deneme

6 Aralık 2009 Pazar

“BARIŞ ÖDÜLÜ” VE SAVAŞ


06.12.2009
“BARIŞ ÖDÜLÜ” VE SAVAŞ



Nobel Komitesi, “barış ödülü”nü Obama'ya verdiğini açıkladığında  başta Hüseyin Bey olmak üzere bütün dünya şaşırmıştı. Amerikan Başkanının hangi barışa  nasıl bir katkıda bulunduğu bilinmiyor, ama ödülü aldı. Ödülü veren komite  gerekçesinde “Obama'nın çok az insanın yapabileceği ölçüde dünyanın dikkatini çektiği ve halkına daha iyi bir gelecek umudu verdiği, diplomasisinin, dünyayı yöneteceklerin, bunu, insanlığın ortak değer ve tutumları temelinde yapmak zorunda olduğu anlayışı üzerine kurulu olduğu"; “uluslararası diplomasiyi ve halklar arasındaki işbirliğini güçlendirme konusundaki olağanüstü çabalarından ötürü barış ödülünü kazandığı” türünden açıklamalara yer verildi.
Durumu düzeltmek ve inandırıcı olmak için Obama, ödüle layık görülmesini “bir eylem çağrısı” olarak algıladığını açıkladı. Aslında ödül komitesi oldukça kurnaz davrandı; Obama'yı, daha baştan, niyetini okuyarak, yakın gelecekte barışı sağlasın diye şimdiden ödüllendirerek barış yapmaya eli mahkum hale getirdi.   Nobel Komitesi'nin bu yöntemi nereden almış  olduğu pek önemli değil, ama isterseniz söyleyelim. Bu yöntem dünya borsalarında oynanan bir kumar yöntemidir; daha bu günden üretilmemiş ürünü, fiyatlar artacak umuduyla satın alırsın  ve fiyatların artmasını beklersin. Artarsa ne ala, artmazsa kaybedersin. Obama'ya aynı yöntemle ödül verilmiştir: Obama barışı sağlamaya katkıda bulunursa ne ala, bulunmazsa ne olacak? Bu sorunun muhatabı ödülü veren komitedir!

İşte bu 'barış adamı'; “halkına daha iyi bir gelecek umudu veren” ve  “halklar arasındaki işbirliğini güçlendirme konusundaki olağanüstü çabalar” harcayan bu “barış adamı”, “yeni” işgal stratejisini açıkladı ve açıklaması,  “barış” ödüllü Başkan Hüseyin Barack Obama'nın ne denli savaşçı, önceli Bush'u aratmayacak kadar işgalci olduğunu gösterdi.     
1 Aralıkta  West Point Askeri Akademisinde yaptığı konuşmasında askerlerin 2011 yılında geri dönmeleri için Afganistan'da savaşın yoğunlaştırılası gerektiğini, daha fazla asker gönderme talebiyle açıklamış oldu. Obama'nın barıştan anladığı, daha çok savaştır. 30 bin asker daha gönderilince Amerikan işgal gücünün sayısı 100 bine çıkmış olacak. Bush'un savaş politikasını devam ettirmeyeceğini, değişimden yana olduğunu açıklayarak milyonlarca Amerikalının oylarını alıp Başkan olan Hüseyin Barack Obama, değişim politikasını lafta da olsa ancak birkaç ay sürdürebildi.

Bahsedilen “yeni strateji” aslında hiç de yeni değildir; Başkan seçildikten sonra Afganistan ve Pakistan'la ilgili olarak ikinci defa strateji açıklaması yaptı. 27 Marttaki açıklamasıyla 1 Aralıktaki açıklaması arasında esasa ilişkin önemli bir fark yok. O zaman ilave olarak 21 bin askerin Afganistan'a gönderilmesini talep etmişti, şimdi de 30 bin askerin daha gönderilmesini talep etmektedir. Bu 'barış adamı', Başkan olduktan sonra Afganistan'daki işgalci Amerikan gücünü sayısal olarak üç misli arttırdı. 

