deneme

4 Temmuz 2010 Pazar

NEOLİBERALİZM VE SOSYAL HAREKETLER-I



(AVRUPA SOSYAL FORUMU – CENAZE I)

ASF 1-4 Temmuz arasında İstanbul'da   6. kez toplandı. Bu vesile ile bu hareketin ne olup olmadığını belli açılardan ele almanın yararlı olacağına inanıyorum.

Kapitalist üretim biçiminin uluslararasılaşma boyutları, uluslararası tekellerin, “süper tekeller”in dünya politikasında belirleyici güç olduklarının ifadesidir. Dünya ekonomisini, emperyalist ülkelerde ekonomi ve politikayı bu tekeller belirliyorlar ve yönlendiriyorlar. Bu ekonomide ve politikada geniş işçi ve emekçi yığınların yeri yok. Ama kapitalist dünya sistemi, geniş yığınları hesaba katmaksızın işlevsel olamaz. Bir taraftan dünya ekonomisindeki ve politikasındaki gelişmelerden dolayı daha duyarlı olan geniş yığınlar, diğer taraftan da gelişmesinin, uluslararasılaşmasının sonucu giderek istikrarsızlaşan dünya kapitalist sistemi söz konusu. Birbirini tamamlayan bu iki olgunun sonucunda yeni bir hareket doğdu: Uluslararası Protesto Hareketi.

Emperyalist burjuvazi, özellikle Revizyonist Bloğun ve SB’nin dağılmasından sonra yeni bir çağa girildiğini ifade etmek için küreselleşme kavramını dilinden düşürmedi ve yeni dönemi tanımlamak için de kendisine özgü küreselleşme teorileri geliştirdi. Çünkü ona göre teoriler, sınıflar dünyası yıkılmıştı. Artık önemli olan, bütün dünyanın demokratikleşmesi, özgürleşmesi ve refahlaşmasıydı. Böyle bir süreçte de, ideolojinin, teorilerin ve sınıfların; sınıf kavgalarının yeri olamazdı, olmamalıydı. Bu nedenle emperyalist burjuvazi, Revizyonist Bloğunve SB’nin dağılmasından bu yana yaşanan sürecin sınıfsal karakterini gizlemek için küreselleşme kavramını kullanmaktadır. Doğrudan bu kavram üzerine ve bu kavramla ilgili olarak yazılan “bilimsel” kitapların sayısı belli değil. Ama burjuvazi bu konuda derinleştikçe teşhir oluyor, esas niyetini açığa vuruyor. Emperyalist burjuvaziye göre küreselleşmenin demokrasiyle, özgürlükle, kültürle doğrudan ilişkisi var. Ama yaşam göstermektedir ki, küreselleşmenin toplumların küreselleşmesiyle hiç bir ilgisi yok, ama sermayenin uluslararasılaşmasıyla doğrudan ilgisi var. Emperyalist burjuvazi, “küreselleşme” ile, sermayenin uluslararasılaşmasını, sermayenin uluslararası hareketinin gelişmesini, kapitalist üretimin uluslararasılaşmasını kastediyor, ama bunun böyle olduğunu söylemek istemiyor. Küreselleşme, aynı zamanda, sermayenin ve kapitalist üretimin “ulusal” ve uluslararası yeni koşullara göre örgütlenmesinin ifadesidir. Emperyalist burjuvazi bunun böyle olduğunu kabul etmek istemiyor. Aksi takdirde neoliberal dayatmaların küreselleşmenin bir yansıması olduğunu kabul etmek zorunda kalacaktır.

Küreselleşmeyen kapitalizm olamaz. Kapitalizm, küreselleşme sürecinde bütün çelişkilerini açığa çıkartır ve küreselleşme sürecinin gelişmesi de kapitalizmin çelişkilerinin keskinleşmesi anlamına gelir. Emperyalist burjuvazi, tam da bu gerçeği, ucube küreselleşme teorileriyle gizlemeye çalışıyor. Emperyalist burjuvazi, duruma göre, insan haklarından, demokrasiden, özgürlükten, ahlaki değerlerden, medeniyetten, kültürden vb. bahsediyor. Ama nedense bütün “iyi” olan, Batı kaynaklı!

Küreselleşme teorileri, burjuva ideolojisinin bir yansıma biçimidir ve antikomünisttir. Çünkü bu teorilerle, nihayetinde, sosyalizmin yegane alternatif olduğunu gizlemeye çalışılmaktadır.

Tekilleştirirsek, küreselleşme teorisi tutmamıştır, kısa ömürlü olmuştur. Bizzat yaşamın kendisi bu teorinin nesnellikle hiç bir ilgisinin olmadığını kanıtlamıştır ve kanıtlamaktadır. Bundan dolayıdır ki, teorinin savunucuları, küreselleşmenin zengin-fakir bütün ülkeler arasında bütün insanlara aynı derecede yararlı olmadığının; tersine zengin fakir-ülkeler arasındaki uçurumun derinleştiğinin, insan haklarını, demokrasiyi vb. sahiplenmenin kendi demagojileri olduğunun farkına varıldığını gördüklerinden dolayı, eksikliklerden, yetmezliklerden, olmaması gereken gelişmelerden, küreselleşmenin kontrol altına alınamamasından vb. bahsetmeye başlamışlardır. Açık ki bizzat küreselleşme , küreselleşme teorilerini çürütmektedir. Bu teorinin savunucularının, sermayenin ve üretimin uluslararasılaşmasının ve uluslararası örgütlenmesinin yıkıcı etkilerini itiraf etmeleri de, nesnel gerçekliğin çıplak gözle görülüyor olmasından dolayıdır. Artık,“yanlış gelişmeler”, daha “insancıl”, daha “sosyal” olunmalıdır vb. demagojiler, bu teoriyi kurtarmıyor.

Küreselleşme, karşıtlarını da doğurdu. ‘90’lı yılların başından bu yana sayısız küçük burjuva gruplar, sermayenin ve üretimin uluslararasılaşmasının sonuçlarına karşı mücadele etmek için örgütlenmeye başladılar. Böylece küreselleşmenin karşıtı olan, eleştirmeni olan Uluslararası Protesto Hareketi doğdu. Bu çevrelerin küreselleşme karşı eleştirileri, geliştirdikleri hareketin teorik temelini oluşturmaktaydı. Oluşan Uluslararası Protesto Hareketinin kendisi gibi, teorisi de kelimenin gerçek anlamıyla bir gök kuşağıydı ve gök kuşağıdır.

Bu hareketin bileşenleri oldukça kalabalık, sayısal olarak çok. Çünkü her bir grup, her bir inisiyatif, her bir komite vb. kendini bu hareketin bir bileşeni olarak görmektedir.

Bu hareket neyi savunuyor?
Bu hareketin bileşenlerinin her birinin görüşlerini ele almak, geniş hacimli bir çalışma yapmak anlamına gelir. Her bir bileşeninin ne dediğinden ziyade önde gelen bileşenlerinin ve bazı egzotik bileşenlerinin görüşlerini ele alarak bu gök kuşağı hareketinin teorik duruşunu gösterelim.

Bu hareketin, somutta da ASF'nin örgütsel bir yapısı yoktur. Tam bir takvim eylemciliği yapılmaktadır. Sorun, eylemden eyleme, şu veya bu bileşeni dışlayan tartışmalardan kaçınarak, en geniş kesimleri harekete geçirmek ve en kalabalık eylemi gerçekleştirmektir. Eylem öncesinde, esnasında ve sonrasında isteyen, istediğini söyleyebilir, propaganda yapabilir. Hal böyle olmasına rağmen bu hareketin temel çizgisi ve yönelişi hep aynı kalır. Çünkü bu hareketin önde gelen bileşenleri aynı anlayıştadır. Hazırlık tartışmalarını istedikleri gibi yönlendirirler. “Aykırı” düşüncelerin sızmasını engelleyen tedbirleri alırlar. Bu baylar için, çizgilerine uymayan her düşünce, özellikle de Marksistlerin düşünceleri, “aykırı” düşüncelerdir. Ama hazırlık toplantılarda demokrasi adına, farklı görüşlerin dile getirilmesine tahammül edilir. Sonuç değişmez. Yıllardan beri bu böyle. Özellikle Fransa’da ATTAC’ın (1998), Dünya Sosyal Forumu’nun DSF (2000) ve Avrupa Sosyal Forumu’nun (ASF 2002) oluşumundan buyana dünya kamuoyuna aynı görüşler pompalanır.

Hangi görüşler hangi perspektifle pompalanıyor?
ASF, emperyalist burjuvazinin pompaladığı ve avanak küçük burjuvazinin kabullendiği küreselleşme döneminin adil ve demokratik olmasını istiyor.
ASF, “sosyal devlet” kavramını çarpıtıyor.
ASF,demokrasi kavramını olduğundan farklı gösteriyor.
ASF veya Uluslararası Protesto Hareketi, burjuva devlet ile pazar arasında bir farklılık oluşturmaya çalışıyor.
ASF, devlete odaklanmıştır.
ASF,esas itibariyle mali sermayeyi eleştiriyor.
ASF, IMF, DB ve DTÖ’nden oluşan “üçlü kutsal ittifak”ı hedef alıyor.
ASF, “küreselleşme”nin aşırılıklarının törpülenmesini talep ediyor.
ASF, bırakalım kapitalist sistemi, emperyalizmi dahi bütünlüğü içinde hedef almıyor.
“Başka bir dünya mümkündür” anlayışıyla DSF, ASF veya Uluslararası Protesto Hareketi, kapitalizmin demokratikleştirilebileceğini, kontrol edilebileceğini, medenileştirileceğini savunuyor.
ASF, enternasyonalizmi değil, transnasyonalizmi savunuyor.

