KAPİTALİZMİN
KRİZİ, SOSYALİZMİN KAÇINILMAZLIĞI
Yaşanan
ekonomik kriz üzerine şimdiye kadar sayısız değerlendirme
yapıldı. Bu değerlendirmeler, değerlendirmeyi yapanın dünya
görüşünden bağımsız olamaz; bu nedenle her siyasi akımın,
çevrenin vb. kriz değerlendirmesi siyasi ve ideolojik olarak nerede
durulduğunu çok açık bir şekilde gösterir; kriz değerlendirmesi
teorik, siyasi ve ideolojik açıdan bir kıstastır.
Kısaca
krizin tarihçesi:
Spekülasyon
krizleri, bir bütün olarak tek başına mali krizler, kapitalizme
özgü krizler değildir. Bu krizlerin patlak vermesi engellenebilir.
Bu krizler olmaksızın da kapitalizm olur. Ancak, kapitalizmde
yasallığı olan, fazla üretim krizidir. Fazla üretim krizsiz
kapitalizm düşünülemez. Dolayısıyla fazla üretim krizleri
nesneldir ve hiçbir güç patlak vermesini engelleyemez; ancak
geciktirebilir veya güçlü mali krizler, fazla üretim krizlerinin
patlak vermesini hızlandırabilir; şu veya bu oranda
derinleştirebilir.
Banka,
kredi, borsa, spekülasyon ve ticaret krizleri, fazla üretim
krizlerine; sanayi krizlerine eşik eden olgulardır. Bütün bu
krizler, fazla üretim krizlerinin veya ekonomik krizlerin nedeni
değildir.
2007
ortasında Amerikan konut sektöründeki spekülasyon,
konut-spekülasyon krizi olarak patlak verdi ve sonrasında dünya
çapında etkili banka ve kredi krizine dönüşerek derinleşti.
Süreç içinde bu kriz, daha ziyade kredi ilişkileri üzerinden
sanayi üremini; daha genel anlamda ifade edecek olursak maddi
değerlerin üretimini etkilemeye başladı.
Marks
Kapital'de 'Yedek sermayesi, hatta öz sermayesi olmadan çalışan
ve bundan dolayı da tamamen para kredisine dayanarak faaliyet
sürdüren çok sayıda spekülatör’lerden bahseder (Marks;
Kapital, C. 3, s. 505).
Marks'ın
tanımladığı bu parasız-pulsuz spekülatörlerin yerini bugün
sermaye ile çalışan kurumsal yatırımcılar aldı: Yatırım
fonları, sigortalar, emeklilik fonları vs. Bu fonlarda toplanan
devasa miktarlarda sermaye, sanayide kendini değerlendirme imkanı
bulamayan sermayedir. Yani çağımızda “çulsuz” spekülatörler
değil, sermayeli spekülatörler işbaşında ve oyun da bu
sermayenin yatırımından kaynaklı beklenti, kazanç üzerine
oynanıyor. Devasa miktarda hayali sermayenin aşırı birikimi
kaçınılmaz olarak balonların oluşmasına neden oluyor ve bunlar
da zamanı gelince patlıyor. Amerikan konut pazarındaki
spekülasyon, böyle bir balonun patlamasının en son örneğidir.
Dalga dalga yayılan ve mali sektörün asırlık devlerini deviren;
deprem etkisi yapan bu spekülasyon sonrasında banka ve kredi
krizine dönüşen mali krizin gelişme seyrini birkaç cümleyle
özetleyelim:
-2007
yazında Amerikan konut piyasasında spekülasyon köpüğü patlar.
-Devralmaları,
birleşmeleri finanse etmek için iştirakçi şirketlere verilen
kapsamlı krediler geriye dönmez; bankalar, yatırım bankaları
zarar etmeye başlarlar.
-Mali
sistemin çökeceği korkusundan dolayı Amerikan emperyalizmi
yatırım bankalarını devletleştirmeye başlar.
-2008'in
Eylül-Ekim aylarında başta ABD olmak üzere birçok emperyalist,
gelişmiş ülkede banka sektöründe baş gösteren iflasların
önünün alınması için büyük harcamalar yapılır; devlet
korumacı tedbirler alır.
2008
yılı kriz yılıdır; 21. yüzyılın en kapsamlı sermaye
kıyımının gerçekleştirildiği yıldır. Gerçekten de
özellikle mali sektörde olmak üzere korkunç boyutlarda gerçek ve
hayali sermaye kıyımı yaşanır. İnsanın algılama sınırlarını
zorlayan birkaç örnek verelim:
Ekim
2007- 8 Ekim 2008 arasında, yani bir sene içinde dünya
borsalarında yok olan değer miktarı 26 trilyon dolardı.
2007'de
dünya borsalarında sermayeleştirilmiş toplam değer yaklaşık 60
trilyon dolardı. Bu miktar 15 Kasım 2008 itibariyle 53 ülke
borsasında 30 trilyon dolara düşmüştür; yani yarı yarıya bir
değer kaybı söz konusudur.
Sadece
2008 yılında dünya hisse senedi yatırımlarında zarar miktarı
21,4 trilyon dolardı; yüzde 50 oranında zarar. Bu miktar dünya
üretiminin yaklaşık yüzde 40'ına denk düşer.
Borsalarda
küresel sermayeleşme miktarı (işletmelerin borsa değerleri),
2003 sonundan 2007 sonuna inişli-çıkışlı bir rotada sürekli
artar. 2003 sonu itibariyle 25 trilyon dolardan 2007 sonu
itibariyle de 60 trilyon dolara çıkar ve sonrasında da 2008 sonu
itibariyle 30 trilyon dolara düşer; krizden dolayı yaklaşık bir
sene içinde dünya borsalarında yüzde 50 oranında bir borsa
sermayesi buharlaşmış olur.
Asya Kalkınma Bankası'nın (ADB) bir araştırmasında 2008 yılı itibariyle dünya çapında 50 trilyon dolarlık bir varlığın eriyip yok olduğu yer alıyor; yani “hisse senetleri ve tahviller de dahil küresel mali varlık değerleri” kaybı 50 trilyon dolar. Bu miktar yaklaşık olarak 2008 yılındaki dünya brüt üretim değerine denk düşüyor.
Sonuç:
dünya borsaları, en yüksek seviyesine ulaştığı 31.10.2007'den
2009 Şubat sonuna yüzde 59 oranında değer kaybetmiştir; 35,681
trilyon dolar buharlaşmıştır. Aynı dönemde Amerikan
borsalarında yok olan değer miktarı da 10,016 trilyon dolardı
(toplam değerin yüzde 53,4'ü).
Mali
krizin etkisi 2008'in başından itibaren sanayi sektöründe de
hissedilmeye başlanmıştır. Sanayi üretimindeki gelişmeler,
dünya ekonomisinin yeni bir fazla üretim kriziyle karşı karşıya
kaldığını göstermektedir.
