deneme

20 Mayıs 2011 Cuma

DÜNYA EKONOMİSİNDE GÜNCEL DURUM-KRİZİN SEYRİ VE GÜÇLER DENGESİNDE DEĞİŞİM (II)

8.2-1929-32 ve şimdiki kriz döneminde ülkelerin borçlanma durumu

Aşağıdaki borçlanma haritasında 1932'ye nazaran 2009'da daha çok sayıda ülkenin borçlanmış olduğunu görüyoruz. Esas artışın, borçlanmanın GSYİH'ya oranının yüzde 20'den fazla ve yüzde 20-39,9 oranları arasında olduğunu görüyoruz. Aynı zamanda borçlanmanın GSYİH'ya oranının yükseldiğini de görüyoruz. Örneğin ABD'de bu oran 1932'de yüzde 33'ten 2009'da yüzde 84'e çıkmıştır. Diğer taraftan bazı ülkelerde borçlanma oranı düşmüştür. Buna Güney Afrika, Yeni Zelanda ve Avustralya birer örnektir.



 

10 senelik bir dönem içinde borçlanan ve borcu azalan ülkeleri de görüyoruz bu haritada. Aşağıdaki tabloda en çok borçlu olan ülkelerin, borçlanmanın GSYİH'daki payının yükseldiği ve azaldığı ülkelerin listesini çıkardık. Bu verilere göre:
Kanada'nın borç miktarı yüzde 108,6 oranında artıyor, ama borçlanmanın GSYİH'ya oranı yüzde 89,3'ten yüzde 82,2'ye düşüyor.
ABD'nin hem borç miktarı artıyor (yüzde 201,9) ve hem de borçlanma oranı yüzde 33,9'dan yüzde 65'e çıkıyor.
Fransa'nın borç miktarı 799 milyar dolardan 2 trilyon dolara çıkarak yüzde 150,3 oranında ve borçlanmanın GSYİH'ya oranı da yüzde 58,5'ten yüzde 84,7'ye çıkıyor.
İtalya'nın borç miktarı yüzde 74,6 oranında artıyor. Bu ülkenin borç miktarı GSYİH'nın üzerinde. Bu oran 2000'de yüzde 112,6'dan 2011'de yüzde 119,2'ye çıkıyor.
Verili dönemde Almanya'nın borç miktarı 10,5 misli artıyor ve borçların GSYİH'ya oranı da yüzde 60,7'den yüzde 76,4'e çıkıyor.
İngiltere'nin borç miktarı yüzde 169,3 oranında artıyor ve borçların GSYİH'ya oranında yüzde 43,1'den yüzde 78'e çıkıyor.


Seçilmiş ülkelerde kamu borçlarının GSYİH'ya oranı

2000
2011 (Tahmin)
Ülkeler
Miktar (milyar dolar)
100
GSYİH'ya oranı, %
Miktar (milyar dolar)
GSYİH'ya oranı, %
Borç miktarında azalış, artış, %
Kanada
615
100
89,3
1 283
82,2
208,6
ABD
3 212
100
33,9
9 698
65
301,9
Fransa
799
100
58,5
2
84,7
250,3
İtalya
1 268
100
112,6
2 214
119,2
174,6
Almanya
215
100
60,7
2 260
76,4
1051,2
İngiltere
642
100
43,1
1 729
78
269,3
Brezilya
355
100
60,2
1 137
58,7
320,3
Japonya
6 134
100
128,9
10 843
198,2
176,8
Arjantin
123
100
43,4
183
52,4
148,8
Türkiye
81
100
39,4
347
48,8
428,4
Rusya
147
100
76,6
139
8,7
-5,4
Çin
306
100
27,3
1 023
17,5
334,3
Hindistan
238
100
51,6
912
55,5
383,2
Dünya çapında kamu borçları toplamı
18 951
100

41 638

219,7
Kaynak: The Economist: Government debt, In the red, World debt during the Depression and now, Nov 10th 2010.