Bu ve benzeri temel düşünceleriyle ASF, antikomünisttir, gericidir, hayalcidir, reformisttir; eleştirisi küçük burjuva eleştiridir, tutucudur.

Dünyanın önde gelen tekel gruplarından Asea-Brown-Bavery’nin başkanı Percy Barnevik, küreselleşmeden neyi anladığını şöyle anlatıyor:

“Küreselleşmeyi, firmalar grubumuzun istediği yerde ve zamanda yatırım yapma, istediğini üretme, istediği yerde satma ve satın alma ve iş yasaları veya başka düzenlemeler nedeniyle (gündemde olan) bütün kısıtlamaların mümkün olduğunca az tutulması özgürlüğü olarak tanımlıyorum”.

Buna karşın küreselleşme eleştirmenleri, bir bütün olarak ASF neyi talep ediyor? Düzeltmeyi, kontrol etmeyi, yeni yasalarla sermaye hareketini dizginlemeyi, yani kapitalizmi kontrol altına almayı, tekellerin hakimiyeti yerine küçük üretim birimlerine dönmeyi vb. talep etmektedir. Bu hareket, emperyalizmi demokratikleştirmek istiyor; politikayı, ekonominin yoğunlaşmış bir ifadesi olarak görmüyor, burjuva politika ile ekonomiyi birbirinden ayırıyor ve emperyalist devlete, burjuva partilere “düzeltin”, “demokratikleştirin”, “dizginleyin” çağrıları yapıyor.

ASF'nin politikasını belirleyen bileşenleri, sermayenin ve üretimin uluslararası örgütlenmesine, bu örgütlenme çerçevesinde bağımlı ve yeni sömürge ülkelerin talan edilmelerine karşı değiller. Onlar, sadece, bu işin kuralsızlıklar içinde değil, belli kurallar çerçevesinde, “aşırılıklar”ın engellenerek yapılmasından yanalar.

Aslında emperyalist burjuvazi, uluslararası tekeller, Marks’ı, Uluslararası Protesto Hareketinden daha iyi anlıyorlar. Marks, “Grundrisse”de “dünya pazarı oluşturma eğilimi, kapital kavramında dolaysız bir şekilde vardır. Her sınır, aşılması gereken engeldir” tespitini yapıyor. Emperyalist burjuvazinin, süper tekellerin bugün veya yıllardan beri veya da bütün emperyalizm çağı boyunca yapmaya çalıştıkları ve yaptıkları da Marks’ın bu öngörüsünü doğrulamaktan ibarettir.

Ama Uluslararası Protesto Hareketi, ASF olmaz diyor, daha doğrusu böyle olmaz diyor. Bu iş, kontrollü olmalıdır, birtakım kurallar konmalıdır ve her şey kurallar içerisinde yapılmalıdır diyor. Bunu gerçekleştirmek için de emperyalist devlete, partilere, tekellere çağrılarda bulunuyor. Kundakçıya itfaiyeci elbisesi giydiriyor.
Frenleyelim, demokratikleştirelim, yasalarla düzenleyelim çağrısını yapan ASF ve DSF, bu konuda da Marks ve Engels’i, uluslararası tekellerin anladığı kadar anlayamamıştır. Niye anlasın ki?!

Komünist Manifesto’da şöyle deniyor:
“Burjuvazi, dünya pazarını sömürmekle, her ülkenin üretimine ve tüketimine kozmopolit bir nitelik verdi. Gericileri derin kedere boğarak, sanayin ayaklan altından üzerinde durmakta olduğu ulusal temeli çekip aldı. Eskiden kurulmuş bütün ulusal sanayiler yıkıldılar ve hâlâ da her gün yıkılıyorlar. Bunlar, kurulmaları bütün uygar uluslar için bir ölüm-kalım sorunu haline gelen yeni sanayiler tarafından, artık yerli hammaddeleri değil, en ücra bölgelerden getirilen hammaddeleri işleyen sanayiler, ürünleri yalnızca ülke içinde değil, yeryüzünün her kesiminde tüketilen sanayiler tarafından yerlerinden ediliyorlar. O ülkenin üretimiyle karşılanan eski gereksinmelerin yerini, karşılanmaları uzak ülkelerin ve iklimlerin ürünlerini gerektiren yeni gereksinmeler alıyor. Eski yerel ve ulusal kapalılığın ve kendi kendine yeterliliğin yerini, ulusların çok yönlü ilişkilerinin, çok yönlü karşılıklı bağımlılığının aldığını görüyoruz. Ve maddi üretimde olan, zihinsel üretimde de oluyor. Tek tek ulusların zihinsel yaratımları, ortak mülk haline geliyor. Ulusal tek yanlılık ve dar kafalılık giderek olanaksızlaşıyor ve sayısız ulusal ve yerel yazınlardan ortaya bir dünya yazını çıkıyor.

Burjuvazi, bütün üretim araçlarındaki hızlı iyileşme ile, son derece kolaylaşmış haberleşme araçları ile, bütün ulusları, hatta en barbar olanları bile, uygarlığın içine çekiyor. Ucuz meta fiyatları, bütün Çin setlerini yerle bir ettiği, barbarların inatçı yabancı düşmanlığını teslim olmaya zorladığı ağır toplar oluyor. Bütün ulusları, yok etme tehdidiyle, burjuva üretim biçimini benimsemeye zorluyor; onları uygarlık dediği şeyi benimsemeye, yani bizzat burjuva olmaya zorluyor. Tek sözcükle, kendi hayalindekine benzer bir dünya yaratıyor.

Burjuvazi, kırı kentlerin egemenliğine soktu. Çok büyük kentler yarattı, kentsel nüfusu, kıra kıyasla, büyük ölçüde artırdı ve böylece, nüfusun oldukça büyük bir kısmını kırsal yaşamın bönlüğünden kurtardı. Kırı nasıl kentlere bağımlı kıldıysa, barbar ve yarı-barbar ülkeleri de uygar olanlara, köylü ulusları burjuva uluslara, Doğuyu Batıya bağımlı kıldı.

Burjuvazi, nüfusun, üretim araçlarının ve mülkiyetin dağınık durumuna giderek daha çok son veriyor. Nüfusu bir araya toplamış, üretim araçlarını merkezileştirmiş ve mülkiyeti birkaç elde yoğunlaştırmıştır. Bunun zorunlu sonucu, siyasal merkezileşme oldu. Ayrı çıkarlara, yasalara, hükümetlere ve vergi sistemlerine sahip bağımsız ya da birbirleriyle gevşek bağlara sahip eyaletler, tek bir hükümete, tek bir hukuk düzenine, tek bir ulusal sınıf çıkarına, tek bir sınıra ve tek bir gümrük tarifesine sahip tek bir ulus içinde bir araya geldiler” (1).

ASF, DSF veya Uluslararası Protesto Hareketi, kapitalizmin bu gerçekliğini anlayacak düşünce yeteneğinden yoksundur. Aksi takdirde, burjuvazinin dün ve bugün yapmış olduğunun, kapitalizmin gelişmesinin nesnel yasalarının sonuçları olduğunu görür ve sorunun, bu sonuçlarla uğraşmak olamayacağını, bu sorunlardan kurtulmak için eleştirinin ve mücadelenin kapitalist sisteme yöneltilmesi gerektiğini kavrayarak hareket ederdi.

Bu hareketin küreselleşme eleştirileri kapitalizmin nesnel gelişme yasalarını hiçe sayıyor. Bu baylar, kapitalist gelişmeyi, sermayenin ve üretimin yoğunlaşmasını ve merkezileşmesini, sermaye-tekel oluşumu ilişkilerini, kapitalizm-dış pazar ilişkilerini hesaba katmıyorlar. Sanıyorlar ki, çıkartılacak yasalarla özlemini duydukları “sosyal devlet” dönemine geri dönülebilir.

Amerikan hükümet dışı örgütlerinden (NGO) “Coup Watch” ve “Global Exchange”e göre “tekellerin olması gerekenden fazla iktidarı”na karşı mücadele edilerek “başka, demokratik bir dünya” kurulmalıdır. Yani tekellerin gücü sınırlandırılmalıdır. Bunların, “merkezi stratejik amaç”larından birisi, “tekeller ile devlet arasında ayrımı” sağlamaktır. Bu baylara göre, devlet ile tekellerin iç içe geçmeleri, “tekel fundemantalist devletler”in doğmasına neden olmaktadır ve bu da “demokrasiye karşıdır”. Bahsedilen ayrım, “IMF, DB, DTÖ, BM vb. uluslararası kurumlar bazında da” söz konusu edilmelidir.