1 Aralıktaki konuşmasında “Bu savaşı başarıyla sonlandırmak için şimdi dayanışma içinde olmalıyız. Tehlikede olan, sadece NATO'nun güvenirliği değildir, tehlikede olan, müttefiklerimizin  güvenliğidir ve kolektif dünyanın güvenliğidir”. “El-Kaide ve başka aşırıların nükleer silaha sahip olmaya çalıştıklarını  ve bunu kullanmamak için bir nedenlerinin olmadığını da biliyoruz” diyordu  Obama. Böylece Obama, seçim döneminde her ne kadar Bush'un politikasını devam ettirmeyeceğim demiş olsa da aynen onun yöntemleriyle bir dehşet atmosferi oluşturarak Afganistan'a asker göndermenin ne kadar doğru olduğunu kanıtlamaya çalışmıştır. Bush da Irak'a saldırmak için kitle imha silahlarını, El-Kaide'yi, demokrasi sorununu neden olarak öne sürmüştü. Şimdi Obama da aynı nedenleri öne sürmektedir.

Obama müttefiklerinden de asker göndermelerini talep etmektedir.  NATO Genel Sekreteri A. Fogh Rasmussen, bu kararından dolayı Obama'yı selamlamış ve “kararlılığının bir kanıtı” olarak değerlendirmiştir. Nitekim işgale bir şekilde katılan toplam 43 ülkeden genellikle olumlu cevap alınmıştır. Bu 43 ülkenin Afganistan'daki asker sayısı şöyledir:
 
ABD (34.800), İngiltere (9.000), Almanya (4.500), Fransa (3.750), Kanada (2.830), İtalya (2.795), Hollanda (2.160), Polonya (1.910), Avustralya (1.350), İspanya (1.000), Romanya (990),
Türkiye (720), Danimarka (690), Belçika (530), Norveç (480), Çek Cumhuriyeti (480), Bulgaristan (460), İsveç (430), Macaristan (360), Yeni Zelanda (300), Hırvatistan (290), Arnavutluk (250), Litvanya (250), Slovakya (245), Letonya (175), Finlandiya (165), Makedonya (165), Estonya (150), Yunanistan (145), Portekiz (145), Slovenya (130), Azerbaycan (90), Birleşik Arap Emirlikleri (25), Bosna-Hersek (10), Ukrayna (10), Singapur (9), İrlanda (7), Lüksemburg (8), Ürdün (7), Avusturya (4), İzlanda (2) ve Gürcistan (1). (Bkz.:  “ABD Türkiye'den hem asker hem esneklik istedi”,  http://www.cnnturk.com, 03.12.2009).
Böylece 43 işgalci ülkenin Afganistan'daki toplam asker sayısı 143 bine çıkacak. 

İşgal ordularının güçlendirilmesiyle ne pahasına olursa olsun askeri bir yenilginin önü alınmak istenmektedir. Daha fazla asker, daha fazla askeri kapasite kullanımı, savaşın, saldırganlığın daha da yaygınlaştırılması  ve yoğunlaştırılması anlamına gelmektedir.

Yeni silahların ve iç savaş taktiklerinin de öğrenildiği Afganistan neden bu kadar önemlidir? Afganistan'ın önemini “Emperyalist Küreselleşme ve Jeopolitika” kitabından özetleyelim:

“Afganistan’ın Avrasya jeostratejisindeki ve emperyalist jeopolitikadaki yeri:
1989/90’da Revizyonist Blokun dağılmasından sonra siyasi coğrafyası en çok değişen Avrupa kıtasıydı. SB’nin dağılmasından sonra da siyasi coğrafyası en çok değişen ve şiddetli rekabete konu olan kıta  Asya oldu...Asya’da emperyalistler arası rekabetin neden olduğu dalgalanmalar ve altüst oluşlar uvertür sürecinden henüz çıkmadı... Bu durum güreşçilerin peşrev çekmesine benziyor. Dünya ve bölge hegemonyası için kendine özgü jeopolitik ve jeostratejik anlayışları olan Rusya, ABD, Çin, AB (Almanya, Fransa, İngiltere), Hindistan, İran, Türkiye gibi ülkeler henüz tam kapışmadılar.
...
Jeopolitika üretme yeteneğine sahip olan emperyalist ülkeler, 21. Yüzyılda dünyaya hakim olmanın yolunun bu kıtaya hakim olmaktan geçtiğini ve bunu tek başına bir gücün kotaramayacağını biliyorlar. Bu nedenle işbirliği ve müttefiklik konusunda kimin elinin kimin cebinde olduğu pek belli değil: ABD-Rusya-Çin-Hindistan birbirlerini dengelemek için, bir taraftan kendi aralarında saflaşmaya, diğer taraftan da jeostratejik konumu önemli... ve bölgesel güç olma yeteneği olan ülkeleri kendi jeopolitik açılımlarına koşmaya çalışıyorlar.
Jeopolitika üretme yeteneğindeki bu ülkelerden Rusya, Çin ve Hindistan Avrasyalı, sadece ABD dış kıtasal güç. Ama o da bu kıtaya siyasi, ekonomik ve askeri olarak girmiş durumda. Şimdi özellikle Amerikan emperyalizmi açısından önemli olan, bu kıtaya sürekli giriş ve çıkış için kullanılması gereken ve Amerika’nın kontrolünde olan kapının elde edilmesidir. Bu türden iki kapı var: Türkiye ve Afganistan.
Amerikan emperyalizmi, Avrasya jeopolitikasını gerçekleştirmek için ilk kapı olarak Türkiye’yi gördü. ABD’nin Türkiye’yi kazanmak, nüfuz altına almak için bir sorunu yok. Dolayısıyla Türkiye’yi kazanmak için, Türkiye üzerine “Avrasya satranç tahtası” aktörleriyle rekabete girişmesine gerek yok...
Amerikan emperyalizmi, Avrasya’yı ... Türkiye’den girerek ... güneybatıdan dünya pazarlarına açarken, güneyden girerek de Afganistan üzerinden dünya pazarlarına açıyor.
Kapı olmak aynı zamanda bir üs olmak anlamına gelir.
Rusya ve Çin, Orta Asya’yla olan ilişkilerini her geçen gün güçlendiriyorlar. “Şanghay İşbirliği Örgütü” de, yeni adaylarla Kafkasya’dan Doğu Türkistan üzerinden Moğolistan’a kadar uzanan bir güç merkezi oluşturacak bir şekilde gelişiyor. İkili ilişkilerini geliştiren Çin ve Rusya’yla Orta Asya’daki devletler arasındaki işbirliğine İran ve Hindistan’ın da eklenmesiyle tüm Avrasya’yı kapsamına alan yeni bir “ortaklık alanı” veya güvenlik kuşağı oluşuyor. Bu ülkeler arasındaki bu türden ilişkiler, doğrudan Amerikan karşıtlığı üzerine yükselmektedir. Bu hesapların tutması sonucunda Avrasya’da ABD’nin girebileceği, nüfuz edebileceği boş alan kalmayacak.

