deneme

1 Ocak 2010 Cuma

İŞÇİ SINIFININ DURUMU VE OLASI GELİŞMELER


İŞÇİ SINIFININ DURUMU VE OLASI GELİŞMELER

Marks ve Engels kapitalizmin değişmeyen bir yapı olmadığını, burjuva toplumun sürekli tarihsel bir akış içinde olduğunu vurgulamışlardır. Önemli olan bu akış içinde kapitalist üretim biçiminin yasallıklarını; değişenin ve değişmeyenin neye göre değiştiğini veya neden değişime uğramadığını görebilmektir. Buna da ancak ve ancak somut durumun somut analizi ile ulaşılabilir. Bu anlamda sermaye ilişkisinin seyri doğru analiz edilmezse ne işçi sınıfı içindeki değişim ve ne de yeni koşulların beraberinde getirdiği mücadele olanakları kavranmış olur.

Dünya ölçeğinde kapitalizmin gelişmesi, uğramış olduğu değişim; yeni olguların ortaya çıkması kaçınılmaz olarak bir taraftan işçi sınıfının yapısını etkilerken, diğer taraftan da örgütlenmesini ve mücadele anlayışını da etkilemektedir. Bütün bu değişim ve etkilenme ülkemiz işçi sınıfına da yansımaktadır.

II. Dünya Savaşı sonrasının “sosyal” özellikleri olan kapitalizmi, yerini geçen yüzyılın '80'li yıllarından itibaren neoliberal özellikleri belirleyici olan kapitalizme bırakmıştır. Sosyalizmin yükselen prestijinin etkisiyle de kaçınılmaz olan birtakım sosyal hak-kurallarına bağlı olan kapitalizm, neoliberal döneminde sosyal haklar sistemini yıkmış, kuralın yerini kuralsızlaştırma almıştır. Kapitalizmin asalaklığı ve çürümüşlüğü her zamankinden daha açık bir biçimde açığa çıkmış; çürüyen kapitalizm neoliberal dayatmalarıyla insanlığı ve de doğayı yıkıma sürüklemiştir. Buna karşı koyacak dinamiklerin, her şeyden önce de işçi sınıfının devrimci bilinç ve örgütlenmesindeki yetersizlik, zaaf ve bu konuda önderlik etmesi gereken komünist partilerin olmaması, olduğu kadarıyla da güçsüzlüğü kapitalizmin dizginsiz hareket etmesini kolaylaştırmıştır.

Bütün dünyada olduğu gibi Türkiye'de de işçi sınıfı neoliberalizmin, emperyalist küreselleşmenin özellikle üretim sürecinde beraberinde getirdiği yeniden yapılanmanın en ağır sonuçlarıyla karşı karşıyadır. Toplumu mülksüzleştirme, insanların birbirine yabancılaştırılması, halk sınıf ve sosyal tabakalarının, özellikle de işçi sınıfının örgütsüzleştirilmesi devam etmektedir. Son yıllarda, diyelim ki 2000 yılından bu yana iş yasasında yapılan değişiklikler, çıkartılan yasalarla iş güvencesinin tamamen kuşa çevrilmesi hesaba katılmaksızın sınıfı örgütlemek için atılan adımlar yanlış, en azından eksik olur.

Özelde söz konusu yasalar ve genel olarak da sınıfın yapısındaki değişmeler -hizmet sektörünün giderek artan ağırlığı, fabrika gerçekliğindeki değişme (çok sayıda işçi esprisi)- işçi sınıfını birleştiren değil parçalarına ayrıştıran bir görünümün ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Tabii bu durumdan yararlanmak isteyen burjuvazi ve küçük burjuva çevreler, yok olan işçi sınıfından; sınıfın sınıfsal özelliklerini kaybetmesinden bahsetmekteler.

Önümüzdeki dönemin sorunlarına ışık tutan bazı gerçekleri belli bir tasnife tabi tutmadan sıralarsak:

Taşeronluk, bütün dünyada olduğu gibi Türkiye'de de başlı başına bir sistem olmuştur (4857 sayılı iş yasası).