Brezilya'nın borç miktarı 3,2 misli artmasına rağmen borçlanma oranı yüzde 60,2'den yüzde 58,7'ye düşüyor.
Japonya'nın borç miktarı yüzde 76,8 oranında artıyor ve borçlanma oranı da yüzde 128,9'dan yüzde 198,2'ye çıkıyor; böylece 2011'de borç miktarı GSYİH'nın 2 misline yaklaşıyor.
Arjantin'in borç miktarı yüzde 48,8 oranında artarken borçlanma oranı da yüzde 43,4'ten yüzde 52,4'e çıkıyor.
Türkiye'nin borç miktarı yaklaşık 4,3 misli artıyor ve borçlanma oranı da yüzde 39,4'ten yüzde 48,8'e çıkıyor.
Rusya'nın borç miktarı 2000'de 147 milyar dolardan 2011'de 139 milyar dolara düşüyor ve borçlanma oranı da yüzde 76,6'dan yüzde 8,7'ye geriliyor.
Çin'in borç miktarı 306 milyar dolardan 1023 milyar dolara çıkmasına rağmen borçlanma oranı yüzde 27,3'ten yüzde 17,5'e düşüyor.
Hindistan'ın borç miktarı yüzde 283,2 oranında artıyor ve borçlanma oranı da yüzde 51,6'dan yüzde 55,5'e çıkıyor.
Dünya çapında kamu borçları miktarı de 18,9 trilyon dolardan 41,6 trilyon dolara çıkarak yüzde 119,7 oranında artıyor.

GSYİH'ya oranı bakımından ABD, Fransa, İtalya, Almanya, İngiltere ve Japonya oldukça borçlu ülkeler konumundayken, Arjantin, Türkiye ve Hindistan borcu artan ama kapitalizm koşullarında kabul edilebilir/çevrilebilir bir seviyede kalan ülkeler konumundalar.
Buna karşın Brezilya, Çin ve özellikle de Rusya GSYİH'ya oranı bakımında borcu azalan ülkeleri temsil ediyorlar.
Aşağıdaki grafikte de emperyalist, gelişmiş ülke ekonomilerinin yükselen ve gelişen ülke ekonomilerine nazaran daha borçlu olduklarını görüyoruz. Emperyalist ve gelişmiş ülke ekonomilerinde borçlanmanın GSYİH'ya oranı 2007'den itibaren hızla artarken, yükselen ve gelişen ülkelerde borçlanmanın GSYİH'ya oranı aynı dönemde hemen hemen hiç değişmemiştir; bu oran 2007'de yüzde 36,37 iken 2011'de yüzde 36,7 olmuştur.



Aşağıdaki grafikte de 2010 yılı itibariyle devlet borçlarının GSYİH'ya oranının ek yüksek olduğu ülkeleri görüyoruz.

Aşağıdaki grafikte de gördüğümüz gibi ekonomiyi krizden kurtarmak için destekleme programlarının toplamı 3 trilyon dolara varıyordu; bu miktarda ABD'nin payı yüzde 35; Çin'in payı yüzde 20; Japonya ve Almanya'nın payı da her biri için yüzde 15'ti. 

2008/2009 döneminde kriz bağlamında uluslararası alanda yapılan harcamaların toplamı tahminen 27 trilyon dolardı. Bu türden harcamaların birçok emperyalist ülkenin borçlanma kriziyle karşı karşıya kalmasına neden olmuştur.

ABD'nin toplam borcunun GSYİH'ya oranı 2008'de yüzde 350 idi. Şimdi bu oran yaklaşık yüzde 370'e çıktı. Bu ülkede borçlanma patlaması 1980'li yıllarda neoliberalizmin hakimiyetine paralel olarak gelişti. Bu zaman zarfında ekonomik gelişmesi veya dünya çapında ekonomide lokomotif rolü oynaması bu borçlanma sayesinde olmuştur. ABD, kredi ile, borçlanma ile finanse edilen kitlesel talep oluşturmuş tek ülke konumundadır.
Borçlanmanın bu boyutlara varmasında 2009'dan sonra ekonomiyi kurtarma adına gerçekleştirilen devletleştirmelerin de rolü büyük olmuştur. Amerikan sermayesi, zor durumda kalınca „devlet baba“yı yardıma çağırmıştır.

Sadece ABD'nin borçlanması değil, ülkelerin, özellikle de emperyalist ülkelerin genel borçlanması artık kapitalizmin borçlanma ile işlevsel olabildiği düşüncesinin doğmasına neden olmaktadır.