S. P. Huntington şöyle diyordu: “Amerika Birleşik Devletleri’nin üstün olmadığı bir dünya, küresel olayların şekillendirilmesinde ABD’nin, başka herhangi bir ülkeden daha fazla etki sahibi olduğu bir dünyaya göre daha fazla şiddet ve düzensizlik ve daha az demokrasi ve ekonomik büyüme içerecektir. ABD’nin kalıcı uluslararası önceliği, Amerikalıların refah ve güvenliği ve özgürlüğün, demokrasinin, açık ekonomilerinin geleceği ve dünyadaki uluslararası düzen için merkezi önemdedir.”
Demek oluyor ki küresel refah, küresel demokrasi ve ekonominin küresel büyümesi isteniyorsa, Amerikan hegemonyası kabul edilmelidir. Aksi taktirde dünya şiddetten, istikrarsızlıktan, özgürsüzlükten kurtulamaz. Dünyanın geleceğini sadece Amerika şekillendirmelidir!
S. P.  Huntington’un bu anlayışı aynı zamanda Amerikan emperyalizminin küresel hegemonya için mücadele ettiğini de ifade ediyor. Küresel hegemonya Avrasya’ya hakim olmaktan geçiyor. Avrasya’ya hakim olmak için de,
a) Hazar Havzası/Orta Asya enerji kaynaklarını kontrol altına almak,
b) Orta Asya’ya, esas rakipler Rusya ve Çin arasına yerleşmek gerekir.
Amerikan emperyalizmi bölgenin petrol ve doğal gaz gibi enerji kaynaklarının çıkarımında aslan payını almış durumda. Bu ekonomik ve siyasi nüfuzun fiziki nüfuzla, bizzat orada olarak, yeni üsler oluşturarak tamamlanması gerekiyordu. Birinci kapı Türkiye’de bu gerçekleştirildi. Sıra ikinci kapıya gelmişti.
Neden Afganistan sorusuna Amerikan belgelerinde de açıklık getiriliyor. 11 Eylül öncesinde Amerikan Genelkurmayının Afganistan’a ilişkin bir önerisinde şöyle deniyordu:
“Afganistan’ı artık kendi haline bırakmaktan vazgeçmeliyiz. Batının, Sovyetler’in dağılmasından sonra izlediği bu politika bütün bölgeyi, Kafkasları, Çeçenistan’ı, hatta Usame Bin Ladin’i hesaba katarsak ABD’yi bile etkiler hale geldi. Afganistan sorununa çözüm bulmadan Orta Asya’daki yeni bağımsız cumhuriyetleri güvenliğe kavuşturamayız. Bugün Afganistan’da Rusya, Çin, Pakistan, Hindistan ve İran zıt kutupları destekleyerek işin içinden çıkılmaz hale getirmiş durumdalar.”
Başka bir belgede, (15 Eylül 1999) Ulusal Güvenlik/XXI. Yüzyıl ABD Komisyonu Raporu’nda da şöyle deniyor.
“Yapılan analizler, oluşmakta olan dünya ve ABD’nin gelecek 25 yılda bu dünyadaki rolü konusunda bizi aşağıdaki genel sonuçları çıkarmaya yöneltmiştir: ABD, topraklarına yönelik düşmanca saldırılara karşı gitgide daha hassas bir konuma gelecek ve askeri üstünlüğümüz bizi tamamen korumaya yetmeyecektir. ABD, diğer herhangi bir devletten ya da devletlerin birleşiminden kesinlikle ve nispi olarak daha güçlü olacaktır. Ancak, önümüzdeki 25 yıl içinde ABD’ye küresel bir rakip çıkması olası gözükmese de, tek başına ya da koalisyon halinde ortaya çıkacak olan güçler ABD’nin seçeneklerini bölgesel olarak kısıtlayacak ve stratejik nüfuzunu sınırlandıracaktır.”
11 Eylül saldırısı, Amerikan emperyalizminin bu planını gerçekleştirmesi için bir vesile oldu. Usame bin Ladin’i yetiştiren, Taliban’ı besleyen Amerikan emperyalizmi, bu güçler üzerinden Afganistan’ı kontrolü altına alarak Rusya ve İran’ı Orta Asya’dan dışlayarak ikinci bir çıkış kapısı açmayı denedi. Ama olmadı. 11 Eylülü vesile eden ABD, bu kapıyı, Taliban rejimini yok ederek, Afganistan’a savaş açarak açmaya, Afganistan’ı nüfuzu altına almaya yöneldi. Afganistan Savaşı nedeniyle ve sonucunda Amerikan emperyalizmi, sadece bu ülkeye değil, Orta Asya’ya fiilen yerleşti. Böylece bölgede Rusya ve Çin’e karşı bir denge faktörü oldu.

Amerikan emperyalizminin Afganistan’ı hedef almasının nedenleri şöyle izah ediliyor:
“Birincisi, Afganistan üzerinde terör nedeniyle kurulacak bir denetim, aynı zamanda Çin, Pakistan ve Hindistan üzerinde de bir denetim anlamına gelecektir. İkincisi, Afganistan, Batı dışındaki üç büyük kültür havzasının -İslam, Hint ve Çin- içindedir, dolayısıyla bu yolla, o bölgedeki jeokültürel dinamikleri istediği zaman harekete geçirebilme imkanına kavuşacaktır. Üçüncüsü ise, Asya’dan güneye inen 3 geçiş yolu (Balkanlar, Kafkaslar, Orta Asya ve Afganistan) kontrol altında tutulacaktır. Soğuk savaş sonrasında bu geçişlerden körfez ve kuzeyindeki bölgelerde denetim sağlanmış, Balkanlara da Kosova ve Bosna olaylarından sonra nüfuz edilebilmiş. Şimdi ise Afganistan nüfuz edilebilir bir duruma gelmiştir.”