Önde
gelen emperyalist ülkelerde yılın çeyrekleri bazında sanayi
üretiminin gelişmesi:
Dünya
ekonomisinde belirleyici ağırlığı olan bu ülkelerde toplam
sanayi üretimi 2007 yılının bütün çeyrekleri boyunca sürekli
artmıştır. Sanayi üretimindeki artış, İngiltere hariç diğer
ülkelerde 2008'in ilk çeyreğinde de devam etmiştir. Aslında bu
çeyrek kriz öncesi sanayi üretiminin en yüksek olduğu çeyrektir.
İngiltere'de ise sanayi üretimi 2007'nin son çeyreğinde en yüksek
aşamasına varıyor.
Fransız,
Alman ve Amerikan sanayi üretiminde mutlak küçülme 2009'un ikinci
çeyreğine kadar devam ediyor. Sanayi üretiminde küçülme
Japonya'da 2009'un birinci ve İngiltere'de de dördüncü çeyreğine
kadar devam ediyor. İngiltere açısından durumun ne olduğu
bilinmiyor, ama diğer ülkelerde sanayi üretimi bir sonraki
çeyreklerde yeniden artıyor. Bu durumda: Mevcut verilere göre
Fransız sanayi üretimi yüzde 13,3 oranında; Alman sanayi üretimi
yüzde 8,5 oranında ve Amerikan sanayi üretimi de yüzde 10,1
oranında mutlak gerileyerek 2009'un ikinci çeyreğinde dibe
vuruyor. Japon sanayi üretiminde mutlak gerileme yüzde 26,6
oranında ve İngiliz sanayi üretiminde de yüzde 13,2 oranında
gerçekleşiyor.
Önde
gelen emperyalist ülkelerde toplam sanayi üretiminin gelişmesi,
2005=100
|
|||||
2007 | Fransa | Almanya | Japonya | İngiltere | ABD |
1. çeyrek | 101.6 | 111.5 | 105.7 | 100.1 | 103.0 |
2. çeyrek | 101.7 | 112.4 | 106.4 | 100.5 | 103.6 |
3. çeyrek | 102.5 | 114.5 | 108.1 | 100.1 | 104.2 |
4. çeyrek | 102.7 | 115.5 | 108.8 | 100.6 | 104.4 |
2008 | |||||
1. çeyrek | 103.2 | 117.4 | 109.3 | 100.3 | 104.5 |
2.çeyrek | 101.4 | 116.1 | 107.9 | 99.0 | 103.2 |
3. çeyrek | 100.0 | 115.0 | 104.7 | 96.9 | 100.8 |
4. çeyrek | 93.5 | 106.5 | 93.2 | 92.5 | 97.4 |
2009 | |||||
1. çeyrek | 87.1 | 91.8 | 73.4 | 87.8 | 92.4 |
2. çeyrek | 86.7 | 91.5 | 78.9 | 87.4 | 89.9 |
3. çeyrek | 89,2 | 94.7 | 84.5 | 86.8 | 91.0 |
2009 | |||||
Ocak | 87,7 | 93,7 | 77,8 | 88,3 | 93,4 |
Şubat | 87,3 | 90,5 | 70,7 | 87,7 | 92,6 |
Mart | 86,2 | 91,1 | 71,6 | 87,5 | 91,2 |
Nisan | 85,1 | 88,2 | 75,5 | 87,6 | 90,7 |
Mayıs | 87,2 | 92,9 | 79,9 | 87,1 | 89,7 |
Haziran | 87,7 | 93,1 | 81,4 | 87,6 | 89,3 |
Temmuz | 88 | 92,2 | 83,2 | 87,9 | 90,1 |
Ağustos | 90,5 | 94 | 84,5 | 85,6 | 91,2 |
Eylül | 89,1 | 97,9 | 85,7 | 86,9 | 91,8 |
Kaynak: OECD. Main Economic Indicators. |
Sanayi
üretimindeki gelişmeye yılın ayları bazında bakarsak: Fransız
sanayi üretiminde küçülme (%14,9) 2009'un Nisan ayına kadar;
Alman sanayi üretiminde küçülme (%11,8) keza Nisan ayına kadar;
Japon sanayinde küçülme (%29,3) Şubat ayına kadar; İngiliz
sanayi üretiminde küçülme (%14,4) Ağustos ayına kadar ve
Amerikan sanayi üretiminde de küçülme (%10,7) Haziran ayına
kadar devam ediyor.
OECD (toplam), OECD-Avrupa, AB, Avro Alanı, G-7 ülkeleri toplamında sanayi üretimi:
OECD-Avrupa,
OECD-Toplam, AB, Avro Alanı ve G-7 ülkeleri toplamında sanayi
üretimi 2008'in birinci çeyreğine kadar artıyor, sonrasında ise
sürekli mutlak küçülüyor. Açık ki, 2008'in ilk çeyreği
dünya sanayi üretiminin gelişmesi bakımından büyümenin mutlak
küçülmeye dönüştüğü kırılma noktasını oluşturuyor.
Üretimde mutlak küçülmenin dip noktası OECD-Avrupa'da 2009'un
ikinci çeyreğinde; OECD-Toplam ülkelerde aynı yılın birinci
çeyreğinde; AB, Avro Alanı ve G-7 ülkelerinde aynı yılın
keza ikinci çeyreğinde görülüyor En azından mevcut verilere
göre durum böyle. Sonrası çeyrekte üretimde artış başlıyor.
En azından, mevcut verilere dayanarak dünya ekonomisinin
-OECD-Toplam ülke ekonomilerinin dünya ekonomisinin yüzde 90 ila
yüzde 95'ine tekabül ettiğini düşünürsek- 2008 yılının ilk
çeyreğinde krize girdiğini ve yüzde 9,4 oranında mutlak
gerileyerek 2009'un ilk çeyreğinde dibe vurduğunu ve sonrasında
üretimde artışın başladığını söyleyebiliriz.