DSF ve ASF içinde antitekelci eğilimler de oldukça yaygındır. Yukarıdaki örnekte de bunu görüyoruz. Ama bu hareket, bir bütün olarak antitekelci değildir. Ama bir bütün olarak tekel eleştirmenlerinden oluşmaktadır. Onun bir kısım bileşeni tekelciliğe karşıdır, küçük üretimin, tekelci olmayan sermayenin savunucusudur. Diğer kısmı, bu hareketin siyasi karakterini belirleyen kısmı ise tekele, sermayenin ve üretimin uluslararası örgütlenmesine, bir bütün olarak emperyalist talana karşı değildir, sadece, uluslararası tekellerin insaflı harekat etmelerini, faaliyetlerinin yasalarla sınırlandırılmasını, emperyalist talanın belli yasalar çerçevesinde yapılmasını savunur. Bundan dolayı da tekelciliği sadece bu düzeyde eleştiriyor.

ATTAC (“Yurttaşlar İçin Tobin-Vergisi Eylemi” veya “Vatandaşların Lehine Mali Transaksiyonların Vergilendirilmesi İçin Birlik”) ASF'nin en güçlü ve en popüler bileşenini oluşturur. “Le Monde diplomatique”in şef redaktörü Ignacio Ramonet’ın yoğun çabaları sonucunda Fransa’da kurulan (3 Haziran 1998) ATTAC, kısa zamanda dünyanın birçok ülkesine yayıldı. Fransa’da, Almanya’da bir çok senatörün, milletvekilinin, sosyal demokrasinin önde gelen Lafontaine gibi liderlerinin (Almanya) üye olduğu bu kuruluş, “sosyal devlet”i kurtarmanın çabası içindedir. Bu kuruluş, insanlığı, kapitalizmle, emperyalist talanla barıştırmanın çabası içindedir. Bu kuruluş, “başka dünya olasıdır” anlayışının “demokratik” emperyalist sistemde gerçekleşebileceğinin propagandasını yapmaktadır. Bu kuruluş, vahşi- aslında gerçek- Amerikan küreselleşme anlayışının karşısına Avrupai küreselleşme anlayışını koyan ve bu nedenle de Amerikan emperyalizmine karşı Avrupa, özünde de AB emperyalizmini ve küreselleşmesini savunan kuruluştur.

Le Monde diplomatique’in Aralık 1997 sayısında Ignacio Ramonet efendi çok kızgın ve ateşli bir şekilde “pazarlar silahsızlandırılmalı”, “mali pazarlar silahsızlandırılmalı”, “dayanışma vergisi” uygulanmaya konmalı şiarlarıyla start vermişti. Yani yeni bir dünyanın mümkün yapılmasına Tobin-Vergisi ile başlanacaktır. Ramonet efendi, “21. Yüzyılda dünyanın nihai olarak, haydutların söz sahibi olduğu balta girmemiş bir ormana dönüştürülmesi engellenmek isteniyorsa, mali pazarların silahsızlandırılması ilk yurttaşlık görevidir” diye yazıyordu (2).

Ramonet efendinin, “mali pazarları silahsızlandırmayı” “öncelikli vatandaşlık görevi” yapmasından sonra, eylemin pratik örgütlenmesi – ATTAC’ın örgütlenmesi- görevi Bernard Cassen’a (İngiliz edebiyatı profesörü ve söz konusu gazetenin direktörü) verildi. Böylece ATTAC doğdu ve bütün dünyada yaygınlaştı.

Devam etmeden önce ATTAC’ın en önemli silahı mali pazarları silahsızlandıracak(!) derecede güçlü sanılan silahı, Tobin-Vergisi’nin ne anlama geldiğini açıklayalım.

Küreselleşme ve sonuçlarıyla ilgili tartışmalar“çerçevesinde James Tobin’in 1972’den kalma önerisi giderek sempati toplamaya başladı. Nobel ödülü sahibi (J. Tobin), döviz transaksiyonlarının cüzi bir vergiye tabi tutulmasını öneriyordu. Tobin’e göre, kısa vadeli yatırımlar mali pazarlar üzerinde istikrar bozucu etkide bulunuyorlardı ve orada süreklilik arz eden kur dalgalanmalarına neden oluyorlardı. Her borsa gününde mali merkezler arasında gidip gelen 1,5 trilyon doların yüzde 80’i iki aydan daha az, hatta sadece 2 saatlik kısa vadeli yatırımlardır”(3).

Bu kadar basit. İşte her vatandaşın, “öncelikli vatandaşlık görevi” olarak kullanabileceği bir silah!

Bu verginin dünya çapında uygulanması sonucunda “yuvarlak olarak 90 milyon dolar elde edilecek”. Ve bu, “bütün sanayi ülkelerinin gelişme yardımının iki misli olan bu miktar, bazı iklim politikası, sosyal amaçlar veya gelişme politikası gibi anlamlı girişimlerde” (4) kullanılabilirmiş! Mali pazarlarda büyük kumar oynayanların vergilendirilmesine karşı değiliz. Ama bu vergilendirmeyle de aynı pazarların silahsızlandırılacağına, sermayenin dizginleneceğine inanacak kadar da hayalci değiliz. Bu talep, hayalci olduğu kadar gericidir de. Neden?

Bu vergiyle mali pazarlarda spekülasyonun önünün alınamayacağını bizzat ATTAC açıklıyor! “Tobin-vergisi, dünya ekonomisi üzerinde mekanizmayı durdurmadan mekanizma içinde kum etkisi yapar. Dövizleri vergilendirmek, her amaç için kullanılan silah değildir. Yüzde 10, 20 veya Asya krizinde olduğu gibi yüzde 40 ila yüzde 60 karın elde edileceği spekülatif saldırılar engellenemez” (5).

Demek ki Tobin-Vergisi spekülatif saldırılara karşı bir çare değil. Neye karşı çare? “Sadece ‘normal’ sıradan spekülasyona karşı” (6).
Değer mi diyeceksiniz! Değer! Değer, çünkü Almanya ve Fransa’da bu vergilendirmeyi doğru bulan reformist kesimler var. Şüphesiz ki bu vergi, karı sınırlıyor, ama anlaşılan o ki Almanya ve Fransa’da bir kesim tekelci burjuvazinin çıkarlarına hizmet ediyor. Bu nedenden dolayı olsa gerek birçok burjuva, sosyal demokrat politikacı ATTAC’cıdır.

Bu vergi, uluslararası tekelleri; mali pazarlardaki aktörleri etkiler mi? Etkilemez. Çünkü tekeller, bu vergi miktarını fiyatlara bindirirler (tekel fiyatı). Ancak, tekelci olmayan sermaye kesimini etkileyebilir.
Spekülatif sermaye, aşırı birikim sonucu oluşan sermayedir. Bu sermaye, maddi değerlerin üretimine yatırıldığında beklenen azami karı getirmeyecektir. Getirecek olsaydı başka yatırım alanı aramazdı. Azami kar elde etmek için “gözü dönmüş” bu sermayeyi Tobin-Vergisi hiçbir şekilde etkilemez. Çünkü;

“Sermaye, kar olmadığı zaman ya da az kar edildiği zaman hiç hoşnut olmaz, tıpkı eskiden doğanın boşluktan hoşlanmadığının söylenmesi gibi. Yeterli kar olunca sermayeye bir cesaret gelir. Güvenli bir yüzde 10 kar ile her yerde çalışmaya razıdır; kesin yüzde 20, iştahını kabartır; yüzde 50, küstahlaştırır; yüzde 100, bütün insansal yasaları ayaklar altına aldırır; yüzde 300 kar ile, sahibini astırma olasılığı bile olsa, işlemeyeceği cinayet, atılmayacağı tehlike yoktur. Eğer kargaşalık ile kavga kar getirecek olsa, bunları rahatça dürtükler. Kaçakçılık ile köle ticareti bütün burada söylenenleri doğrular” (7).

Ramonet efendinin silahı, azami kar için her şeyi göze alan, her türlü cinayeti işleyen sermayenin önünü alabilir mi? Alamaz. Sermayenin azami kar için yeni yatırım alanı araması ve azami kar için barbarlığı da göze alması onun; kapitalist üretim biçiminin yasal bir sürecidir. Kapitalizmi yok etmeden bu gerçekliği ortadan kaldıracak bir güç yoktur. Ramonet efendi, Tobin-Vergisi ile sermayeyi yeniden maddi değerlerin üretimi sürecine yöneltmeye çalışıyor. Ama sermaye Ramonet efendiyi dinlemiyor. Eğer dinleme yeteneği olsaydı Soros efendiyi dinlerdi.

Tobin-Vergisi ile bağlam içinde daha bir çok anlayış eleştirilebilir. Örneğin, bu vergiyi toplayan devlet, bu miktarı ne yapacak? Gerçekten sosyal amaçlar için mi kullanacak? Vergiyi toplayan devlet, bu miktarı yeniden,tekellerin hizmetine sunmayacak mı?

ATTAC, kapitalizmin/emperyalizmin dizginlenebileceği, yasalarla uygarlaştırılabileceği, reforme edilebileceği hakkında gerici, karşı devrimci hayaller yaymaktadır.