Tabii Afganistan gerçeği sadece bu üç nedenle açıklanamaz. Soruna kapsamlı bakmak gerekir:
Hazar Havzası-Orta Asya, petrol ve doğal gazından dolayı adeta dünyanın merkezi oldu. Etrafı aç kurtlarla çevrilmiş bir alan veya inilmesi kolay, ama çıkılması zor bir kuyu. Bölgenin dört yanı birbiriyle rekabet eden güçlerle çevrilmiş.
Bölge petrol ve doğal gazının dünya pazarlarına taşınması üzerine rekabetin tarafları oldukça kalabalık. Bu rekabette bütün emperyalist ülkeler ve bölge ülkeleri yer alıyorlar: ABD, Rusya, Japonya, Çin, AB (başta Almanya, Fransa, İngiltere), Ukrayna, Türkiye, Iran, Azerbaycan, Gürcistan, Kazakistan, Türkmenistan, Özbekistan, Pakistan, S. Arabistan vs.

11 Eylül saldırısı, Amerikan emperyalizminin bir taşla birden çok kuş vurması için vesile oldu. ABD, bir taraftan siyasi, ekonomik ve askeri araçlarını koordine ederek, diğer taraftan da kendini destekleyen güçleri örgütleyerek “uluslararası terörizme karşı yeni savaş”ını başlatmakta; Pentagon çekmecelerinde bekletilen planlarını uygulanmaya koymakta gecikmedi...