OECD-Toplam,
OECD-Avrupa, AB, Avro Alanı ve G-7 ülkelerinde yılın
çeyreklerine göre toplam sanayi üretiminin gelişmesi,
2005=100
|
|||||
2007 |
OECD-Avrupa
|
OECD-Toplam
|
AB
|
Avro
Alanı
|
G-7
|
1. çeyrek |
107.9
|
105.8
|
106.8
|
106.9
|
104.4
|
2.çeyrek |
108.3
|
106.4
|
107.5
|
107.8
|
104.9
|
3. çeyrek |
109.3
|
107.3
|
108.2
|
108.9
|
105.7
|
4. çeyrek |
110.1
|
108.0
|
108.1
|
109.1
|
106.0
|
2008 | |||||
1. çeyrek |
111.4
|
108.7
|
109.9
|
110.1
|
106.4
|
2.çeyrek |
110.0
|
107.5
|
108.7
|
109.0
|
105.1
|
3. çeyrek |
107.3
|
105.0
|
106.3
|
107.2
|
102.7
|
4. çeyrek |
100.3
|
98.7
|
98.1
|
98.6
|
96.6
|
2009 | |||||
1. çeyrek |
92.5
|
90.6
|
91.1
|
90.1
|
87.1
|
2. çeyrek |
91.7
|
90.8
|
90.5
|
89.1
|
86.8
|
3. çeyrek |
93,6
|
93,3
|
91,6
|
91,1
|
89,3
|
Kaynak: OECD, Main Economic Indicators. |
Bu veriler emperyalist burjuvaziyi, IMF, Dünya Bankası, OECD gibi kurumlarını adeta heyecanlandırmış, krizden çıkıldığı yorumlarının yapılmasını beraberinde getirmiştir. Bu durum aynı zamanda belli ülkelerin ve dünya ekonomisinin 2009'da ne kadar küçüleceği, 2010 ve 2011'de ne kadar büyüyeceği tahminlerini sık sık gözden geçirmelerine de neden olmuştur. Sanayi üretiminde Mart 2009'dan bu yana görülen kıpırdanma iyimserlik yaymıştır. Ama durum hiç de öyle emperyalist burjuvazinin beklediği gibi değil; şüphesiz üretimde belli bir artış var, ama bu, ekonominin krizden çıktığı anlamına asla gelmez. Bundan sonrasının nasıl gelişeceği konusunda bir dizi öngörüler dile getirilmektedir.
Belirttiklerimizin
ötesinde, farkı gelişmelerin de olabileceğini daha doğrusu
olduğunu savunanlar da yok değil. Bunların iddialarına inanacak
olursak mücadele etmenin bir anlamı kalmamıştır; bunlar
kapitalizmi kendiliğinden çökertiyorlar. Daha ziyade krizin
şiddetlendiği, durgunluğun akut olduğu dönemlerde “sol”
radikal çevrelerden kapitalizmin sonundan, can çekişmesinden
bahseden sesler yükselir. Bunların özneyi hesaba katmadan
yaptıkları hesaplar, şimdiye kadar hep hayal olarak kalmıştır;
her seferinde kapitalizmin o andaki çelişkilerini bir biçimde
çözmesi; kendiliğinden çökmemesi karşısında şaşıp kalan bu
unsurlar kapitalizmin kendiliğinden çökeceği teorilerini de bir
sonraki krize kadar rafa kaldırırlar.
Salt, ekonominin nasıl gelişeceği bazında sayısız senaryolar üretilmiş ve hala da üretilmektedir; 1929-32 krizinin tekrarlanacağından; Japon ekonomisinin 1990'dan bu yana yaşadığı koşulların yaşanacağından; enflasyonun artacağından; hiper enflasyon dönemi yaşanacağından bahseden senaryolar var. Şüphesiz bu senaryoların her birinde bir parça gerçeklik var. Ama senaryo, öngörü bolluğuna bakınca insanın Nostradamus'a sorası geliyor. Ne de olsa rahmetlinin takipçileri dünya ekonomisinin önümüzdeki dönemde gelişme seyri üzerine hava raporu sunar gibi tahminlerde bulundular. Bu bir kenara, mali sektör burjuvazisi dünya ekonomisinin krizden dik bir çıkış yapmasını beklemekte. Genellikle sanayi sektörü burjuvazisi de üretimde mevcut artışı yeni bir inişin ve onu da yeniden bir yükselişin takip edeceğini; böylece dünya ekonomisinin W çizerek krizden çıkacağını ummaktadır. Bazılarına göre dünya ekonomisi giderek küçülme, daralma eğilimi içinde olan bir durgunluk sürecinden geçecek. Bazılarına göre de dünya ekonomisi uzun bir dönem durgunluk içinde olacak. Bize göre dünya ekonomisi, genellikle 1970'li yıllardan bu yana görüldüğü gibi konjonktürünün yükseliş aşamasına geçemeyecek; yani sürekli inişli-çıkışlı bir durgunluk içinde olacak. Bu demektir ki, ekonomi bazen yüzde 1 büyürken, bazen yüzde bir küçülecek, zamanla büyüme oranları yüzde 0 ila yüzde 2-3, bazen de yüzde 4 arasında değişecek. Ama böyle bir süreci yakalayabilmek için aradan birkaç senenin geçmesi gerekmektedir.
Burada
söz konusu olan, Stalin'in deyimiyle “özel tipten
bir durgunluk”tur.
Bir kısım emperyalist burjuva ideologlarının, ekonomi uzmanlarının, “sol”, liberal çevrelerin krizden çıkışın uzun yıllar alabileceğinden, uzun bir dönem ekonomide büyüme oranlarının düşük seviyede kalabileceğinden bahsetmeleri ve bunun için de 1930'lu yıllarda emperyalist ülke ekonomilerini veya bir bütün olarak kapitalist dünya ekonomisini örnek göstermeleri isabetlidir, ama pek de ilginç değildir. Yeni bir olgudan bahsedilmediği bilinmelidir; 1929-32 krizi ve sonrası yılları analiz eden ve sonuçlar çıkartan Stalin'dir. Stalin “özel tipten bir durgunluk”tan bahsediyordu. Bugün de bir biçimde böyle bir durgunluktan bahsedenler, geliştirdikleri teorileri için Stalin'i referans alırlar mı, bilmiyoruz. Ama görece uzun süren “özel tipten durgunluk” olgusunun ilk kez Engels tarafından ele alındığı ve Stalin tarafından da analiz edildiği bilinen bir gerçektir.
Dün ve bugün dünya ekonomisinde “özel tipte durgunluk” olgusu:
“Sanayi
çevrimi...daha önceki 10 yıllık döngüleriyle, devresel
süreçlerin had biçimi, yerini –çeşitli sanayi ülkelerinde
çeşitli zamanlarda yer alan- işlerde nispeten kısa ve hafif bir
iyileşme ve nispeten uzun ve belirleyici olmayan, daha kronik ve
daha uzun süreli baskıya bırakmıştır” (Kapital;
C. III, s. 506).
F.
Engels, 1873'te Kapital'in üçüncü cildine yaptığı bir ekte
ekonomik kriz sonrasında durgunluk olgusunu böyle dile getiriyordu.
1892'de
“İngiltere'de Çalışan Sınıfın Durumu” yapıtı için
“Almanca baskıya ikinci önsözde” de şu anlayışlara yer
verir:
“Her on yılda bir sanayinin seyri, genel bir ticari krizle sert bir kesintiye uğruyordu. Bunu, kronik halsizliğin uzun bir döneminden sonra kısa, birkaç yıllık bir gönenç dönemi izliyor ve her zaman hummalı bir aşırı üretim ve onun sonucu olan yeniden çöküşle sona eriyordu...