Geçen yüzyılın son çeyreğinden bu yana emperyalist ülke ekonomilerinde büyüme oranlarının küçülmesi, rekabetin dayattığı teknolojik yenilenme (sermayenin organik bileşiminin yükselmesi) ve bunun kaçınılmaz sonucu olarak artan işsizlik; kronikleşen kitlesel işsizlik özel veya devlet borçlanmasına dayanan; aslında yapay olan bir talebi teşvik etmiştir. Bu talepte her gerileme doğrudan aşırı üretimi açığa çıkartmaktadır, ekonomiyi istikrarsızlaştırmaktadır. Sermaye açısından üretimin pek anlamı kalkmamıştır; üretimde elde edilen kar artık yatırım yapmaya değmez olmuştur. Sermaye, kurtuluşu mali alanda görmüştür.
Neoliberalizm ile borçlanma arasındaki ilişkiyi aşağıdaki grafik çok açık bir biçimde göstermektedir.



Bankaların pazarlayabileceği en önemli „meta“ kredidir. Bu nedenle borçların patlaması aynı zamanda  bankalar açısından metalarının pazar alanının genişlemesi anlamına gelir; artan borç genişleyen mali pazar demektir. Bu da bir taraftan spekülasyonu teşvik ederken, diğer taraftan veya aynı zamanda kredi pazarını da genişletmiştir.
Geçen yüzyılın son çeyreğinden itibaren kapitalist ekonomilerde, özellikle de emperyalist ülke ekonomilerinde gündeme gelen durgunluk; ekonomide büyüme oranlarının küçülmesi, bunun yanı sıra bu ülkeler arasında keskinleşen rekabet ve modern teknoloji kullanma sonucunda işçilerin sokağa atılması göz önüne getirilirse, sermayenin „kurtuluşu“ neden mali sektörde aradığı da daha anlaşılır olur; II. Dünya Savaşı sonrasında oluşan talep doyum noktasına geliyor, kar oranları düşüyor.

Sonuç itibariyle:
Amerikan ekonomisinde açık verme konjonktürü 2006-2008 arasında doruk noktasına ulaşmıştır; bu dönemde yıllık ticari açık yaklaşık 900 milyar dolardı. ABD'nin devlet borçları 2010 yılında 13 trilyonu geçti. 2009 itibariyle ülkenin toplam borç tutarı 52 trilyon doların üzerinde. Eğer kapitalist dünya ekonomisinde bir kara delikten bahsetmek gerekirse o da Amerikan ekonomisidir.

Amerikan ticaret açığı dün olduğu gibi bugün de kredi alımıyla finanse edilmektedir.  ABD'de Mart 2008 itibariyle toplam borçlar (devlet, özel sektör, tüketici borçları) GSH'nın yüzde 350'sine denk düşüyordu. Bu oranın şimdi yüzde 400'ün üstüne çıkmış olması gerekir.

Ekonomik gücünden dolayı ABD dünya çapında konjonktür motoru rolünü oynuyor. Bu rolünden dolayı borçlanması ve sonuçları dünya ekonomisi açısından önemlidir. Ama borçlanan sadece ABD değildir. Borçlanma hemen bütün gelişmiş kapitalist ülkelerde görülmektedir. Fransa, İngiltere, İspanya gibi ülkelerde  toplam borç GSH'nın üç misline varıyor. İşin kolayı bulunmuştu; son kertede kimin -devletin mi, özel sektörün mü, yoksa tüketicinin mi borçlandığı pek önemli değildi. Krediye dayanan talep,  konjonktürü   teşvik ediyor/canlandırıyor; tüketim (üretim araçları (yatırım) ve kişisel tüketim) hangi sektördeyse o sektörde belli bir canlanma oluyor.
Son dönemlerde dünya çapında yaşanan görece „iyi“ ekonomik gelişme büyük çapta borçlanmayla gerçekleştirilmiştir. Bu açık verme konjonktürü veya borçlanmayla ekonomi çarkını çevirme, daha ziyade mali sermaye tarafından örgütlenmiştir. Kredi ile finanse edilen talebin yaygınlaşması, hemen bütün gelişmiş ülkelerde mali sektörün yaygınlaşmasına eşlik etmiştir.
Devletlerin krize karşı tepkisi, açık konjonktürünün; borçların devletleştirilmesi biçiminde olmuştur. Nitekim birçok ülkede gündeme getirilen destekleme veya konjonktür paketleri buna hizmet ediyordu. Trilyon dolar ve Avro ile ifade edilen miktarlar, mali pazarları istikrara kavuşturmak için bu sektöre pompalandı. Devlet konjonktür programları uluslararası alanda devasa boyutlara ulaştı. Bu rakamlara yukarıda değindik.
Sermaye „devlet baba“sız yapamayacağını bir kez daha gösterdi.