ATTAC, kendisini, “pazarların zincirlerinde boşanmış güçlerine karşı geniş toplumsal ittifak” olarak tanımlıyor. Ama günlük yaşadığımız kapitalizm üzerine; rekabet, ücret, yabancılaşma, barbarlaştırma, baskılar vb. üzerine hiç bir şey söylemiyor. Uluslar arası Protesto Hareketinin birçok bileşeni gibi ATTAC da, “ekonomi, sömürü, spekülasyon, işten çıkartmalar ve (ekonominin) ağırlık merkezini yurt dışına kaydırma ile mutlaka elele gitmek” zorunda değildir anlayışını savunuyor. ATTAC, “demokratik düzenleme” ve “küreselleşmenin medenileştirilmesini” talep ediyor, “siyasi sorumluların, ekolojik ve sosyal adaletli bir küreselleşme için” güçlü tavır koymaları çağrısı yapıyor.

ATTAC ve baş kurucusu Ramonetefendi “adaletli” bir kapitalizm istiyor.
Şimdilerde “sol”cu olan Alman sosyal demokratlarının önde gelenlerinden O. Lafontaine’in,ATTAC,“demokrasinin kurtarıcısıdır” anlayışı aslında her şeyi açıklıyor.

DSF veya ESF için sorun olan, “küreselleşme”dir, kapitalizmin kendisi değildir; sorun olan, spekülasyondur, kar, azami kar değildir, sorun olan, genel anlamda savaştır, haklı-haksız savaş ayrımı değildir; sorun olan, diktatörlüktür, ama sermayenin diktatörlüğü değildir; sorun olan, adaletsizliktir, ama onun kaynağı olan burjuva düzen, burjuva mülkiyet ilişkileri değildir. Bu baylar için, üretim araçlarının özel mülkiyette olması asla sorun değildir, ama bu mülkiyet ilişkilerinden kaynaklanan ve uçurumlaşan yoksulluk-zenginlik ayrımı sorundur.

Bu baylara göre neoliberalizm, yanlış politikanın bir ürünüdür!
Ama neoliberalizm; burada kuralsızlaştırma ve özelleştirme politikası, yanlış düşüncelerin sonucu değildir. Kapitalist üretim biçiminin bütün çıplaklığıyla açığa çıkan çelişkileri, onun yapısal krizi, neoliberalizmin maddi temelini oluşturmaktadır ve bundan dolayıdır ki bugün emperyalist burjuvazi, uluslararası tekeller, talan ve sömürüyü, sınıfsal çıkarlarını, ancak ve ancak neoliberal uygulamalarla gerçekleştirebiliyorlar. Hal böyle olmasına rağmen Uluslararası Protesto Hareketi, hayal dünyasında geziniyor ve dünya kamuoyuna şu mesajı veriyor: Hakim güçler; politikacılar, tekeller, isterlerse bu yanlış politikayı uygulamaktan vazgeçebilirler, isterlerse sömürü ve talanı başka türlü; “demokratikçe”, “adalet”li olarak örgütleyebilirler. Yani “başka bir dünya mümkündür”!

Bu avanaklar, kendilerini izleyen milyonlarca işçi ve emekçiye, bugünkü yönetimlerin uyguladıkları politika yanlıştır, doğru politikaların uygulanması durumunda “küreselleşme”nin bu uç yönleri olmayacaktır. Kapitalizme alternatif olarak sosyalizmi unutun, yeğene alternatif, kontrol altına alınmış kapitalizmdir çağrısını yapıyorlar.
Eleştirilerinin özü bundan ibarettir.

Ramonet efendi ve hayal pazarlayıcısı S. George hanımefendi, evet bir bütün olarak DSF, ASF ve Uluslararası Protesto Hareketi, IMF, DB, DTO gibi uluslararası kurumları “demokratikleştirmek” ve “reforme etmek”,“uluslararası tekelleri” “uysallaştırmak” ve “küreselleşme”yi “adaletli yapmak” için mücadele ediyorlar. Böylece, sermayenin ve üretimin uluslararasılaşmasını ve uluslararası yeniden örgütlenmesini “demokratik” kontrol altına almak istiyorlar.

Bu baylar, “serbest ticaret” istemiyorlar, “centilmence ticaret” talep ediyorlar. Peki kimden istiyorlar? Burjuva devletten, uluslararası tekellerden ve adı geçen uluslararası kurumlardan. Bir kapitaliste, işçileri sömürüyorsun, kar etmek için üretiyorsun, bir emperyalist ülkeye veya tekele, sermaye ihraç ediyorsun diye atıfta bulunmak ne kadar doğruysa, yukarıdaki talepleri de o adreslere yöneltmek o kadar doğrudur.

P. W. Annenkow’a yazdığı 28 Aralık 1846 tarihli mektubunda Marks, şöyle der;
“Aslında o da (Proudhon’u kastediyor. çn.), bütün iyi burjuvaların yaptıklarını yapıyor. Bunların hepsi, rekabetin, tekelin vb. ilke olarak, yani soyut düşünceler olarak alındıklarında, yaşamın biricik temelini oluşturduklarını, ama pratikte ise kişiye bundan çok daha fazlasını arzulattıklarını söylerler. Bunların hepsi, rekabeti, rekabetin öldürücü etkileri olmaksızın isterler. Bunların hepsi de olanaksızı, yani burjuva varlığın koşullarını, bu koşulların zorunlu sonuçları olmaksızın isterler. Bunlardan hiçbiri, burjuva üretim biçiminin, tıpkı feodal üretim biçimi gibi, tarihsel ve geçici olduğunu anlamaz. Bu yanılgıyı doğuran şey, burjuva insanı, her toplumun mümkün biricik temeli olarak görmeleridir; bunlar, insanların artık burjuva olmayacakları bir toplum düşünemezler”(8).

Marks’in dediği gibi, ha Proudhon, ha şunu bunu düşünemeyen, “sonuçlarına katlanamayan” “onlar”! Ha Ramonet efendi, ha DSF, ASF!

Bu baylar, her şeyin demokratik olmasını istiyorlar; demokratik kapitalizm, demokratik emperyalizm, yani demokratik sömürü, demokratik talan, demokratik yoksulluk ve zulüm! Bunların istedikleri demokrasi nerede bulunur, nasıl uygulanır, bunu bilmiyoruz, ama bizler gibi bir dünyalı olan Lenin, durumu şöyle açıklıyor:

“Ekonomik açıdan emperyalizm (ya da mali-sermaye "çağı" — sözcükler önemli değil) kapitalizmin gelişmesindeki en yüksek aşamadır,üretimin çok büyük ve engin boyutlara ulaşmasıyla serbest rekabetin yerini tekele bıraktığı aşamadır. Emperyalizmin ekonomik özü budur. Tekel kendini, tröstlerde, birliklerde (syndicates), vb., dev bankaların mutlak kudretinde (omnipotence), hammadde kaynaklarının kapatılmasında, vb., banka sermayesinin birikiminde, vb. ortaya koyar. Her şey ekonomik tekele dayanır.

Bu yeni ekonominin, tekelci kapitalizmin (emperyalizm tekelci kapitalizmdir) siyasal üst yapısı, demokrasiden siyasal gericiliğe değişimdir. Demokrasi serbest rekabete tekabül eder. Siyasal gericilik tekele tekabül eder. Rudolf Hilferding, Finance Capital'inde gayet haklı olarak "mali-sermaye, özgürlük için değil, egemenlik için çabalar" der“ (9).

Ne diyelim, bizim yol gösterenlerimizden birisi de Lenin. Her halükarda Ramonet efendi değil!

Belirttiğimiz gibi, ASF, DSF, bir gök kuşağı hareketidir. Bu hareketin her bir bileşeni, bulunduğu sosyal, sınıfsal konumdan hareketle küreselleşmeyi eleştiriyor. Kendi açılarından da haklılar. Ama hepsinin ortak temel yönlerinden birisi, belki de belirleyici olanı, emperyalizmin ekonomisini politikasından ayırmaktır.

Bu konuda Lenin.
„Asıl olan şu ki, Kautsky, emperyalizmin politikasını ekonomisinden ayırmakta; ilhakların mali-sermayece "tercih edilmiş" bir politika olduğunu ileri sürmekte ve bu politikanın karşısına, güya olanaklı görünen ve gene mali-sermaye temeline dayanan başka bir burjuva politikası çıkarmaktadır. Buradan da, ekonomi içerisinde tekellerin, tekeli, zoru ve fethi dıştalayan bir politik tutumla bağdaşabileceği sonucunu çıkarmaktadır. Bu da, tam anlamıyla mali-sermaye döneminde tamamlanmış olan ve en büyük kapitalist devletlerin arasındaki rekabetin günümüzdeki biçimlerinin kendine özgü temelini meydana getiren "dünyanın paylaşılması olayının" emperyalist olmayan bir politikayla bağdaşabileceği demek oluyor. Böylece, Kautsky, kapitalizmin -bugünkü evresinin en temel çelişkilerini bütün derinliğiyle ortaya koyacağı yerde, bunları daha hafif göstermeye, gizlemeye çalışıyor. Vardığı sonunda, Marksizmin yerine, burjuva reformizmi oluyor….
Bankaların ve tröstlerin politikasına karşı yapılıp da bunların ekonomik temellerini kavramayan bir "mücadele", reformizmden ve burjuva pasifizminden başka bir şey değildir, masum ve iyi niyetli isteklerden öteye gidemez. Var olan çelişkileri bütün derinliğiyle ortaya koymak yerine onlardan kaçmak, en önemlilerini gözden kaçırmak, Kautsky'nin Marksizmle hiçbir ortak yanı olmayan teorisi böyledir işte“ (10).