1866
krizini gerçekten de 1873 dolayında kısa süreli ve hafif bir
ticari yükseliş takip etti, ama bu uzun sürmedi...1876'dan bu yana
bütün başat sanayi kollarında süreğen bir durgunluğa girdik.
Ne tam çöküntü geldi ne de çöküntü öncesi ve sonrasında hak
ede geldiğimiz özlenen gönenç. Öldürücü bir sıkıntı, bütün
iş kollarında ve bütün pazarlarda süreğen bir mal fazlalığı
- yaklaşık on yıldır yaşadığımız durum budur” (Engels;
Vorwort zur zweiten deutschen Ausgabe (1892) der "Lage der
arbeitenden Klasse in England" Marks/Engels; C. 22, s. 321, 322,
326).
Ekonomi
1873 krizinden dik bir yükselişle çıkmıyor; uzun bir dönem
büyüme ile büyümeme veya küçülme arasında gidip geliyor;
birkaç sene süren bir durgunluktan geçiyor. Böyle bir süreç
1825’ten sonra, fazla üretim krizlerinde ilk defa görülüyor.
1930'lu
yıllardaki kapitalist dünya ekonomisini analiz eden Stalin de şu
tespiti yapıyor: ”Açık ki
burada, sanayin çöküşünün derin noktasından, sanayi krizinin
derin noktasından bir durgunluğa geçişle, ama mutat bir
durgunluğa değil, bilakis sanayiyi yeni bir yükselişe,
açılıp-gelişmeye götürmeyen, ama onu çöküşün derin
noktasına da geri götürmeyen özel cinsten bir durgunlukla karşı
karşıyayız” (Stalin; XVII.
Parti Kongresine sunulan siyasi rapor. C. 13, s. 259).
Burjuvazinin
dillendirmeye çalıştığı bu eğilim daha önce kapitalist
ekonomide yaşanmıştı ve Marksistler tarafından analiz
edilmiştir. Dünya ekonomisinin böyle bir durgunluk sürecinden
geçerek krizden çıkabileceği anlayışındayız. Veriler bunu
gösteriyor.
“Hatırı
sayılır” burjuva ekonomistlere göre de en azından
1929-1932krizi kadar etkili olan 2008 krizi, kapitalist sisteme
güveni sarsmıştır. Kriz, on yıllardan bu yana, neoliberalizmin
Keynesçilik üzerine zaferinden bu yana serbest piyasa üzerine
burjuva ideologların ve ekonomistlerin propagandasını yaptıkları
“kutsal öğreti”nin iflas ettiğini ortaya koymuştur. Öbür
taraftan da küçük burjuvazinin teoride zavallılığını,
tasfiyeciliğini de açığa çıkartmıştır.
Krizin
derinleştiği dönemde burjuvazi ve uzmanları sistemi nasıl
kurtaracakları üzerine kafa yoruyorlardı. Tabii ki bu
tartışmalarda sorunun esas nedeni üzerinde durulmuyordu; Amerikan
konut sektöründe spekülasyon, dünya borsalarında hisse
senetlerinin değer kaybı, kredi dar boğazı, kapitalistlerin
hırsı, hükümetlerin yanlış politikalar vb. krizin temel
nedenlerinden sayılmıştır. Bu ve başka olguların
sıralanmasıyla krizin oluşumu ve ne türden bir kriz olduğu
açıklanmış olmaz. Burjuva cephede krize vesile olan gelişmelerin
ötesine geçen, krizin gerçek nedenini açıklayan bir yaklaşım
olmamıştır. Olmaması da tesadüf değildir. Krizin gerçek
nedenlerini açıklayan bir yaklaşım nihayetinde kapitalist sistemi
soru götürür hale getirir: Burjuvazinin istemediği de budur; ne
pahasına olursa olsun sistem sorgulanır hale getirilmemelidir.
Marksizm,
burjuvazinin yukarıdaki türden açıklamalarını, en fazlasıyla
krizin görüngüleri, yansımaları olarak görür ve krizin gerçek
nedenini kapitalist üretim biçiminin çelişkilerinde arar.
Krizsiz kapitalizm olamaz; kapitalizmin krize neden olan çelişkileri
içseldir, yasaldır. Burjuvazi tam da bu yasallığı; kapitalist
üretim biçiminde krize neden olan nesnel ekonomik yasaların
varlığını inkar eder.
“Krizleri
yadsımak için kullanılan minareye kılıf arayıcı ifadeler, her
zaman kanıtlanmak istediği şeyin tersini kanıtladığı için
önemlidir. Krizleri yadsımak için, birliği vurguladıkları yerde
çelişki ve karşıtlık vardır. Dolayısıyla, düşlemelerinden
silip attıkları çelişkiler, fiili olarak bulunmasaydı herhangi
bir kriz olmayacağını kanıtladıkları söylenebildiği ölçüde
önemlidirler. Ama gerçekte krizler vardır, çünkü bu çelişkiler
vardır. Krize karşı öne sürdükleri her mantık, karanlık
ruhtan çekilip çıkarılarak dışarı atılan bir çelişkidir ve
bu nedenle krizlere neden olabilen gerçek bir çelişkidir.
Çelişkilerin var olmadığına kendini inandırabilme arzusu, aynı
zamanda, gerçekten var olan çelişkilerin var olmaması gerektiğini
yakaran bir imam ifadesidir” (Marks;
“Artı Değer Üzerine Teoriler”, Marks-Engels; C. 26/2, s. 515).
Krizi “düşlemelerden silip atmak” için burjuva medya, kapitalist sistemi, gözünü para hırsı bürümüş menajerlerin, yeterli olmayan banka denetiminin, olağanüstü borçlanmış Hedge-Fonların, insafsız spekülatörlerin, yanlış karar alan politikacıların vb. unsurların kurbanı olarak göstermektedir. Böylece bütün bu öznel nedenler veya faktörler krizin nedenleri olarak sayılıyor. Diğer bir ifadeyle: Bu faktörler olmazsa kriz de olmaz!
Son 15-20 seneden bu yana burjuvazinin yoğun küreselleşme propagandasının bir yansıması olarak kapitalist ekonomi hakkında bir incir çekirdeğini dolduramayacak önemde teoriler üretildi. Bu teorilerin hepsi, uluslararası tekellere de dokunacak derecede şiddetli bir ekonomik kriz patlak verirse bunun ne anlama geldiğini hesaba katmıyordu; devleti yok eden, dünya cumhuriyeti kuran, sermaye ve üretimin uluslararasılaşması yasasını ancak eğilimli gelişen bir yasa olmaktan çıkartan; yani burjuva deyimle ifade edecek olursak küreselleşmenin, karşı nesnel faktörlerin etkisine rağmen geriye dönüşümsüz olduğunu vaaz eden, uluslararasılaştığı için sermaye ile devlet arasındaki bağı kopartan, korumacılığı rafa kaldıran, hizmet sektöründe artı değer üreten vb. teorilerdi. 2008 krizi bu teorilerin hepsini yerle bir etti.