Amerikan emperyalizmi ,S. P.   Huntington’un “Kültürlerin Mücadelesi”nden etkilenerek de Afganistan’daki çağ dışı rejimi yıkmak için harekete geçmemiştir. Amerikan emperyalizminin en gerici rejimlerle en “iyi” ilişkiler geliştirdiği bilinmeyen bir gerçeklik değildir. O halde sorun, ne Afganistan’daki çağ dışı rejime, İslam kültürüne karşı bir “haçlı seferi”dir ne de “uluslararası teröre karşı savaş”tır...
Öyleyse Beyaz Saray’ın politikası, kovboy W. Bush’un ukala sözleriyle değil, tekelci sermayenin kurmay merkezlerinde soğukkanlı bir şekilde planlanmış ve gündeme getirilmiştir. W. Bush, kendini iktidara taşıyan sermayenin politikasını yerine getirmek zorundadır. Şimdi bu rolü Obama üstlenmiştir.
Peki niçin Afganistan? Saldırıda öncelikle Afganistan’ın tercih edilmesinin bir nedeni olmalıdır.
Amerikan emperyalizminin, diğer emperyalist ülkeleri de yedekleyerek Kafkasya seferine çıkması, bugün açısından düşünülemez. Bu, Rusya’ya savaş ilanıdır ki, buna ne dünya konjonktürü uygundur ne de Amerikan emperyalizmi böyle bir saldırıyla olası müttefiklerini veya Avrasya jeopolitik anlayışında potansiyel müttefiklerini ve başka ülkeleri, Rus emperyalizminin yanına itmeyi göze alabilirdi. Amerikan emperyalizmi Kafkasya’da yerli işbirlikçilerini kendisi için savaştırmak zorunda olduğunun ve ancak Rus emperyalizmiyle savaş durumunda bu bölgeyi işgale kalkışabileceğinin bilincinde.
Afganistan’ın yeraltı zenginliklerinin olduğu söyleniyor. Amerikan emperyalizmi bu söylemlerden dolayı da Afganistan’a saldırmadı. Afganistan’da Taliban rejiminin yıkılmasının ve Afganistan hakim sınıflarının Amerikan çıkarlarına hizmet edecek derecede siyasi olarak yumuşatılmasının, yani Amerikan çıkarlarını gözeten bir hükümetin kurulmasının iki temel nedeni var: Bu nedenlerden birisi, Afganistan’ın, Orta Asya petrol ve doğal gazının dünya pazarlarına taşıması için güzergah konumuna sahip ülkelerden birisi olmasıdır. Diğer neden, uzun vadede belirleyici neden, Afganistan’ın “Avrasya satranç tahtası”ndaki stratejik konumudur.
Afganistan, “Avrasya satranç tahtası”nın güneyinde yer alan bir ülke. Amerika’ya “dost” olmayan İran ve Rusya’nın ve Çin’in kazanmaya çalıştığı ve ABD’nin de son dönemde sıcak ilişkiler geliştirdiği ve bizzat kendisi dünya çapında hegemon olacak yetenekte olan Hindistan arasında bir ülke. Bu konum ve belirtilen ülkeler arasındaki ilişkiler Afganistan’ı önemli kılıyor.
Türkiye’den bakıldığında Balkanlar, Ortadoğu görülüyor, Kuzeydoğuda ise Kafkasya, en fazlasıyla Azerbaycan görülüyor. Ama Afganistan’dan bakıldığında Orta Asya ve Çin görülüyor. Bu durumda Afganistan, bir tarafta “Avrasya satranç tahtası”ndaki gelişmeleri, Rusya-Çin-Hindistan arasındaki ilişkileri ve başka jeopolitik aktörlerin hareketlerini izlemek ve müdahale etmek için en uygun stratejik konumlanma alanıdır.
...
Amerikan emperyalizmi...yukarıda belirttiğimiz nedenlerden dolayı, Afganistan’a geri çıkmamak üzere girdi...
Amerikan emperyalizmi, Orta Asya’dan ve bu bölgedeki petrol ve doğal gazdan, Rusya-İran-Çin ve Hindistan tarafından kıskaca alınarak dışlanmasına asla ve asla izin vermeyecektir. Afganistan, Amerikan emperyalizmi açısından, olası bir Rusya-Çin-Hindistan-İran veya Rusya-İran-Çin veya Rusya-Çin-Hindistan veya “Şanghay Beşlisi” ittifaklaşmasını engellemek veya etkisizleştirmek için mutlaka hakim olunması gereken bir ülke konumunda.
Amerikan emperyalizmi, 21. Yüzyıl dünya hakimiyeti için sadece, Rusya’ya, jeopolitikacı Z. Brezinski’in deyimiyle “kara deliğe” karşı Çin ve Hindistan’la işbirliği olasılığı üzerine plan kurmuyor. O, bunun olamayacağı olasılığı üzerine de düşünüyor ve Afganistan, tam da bu olasılıktan dolayı önemli oluyor.
...
Amerikan emperyalizminin Afganistan’da “uluslararası terörizme karşı savaşı” bir hikayedir, göstermeliktir, esas amaç Orta Asya, Avrasya üzerine jeopolitik hesaplardır.
Amerika’nın Afganistan savaşı, jeopolitika oluşturma yeteneği olan güçleri de harekete geçirdi. Ne de olsa Afganistan, ABD’nin dünya hegemonyasına ve Avrasya jeopolitikasına karşı olan Rusya, Çin ve İran’ın ortasında bulunuyor. Amerika’nın elinde Afganistan bu üç ülkenin jeopolitik ve stratejik hedeflerini etkileyecektir. Ama Afganistan Savaşının dünya kamuoyu önünde hazırlanışı, görünürdeki hedef tespiti bu üç ülkeyi de (Rusya, Çin ve İran), zorunlu olarak ABD’nin yanına itmiştir.
Amerikan emperyalizmi, Afganistan’a hakim olan bir gücün, Orta Asya’yı, Çin’i, Hint yarımadasını kontrol edebileceğinin bilinciyle hareket etmiştir.  
... 
Türkiye’ye gelince.
Körfez Savaşında ve Yeni Balkan Savaşlarında olduğu gibi Afganistan Savaşında da Türkiye’ye belli bir rol verildi. Körfez Savaşında Türkiye’ye, “bir koyup, üç alma” sevdasıyla kaybetme, zarar etme rolü verilmişti. Sonra Balkanlara asker gönderme rolü verildi. Türkiye Afganistan’a da asker gönderdi...
Türk burjuvazisi yine tarihsel bağlardan, dostluktan bahsediyor... tarihsel bağların, eskiye dayanan dostluğun(!) olduğu bir gerçek. Aynı zamanda Türk burjuvazisinin, Körfez Savaşı ve Yeni Balkan Savaşlarından sonuçlar çıkardığı da bir gerçek. Bu nedenle bu sefer, kendini “ağıra” satmasını, jeostratejik konumunu pazarlamasını becerdi. Bunun ötesinde Türk burjuvazisi, geliştirmeye çalıştığı kendine özgü jeopolitikası doğrultusunda hareket etme olanağını yakaladığına da inanıyor.
...Afganistan, Orta Asya, Osmanlının önde gelen jeopolitikacılarından Enver Paşa’nın Turan’ı kurmak uğruna at koşturduğu alandır. İttihat ve Terakki Partisi, Türk jeopolitik açılımını ifade eden Pantürkçülüğü, devlet politikası seviyesine çekmişti...  
Türkiye’nin Afganistan’a olağanüstü diyebileceğimiz bir ilgi duymasının nedeninin, “tarihsel dostluk” değil, jeopolitik çıkarlar olduğu açıktır...