Sonuç itibariyle:
Küçük burjuva idealist bir hareket olarak Uluslararası Protesto Hareketi, DSF, ASF, bir noktada gerçekten tutarlı ve radikaldir: Burjuva düzene, kapitalist sisteme sarsılmaz bir inançla bağlılık. Düzene inancının sarsılmazlığı, onu bu noktada tutarlı ve radikal yapıyor. Bu anlayışında asla taviz vermiyor ve her türlü karşı girişimi püskürtmenin tedbirlerini almış durumda. Burjuva toplumun ulusal/uluslararası kurumlarını ve sorumlularını tanıyor/kabulleniyor, ama fonksiyonlarının ne olduğunu sorgulamıyor, sadece, kendine göre yanlış olanın düzeltilmesini talep ediyor.

DSF ve ASF, hayal kırıklığına uğramış, ama düzenden umudunu kesmemiş yığınları, yeniden düzene kazandırmak için hakim sınıflara hitap ediyor; “demokrasi”, “adalet”, “kontrol” gibi kavramlarla düzen ile, düzenin hayal kırıklığına uğrattığı yığınlar arasında “toplumsal barışı” sağlamayı amaçlıyor. Bu alanda demagoji, “pazar ekonomisi de eşitlik üzerinde büyür” (Almanya ATTAC, Borchert) noktasına vardırılıyor.
Bu hareketin eleştirisi ehlidir, „terbiye edilmiştir“; düzenin sınırlarını zorlamaya yönelik değildir.

Bu hareketin geleceği ve antiemperyalist mücadelenin sorunları:
Gösterilerden,kongrelerden, karşı zirvelerden öte bu hareket milyonlara ne verdi? Sınıf bilinci mi taşıdı, onları örgütlemek için bir faaliyet mi sürdürdü? Veya siyasi ve teorik mücadeleyi mi göze aldı? Hayır. Revizyonizmin atası E. Bernstein’ın ilkesine göre hareket etti: Hareket her şey, sonuç hiçbir şey! Reformist de olsa, gerici de olsa, elde edilen bir sonuç var mı? Yok. Bu hareketin her tarafı, hakim sınıflara yönelik rica talepleri ile örülmüş.
Hareketin kendisi bir rica abidesidir!

Bu hareket, kapitalist düzeni aşmak, onu yıkmak isteyen, mücadele etmek isteyen, uzlaşmak istemeyen, bu düzenden umudunu kopartmak isteyen milyonlarca işçinin ve emekçinin önünde bir engeldir. Daha ileri gitmek isteyenleri, kapitalist sisteme karşı mücadele etmek isteyenleri, geriye, kapitalist düzenin sınırları içine çekmeye çalışıyor. Onun tarihsel görevi budur. Bundan dolayıdır ki, Avrupa’nın sosyal demokrat partileri tarafından destekleniyor.

Bu hareket, umudun, geleceğin sosyalizm olduğu gerçeğine karşı mücadele ediyor. Salt, umudu bu düzenle sınırlama anlayışı, onun bu gerçekliğini sergilemektedir.
Gök kuşağı olarak kalmayı ilke edinen bu hareket, şüphesiz ki, bırakalım Marksist olmayı, devrimci de değildir. Ama devrim üzerine oynuyor. Devrim yapacak güçleri yönlendirmeye çalışıyor. Bütün dünyada demokratik ve sosyalist devrim güçlerini reformizmin kuyruğuna takmaya, “demokratik’ emperyalizmin arabasına koşmaya çalışıyor. Hele şimdi, 2010 yılında dünya çapında işçi sınıfı ve emekçi yığınların işsizliği, baskıyı, sömürüyü, burjuva düzeni sorgulamaya başladıkları; dünyanın birçok ülkesinde devrimci mücadelenin mayalandığı günümüz koşullarında bu hareketin ileriye gidişin önünde bir engel olduğu daha açık görülmüyor mu? Mevcut halle dahi uluslararası işçi sınıfı ve emekçi yığınların kapitalizmi sorgulaması bu hareketinkinden daha ileridir. Bu durumda bu hareket ayak bağından başka bir anlam taşımamaktadır.

İşçilerin ve emekçi yığınların günlük yaşamı veya her gün yaşadığımız kapitalizm, bu hareketi zerre kadar ilgilendirmiyor. Onu ilgilendiren medyatik eylemler. Bu da ancak takvimsel oluyor.
DSF ve ASF, takvimsel eylemciliğin temsilcisidir.

İnsanlık tarihinin hiçbir döneminde bu denli çok sayıda düşünce ve çevre, Uluslararası Protesto Hareketinde olduğu gibi bir arada görülmemiştir.

Kapitalist dünyanın kişi ve kurumları seviyesinde elitlerinin düzenlediği toplantılarının, zirvelerinin olmaması bu hareketin sonu demektir. Zaten hareketin kendisi, IMF, DB, ve DTO’nden oluşan “üçlü kutsal ittifak”ı protesto temelinde doğmuştur. Sonra işin içine savaşı protesto girdi, daha sonra da AB yanlılığı, ABD karşıtlığı gündeme geldi. Daha sonra merkezin neresi olacağı üzerine rekabet yapıldı (DSF-Porto Alegre mi, yoksa ASF mi, yani Amerika mı, Avrupa mı?). Sonun başladığı görüldüğü için Forumlarda seyre düzelemeye gidildi.

İstanbul'da düzenlendiği için birçoğumuz için izleme imkanı olacaktır. İsteyen, show nasıl yapılırı orada izleyebilir.
Medyanın da katılımıyla Show, doruk noktasına ulaşıyor. Sayısız “anti”ciler için gün doğuyor. Birçok aktifist açısından “hiç bir şey yapmamaktansa, yanlış da olsa bir şeyler yapmak” eylem motifi oluyor. Mücadele takvime bağlandığı için, hareket iniş ve çıkışlar gösteriyor. Takvimin boş olduğu eylemsizlik döneminde sanal dünyada –Internet- bolca tartışılıyor, takvimin dolu olduğu dönemde güçlerin seferberliğine girişiliyor. Takvimsel eylemi örgütleme,lojistik olanak sağlama ve teknolojiyi kullanma bakımından süper bir hareket!

Salt eylemcilik, eylemden eyleme bir araya gelmekle değişen bir şey olmuyor. Bu nedenledir ki sayısız aktivistlerde başlangıçtaki coşkunun yerini giderek umutsuzluk alıyor. Soruna eleştirel yaklaşanlar ise Lafontaine ile hangi demokrasiyi kurtaracaklarını kendilerine soruyorlar. Lafontaine, Almanya ATTAC üyesidir (Almanya’da daha önce Eyalet Hükümeti başkanıydı, bir ara Federal Hükümette bakanlık yaptı, Başbakan Schröder ile görüş ayrılığından dolayı hükümetten çekildi, Şimdi “Sol” partinin eşbaşkanlarından birisidir). İşte bu Lafontaine, ATTAC’ı,“demokrasinin kurtarıcısı” olarak görüyor.
Tabii birçok Fransız işsizi ve emekçisi de Fransa ATTAC üyesi milletvekili ve senatörlerle neden bir arada olduğunu sorguluyor.
Tabii “başka bir dünya mümkündür”den sosyalizmi anlayanlar, troçkistlerle ne türden bir sosyalizm kurulabileceğini sorguluyorlar.
Bu güçlerin siyasi yönünü belirlediği ASF'nin geleceği yoktur. İstanbul'un son durak olduğunu gördük.

Hareketin önderliğinin amacı, bir nevi parlamento dışı muhalefet olmaktır. Parlamento dışı muhalefet ise ancak ve ancak sokak eylemleriyle gelişir ve oluşur. Ama hareketin önderliği bu eylemleri de kontrol etmeye çalışmaktadır.
Eylemler takvimsel olduğu için, sokağa çıkış da takvimseldir.

Hareketin önderliği ve genel işleyişi asla demokratik değildir. ATTAC’ın yapısı, DSF ve ASF ve Savaş Karşıtı Konferanslarda (Kopenhag, Londra, Berlin) sorunların ele alınışı bunun böyle olduğunu göstermektedir. Örnekleyelim:

ATTAC (Fransa) bir kurcular heyeti tarafından kurulmuştur. Bu heyet, on tanınmış şahsiyetten ve hükümet dışı örgütlerin ve siyasi grupların temsilcilerinden oluşuyor. Bu heyet, 30 üyeden 18’ini idare meclisine (yönetim kurulu diyelim) seçme hakkını kendisine saklıyor. Sadece bu heyetin seçtiği 18 kişi, ATTAC’ın siyasi çizgisini belirliyor. Başkanı da bu 18 üye belirliyor. Bu 18 üye, yönetim kurulunda “sürekli çoğunluğu” oluşturuyor. Böylece Ramonet efendi, V. Forrester hanımefendi vb. ne buyuruyorlarsa o oluyor.
Her türlü düşünce, bu 18 kişilik çoğunluğun görüşü değilse reddediliyor. Bu antidemokratik yöntemi uygulamalarının nedeni ise, örgüte dışarıdan nüfuz edilmesinin önünü almakmış!