Krizden
çıkartılması gereken dersler:
Marksist-Leninist
politik ekonomi, ekonominin nesnel ilişkilerinin ayrıntılı
araştırılması sonucu oluşmuş ve geliştirilmiştir.
Uluslararası komünist ve işçi hareketi önderlerinin her ekonomik
krizin ortaya çıkarttığı gelişmeleri, eğilimleri titizce ve
ayrıntılı olarak incelemeleri ve bundan sınıf mücadelesi için
sonuçlar çıkartmaları, yöntem olarak da biz yol göstermelidir.
Yaşanan krizden, genel olarak ideolojinin, teorinin, özel olarak da
sınıf mücadelesinin (politikanın) sorunları açısından
dersler çıkartmalıyız.
1-Yaşanan
kriz, hemen bütün alanlarda neoliberalizmin iflasını
beraberinde
getirmiştir
Neoliberal doktrin, devletin ekonomiden çekilmesini, genel olarak küçülmesini talep etmekteydi. 2008 krizi durumun hiç de öyle olmadığını gösterdi; 1980'li yıllardan bu yana neoliberal teori ve uygulamaların bayraktarlığını yapan ABD ve İngiltere, savundukları ilkelere ilk darbe vuran ülkeler olmuşlardır; yaşanan kriz neoliberal iddiaların tersine devletin hiç de küçülmediğini, ekonomiden çekilmediğini, tersine krizle birlikte daha da müdahaleci olduğunu göstermiştir. Öyle ki, neoliberalizmin ideologları, savunucuları ve uygulayıcıları birdenbire Keynesçi olmuşlardır.
Neoliberal
doktrin korumacılığa (proteksionizme) karşıdır veya
korumacılık, küreselleşme ile bağdaşmaz. Ama neoliberalizm
savunucuları, kendi sermayelerini kurtarmak için korumacılığa
sarılmaktan geri kalmamışlardır.
2-
Ekonomiyi teşvik paketleri, korumacılık, devletleştirme ve
borçlanma
Neoliberalizmin
“kutsal” ilkelerinden birisi de sermayenin özgür hareketi
önündeki bütün engellerin kaldırılmasıdır. Sermaye
hareketiyle bağlam içinde her türden düzenleme kaldırılmalıdır;
piyasalar kendi serbest işleyişiyle kendi sorunlarını aşar.
Anlayış böyle olduğu için emperyalist burjuvazi, özellikle
emperyalizme bağımlı, yeni sömürge ülkelere ekonominin seyrine
karışmayın, batanı kurtarmayın vaazında bulunmuştur. 2001
krizinde Türkiye bunu yaşadı. Kendileri ise tam tersini
yapıyorlar; yaşanan krizin de gösterdiği gibi piyasalara müdahale
ediyorlar.
Krizden
dolayı devletleştirme salt ABD ve İngiltere ile sınırlı
kalmamış, iflasları engellemek için başka ülkelerde de
devletleştirmeler yapılmıştır. Sorun tabii salt devletleştirme
ile sınırlı değildir; devletleştirme ekonomiyi teşvik paketinin
bir kalemidir. Teşvik paketleri ise başta emperyalist ülkeler
olmak üzere çok sayıda ülkede hazırlanmış ve uygulamaya
konmuştur. “Kiel
Dünya Ekonomisi Enstitüsü” verilerine göre dünya çapında
teşvik paketleri yaklaşık 3 trilyon dolar tutmaktadır; bu miktar
dünya brüt üretiminin yüzde 4,7'ne tekabül ediyor.
Yaşanan
krizden dolayı kuralsızlaştırılan, “düzensizleştirilen”
mali pazarların yeniden düzenlenmesi, belli kurallara bağlanması
neoliberalizmin savunucuları tarafından yeniden tartışılmaya
başlanmıştır. Anlaşılan o ki, mali pazarlarda düzensizleştirme
ile gerçekleştirilen talanın zorunlu olduğu için yeniden belli
kurallara bağlanarak gerçekleştirilmesi söz konusu. Ne derece
gerçekleştirildiğinden bağımsız olarak, neoliberalizm
savunucularının böyle bir şeyi düşünmeleri ve kısmen
de uygulamaları (örneğin devletleştirme) talan için her yol ve
yöntemin mübah
olduğunu gösterir.
3-Mali
sermayenin baş aktörü yatırım bankacılığı çöktü
Spekülatif
sermaye hareketinin/yatırımlarının motoru konumunda olan yatırım
bankacılığı krizle birlikte battı; Amerika'nın önde gelen,
kısmen asırlık yatırım bankaları arka arkaya iflas etti
(devletleştirildi, devredildi) ve normal ticari bankaya
dönüştürüldü. Amerikan mali sektöründeki bu çöküş, krizin
daha da derinleşmesine neden oldu.
4-Sermaye
ve ulusal aidiyet sorunu
Uluslararasılaşmış
sermayenin belli bir ulusal kökeninin; ulusal aidiyetinin olmadığı
ve bu anlamda da devletler üstü olduğu söylendi. Sermayenin, yurt
içine nazaran yurt dışında azami kar elde etme olanağının
olmasından dolayı yurt dışına çıkması böyle yorumlandı.
Uluslararasılaşmış sermayeyi, dünya ekonomisini mali sermaye
çatısı altında birleştiren; malileşmiş, “bütünleşmiş”
bir dünya ekonomisi yaratan teori iflas etti. Kriz,
uluslararasılaşma derecesi en yüksek olan sermayelerin bile ulusal
kökeni olduğunu gösterdi. Her bir devletin genel olarak sermayeyi
değil de, kendi sermayesini korumak için attığı adımlar
sermayenin ulusal limanı olduğunu göstermez mi?
5-Ulus-devlet
ve neoliberalizm
Küreselleşme
tartışmalarının ve küreselleşme olgusunun en temel
noktalarından birisi de ulus-devletin önemsizleşmesiydi. Öyle ki
ulus-devletin yerini alan dünya cumhuriyetini veya genel anlamda
dünya düzenini yönetecek kurumlar da belirlenmişti; BM, IMF, DB
önderliğinde bir dünya cumhuriyeti kurulacaktı. Ama olmadı. 2008
krizi bu türden teorilerin ne denli uçuk, hayal ürünü olduğunu
gösterdi; uluslararasılaşmış hiçbir sermaye IMF, DB gibi
kurumlara sığınmadı, kendi devletine sığındı; örneğin
Fannie Mae ve Freddie Mac ve AIG gibi asırlık Amerikan mali
kurumlarını ne Alman ne de Japon sermayesi kurtardı, Amerikan
devleti kurtardı.