Standartlaşmamış istihdam teşvik edilmekte, daha doğrusu dayatılmakta, esnek çalışma kural haline getirilmektedir (4857 sayılı iş yasasının 9. maddesi, 1475 sayılı iş yasası).

Büyük iş yerlerinde; fabrikalarda üretim süreci parçalanmakta ve parçalar başka alanlara kaydırılmakta veya küçük işletmelere devredilmektedir. Böylece belli bir iş yerinde işçi yoğunlaşması önlenmekte ve onun beraberinde getirdiği mücadele olanakları yok edilmektedir.

Bu yöntem büyük sermayeyi, arz-talep sorunundan dolayı belli dönemlerde fazla işçi birikiminden kurtarmakta, sorun taşeron firmaların sırtına yıkılmaktadır. Bu firmalar, yasal olanaklara da dayanarak (örneğin 4857 sayılı iş yasası) işlerine geldiği gibi işçi almaktalar ve çıkartmaktalar.

Taşeron sistemi işçi sınıfının örgütlenmesini oldukça zorlaştırmaktadır; aynı üretim alanında patronların değişik olması, örneğin sendikal faaliyette örgütlenme önünde önemli yasal engeller çıkartabilmekte ve emek yoğun sektörlerde oldukça yaygın olan taşeronluk (örneğin tekstil sektörü), büyük fabrikaların yerini atölyevari üretim birimlerinin aldığını göstermektedir. Bu da işçi sınıfını örgütlemede işçilerin yoğunlaştığı büyük fabrikaların olmadığı koşullarda başka yöntemler geliştirilmesi gerektiği anlamına gelmektedir; alan/havza örgütlemesi.

Üretim sürecinin parçalanması kaçınılmaz olarak işçi sınıfının da küçük parçalara bölünmesini; birbirinden kopuk olmasını, dağınıklaşmasını beraberinde getirmektedir. Bu bir taraftan işçi sınıfının örgütlenme kolaylığını elinden alırken, diğer taraftan da çalışma konusunda yasal denetimi zorlaştırmakta; yani taşeronlar kolaylıkla kaçak işçi, çocuk çalıştırma olanağına sahip olmaktalar.

Taşeronculuk sistemine göre bir iş yerinde az sayıda işçi bulunuyor; bu durum bir taraftan işçi-patron ilişkilerinde, örneğin işgücü pazarlığında işçinin konumunu zayıflatırken, örgütlenme olanağını da daraltıyor. Sendikal alandaki örgütlenmede görülen gerilemenin bir nedeni de budur.

Kamu sektöründe de özel sektördeki gelişmeyi görüyoruz: Devlet, kamuya ait iş yerlerinde esnek çalışma/üretim uyguluyor; ücretli-sözleşmeli gibi ayrımlarla; yeni iş ve işçi tanımlamalarıyla sınıfın yapısında ve çalışma koşullarında etkili olan değişimlere yol açıyor.

Uluslararası sermayenin IMF ve Dünya Bankası üzerinden neoliberal dayatmaları da, var olduğu kadarıyla “sosyal devlet”i, birtakım kamu hizmet-yardım olanaklarını, elde edilmiş hakları tasfiye etmekte önemli bir rol oynamıştır ve oynamaktadır; yani özelleştirme işçi sınıfının güç kaybında, sendikal örgütlenmesinin gerilemesinde önemli bir rol oynamıştır.

Sınıfsal ayrışma işçi sınıfına adeta unutturulmuş; sınıf milliyetçi, şovenist, faşist politikalarla, mezhep ayrımcılığıyla, laiklik-antilaiklik ayrımıyla burjuvazinin sınıfsal çıkarlarının aracı haline getirilmiş durumdadır.

Bunun böyle olmasını devrimci ve komünist hareketin sınıfla ilişkilenişi de kolaylaştırmaktadır; işçi sınıfıyla bağların oldukça zayıf olması, sınıfı ideolojik, siyasi, ahlaki, örgütsel vb. alanlarda dirençsiz kılmakta, burjuvazi tarafından yönlendirilir hale getirmektedir.

