyasi iktidarı ele geçirmek ise bu amaca uygun örgütlenmek ve
mücadele araçları geliştirmek ve kullanmak zorundadır. Bu
anlayışın yaygınlaştırılmadığı koşullarda burjuvazi
sınıfın direncini kolay kırar.
Temel
gıda maddeleri fiyatlarında spekülasyon sonucu astronomik artışa
karşı dünyanın birçok ülkesinde yer yer sokak çatışmaları
biçiminde sürdürülen kendiliğinden mücadeleden korkan dünya
burjuvazisi, aynı dönemde patlak veren ekonomik krizden dolayı tüm
korkuya kapılmıştır; emperyalizme bağımlı, yeni sömürge
ülkelerde ve kapitalizmin merkezlerinde işçi sınıfı ve emekçi
yığınların talana, yoğunlaştırılmış sömürüye, sosyal
hakların yok edilmesine, işsizliğe karşı düzeni tehdit eden
mücadelelere girişeceğinden korkmaktadır. Tam da bu nedenle iç
savaşa karşı hazırlanmaktadır. Başta ABD olmak üzere birçok
ülkede polisin ötesinde ordu birlikleri sokak çatışmaları için
eğitilmektedir. Burjuvazi tehlikenin büyüklüğünü ve olasılık
oranının yüksek olduğunu göstermek; korku salarak hazırlıklarını
haklı çıkartmak için sürekli, kalkışma riski olan ve olmayan
ülkeler diye dünya siyasi haritası yayımlamaktadır.
“Economist” dergisinin arka arkaya yayımladığı harita buna
hizmet etmektedir. Şu veya bu ülke konusunda risk tespitlerine
derece doğru veya yanlış olursa olsun, emperyalist burjuvazinin
korkusunun maddi nedeni vardır. 2010 yılı açlığın, sefaletin,
işsizliğin doruk noktaya çıkacağı yıl olacaktır. Bu da
sermaye düzenine karşı mücadeleye davetten başka bir anlam
taşımamaktadır.
*
1)“...
teşhirler, sadece belirli bir sanayi kolunda işçilerle işverenler
arasındaki ilişkileri kapsıyordu ve bunların sağladığı tek
şey işgücü satıcılarının “metalarını” daha iyi
koşullarda satmayı ve salt ticari alışveriş konusunda alıcılarla
savaşmayı öğrenmeleri oldu. ... Sosyal-demokrasi sadece iş
gücünün daha uygun koşullarda satılması için değil, aynı
zamanda mülksüzlerin kendilerini zenginlere satmaya zorlayan
toplumsal düzenin kalkması için de işçi sınıfı mücadelesine
önderlik eder. Sosyal-demokrasi, sadece belirli bir işverenler
grubuyla ilişkilerde değil, modern toplumun bütün sınıflarıyla
ve örgütlenmiş bir siyasal güç olarak devletle de ilişkilerde
işçi sınıfını temsil eder. Demek ki sosyal-demokratlar,
kendilerini sadece ekonomik mücadele ile sınırlamakla kalmamalı,
iktisadi teşhirlerin örgütlendirilmesi işinin başlıca eylemleri
haline gelmesine de izin vermemelidirler” (Lenin,
Ne Yapmalı, Cilt 5, s. 412. Alm.).
12
Ocak 2010