Bu ülkede nüfuz sahibi olmak veya Amerikan hegemonyası şemsiyesi altında nüfuz sahibi olmak, “Türk dünyası”nın coğrafi merkezinde faal olmak, bizzat askeri gücüyle yer almak anlamına gelmektedir” (Bkz: İ. Okçuoğlu, Emperyalist Küreselleşme ve Jeopoitika, s. 216-326, Ceylan Yayınları, 2009).

Belirtilen bnedenlerden dolayı Afganistan işgali ne pahasına olursa olsun sürdürülmek istenmektedir.
Anlaşılan o ki emperyalist ülkeler Afganistan'dan ders almamışlar; 20. Yüzyılda Afganistan üç kez işgal edildi ve ilk ikisinde işgalciler kovuldu, şimdi de kovulacaklar. 1919'da Afganistan'ı işgale kalkışan İngiltere bu ülkenin bağımsızlığını aynı yıl içinde tanımak  zorunda kaldı. 1979'da Afganistan'ı işgal eden Sovyet sosyal emperyalizmi, 1989'da ülkeyi terk etmek zorunda kaldı. Şimdi de işgalci Amerikan emperyalizmi ve müttefikleri bu ülkeyi terk etmek zorunda kalacaklar.

İşgalin başlangıcında günümüze  140'tan fazla direniş grupları oluşmuş ve bunlar ülkenin her bölgesinde direnişi örgütleyebilmekteler. Yoğun işgale rağmen direnişçiler, ülkenin önemli bir kısmını kontrol edebilmekteler ve işgal orduları, başkent Kabil de dahil şehir merkezlerinde dahi  tam etkili olmakta zorlanmaktalar.

Daha fazla asker, daha fazla askeri kapasite daha fazla, daha şiddetli direniş demektir. Bunun böyle olduğunu direnişçi güçlerin kontrol alanlarını genişletebilmelerinde ve işgalcilere karşı savaşın giderek şiddetlenmesinde görmekteyiz. Aşağıdaki grafik 2004'ten bu yana işgalcilere karşı saldırıların ne denli artmış olduğunu göstermektedir:


Grafikteki iniş ve çıkışlar saldırıların dönem dönem sertleştiğini, ama sürekli arttığını göstermektedir; öyle ki haftalık toplam saldırı 2009 Mayısında  2004'tekinin dört misline çıkmıştır.
İşgalcilerin hiçbir tedbiri onları yenilgiden kurtaramayacaktır.
*
7 Aralıkta Başbakan ABD Başkanıyla görüşecek, ertelenmiş görüşme gerçekleşecek. Zaten Hüseyin Bey de gözüm yollarda kaldı diyordu. Görüşme atmosferi nasıl olur onu bilemeyiz, ama Bush dönemiyle karşılaştırıldığında oldukça “rahat” bir ortamda görüşüleceği açıktır. Ortadoğu'da ve Afganistan'da sıkışan; resmen zor durumda kalan Amerikan emperyalizmi, güvenilir müttefik olarak Türkiye'yi yeniden ele alacak ve ne kadar önemli olduğunu sık sık dile getirecektir.
Irak'tan çekilmek, öyle söylendiği gibi kolay değildir. Çekilme durumunda yerli işbirlikçiler Amerikan çıkarlarını koruyacak derecede güçlü olmalılar. Irak'ın kukla rejimi, ABD'nin gerekli gördüğü kadar güçlü değil. O halde ona destek verecek ve aynı zamanda ABD ile çıkar örtüşmesi olan bir ülke olmalıdır. Bu ülke de Türkiye'den başka bir ülke değil.  Amerikan ordusunun Türkiye üzerinden çekilmesi planlanıyor, çekilişten sonra bir Kürt-Arap çatışmasının engellenmesi gerekiyor; bu nedenle Türk ordusunun, Güney Kürdistan'ı korumak için Irak'ta konuşlandırılması söz konusu olabilir. Bütün bunları yapmak için burjuvazinin temel isteği PKK'nin tasfiyesidir; yani  karşılık, PKK'nin tasfiyesine ABD'nin doğrudan destek vermesi olmalıdır.  
Tabii bu arada Erdoğan “açılım”ında ne kadar açıldığını veya kapandığını da etraflıca anlatacak ve destek bekleyecektir.

Ermenistan ile başlatılan diyalog devam ettirilmeli, imzalanan protokolün gereği yerine getirilmelidir. Ama bu yapılırken ne Azerbaycan küstürülüp Rusya'nın kucağına itilmeli ne de Ermenistan'ın Rusya'dan kopuşu zorlaştırılmalıdır. Karabağ sorunu, Ermenistan ve Azerbaycan küstürülmeden,  bir biçimde çözülmelidir.

ABD, İran'ın nükleer silah sevdasından vazgeçmesini, aksi taktirde bunu engelleyeceğini açıklıyor. Türkiye, ABD'yi kırmadan bu ve başka konularda İran yanlısı; en azından böyle gözüküyor. Doğal gaz sorununda da ABD, Türkiye-İran ilişkisinden rahatsız.

ABD, Türkiye'nin Afganistan işgaline katkısını artık yetersiz buluyor; benim gibi savaş diyor. Türkiye ise ilave asker gönderirim, ama savaşmam diyor. Şüphesiz ki, Afganistan, sadece Afganistan ile sınırlı kalan bir sorun değil; Afganistan sorunu aslında Çin'e, Rusya'ya, İran'a veya esas itibariyle Avrasya'da Çin-Rusya ittifakına/eksenine karşı ne yapabiliriz sorunudur. Bu durumda Orta Asya Türk cumhuriyetleriyle ilişkiler, Doğu Türkistan (Sincan/Uygur) sorunu gündeme geliyor. Afganistan sorunu aynı zamanda savaşın bu ülke sınırlarını aşarak yayılması sorunudur; yani doğrudan bir Pakistan sorunudur. Pakistan'ı gözden çıkartmak, onu Çin'in kucağına itmek demektir veya Pakistan'ı güçlendirmek Hindistan'ı tepkisini çekmek ve Şanghay İşbirliği Örgütüyle ilişkileri geliştirmesini teşvik etmek anlamına gelir.

ABD, Türkiye'nin AB'ye alınmasını desteklediğini yineleyecek, Kıbrıs sorununun çözümünden yana olduğunu  ve en önemlisi, başta adı önce “Kürt açılımı”, sonra da “demokratik açılım”  konan politikayı bütün gücüyle desteklediğini açıklayacak vs.

Bush dönemiyle karşılaştırıldığında Türkiye-ABD ilişkilerinde nispeten az sorunlu, nispeten çok işbirliği olanaklı bir sürece giriliyor; bu süreçte her iki ülke arasındaki sorunların hiçbirisi gündemden çıkmıyor, ama her iki ülke arasında çıkar çatışmasından ziyade çıkar örtüşmesinin ağırlıkta olduğu göz önünde tutulacak.  Ama “al gülüm ver gülüm” olmayacak; Amerikan emperyalizmi kendi çıkarları için Türkiye'yi yeniden örgütleyecek.