Devrimci ve komünist hareketin işçi sınıfıyla bağının zayıflığı, sınıfın sendikal örgütlenmesinde muhafazakar, sarı sendikalara alanın terk edilmiş olduğu anlamına gelmektedir; bu türden konfederasyonlar ve tekil sendikalar, işçi sınıfını kolaylıkla düzen sınırları içinde tutabilmekteler.

İşçi sınıfının sendikal örgütlenmesinde oldukça önemli boyutlara varan gerilemede sendikaların oynadığı rol de küçümsenmemelidir; günümüz koşullarında hiçbir konfederasyon, hiçbir sendika eylem ve politik gelişmeler, en azından işçi sınıfını doğrudan ilgilendiren konularda işçi sınıfının çıkarlarını tutarlı bir biçimde savunmamaktadır. DİSK, Türk-İş ve başka konfederasyonlar ve bunlara bağlı sendikalar aralarında şüphesiz ki belli farklılıklar vardır, son kertede gerici, muhafazakar, genellikle “sarı sendika” diye tanımlanan burjuva sendikal anlayışın temsilcileri konumundalar. Onlar bu hal ve hareketleriyle işçi sınıfının çıkarlarını savunmaktan ve örgütsüz olan bölüklerini örgütlemekten çok uzaktır.

Son yıllarda işçi sınıfının sendikal örgütlenmesinde büyük kan kaybı yaşandığı bilinen bir gerçektir; öyle ki işçi sınıfının 1980'li yılların sonu, 1990'lı yılların başı döneminden kalma; işçi hareketinin o yükseliş döneminden kalma birikimlerinin özellikle 1990'lı yılların ikinci yarısından bu yana özelleştirme saldırısıyla elinden alındığı bir sürece girildi. Şüphesiz ki, özelleştirme; örneğin KİT'lerin özelleştirilmesi, sendikal harekete/örgütlülüğe darbe vurmak için yapılmamıştır, ama son kertede böyle bir etkisi de olmuştur.
Bu saldırıda sendika bürokrasisi de sermayeye sunması gereken hizmeti sunmakta kusur etmemiş, sendikal örgütlülüğün tasfiyesine adeta doğrudan katılmıştır. Amaç, sendikal mücadelenin etkisiz kılınması için sendikal örgütlülüğün eritilerek “kabul edilebilir” bir seviyeye indirilmesiydi. Bunda sermaye-sendika bürokrasisi ortaklığı başarılı olmuştur.

Devrimci ve komünist hareket işçi sınıfıyla bağ kurmak için her dönem çaba harcamıştır; işçi hareketi ve komünist hareketin ayrı ayrı kulvarlarda yürümesini parçalamak ve bu iki hareketi birleştirmek komünist hareketin sınıf bağının olduğunu ve sınıfı etkilediğini; yönlendirdiğini; örgütlediğini gösteren en önemli kıstastır. Bu mücadelenin; sınıfı kazanma mücadelesinin neresinde olduğumuzu kendimize sormamıza gerek yok. Bazı olumlu deneyimlere sahip olsak da ve bir zamanlar, şimdi olduğumuz yerden çok çok ileride olmuş olsak da henüz işçin başındayız.

Sendika konfederasyonlarının işçi sınıfına vereceği bir şey kalmamıştır; bu kurumlar mevcut politikalarıyla iflas etmelerine rağmen, tasfiyeci rollerinin işçi sınıfının hiç de küçümsenemeyecek bir bölümü tarafından görülmesine rağmen hala etkili olabiliyorlarsa bu, alternatiflerinin olmamasından kaynaklanmaktadır; dolayısıyla devrimci ve komünist hareketin bu alandaki yokluğundan kaynaklanmaktadır.