Sınırlandırma, dışlama, antidemokratik yöntemler başka biçimlerde de uygulanmaktadır. Örneğin Almanya ATTAC’ta herkes çalışabilir. Hristiyan veya başka dinden olanlar, hümanistler, ateistler, Marksistler bu örgütte çalışabilirler. Bu örgütte teorik, dini, ideolojik bağımlılık yoktur. Çeşitlilik, güç olarak görülüyor.
Ama ırkçılığa, yabancı düşmanlığına, şovenizme karşı mücadelede zoru siyasi araç olarak kabul eden kişi ve gruplara kapılar kapatılıyor (11).
Kapıların, ırkçılığa ve faşistlere kapatılması desteklenmesi/olumlanması gereken bir anlayıştır. Ama bir taraftan kapılar Marksistlere de açıktır deyip, diğer taraftan da zoru siyasi araç olarak kabul edenlerin dışlanması, Marksistlerin, kapitalist düzenin devrimle, ancak zor kullanılarak yıkılabileceğine inananların dışlanması anlamına gelmektedir.

Zaten “ATTAC’ın taleplerinden birisi, küreselleşmenin önünü almak değildir, aksine küreselleşmenin demokratik kontrolüdür. Bu, sermayenin kontrole ihtiyacı var talebinde doruk noktasına ulaşıyor” anlayışı(12) bu ve siyasi, teorik, ideolojik, dinsel çeşitliliğe yapılan vurgu, hangi güçlerin dışlanacağını, hangilerinin dışlanmayacağını açıkça göstermektedir.

DSF ve ASF'ye katılma önünde hiçbir engel yoktur. Öncelik, örgütlendikleri ülkelerdeki delegelere verilir. Ama X, Y örgütü olarak konuşmanın önünde engel yoktur. Ne var ki, konuşma süresi 3-5 dakikayı geçmez ve önerilerin doğru olmasının, toplantıya katılanlar tarafından benimsenmesinin hiçbir önemi yoktur, çünkü, önceden örgütlenmiş ve nedense birkaç kez konuşma hakkına sahip olan birtakım aktörler, durumu yeniden istenilen yöne yönlendirmek için sahne alırlar. Her şey önceden konuşulmuş ve karar altına alınmıştır. Belli aktörler de, bu kararları toplantılarda işleyerek kabul edilmesini sağlarlar. İş uzarsa, sorun çalışma gruplarına havale edilir ki, o grupların da nasıl toplandığını, kimlerden oluştuğunu ancak teşkilatın kendisi bilir.

DSF, ASF, ATTAC gibi kuruluşlarda pasifistler, önderlik hakkını tekeline almıştır ve aldığı tedbirlerle bu hakkı korumasını da biliyor; orada işlerin demokratik yürütüldüğünü ve bu hareketin mekanizmalarını kullanarak bu hareket üzerinde etkili olunabileceğini de unutalım.

DSF, ASF, Uluslararası Protesto Hareketi reformizmi ve pasifizmi örgütlüyor.
Bir taraftan ezenlerin, talan edenlerin dünyası, diğer taraftan da ezilenlerin ve talan edilenlerin dünyası.
Bir taraftan neoliberalizmin savunucuları ve uygulayıcıları,diğer taraftan buna karşı direnenler.
Bir taraftan, hizmetindeki uluslararası siyasi, askeri ve iktisadi örgütleri ve devletleriyle uluslararası tekeller, diğer taraftan buna karşı gelen milyonlar.
Bir taraftan uluslararası sermayenin ve üretimin yeniden örgütlenmesi, diğer taraftan bu örgütlenmenin zulmünü çeken yığınlar.

ASF,bu kavganın ortasında yer almıyor, “arabuluculuk” yapmıyor. Taraflı hareket ediyor. Bıçağın kemiğe dayandığına inanan işçi ve emekçi yığınlarını kapitalist düzenle, emperyalist küreselleşmeyle barıştırmaya çalışıyor.

ASF, bir taraftır. Emperyalizmin, reformizm ve pasifizm kılığına büründürdüğü bir truva atıdır. Henüz örgütsel olarak oluşmamış uluslararası işçi ve emekçi cephesini daha baştan içten fethetmek görevini üstlenmiş faaliyetin örgütsel biçimidir.

ASF, devrimci mücadelenin, devrimin önünde bir engeldir. İlericilik adına dünya emperyalist sisteminin en güncel, en modern savunucularıdır. Bu örgütlenmelerin bu karakteri, bu misyonları açığa çıkartılmadıkça, teşhir edilmedikçe, bunların peşine takılan dünya çapında milyonlarca işçi ve emekçi yığınları etkileme durumumuz söz konusu olamaz.

Uluslararası Protesto Hareketi, “üçlü kutsal ittifaka karşı protestolar sürecinde doğuyor. Porto Alegre ve Floransa (DSF ve ASF) onun başka biçimlerdeki görünümüdür. Savaş Karşıtı Konferans ise, bileşimi yine Uluslararası Protesto Hareketinden oluşmasına rağmen, daha dar kapsamlı. “Antiküreselci” olmak, mutlaka savaş karşıtı olmak anlamına gelmiyor. Savaş karşıtı hareketin, haklı-haksız savaş ayrımı diye bir sorunu da yok. Burjuva ve küçük burjuva pasifizminin hakim olduğu bu hareketin, haklı-haksız savaş ayrımı yapmaksızın her türlü zoru reddetmesinden dolayı, ulusal ve sosyal kurtuluş mücadelelerini desteklemesi beklenemez. Yansıyış biçimleri nasıl olursa olsun, esas olan, takvim eylemciliği olduğu için,Uluslararası Protesto Hareketinin belli takvimlerde (IMF, DB, DTÖ, G-8, AB toplantı ve zirveleri) eylem olanağı var. DSF ve ASF, “başka bir dünyayı olası” kılmak için en azından yılda bir toplanabiliyordu (Yanılmıyorsam şimdi 2 senede bir toplanıyor). Ama Savaş Karşıtı Hareketin bu şansı yok. Irak’a karşı emperyalist savaş bu hareket açısından bitmiştir. Bu bitiş, bu hareketin de bitişidir. Bir dahaki savaşa kadar Uluslararası Protesto Hareketinin, savaş karşıtı hareket olarak eylemini göremeyeceğiz.

Bu hareket, kendi sonunu bizzat kendisi hazırlamıştır. Çünkü savaş karşıtlığını, salt sürdürülen savaşla sınırlandırmış, sorunu, emperyalist tehdide ve emperyalist talana karşı mücadele etmek ve antiemperyalist bir örgütlenmenin gerçekleştirilmesi olarak algılamamıştır. Şimdi, döne döne “bundan sonra ne yapacağız” sorusuna cevap aramaktadır. Savaş varsa bu hareket var, savaş yoksa bu hareket de yok, anlayışının sonucu budur.

Uluslararası Protesto Hareketi, kendini tek yönlülükle, tanımını yapamadığı ve bundan dolayı da kapsam ve derinliğini göremediği “antiküresel” olmakla sınırlandırıyor. En genel anlamda antiküreselliğini de IMF, DB, ve DTÖ ile sınırlandırıyor (Neoliberalizm de bu üçlü ile sınırlandırılıyor). Emperyalist küreselleşmenin; sermayenin ve kapitalist üretimin uluslararasılaşmasının ve uluslararası yeniden örgütlenmesinin bütün boyutları bu hareketi asla ilgilendirmiyor. Öyle olsaydı, bu, emperyalizme karşı; emperyalist talana, ilhaka, savaşa karşı ve ulusal ve sosyal kurtuluş mücadelelerinin yanında yer alan bir mücadele olurdu.

Bu hareketin tek yönlülüğünü eylemlerinin takvimselliğinden de görüyoruz. Emperyalizm, her gün, her saat talan ediyor, açlığa, sefalete mahkum ediyor. Başka ülkelerin doğal ve iş gücü zenginliklerini gasp ediyor. Baskısı ve talanıyla öldürüyor. Açlıktan, sefaletten, hastalıklardan ölen insanların sorumlusu emperyalizm değil mi? Emperyalist ülkelerde kronik kitlesel işsizliğin sorumlusu azami kar değil mi? Bırakalım bağımlı ve yeni sömürge ülkeleri, emperyalist ülkelerde de yoksullaşmanın, yabancılaşmanın, evet, açlığın sorumlusu demokratikleştirilmesi istenen emperyalizm değil mi? Bütün bunlar neyin sonuçlarıdır?Uluslararası Protesto Hareketi, gerçekten, küreselleşmenin ne olduğunu kavramış olsa, tek yönlü olamaz veya onun tek yönlülüğü, her alanda antiemperyalist mücadelenin bir bütünlük olarak ele alınması olarak görülür.

Bu hareketin öncelleri de veya ‘70’li, 80’li yıllarda görülen kitlesel silahsızlanma veya barış hareketi de kendini tek yanlı olarak sınırlandırmıştı. Dünyada olup biten başka gelişmeler onu pek ilgilendirmemişti. Sonucu ortada. Aynı tehlike Uluslararası Protesto Hareketi için de geçerli.

Evet, bu hareketi hiç bir şekilde göz ardı edemeyiz. Hareketin kendisi, öz itibariyle muazzam bir antiemperyalist potansiyel taşımaktadır.