Ulus-devlet
konusunda da neoliberalizm iflas etti.
6-Sermaye
ve üretimin uluslararasılaşma derecesi geriledi
Burjuvazinin
“küreselleşme”si veya sermaye ve üretimin uluslararasılaşması,
dünya ticareti, sanayi üretimi, borsa değerleri, doğrudan
sermaye yatırımlar vb. biçiminde kapitalizmin tarihinde pek
görülemiş derecede geriledi. Bu alanların bazılarındaki
gerileme ancak 1929-32 krizi dönemindeki gerileme ile ölçülebilir.
Sermaye ve üretimin uluslararasılaşma derecesinin gerilemesi,
uluslararası borsa değerlerinin uluslararasılaşmasındaki
gerileme durmuş değil, devam ediyor.
Kriz,
sermaye ve üretimin dünya ekonomisini bütünleştirmediğini veya
uluslararasılaşmış sermaye bazında bütünleşmiş bir dünya
ekonomisi oluşturmadığını; sermaye ve üretimin
uluslararasılaşmasının geriye dönüşümsüz olmadığını;
sermaye ve üretimin uluslararasılaşma yasasının seyrinde nesnel
bir faktör olarak uluslararasılaşmayı geriletici etkide
bulunduğunu göstermiştir.
7-Kriz
sürecinde “ultra-emperyalizm” bütünleşen dünya ekonomisi ve
emperyalistler arası çelişkiler
Kautsky'nin
ürettiği “ultra-emperyalizm” teorisinin ve bu teoride ifadesini
bulan bütünleşmiş dünya ekonomisinin bir hayal olduğu, dünya
ekonomisinin daha mali kriz aşamasında bütün çıplaklığıyla
görülmüştür; emperyalist ülkeler ve uluslararası tekeller
arasındaki çelişkiler yumuşamamış ve bir bütünde birleşmemiş;
bütünlüklü dünya ekonomisini oluşturmamıştır. Kapitalist
dünya ekonomisi gerçekliği, her bir tekelin kendi çıkarı
doğrultusunda hareket ettiğini, her bir emperyalist ülkenin kendi
sermayesinin çıkarlarını koruduğunu ve bundan dolayı da başka
ülkelerle rekabet içinde olduğunu göstermiştir. Dünya
ekonomisi, Kautsky'nin teorisine göre bütünleşmemiş, ama
Lenin'in analiz ettiği gibi halkaları tek tek ülke ekonomilerinden
oluşan bir bütündür, zincirdir. Dünya ekonomisinin Kautsky'nin
anladığı anlamda ne denli bütünlüksüz ne denli çelişkili
olduğunu, kriz sürecinde krize karşı ortak tavır almak için sık
sık toplanan önde gelen ülkelerin, örneğin G-20'lerin
toplantılarından bir sonucun alınamaması da göstermektedir.
8-Ekonomik
kriz emperyalist ülkeler arasındaki çelişkileri
keskinleştiriyor
Spekülasyon,
banka ve kredi krizi, şimdi de fazla üretim krizi bir taraftan
devasa boyutlarda sermaye kıyımına ve diğer taraftan da yine
devasa boyutlarda sermaye birleşmesine neden olmaktadır; bu süreçte
zor duruma düşen bankalar, başkaca mali kurumlar maddi değerlerin
üretimi alanında işletmeler, daha güçlü olanlar tarafından
yutulmaktadır. Bu durum, rekabetin bu kaçınılmaz sonuçları, son
kertede uluslararası alanda tekeller ve emperyalist ülkeler
arasındaki güç dengesinin değişmesine neden olmaktadır. Kriz
döneminde bazı tekellerin yok olması, bazı ülkelerin güç
kaybetmesi, bazı tekellerin ve ülkelerin güçlenmesi eşitsiz
gelişmenin kaçınılmaz sonucu olarak karşımıza çıkıyor.
İster tekel olarak, isterse de ülke olarak rekabette konumunu
kaybetmek istemeyenler ile arkadan gelerek öndekileri zorlayan; daha
fazla pazar payı talep eden güçler arasında hegemonya mücadelesi
kaçınılmazdır. Bu krizde Amerikan emperyalizmi özellikle
ekonomik olarak çok şey kaybetmiştir ama Çin, krizde olmamasından
dolayı da ekonomik olarak daha da güçlenmiştir. Ekonomik olarak
güçlenmek siyasal olarak da daha fazla söz sahibi olmayı
beraberinde getirir ve bu anlamda önümüzdeki dönemde Amerikan
emperyalizmiyle Çin emperyalizmi arasındaki dünya hegemonyası
için rekabet keskinleşecektir.
Sonuç:
Krizin
oluşumu üzerine tartışmalar yerini krizden çıkış yolları
üzerine tartışmalara bıraktı. Her ekonomik kriz sürecinde
gündeme gelen ve içeriği değişmeyen tartışmalar; “tarihsel
olarak ömrünü doldurmuş, üretici güçlerin gelişmesi önünde
engel olan kapitalizm/emperyalizm, kendiliğinden çöküşle mi
karşı karşıyadır, yoksa her krizinde olduğu gibi bu krizinden
de kendi çelişkilerini çözerek çıkacak mıdır?” Bazı
çevreler kapitalizm artık kendi çelişkilerini çözerek krizinden
çıkma gücünden yoksundur anlayışında. Komünistlere göre de
kapitalizm, komünist partisinin etkisiz olduğu, sistemi yıkma
mücadelesine girmediği durumlarda kendi çelişkilerini çözerek
dönemsel krizlerinin üstesinden gelir. Burada anlaşılması
gereken ve kapitalizmin kendiliğinden çökeceği teorisini
savunanlar tarafından anlaşılmayan nokta, ekonomik krizlerin
kapitalizmin nesnelliği; bundan dolayı da kaçınılmazlığı
olduğu gibi, öznel gücün etkisiz kaldığı durumlarda krizden
çıkışı da onun bir nesnelliğidir. Bu konuda Karl Marks'ın
karşısında Rosa Luksemburg'u koymakla ve Marks'ın yanıldığını
atlatmakla sorun çözülmüş olmuyor.
Burjuvazinin ekonomik krizi nasıl aştığı üzerine Mark ve Engels Komünist Manifesto'da şöyle derler:„Burjuvazi krizleri (fazla üretim krizleri kast ediliyor) nasıl aşarlar? Bir taraftan zorunlu olarak üretici güçlerin kitlesel yok edilişiyle; diğer taraftan da yeni pazarların fethedilmesiyle ve eski pazarların da adamakıllı sömürüsüyle“.