Bir taraftan burjuvazi ve diğer taraftan da sendika konfederasyonları, işçi sınıfının devrimci kimyasını bozmak, yok etmek ve düzenin uysal kölesi yapmak için elinden geleni yapmaktadır. O halde devrimci ve komünist hareket de işçi sınıfının mevcut kendine yabancı kimyasını bozmak için mücadele etmelidir. Sınıf bu mücadeleye hazır olduğunu ve bu doğrultuda mücadele edeceğini her zaman göstermiştir.

Devrimci hareketin işçi sınıfıyla bağı oldukça zayıftır. Bunun böyle olduğunu dönem dönem söylüyoruz. Bu anlamda da gerçeği tekrardan öteye geçmiyoruz. Devrimci hareketin işçi sınıfından kopuk olmasının tek nedeni yoktur. Ama ne kadar çok nedeni olursa olsun, esasta sorunun bizde olduğu gerçeği unutulmamalıdır. Sınıf ile bağın kurulmasında ve geliştirilmesinde zaaflı olan işçi sınıf değil, biziz ve bunu anlamamakta da adeta direniyoruz.

Sendikaların oynadığı rol ve somut veri olarak üretim sürecinin parçalanması, şüphesiz ki işçi sınıfı ile bağ kurmayı ve geliştirmeyi engelleyici, zorlaştırıcı bir rol oynamaktadır. İşçi sınıfının üretimden gelen gücünü kullanmak, bu gücü harekete geçirmek kaçınılmaz olarak örgütlenmenin üretim sürecinde olması gerektiğini beraberinde getirir; sınıf ancak ve ancak iş alanında, üretim alanında örgütlenebilir. Bu da hücre örgütlenmesinden geçer.

İşçi sınıfının burjuva ideolojinin etkisinde olması; faşizm, şovenizm, din tarafından düşüncesinin köreltilmesi, var olduğu kadarıyla burjuva sendikal anlayışın etkisinde kalması, bir biçimde kendi ideolojisinden uzak olması; sınıf olarak kendine yabancılaştırılmış olması, bu sınıfın mücadeleci olmadığını, mücadele dinamiklerinin yok olduğunu göstermez. En azından 1 Mayıs için Taksim mücadelesi, son olarak Tekel işçilerinin direnişi bu sınıfın ne denli mücadele potansiyeline sahip olduğunu göstermektedir. O halde sorun, sınıfın mücadele isteğinden ziyade bizim sınıfa yaklaşışımızdadır.

Salt ekonomik haklar doğrultusunda yapılan propaganda ve ajitasyon ile işçi sınıfının bilinçlendirilmesi, örgütlenmesi ve mücadeleye seferber edilmesi imkansızdır. Sermayenin her alanda saldırısına karşı sınıfın her alanda eğitilmesi gerekir; bu eğitimin bir ayağı da sokaktır. Ekonomik taleplerle sınırlı bir eğitim ve örgütleme anlayışı, işçi sınıfının bilinçlenmesini sınırlandırmak demektir. Ekonomik taleplerde amaca ulaşılması durumunda birlikte hareket etmenin nedeni ortadan kalkacağı için sınıfın örgütlenmesi, bağların kopmasıyla dağılmış olur.
Bu konuda Lenin'in uyarısı unutulmamalıdır (1).
Yaşanan ekonomik krizden ve temel gıda maddeleri fiyatlarının astronomik artışından dolayı dünyanın birçok ülkesinde yükselen protestoları da göz önünde tutan dünya burjuvazisi adeta teyakkuzda. Doğal olarak Türk burjuvazisi de işçi sınıfı ve emekçi yığınlardan gelebilecek tehlikenin farkında. Bu nedenle sınıftan gelebilecek ve tehlike olarak gördüğü gelişmelere hazırlıklıdır. Ama işçi sınıfının sendikal çerçeveyi geçmeyen örgütlenmesi; siyasal öznesinden ayrı yürüyor olması gelişebilecek eylemlerin etkisini kırıcı olabilir.

Açık ki, işçi sınıfı bir bütün olarak sınıf bilincinden yoksun ve onun bu hali mücadelesinin kitlesel ve kalıcı olması önündeki en büyük engeldir.