9-Dünya ekonomisi krizden çıktı mı veya krizin neresinde?

Önce kriz ne zaman başladı, ne zaman dibe vurdu sorusuna cevap verelim. Buna önem veriyoruz. Çünkü kendi kendine Marksistler, emperyalist burjuvazinin ideologlarının, yazarlarının krizi Amerikan yatırım bankalarının battığı dönemle (2008'in son ayları) başlatmalarını çıkış noktası olarak alıyorlar ve dünya krizinin başlangıcı olarak görüyorlar. Bu durumda sermaye hareketinde mali sektörün belirleyici olduğunu söylemiş oluyorlar. Oysa kriz çok önce başlamıştı. 
O halde kriz ne zaman başladı ve dibe vurdu?
Bununla ilgili olarak daha önce şu tespiti yapmıştık:
“Peki dünya ekonomisini kasıp kavuran, 1929-32 kriziyle karşılaştırılan, ondan daha da derin olduğu söylenen bu kriz ne zaman patlak verdi? 2008 yılının ikinci yarısında sanayi üretimindeki gerilemenin geçici olmadığı; üretimde düşüşün aralıksız arka arkaya birkaç ay devam ettiği veya bir çeyrek devam ettiği görülünce krizin 2008 ortalarında patlak verdiği düşüncesi hakim oldu. Birçoklarına göre de kriz Amerikan yatırım bankalarının arka arkaya çökmeye başladığı dönemde, yani Eylül-Ekim 2008 döneminde patlak vermişti. Bunun gerçekle bir ilişkisi yoktur. Bu tarihin, en fazlasıyla krizin derinliğini ifade etmek bakımından bir anlamı vardır.
O günün verileri  dünyanın önde gelen ekonomilerinin veya dünya ekonomisinin belirleyici önemi olan bölümünü oluşturan ülkelerde sanayi üretiminin 2008'in 2. çeyreğinden itibaren ekonomik krizde olduğu tespitini yapmaya uygundu. Dünya ekonomisinin 2008'in 2. çeyreğinden itibaren ekonomik krizde olduğu tespiti yanlış değildir, ama geneldir, bu gün -daha doğrusu 2009'un başından bu yana- krizin ne zaman başladığını tespit etmek için yeterli veri vardır.

Emperyalist ülkelerde ekonomik krizin 2008'in I.- II. çeyrekleri arasında veya 2008'in I. çeyreğinden itibaren  başladığı tartışma götürmez. 
Verilere göre:
2007 yılı artan üretim yılıdır: 2007/I-2007/IV=artan üretim.
2008 yılı kriz yılıdır: 2008'in ilk çeyreği, aynı zamanda,  artan üretimin kırılma sürecidir.
2009 yılı: Krizin devam ettiği yıl.
Bu durumda:
Krizin aşamaları:
1. aşama: 2008/I-2008/II=kriz başlangıcı.
2.aşama: 2008/II-2008/III=krizin derinleşmesinin ilk aşaması.
3.aşama:2008/III-2009/I=krizin dibe vuruş süreci.
4.aşama:2009/I-2009/II=dip nokta ve durgunluk=üretimde kıpırdanmanın başlaması.

Yılın çeyreklerine göre krizin başlangıç tarihi böyle. Soruna aylar ve ülkeler bazında baktığımızda fazla bir farklılığın olmadığını görüyoruz:

Önde gelen emperyalist ülkeler bazında kriz başlangıcı:
Fransa: Nisan 2008.
Almanya: Nisan 2008.
Japonya: Mayıs 2008.
İngiltere: Şubat 2008.
ABD: Ocak 2008.

Örgütler bazında kriz başlangıcı:
AB: Nisan 2008.
Avro Alanı: Nisan 2008.
G-7: Ocak-Şubat 2008.
OECD-Avrupa: Nisan 2008.
OECD-Toplam: Ocak-Şubat 2008.

Yılın çeyrekleri bazında kriz başlangıcı:
Önde gelen emperyalist ülkeler bazında:
Fransa: 2008-I. çeyrek
Almanya: 2008-I. çeyrek
Japonya: 2008-I. çeyrek
İngiltere: 2008-I. çeyrek
ABD: 2008-I. çeyrek

Örgütler bazında:
OECD-Avrupa: 2008-I. çeyrek.
OECD-Toplam:2008-I. çeyrek.
AB:2008-I. Çeyrek.
Avro Alanı:2008-I. çeyrek.
G-7: 2008-I. çeyrek.