Bu iki nedenden dolayı; “üretici güçlerin kitlesel yok edilişi” yoluyla (Üretici güçlerin yok edilmesi, tahribatı, sermaye yok edimidir; fabrikaların kapatılması, makinelerin hurdaya çıkartılması, savaşlar vs. Her krizde bu kıyım mutlaka yaşanır; yaşanmak zorundadır. Aksi taktirde rekabet yapılamaz), “diğer taraftan da yeni pazarların fethedilmesiyle ve eski pazarların da adamakıllı sömürüsüyle“ kapitalizm, dönemsel krizinden o aşamada krize neden olan çelişkilerini bir sonraki krize kadar geçici çözerek çıkar. İlk fazla üretim krizinin patlak verdiği 1825'ten bu yana bu böyledir.
Kapitalizm kendi çelişkilerinden dolayı kendiliğinden çökmez; bu, sistemin iç diyalektiğine aykırıdır. Kapitalizmde sermayenin genişletilmiş yeniden üretim koşulları da hiçbir zaman yok olmaz; bu da onun doğasına aykırıdır. Sermayenin genişletilmiş yeniden üretim koşullarının ortadan kalktığı, yani artı değer üretmenin koşullarının ortadan kalktığı bir kapitalizm düşünülemez. Her kriz sürecinde sermaye kendi kendini kıyıma uğratmakla-değersizleştirmekle genişletilmiş yeniden üretiminin kanallarını açar. Ayrıca tahribatı büyük savaş veya büyük yıkıma neden olan bir doğa felaketi de aynı etkide bulunur.
Yaşanan
kriz sürecinde burjuva politik ekonominin iflası bir kez daha
açığa çıkmıştır:
Daha
önceki, diyelim ki 1974/75, 1980/81-83, 1990-94 ve 2000-2004 dünya
ekonomik krizleriyle karşılaştırdığımızda bu kriz, aynen
1929-32 krizi gibi emperyalist burjuvazi ve düşünür odaklarını
da sarsmıştır; kriz üzerine tartışmalar salt ekonominin
sorunlarıyla sınırlı kalmamış burjuva düzenin hemen bütün
sorunlarını kapsamına alarak sistem sorgulanmasına dönüşmüştür.
Sistem tartışması ise emperyalist burjuvazinin, tekelci sermayenin
korkusudur. Bu kriz, yukarıda belirtilen krizlerden farklı olarak,
her kanadından emperyalist burjuvazinin “serbest pazar ekonomisi”,
“pazarın kendi kendini iyileştireceği”, sosyal pazar
ekonomisi” türünden dogmalarını veya doktriner anlayışlarını
çürütmüş; en azından yanlış olduğunu açığa çıkartmıştır.
Burjuva propagandayla pazarın dinamiklerine güven uç noktaya
varmıştı. Sonrası malum: Bütün dünyada insanlar, kriz yokla
başlayan ve sonra da bir biçimde krizin varlığını kabul eden
burjuva politikacıların zavallı haline bakarak “pazar
dinamikleri”nin bizzat kriz ögeleri taşıdığını görmeye
başlamışlardır.
Açık ki ekonomik kriz, emperyalist burjuvazinin ekonomik, siyasi, toplumsal ve ideolojik alanlarda sefilliğini sergilemiştir.
Krizin
ortaya döktüğü gerçekler paha biçilmez derslerle doludur; bir
taraftan satılmayan ürünlerle dolup taşan pazarlar, yok edilen
ürünler ve sabit sermaye, diğer taraftan da dünya çapında
derinleşen ve kapsamlaşan açlık ve yoksulluk.
Gerçeklerin
dayatmasından dolayı burjuva (ve küçük burjuva) ekonomistlerin
hemen hepsi, Marksist politik ekonominin yeniden “moda” olduğunu
istemeyerek de olsa kabul etmek zorunda kalmıştır veya da kabul
ediyor gözükmektedir; bu unsurlar bundan herkese,
her sınıfa göre bir sosyalizm anlayışı
üretmeye çalışmaktalar.
Kapitalizm alternatifsiz değildir!
Kapitalizmin
alternatifi sosyalizmdir!
Burjuva
ideoloji Ekim Devriminden sonra en büyük ideolojik çöküntüsünü
yaşıyor; ekonomik ve toplumsal gelişme; insanlığın geleceği
için oluşturdukları teoriler, hele yoğun küreselleşme
propagandası eşliğinde uç noktalara varan vaatler; sosyalizmin,
işçi sınıfının tarihe karışması gibi ucube anlayışlar vs.
gerçek anlamda feci bir yenilgiye uğradı. Bizzat yaşamın
kendisi; ekonomik ve toplumsal alandaki gelişmeler, sınıf
mücadelesi, burjuva teorileri güneşin altında kalmış kar gibi
eritti. Öyle ki ne serbest piyasa ve ne de neoliberalizm, demokrasi
ve özgürlük, adalet ve işsizliği ortadan kaldırmak için teori
dahi üretecek durumda değiller.
Dünyanın nasıl şekilleneceğini, insanlığın geleceğini belirleyecek olan yegane güç işçi sınıfı ve emekçi yığınlardır. Bu belirleme onların siyasal örgütlü, sınıf bilinçli mücadelesiyle; insanlığı sosyalizme ve komünizme taşıma mücadelesiyle olacaktır. Görülür ve görülmez bir biçimde bütün dünyada işçi sınıfı, emekçi yığınların sermayenin baskı ve talanına karşı mücadeleleri mayalanmaktadır.
Krizinin toplumsal etkileri bütün ülkelerde ve eş zamanlı olarak aynı derecede yaşanmıyor. Böyle bir şey olamaz da; krizin toplumsal etkileri her bir ülkede, ülkenin özgünlüğüne göre farklı biçimlerde ve derecede yaşanmaktadır. Ama sonuç itibariyle bütün dünyada yaşanmaktadır. Yaşanan krizden dolayı bütün ülkelerde toplumsal gerginlik ve kapitalist sisteme karşı mücadele yükselmektedir. Ama bundan; ekonomik krizi kaçınılmaz olarak kendiliğinden toplumsal ayaklanmalar takip eder sonucunu çıkartmak iflah olmaz iradeciliktir. 2008 yılında temel gıda maddeleri fiyatlarındaki astronomik artışa karşı birçok ülkedeki kitlesel mücadelelerin nasıl sonuçlandığı unutulmamalıdır. Kendiliğindenciliğe tapanlar bundan bir sonuç çıkartmamışlardır. Ama komünistler çıkartmak zorundadırlar; mücadelenin örgütlülük ve sınıf bilinçlilik derecesi etkisinin de ne denli kalıcı olup olmayacağında belirleyici olacaktır.