Uluslararası Protesto Hareketi, tamamen kendiliğindenci bir harekettir. Kendiliğindencilik, bilinçsizlik olarak tanımlanamaz.
Kendiliğindencilik ve bilinç,mutlaka zıtlık anlamına gelmez. Her iki zıtlık arasında geçiş, birbiriyle ilinti vardır. Zaten toplumsal eylemin kendisi, bu iki uç arasında yer alır; dönem dönem uçlardan birisi veya diğeri hakim konumdadır. İşçi hareketi başlangıcında kendiliğindenci ve dağınık değil miydi? Bu hareket,ancak, gelişen Marksizmin etkisiyle bilinçli hareket karakteri almadı mı?
Kendiliğindenciliğin arka planında toplumsal eylemin olması, bu hareketin nihayetinde sınıf hareketi olduğunu ve dolayısıyla da sınıfsal karakter taşıdığını gösterir. Devrimci atılımların, alt üst oluşların genel olarak kendiliğinden patlak veren yığın hareketleriyle bütünleşmesi bunu gösteriyor. Bütün bu kendiliğinden patlak veren yığın hareketleri, toplumdaki derinleşmiş sosyal çelişkilerin, memnuniyetsizliğin ve mevcut yapıların değişimi için çabanın ifadesidir.

Bilincin ve örgütlülüğün gelişmesi için, komünist parti önderliğinde toplumsal ihtiyaç ve sınıfsal amaçlara uyumluluk içinde bilinçli eylemin geliştirilmesi için kendiliğindenci hareketler, uygun zemin oluştururlar. Lenin’in dediği gibi “kendiliğindenci unsur‘ esasen, bilinçliliğin embriyon biçiminden (aç.Lenin) başka bir şey değildir”(13).Ama buna rağmen kendiliğindencilik, yeterli örgütlenmemiş ve amaçsız harekettir. Bu hareket, bu özelliğinden dolayı çoğu kez zararlı etkide bulunur ve gerici ve karşı devrimcigüçler tarafından kullanılabilir.

“Komünistler, kendiliğindenciliği tavsiye etmezler. Komünistler, yığınları, örgütlü, amaçlı, bütünlüklü zamanında, olgun eylem için eğitirler“(14). Bundan dolayı veya bunun için komünistlerin görevi, “kendiliğindenciliğe karşı mücadeledir (a.ç. Lenin)... işçi hareketini burjuvazinin himayesine girmesini engellemek ve devrimci sosyal demokrasinin himayesi altına almaktır”(15).

Uluslararası Protesto Hareketinde kendiliğindenciliğin hakimiyetini görüyoruz. Bunun ötesinde karşı devrimci güçlerin, troçkistlerin, anarşistlerin, reformistlerin bu kitle hareketini siyasi ve ideolojik saplantıları için kullanmaya çalıştıklarını da görüyoruz.
Bazı troçkist ve anarşist gruplar, tarihte ellerine geçmemiş bir fırsatı değerlendiriyorlar: Komünist güçlerin, gerçek devrimcilerin zayıf ve örgütsüz olduğu bir dönemde, 100 binlerin örgütleyicisi ve yönlendirici havasına bürünüyorlar. Yığınların hareketini bilinç seviyesine çıkartmıyorlar, tam tersine anarşizm ve troçkizm gibi antimarksist siyasi ve ideolojik düzeye çekmeye çalışıyorlar.

'Uluslar arası komünist hareket, uluslararası planda örgütlenmediği ve her seviyede bu mücadelede etkileyici yer almadığı, bu hareketi örgütlemediği ve yönlendirmediği müddetçe bu hareket, bu unsurlar tarafından kullanılacaktır. Görünüm ne olursa olsun, burjuvazinin kontrolüne girecektir. Bu hareket içinde komünist öğe güçlendikçe, troçkistlerin ve anarşistlerin, burjuvazinin hizmetinde oldukları, gerici oldukları açığa çıkacaktır' anlayışı doğrultusunda hareket edilmedi.

Bu hareketi, enternasyonal alanda gerçek bir antiemperyalist mücadeleye dönüştürmek ve dünya devriminin bir öğesi yapmak, ancak komünistlerin faaliyetleriyle mümkün olurdu. Bugün bundan fersah fersah uzaktayız. Daha doğrusu bu olanak kullanılamadı. Bunun ötesinde bu hareketin kitleselliğine ve radikalliğine bakarak kendiliğindenciliğe tapacak duruma gelmiş olanlarımızın, anarşizm ve troçkizmde antiemperyalist keşfedenlerimizin olmadığını pek söyleyemeyiz.

Tarihin cilvesine bakınız; enternasyonal alanda 100 binler, milyonlar hareket içinde ve uluslararası komünist hareket, ne acı ki, seyirci konumunu aşamadı. Üç-beş kişiyle katılmak, eylemin örgütlenmesinde yer almamak, saptanmış eylem çerçevesinde hareket etmek„aktif“ seyircilikten başka ne anlama gelir. Resmen sürüklendik. Antimarksist, küçük burjuva düşünceler, yığınların sırtından Marksizme küfrederek “dünya devrimi” örgütlemeye çalışırken biz katılımcılıkla yetiniyorduk.

Revizyonist Bloğun ve sosyal emperyalist Sovyetler Birliği’nin dağılmasında sonra emperyalist burjuvazi, kapitalizmin nihai zaferini ilan etmişti. Sınıflar, ideolojiler dünyası geride kalmış, sosyalizm ölmüştü. Öyle ki hızını alamayan Fukuyama gibi aklı evveller de “tarihin sonu”nu ilan etmişti. Vaat edilen demokrasi, barış ve genel refah gelmedi, onun yerine neoliberal saldırılar, dayatmalar kapsamlaştı, derinleşti ve yoğunlaştı.
Emperyalistler arası çelişkiler keskinleşti. İki kutupluluğun yerini tek süper güçlü ve çok rekabet merkezli dünya aldı. Soğuk savaş dönemine özgü, uluslararası örgütler (NATO, BM) işlevsizleşme tehlikesiyle karşı karşıya kaldı. Emperyalistler, jeopolitikayı, alanı yeniden keşfettiler. Ülkeleri böldüler, taraf olarak savaştılar. İstila ve işgaller birbirini kovaladı. En son olarak Irak işgal edildi. Irak savaşının da gösterdiği gibi emperyalist ülkeler arasındaki çıkar çatışması yeniden bir gruplaşmanın işaretlerini verdi. 1990-1994 ve 2000-204 krizinden sonra dünya ekonomisi 2008'de yeniden bir fazla üretim krizine girdi. Emperyalist ülkelerde de işsizliğin, yoksullaşmanın önü alınamadı. Bağımlı ve yeni sömürge ülkelere dayatılan özelleştirme ve başka neoliberal tedbirler bu ülkelerde ulusallık, ulusal pazar ve kaynak adına ne varsa hepsini uluslararası tekellerin hizmetine sundu.

Bütün bu gelişmeler, tepkisiz kalmadı. Sosyalizm, yeniden umut oldu. Devrimin dağınık dinamikleri yeniden toparlanmaya başladı. Dünya çapında yığınların hareketliliği, dönem dönem Ekvator’da, Endonezya’da, Arjantin’de, Yunanistan'da ve başka ülkelerde olduğu gibi ayaklanmalara dönüşmüştü.

Bugün bu gelişmelerden hareketle, dünya çapında devrimci bir mayalanmanın, mayalanma eğilimin olduğu tespitini yapabiliriz. Bu durum, komünist güçlere muazzam bir görev vermektedir. Emperyalist burjuvazi uluslararası örgütlüdür ve devrimci ve komünist güçlere karşı, bir bütün olarak sosyalizme karşı mücadele etmek için örgütlüdür. Emperyalist burjuvazinin uluslararası örgütlülüğüne ulusal örgütlülükle cevap vermek, her geçen gün zorlaşmaktadır. Komünist güçler, uluslararası örgütlülüğünü gerçekleştirmek göreviyle karşı karşıyadırlar.

Sermayenin ve kapitalist üretimin uluslararasılaşma boyutları giderek bütün dünyada sınıf mücadelesinin sorunlarını aynılaştırmaktadır. Sermayenin ve kapitalist üretimin uluslararası örgütlenmesi, işçi sınıfının da bu örgütlülüğe karşı, ister sendikal, isterse de sınıfsal açıdan olsun ortak örgütlenmesini kaçınılmaz kılmaktadır. Bugün enternasyonal dayanışma, ifadesini, artık örgütlenmede; işçi sınıfının uluslararası örgütlülüğünü gerçekleştirmede bulmaktadır.