Dünya krizi başlangıcı: 2008/I-2008/II arası veya 2008'i I. çeyreğinden itibaren”.
(Bkz.:İ. Okçuoğlu; http://www.ibrahimokcuoglu.blogspot.com (“Kriz Karşılaştırması ve Krizden Çıkış Senaryoları”(I)18.12.2009).
Baş tarafta sanayi üretimiyle ilgili grafiklerde krizden henüz çıkılmadığı görülüyor. Kriz öncesinde üretimin en yüksek olduğu seviye henüz aşılamadı.

2005=100 bazında Fransız sanayi üretimi kriz öncesindeki en yükse seviyesini (Nisan 2008=104,3) Aralık 2010'da aşamadı (Nisan 2008'e göre Aralık 2010'da üretim yüzde 90,3).

2005=100 bazında Alman sanayi üretimi kriz öncesindeki en yükse seviyesini (Şubat 2008=117,5) Aralık 2010'da aşamadı (Şubat 2008'e göre Aralık 2010'da üretim yüzde 92,8).

2005=100 bazında Japon sanayi üretimi kriz öncesindeki en yükse seviyesini (Şubat 2008=110,0) Ocak 2011'de aşamadı (Şubat 2008'e göre Ocak 2011'de üretim yüzde 88,9).

2005=100 bazında İngiliz sanayi üretimi kriz öncesindeki en yükse seviyesini (Şubat 2008=100,7) Aralık 2010'da aşamadı (Şubat 2008'e göre Aralık 2010'da üretim yüzde 89,8).

2005=100 bazında Amerikan sanayi üretimi kriz öncesindeki en yükse seviyesini (Ocak 2008=105,1) Ocak 2011'de aşamadı (Ocak 2008'e göre Ocak 2011'de üretim yüzde 95,1).

Yılın çeyrekleri bazında da sonuç aynı:
2005=100 bazında Fransız sanayi üretimi kriz öncesindeki üretimin en yüksek olduğu çeyreğe göre (2008/I=103,2) 2010'un dördüncü çeyreğinde yüzde 90,4'te kaldı.

2005=100 bazında Alman sanayi üretimi kriz öncesindeki üretimin en yüksek olduğu çeyreğe göre (2008/I=117,3) 2010'un dördüncü çeyreğinde yüzde 93,1'de kaldı.

2005=100 bazında Japon sanayi üretimi kriz öncesindeki üretimin en yüksek olduğu çeyreğe göre (2008/I=109,3) 2010'un dördüncü çeyreğinde yüzde 84,9'da kaldı.

2005=100 bazında İngiliz sanayi üretimi kriz öncesindeki üretimin en yüksek olduğu çeyreğe göre (2007/IV=100,6) 2010'un dördüncü çeyreğinde yüzde 89,4'te kaldı.

2005=100 bazında Amerikan sanayi üretimi kriz öncesindeki üretimin en yüksek olduğu çeyreğe göre (2007/III=105,5) 2010'un dördüncü çeyreğinde yüzde 93,9'da kaldı.

Bu durumda bu ülkelerin krizden çıkmış olduğu söylenemez.

2009 dünya ekonomisinin dibe vurduğu yıl oldu. 2010'da sanayi üretiminde görülen kıpırdanma; üretimde canlanma eğilimi burjuva uzmanlar ve kurumlar tarafından krizden çıkış olarak değerlendirildi. Onlara göre bir kriz daha atlatılmıştı veya atlatılmak üzereydi. IMF'ye göre ekonomideki bu gelişme beklenmeyen bir gelişmeydi. Doğru, sanayi üretiminde belli bir artış ve aynı zamanda „gelişen“ ülkelerde büyümenin Almanya hariç emperyalist ülkelere nazaran daha hızlı olması söz konusu. Ama bu, ekonominin krizden çıktığı anlamına gelir mi?
Aşağıdaki grafikte yılın çeyreklerine göre ekonomide büyümeyi, „yükselen ve gelişen“ ülkelerin, dünya ortalamasından ve gelişmiş ülkelerden daha hızlı büyüdüğünü görüyoruz. Bu verilerle IMF dünya ekonomisinin seyri üzerine iyimserlik yayıyor.

















 “The Economist“ dergisi de şu veya bu biçimde IMF'nin değerlendirmesini doğrulayan bir değerlendirme yapıyor. Aşağıdaki grafik bunun bir ifadesidir. Bu grafiğe göre de dünya GSYİH'sı krizden çıkmış veya çıkmak üzere gözüküyor.