Yaşanmakta olan ekonomik kriz, dünyanın birçok ülkesinde sokak eylemlerinin, kitlesel protestoların artmasını beraberinde getirmiştir. Öyle ki, İzlanda'da, Belçika'da ve Letonya'da hükümetler devrilmiştir. Krizin sonuçlarından kaynaklı protestolar Yunanistan'da haftalarca süren sokak çatışmaları biçiminde sürmüştür. Özellikle emperyalist ülkeler, işçi sınıfı ve emekçi yığınların kalkışması gündeme geldiğinde sosyal olanakların yetersiz kalması durumunda iç savaş tarzında karşı koymak için hazırlıklar yapmaktadır. The Economist dergisi bu konuyu ele alan sayısında siyasi sistemi istikrarsızlaştıran faktörleri belirtiyor:
1)Sosyal eşitsizlik; 2)Uzun süren ekonomik durgunluk; 3)Yaygınlaşmış yolsuzluk; 4)Halktan kopmuş devlet politikacıları; 5)Ülke içinde etnik çatışmalar; 6)Geçmişte kalkışmaların yaşanmış olması; 7)Kendiliğindenci grevler ve işçi sınıfının zoru içeren mücadelesi; 8)Yoksulların yeterli olmayan bakımı; 9)İstikrarlı olmayan hükümetler; sık sık hükümet değişimi.
Ayaklanmaların olabileceği ülkeler listesinin ilk sıralarında -ilk 12 ülke- “tehlike” derecesine göre şu ülkeler yer almakta: 1. sırada Zimbabve; 2. sırada Çad; 3. sırada Kongo Demokratik Cumhuriyeti; 4. sırada Kamboçya ve Sudan (aynı derecede riskli); 6. sırada Irak; 7. sırada Fildişi Sahili, Haiti, Pakistan, Zambiya, Afganistan ve Merkezi Afrika Cumhuriyeti (aynı derecede riskli); 8. sırada Kuzey Kore, Bolivya ve Ekvator (aynı derecede riskli); 9. sırada Angola, Dominik Cumhuriyeti ve Ukrayna (aynı derecede riskli); 10. sırada Bangladeş, Gine, Kenya, Moldavya, Senegal, Gine Bissau, Nepal, Nijerya ve Bosna-Hersek (aynı derecede riskli) yer alıyorlar.
“İleri
seviyede riskli” bu ülkelerin çoğunda ya yabancı askeri güçler
konuşlandırılmış durumdadır ya da bunlar dış müdahale
tehdidiyle karşı karşıya olan ülkelerdir. Ekonomik kriz de
ayaklanmayı teşvik eden bir faktör olmaktadır.
Economist'e
göre, listesinde yer alan ilk 27 ülkede 2009'da veya da 2010'da
büyük bir ihtimalle sosyal ve siyasal ayaklanmaların olabilir. Bu
“en yüksek riskli” ülkelerin 13'ü Aşağı Sahra'da, 6'sı
Asya'da, 4'ü Latin Amerika'da ve 3'ü de Doğu Avrupa'da
bulunmaktadır.
Türkiye bu listede 54. sırada yer alıyor.
Bu
araştırmada emperyalist müdahalelerden, dış baskıdan/dayatmadan
hiç söz edilmemektedir. Böylece yeni sömürge ülkelerdeki bir
dizi kalkışmada veya mevcut düzene karşı mücadelede yabancı
sermayenin yıkım ve talanı adeta koruma altına alınmış oluyor.
Bir
yıl önce de Dünya
Bankası, açlıktan dolayı “huzursuzluklar”ın patlak
verebileceği 33 ülkeden oluşan bir liste hazırlamıştı.
Anlaşıla
o ki, emperyalist burjuvaziyi korku sarmış.
Sonuç itibariyle:
Son
yıllarda, krizin başlangıç sürecinde gerçekleştirilen
eylemler; çok sayıda bağımlı, yeni sömürge ülkelerde temel
gıda maddeleri fiyatında astronomik artışa karşı
gerçekleştirilen kalkışmalar, yüz binlerin, bazı ülkelerde
(Fransa, İtalya, Macaristan ve İngiltere) milyonların katıldığı
eylemler, Letonya, İzlanda ve Belçika gibi ülkelerde hükümetlerin
görevden çekilmek zorunda kalmaları; Latin Amerika'daki
antiemperyalist, anti-amerikancı değişim rüzgarı, Nepal devrimi;
bütün bunlar dünya çapında işçi ve emekçi yığınlarda
oldukça genel anlamda da olsa sol eğilimin geliştiğini gösteren
işaretlerdir. Gelişen bu mücadeleler, daha ziyade kapitalist
ilişkileri, emperyalizmi, uluslararası sermayeyi hedef almaktadır.
Bu mücadeleler aynı zamanda alternatif arayışını da
içermektedir.
Kapitalizmin
tek alternatifi sosyalizmdir; bu doğruyu gerçekleştirmek için
işçi sınıfı ve müttefiklerinin mücadelesi sorunun olmazsa
olmazıdır. Farklı sınıflara göre farklı anlam yüklenen “başka
bir dünya mümkündür, o da sosyalizmdir” ile her sınıfa göre
bir sosyalizm vardır anlayışı içerik bakımından aynıdır.
Krizden
dolayı da dünya çapında işsizlik, dünya çapında yoksulluk ve
açlık artıyor ve bu, mücadeleye davetiye çıkartmaktan başka
bir anlam taşımıyor. Esas olan, burjuva mülkiyet ilişkilerinin
sorgulanmasıdır; mücadelenin bu ilişkilerin yıkılmasını hedef
almasıdır. Önemli olan, maddi koşulları her zamankinden daha çok
gelişmiş olan bu mücadelenin öznesi olan işçi sınıfı ve
emekçi yığınları örgütleyecek güçlerin; komünist partilerin
tarihsel misyonlarının farkında olmalarıdır.
Ne
diyordu Marks?
“Ulaşmış
olduğum ve bir kez ulaşıldıktan sonra incelemelerime kılavuzluk
etmiş olan genel sonuç, kısaca şöyle formüle edilebilir:
Varlıklarının toplumsal üretiminde, insanlar, aralarında,
zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler
kurarlar; bu üretim ilişkileri, onların maddi üretici güçlerinin
belirli bir gelişme derecesine tekabül eder. Bu üretim
ilişkilerinin tümü, toplumun iktisadi yapısını, belirli
toplumsal bilinç şekillerine tekabül eden bir hukuki ve siyasal
üst yapının üzerinde yükseldiği somut temeli oluşturur. Maddi
hayatın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve
entelektüel hayat sürecini koşullandırır. İnsanların varlığını
belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam tersine, onların
bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır. Gelişmelerinin
belirli bir aşamasında toplumun maddi üretici güçleri, o zamana
kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine, ya da
bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet
ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin
biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O
zaman bir toplumsal devrim çağı başlar”.
*
Aralık 2009