İşçi hareketinin ve komünist hareketin ayrı ayrı kulvarlarda yürüdüğü dönemlerde bu durum “normal” karşılanabilir, ama coğrafyamızda bu ayrı yürüyüşün uzun zamandan bu yana söz konusu olması komünist hareketin soruna bakışı bakımından düşündürücü olmalıdır; niye böyle olduğu sorusu, işçi sınıf ile bağların zayıf olduğu ve giderek daha da zayıfladığı konusu üzerine düşünmek zorundayız.

Burjuvazi işçi eylemleri karşısında ne denli tahammülsüz olduğunu her seferinde göstermiştir; bu durumda mücadele biçim ve yöntemleri ve araçları konusunda sadece komünistlerin kafasının açık olması yetmiyor; işçi sınıfının sorunu mevcut düzeni yıkarak siyasi iktidarı ele geçirmek ise bu amaca uygun örgütlenmek ve mücadele araçları geliştirmek ve kullanmak zorundadır. Bu anlayışın yaygınlaştırılmadığı koşullarda burjuvazi sınıfın direncini kolay kırar.
Temel gıda maddeleri fiyatlarında spekülasyon sonucu astronomik artışa karşı dünyanın birçok ülkesinde yer yer sokak çatışmaları biçiminde sürdürülen kendiliğinden mücadeleden korkan dünya burjuvazisi, aynı dönemde patlak veren ekonomik krizden dolayı tüm korkuya kapılmıştır; emperyalizme bağımlı, yeni sömürge ülkelerde ve kapitalizmin merkezlerinde işçi sınıfı ve emekçi yığınların talana, yoğunlaştırılmış sömürüye, sosyal hakların yok edilmesine, işsizliğe karşı düzeni tehdit eden mücadelelere girişeceğinden korkmaktadır. Tam da bu nedenle iç savaşa karşı hazırlanmaktadır. Başta ABD olmak üzere birçok ülkede polisin ötesinde ordu birlikleri sokak çatışmaları için eğitilmektedir. Burjuvazi tehlikenin büyüklüğünü ve olasılık oranının yüksek olduğunu göstermek; korku salarak hazırlıklarını haklı çıkartmak için sürekli, kalkışma riski olan ve olmayan ülkeler diye dünya siyasi haritası yayımlamaktadır. “Economist” dergisinin arka arkaya yayımladığı harita buna hizmet etmektedir. Şu veya bu ülke konusunda risk tespitlerine derece doğru veya yanlış olursa olsun, emperyalist burjuvazinin korkusunun maddi nedeni vardır. 2010 yılı açlığın, sefaletin, işsizliğin doruk noktaya çıkacağı yıl olacaktır. Bu da sermaye düzenine karşı mücadeleye davetten başka bir anlam taşımamaktadır.


*
1)“... teşhirler, sadece belirli bir sanayi kolunda işçilerle işverenler arasındaki ilişkileri kapsıyordu ve bunların sağladığı tek şey işgücü satıcılarının “metalarını” daha iyi koşullarda satmayı ve salt ticari alışveriş konusunda alıcılarla savaşmayı öğrenmeleri oldu. ... Sosyal-demokrasi sadece iş gücünün daha uygun koşullarda satılması için değil, aynı zamanda mülksüzlerin kendilerini zenginlere satmaya zorlayan toplumsal düzenin kalkması için de işçi sınıfı mücadelesine önderlik eder. Sosyal-demokrasi, sadece belirli bir işverenler grubuyla ilişkilerde değil, modern toplumun bütün sınıflarıyla ve örgütlenmiş bir siyasal güç olarak devletle de ilişkilerde işçi sınıfını temsil eder. Demek ki sosyal-demokratlar, kendilerini sadece ekonomik mücadele ile sınırlamakla kalmamalı, iktisadi teşhirlerin örgütlendirilmesi işinin başlıca eylemleri haline gelmesine de izin vermemelidirler” (Lenin, Ne Yapmalı, Cilt 5, s. 412. Alm.).


12 Ocak 2010