Aşağıdaki grafikte 4 yılın verileri karşılaştırılıyor; 2009'a göre 2010 verileri oldukça yüksek. Böyle olması da doğaldır. Ama 2010 verileri 2007 ve 2008 verileriyle karşılaştırıldığında GSYİH'da belli bir büyümenin olduğu açık. Ama bu büyüme oranları, aylık veriler de göz önünde tutulduğunda ekonomide belli bir canlanmanın olduğunu göstermenin ötesinde bir anlam taşımıyorlar.

 
Mali sektör dışındaki işletmelerin kredi alması/kullanmaya başlaması ekonominin gidişatı açısından önemli bir barometredir. Aşağıdaki grafikte son yıllarda mali sektör dışı kredi hareketini görüyoruz.
ABD'de mali sektör dışına verilen kredilerde gerileme daha 2005 yılında başlamış, 2008 yılına kadar yavaş yavaş gerilemiş ve 2008'den 2009'un ortalarına kadar sert bir düşüş yapmış, sonrasında yeniden artma trendine girmiştir.
İngiltere'de, ABD'nin tersine kredi arzı 2005 yılında hızla artmış, 2006-2007 arasında tedricen, 2007'nin ortalarından itibaren de hızla gerilemiş ve 2010'dan itibaren yeniden artmaya başlamıştır. Bu iki ülkede kredi hareketi 2006 ve 2007 yıllarında durma noktasına gelmiştir. Almanya'da ise kredi hareketi yükselen bir trendde devam etmiştir. Ama bütün bu ülkelerde 2007'den itibaren kredi hareketinde gerileme 2009'un ikinci yarısına kadar devam etmiş ve sonrasında yeniden yükselmeye başlamıştır. Kredi hareketindeki yeniden yükseliş, üreten sektörlerde belli bir hareketlenmenin, canlanmanın, dolayısıyla üretim artışının olduğunu gösterir.

Yukarıdaki eğilimi aşağıdaki grafikte de görüyoruz. 2007'den sonra bu ülkelerde ve Avro Alanı'nda özel sektöre verilen banka kredileri 2009'a kadar yaklaşık aynı derecede düşüyor. Verilen kredilerde azalma ABD'de diğerlerine nazaran oldukça güçlü. Kredi hareketinde 2010'da iyileşme eğilimi hakim oluyor. Kredi hareketindeki bu artış eğilimi özel sektörde belli bir canlamaya işarettir.

Ekonomide iki farklı büyüme eğilimi (durgunluk  ve yükseliş):
Ekonominin büyüme hızı bakımından da ülkeler iki gruba ayrılıyor: Bir taraftan büyüme oranlarının düşük olduğu, borçlanma kriziyle boğuşan (Avro Alanı) ve işsizlik oranlarının yüksek olduğu „sanayileşmiş ülkeler“, diğer taraftan da ekonominin dolu dizgin büyüdüğü gelişen ülkeler. Bu ülkelerin başında da Çin ve Hindistan gelmektedir. Dünya çapındaki tüketimde gelişen pazarların payı yüzde 40 ve dünya çarındaki üretimdeki payı da yaklaşık yüzde 30.

Ekonomik kriz emperyalist ülkelerde durgunluk eğilimini, gelişen ülkelerde üretimde artış eğilimini bir kez daha açığa çıkartmıştır. Emperyalist ülkelerde üretim dinamiğinde gerileme, gelişen ülkelerde de yükselme söz konusudur.
Aşağıdaki grafikte OECD ülkeleri toplamında ve dünya ortalamasında ekonomide büyüme oranlarının giderek küçüldüğünü görüyoruz. Dünya ortalamasının 2000'den sonra OECD ortalamasından farklılaşmasının (büyüme oranının artmasının) yegane nedeni gelişen ülkelerin dünya ekonomisinde ağırlığının artmasından dolayıdır.



Emperyalist ülkelerde sermaye hareketindeki bu durgunluğun arka planında kar oranlarının düşmesi yatmaktadır. Kar oranlarının düşmesi ise sermayenin üreten sektörlerden başka alana; mali alana, spekülasyona yönelmesi anlamına gelir. Bunun ötesinde geri kalmış ülkelerde karlı yatırım alanı araması anlamına gelir. Ama geri kalmış ülkelerin bir kısmının  giderek rekabet gücüne sahip ülkeler durumuna gelmiş olmaları da bir gerçektir.