Şu veya bu ülke bazında değil de, uluslararası ölçekte baktığımızda, uluslararası işçi sınıfının sınıf bilincinin, revizyonist sistemin çökmesinden sonra dumura uğratılması sürecinin geride kaldığını görüyoruz. Revizyonist artıklarla el ele emperyalist burjuvazinin, ‘90’lı yıllarda sürdürdüğü yoğun antikomünist propaganda artık beklenilen etkiyi yapmamaktadır. İşçi sınıfı ve emekçi yığınların şu veya bu ülkedeki bölükleri mücadeleyi göze alıyorlar, ayaklanıyorlar, öfkelerini, bu düzeni istemediklerini dile getiriyorlar. Emperyalizmi, yabancı sermayeyi, uluslararası tekelleri, IMF’yi, DB’ni, DTÖ`nü, NATO`yu vb. bunlarla işbirliği içinde olan yerli iktidarları doğrudan hedef alıyorlar. Bu mücadelenin de genel karakteri, kendiliğindenci. Ama bu mücadeleler, teslim olmamazlığın, çaresizliğe boyun eğmemezliğin, elde edilmesi gerekenin ancak ve ancak dişe diş mücadele ile elde edilebileceğine inancın açık ifadesidir. Uluslararası çapta işçi sınıfı ve emekçi yığınlar, görkemli çatışmalara girişmenin eşiğinde olduğunu gösteriyorlar. Önemli olan, bu yığınların mücadelesinin uluslararası koordinasyonunu sağlayabilmektir. İster gençlik mücadelesi, ister sendikal mücadele, ister antiemperyalist, antifaşist mücadele düzeyinde olsun, isterse de komünist güçlerin uluslararası örgütsel birliğini sağlama düzeyinde olsun, uluslararası örgütlü emperyalizme karşı uluslararası örgütlü mücadele vermenin koşulları oldukça olgunlaşmıştır.

Sermaye ve kapitalist üretimin uluslararası örgütlenmesi, bütün dünyayı bir ve aynı üretim, dağıtım ve tüketim (ticaret) sürecinde birleştirmesi, dünya işçi sınıfı ve emekçi yığınlarının uluslararası örgütlenmesinin maddi koşullarının ne denli olgunlaşmış olduğunu gösterir. Ulusal komünist dinamikler; partiler, gruplar, çevreler, bu tarihsel misyondan kaçamazlar. Bugün bu sorumluluğun farkında olmayanın, gelecek için umudu da olamaz. Önderlik etme tarihi misyonuna inanan, bunu bilince çıkartmış olan ulusal komünist güçlerin önünde, bu devasa potansiyeli maddi güce dönüştürmek için, genel geçerli ilkelerin ötesinde hiçbir anlayış engel olamaz, olmamalıdır.

Uluslararası komünist hareketin tarihi, işçi sınıfının uluslararası örgütlenme ilkeleri, biçimi ve pratiği konusunda, henüz gerçek anlamıyla değerlendirmediğimiz, analiz etmediğimiz deneylerle doludur. Bunu da bir kenara bırakalım, Uluslararası Protesto Hareketini, DSF’yi, ASF’yi örgütleyen o reformist ve pasifistlerin, kendi görüşleri doğrultusundaki çabaları da mı örnek alınamaz. Döne döne eleştirdiğimiz bu unsurların uluslararası örgütlenme doğrultusunda attıkları adımların ne kadarını attık?
Bu türden soruları çoğaltabiliriz. Ama gelinen noktada bunun bir anlamı olmayacaktır. ASF söz konusu olduğunda açık ki bir yol ayrımına gelinmiştir. ASF son birkaç yıldan bu yana tükenme sürecine girmiştir. I.(2002 Florensa), II. (2003 Paris) ve III. (2004 Londra) forumları ASF'nin yükseliş dönemini ifade eder. Londra forumunda sonra her yıl değil de 2 yılda bir forum düzenlemeye karar verilmiştir. IV. ASF (Atina 2006) özellikle Yunanistan ve Türkiye'den devrimci güçlerin etkisiyle oluşturulan “Antiemperyalist Alan” üzerinden ASF'ye belli bir dinamiklik vermiştir. 2 sene sonra, 2008'deMalmö'de toplanan V. ASF ölüm döşeğindeki ASF'ydi. İstanbul'da toplanan VI. ASF ise cenazedir. Devrimci güçlerin çabası onu kurtaramazdı. Çünkü kurtulmak istemiyordu; tarihsel misyonu sona ermişti. Ölmeliydi ve öldü.
Kısa bir zaman içinde, ön hazırlıklarıyla birlikte yaklaşık 10 sene içinde tükenme noktasına gelmesinin nedeni ASF'nin hatalarından kaynaklanmıyor. O görevini tam yaptı, ama Uluslar arası alanda gelişen sermaye-emek çelişkisi, emperyalistler arası çelişki, giderek yükselen ve kitleselleşen sınıf mücadelesi, sosyalizme yöneliş ASF'nin ufkunu aştı ve bundan dolayı da ayak bağı olaya başladı.
ASF'yi öldüren, yükselen sınıf mücadelesidir.
*
Kaynaklar:
1)Karl Marks/Friedrich Engels; (Bundan sonra Marks-Engels Toplu Eserleri -METE), C. 4, s. 466.
2)Bkz.: Ruth Jung;“Attac: Sand im Getriebe”, 2002, s. 18.
3) Peter Wahl; “Tobin Steuer”, “Besteuert die fünfte Gewalt!”, taz, 29.1.2001, s. 11.
4) Agy.
5) Agy.
6)Agy.
7)T. J. Dunning’den aktaran Karl Marks; METE, C. 23, Kapital, C. 1, s. 788.
8)KarlMarks; METE, C. 4, s. 555.
9) Lenin;C. 23, s. 34,(”Über eine Karikaturauf den Marxismus”).
10)Lenin; C. 22, s. 274/275, (“...Emperyalizm”).
11)Bkz.:Grefe/Greffoth/Schumann; “Zwischen Netzwerk,NGO und Bewegung, Das Selbstverstaendnis von ATTAC, 8 Thesen-internet ve “ATTAC- Was wollen die Globalisierungskritiker?”.
12)Bkz.:“Zwischen Netzwerk,NGO und Bewegung, Das Selbstverstaendnis von ATTAC”, 8 Thesen-internet.
13)Lenin; C. 5, s. 385, (“ Ne Yapmalı”).
14)Lenin; C. 29, s. 385,(“Bern Enternasyonali Kahramanları” makalesinden).
15)Lenin;C. 5, s. 396, (“ Ne Yapmalı”).
--
ASF ve DSF destekçilerinin resmi listesi:

1) Droits et Démocratie; Kanada Dışişleri Bakanlığına bağlı bir kuruluş;
2) FordVakfı; Alman Yeşiller Partisiyle ilişki içinde. Bu parti, Alman Başbakanı Schröder’in partisi (SPD) ile koalisyon yapmakta ve parti başkanı Fischer de Dışişleri Bakanıdır;
3)ICCO; bir kiliseler arası örgüt; Hollanda hükümeti ve AB tarafından finanse edilmektedir;
4) Le Monde Diplomatique;
5) Oxfam;
6) RITS;
7) Rede de Informações para o Terceiro Setor;
8) Rio Grande do Sul. Eyaleti;
9) Porto AlegreValisi.

DSF’nun destekleyen medya merkezleri:
 Le Monde Diplomatique ve IPS tarafından desteklenen “bağımsız” Medya Merkezi Ciranda. Inter Press Servisi. IPS’i destekleyenler:
-Kanada Uluslararası Gelyişme Ajansı (Canadian International Development Agency CIDA)
-Carl-Duisberg Cemiyeti (Almanya) (Carl-Duisberg-Gesellschaft - CDG)
-Charles Stewart Mott Vakfı (ABD),Charles Stewart Mott Foundation
-Danimarka Dışişleri Bakanlığı (Danish Ministry of Foreign Affairs)
-Avripa Komisyonu (European Commission)
-Finlandiya Dışişleri Bakanlığı (Finnish Ministry of Foreign Affairs)
-BM Gıda ve Tarım Örgütü (Food and Agriculture Organization of the United Nations FAO)
-Ford Vakfı (ABD), (Ford Foundation)
-Friedrich-Ebert-Vakfı (Almanya), (Friedrich-Ebert-Stiftung - FES)
-Almanya İktisadi Kalkınma ve İşbirliği Bakanlığı (German Ministry for Economic Development and Cooperation, BMZ)
-G-77 Grubu (Group of 77, G77)
-Uluslararası Çalışma Örgütü (International Labour Organisation – ILO)
-İtalya Dışişleri Bakanlığı (Italian Ministry of Foreign Affairs)
-John D. & Catherine T. MacArthur Vakfı (ABD), (John D. & Catherine T. MacArthur Foundation )
-Hollanda Dışişleri Bakanlığı (Netherlands Ministry of Foreign Affairs)
-Hollanda Uluslararası Kalkınma İşbirliği Örgütü (Netherlands Organization for International Development Cooperation, Novib)
-Güney-Kuzey Merkezi (Avrupa Konseyi), (North-South Centre (Council of Europe)
-Norveç Gelişme Ajansı (Norwegian Agency for Development – NORAD)
-Norveç Dışişleri Bakanlığı (Norwegian Ministry of Foreign Affairs)
-Helsinki Üniversitesi Öğrenci Birliği (Student Union, Helsinki University)
-İsveç Uluslararası Gelişme (Swedish International Development)
-İşbirliği Ajansı (Cooperation Agency – SIDA)
- BM, Çocuk Fonu (UNICEF (U.N. Children´s Fund)
- BM, Kadınlar İçin Kalkınma Fonu (UNIFEM (U.N. Development Fund for Women)
-BM, Kalkınma Programları (U.N. Development Programme – UNDP)
-UNESCO
-BM, Çevre Programları (U.N. Environment Programme – UNEP)
-BM, Nüfus Fonu (U.N. Population Fund – UNFPA)
-W. Alton Jones Vakfı (ABD), ( W. Alton Jones Foundation)