Önde gelen emperyalist ülkelerde üretim oranlarındaki küçülmeyi, durgunluk eğilimini göstermek için Alman ekonomisindeki gelişmeyi örnek olarak gösterelim. Grafikte on yıldan on yıla GSYİH'da büyüme oranlarının giderek küçüldüğünü görüyoruz.

 
Ekonomide büyüme oranlarının ne denli farklılaştığını, emperyalist ülkelerde durgunluk eğilimine karşı gelişen ülkelerde ekonomideki dinamikliği aşağıdaki karşılaştırmalı tablo ve grafikte de görüyoruz:


Yukarıdaki tabloda emperyalist ülkelerde ekonomide büyüme oranlarının yüzde 1 ila yüzde 3 arasında seyrettiğini, buna karşın gelişen ülkelerde ekonomide büyüme oranlarının oldukça yüksek olduğunu; genellikle yüzde 5 ila yüzde 10 arasında seyrettiğini görüyoruz.
Ülke gruplarını karşılaştırırsak büyüme oranlarındaki farklılaşma daha bariz bir şekilde görülür: Grafik, ekonomide büyüme oranlarının seyri bakımından dünyanın iki ülke grubuna ayrıldığını göstermektedir; bir taraftan ekonomik büyümesi durgunluk içinde olan gelişmiş ülkeler grubu ve diğer taraftan da ekonomisi dinamik olan, büyüme oranları yüksek olan gelişen ülkeler grubu.

Ülke grupları arasında ekonomide büyüme oranlarının 1990'lı yıllardan itibaren belirgin bir farklılaşma trendine girdiğini aşağıdaki grafikte görüyoruz.



Bu gelişmeyi bazı ülkeler temelinde somutlaştıralım:

Aşağıdaki grafikte ekonomide büyüme oranlarının emperyalist ülkelerde genellikle yüzde 5'in altında kaldığını ve büyüme oranlarının son yıllarda daha da küçüldüğünü; gelişen ülkelerde ise büyüme oranlarının genellikle yüzde 5'in üzerinde seyrettiğini görüyoruz.



Gelişmiş ülkeler, AB, Avro Alanı, G-7, “Asya'nın yeni sanayileşmiş ülkeleri” ve “diğer gelişmiş ülkeler”de GSYİH'nın büyüme oranı bazında farklılaşma:



“Diğer gelişmiş ülkeler”de (Avustralya, Danimarka, Hongkong, İzlanda, İsrail, Yeni Zelanda, Norveç, İsviçre, İsveç, Singapur, Kore, Tayvan, Kıbrıs) ve “Asya'nın yeni sanayileşmiş ülkeleri”nde (Hongkong, Kore, Singapur ve Tayvan) GSYİH'nın büyüme oranları AB, Avro Alanı ve G-7 ülkelerinden daha yüksek. “Diğer gelişmiş ülkeler”in her iki ülke grubu (gelişmiş ülkeler-gelişen ülkeler) arasında yer alması, bu ülkelerde de ekonominin büyüme dinamiğinin giderek zayıfladığını gösterir.

GSYİH'nın büyümesi bakımından ABD ve Çin arasındaki farklılaşma:

Yukarıdaki grafikte her iki ülke arasında ekonominin büyüme oranlarındaki farklılığın boyutlarını görüyoruz. Amerikan ekonomisinde büyüme oranı 0 ila yüzde 5 arasında kalırken, Çin ekonomisinde büyüme oranı yüzde 5 ila yüzde 15 arasında kalıyor.
Grafik aynı zamanda Amerikan ekonomisinin dünya ekonomisinin seyrini ne denli etkilediğini; dünya ekonomisi açısından ne denli bir lokomotif rolü oynadığını ve Çin ekonomisinin de bu rolü oynamaktan ne denli uzak olduğunu da görüyoruz. Dünya ekonomisi ve Amerikan ekonomisinde büyüme oranlarının yaklaşık aynı olması bunu gösteriyor.

10-İşsizlik durumu

Ekonomik krizle işsizlik arasındaki ilişki artık eskisi gibi değil; şüphesiz ki, ekonomi krizdeyse, iş yerleri kapandığı, iflaslar çoğaldığı için oralarda çalışan işçilerin sokağa atılmaları bugün de geçerlidir. Ama rekabetten dolayı sermayenin organik bileşiminin yükselmesi (değişmeyen sermaye lehine değişmesi) yoğun teknoloji kullanımı demektir. Yoğun teknoloji kullanımı da giderek daha az iş gücü kullanımı anlamına gelir. Buradan çıkartılması gereken sonuç şudur: sermayenin organik bileşiminin yükselmesi kapitalizme özgüyse; bu bir yasaysa, giderek daha az sayıda iş gücü kullanmak da bu yasanın bir sonucudur. Bu da Marks'ın eğilim dediği kronikleşmiş kitlesel işsizliğin günümüzde kaçınılmaz olduğunu, bir yasa haline geldiğini gösterir. 1920'lerden buyana kapitalist ekonomide izlenen kronikleşmiş kitlesel işsizlik 1970'lerden buyana toplumsal ve ekonomik yaşam ve ilişkilerin ayrılmaz bir parçası olmuştur. Gelişmenin böyle olduğunu aşağıdaki tablo ve şekilde de görüyoruz.

Ülke gruplarında ve bazı ülkelerde işsizlik oranı

2002
2003
2004
2005
2006
2007
2008
2009
2010
2011
2012
Gelişmiş ülkeler
7,3
7,4
7,1
6,9
6,3
5,7
6,1
8,4
8,7
8,6
8,2
ABD
5,8
6
5,5
5,1
4,6
4,6
5,8
9,3
9,6
9,3
8,7
Japonya
5,4
5,3
4,7
4,4
4,1
3,9
4
5,1
5
5
4,8
AB
8,9
9
9,1
8,9
8,2
7,2
7
8,9
9,6
9,4
9,2
Fransa
8,6
9
9,3
9,3
9,2
8,4
7,8
9,5
9,8
9,6
9,3
Almanya
8,4
9,3
9,8
10,7
9,8
8,4
7,3
7,5
6,9
6,5
6,0
İspanya
11,1
11,1
10,6
9,2
8,5
8,3
11,3
18
20,2
19,9
19,2
İngiltere
5,1
5
4,7
4,8
5,4
5,3
5,6
7,6
7,8
8
7,8
AB'nin yeni üye ülkeleri
13,7
12,9
12,9
11,9
10
7,6
6,5
8,4
9,8
9
8,4
G-7
6,5
6,6
6,3
6,2
5,8
5,4
5,9
8
8,2
8,1
7,7
Avro Alanı
8,4
8,8
9
9
8,3
7,5
7,5
9,4
10
10,1
9,8
Türkiye
8,4
10,3
10,5
10,3
10,3
9,9
10,2
10,9
14
12,7
-
2010-1012: Tahmin.
Kaynak: United Nations; World Economic Situation and Prospects, 2011, Statistical Annex.

Son senenin verileri şunu gösteriyor: Ekonomi krizde olduğunda işsizlik oranı birkaç puan artıyor; ekonominin krizde olduğu dönemdeki işsizlik oranıyla ekonominin krizde olmadığı dönemdeki işsizlik oranı arasında büyük bir fark yok. Ekonomi krizde olsun veya olmasın, işsizlik oranı belli bir seviyede kalıyor; işsizlik kitleselleşiyor ve bu kitlesellik de kronikleşiyor. Aşağıdaki şekilde bu durumu göstermeye çalıştık.

 
II-GÜÇLER DENGESİNDE DEĞİŞME VE EMPERYALİST ÜLKELER 
   ARASINDA REKABETİN KESKŞNLEŞMESİ 

 "...sömürge ve bağımlı ülkelerde pazarlarda eski kapitalist ülkelerle başarılı bir şekilde rekabet eden ve böylece pazarlar uğruna mücadeleyi keskinleştiren ve karmaşıklaştıran yerli,
 genç bir kapitalizmin doğması ve büyümesi..."
(Stalin; XVI. Parti Kongresine Sunulan Siyasi Rapor; C.12, s. 217).

Geçen yüzyılın son çeyreğinden buyana Stalin'in bahsettiği bu „genç kapitalizm“, emperyalist küreselleşme koşullarında etkisini göstermeye başladı. Ülke ekonomilerinde yapısal değişimi göstermek için bu ülkeleri, tekil olarak ele almayacağız, sonuçlar karşılaştıracağız.
Sermaye ve üretimin uluslararasılaşma yasası, kapitalizmde eşitsiz gelişme yasası,  ülke ekonomilerindeki yapısal değişimin engellenemez olduğunu; emperyalizme rağmen bütün ülkelerde kapitalizmin geliştiğini; dünün ve bugünün yeni sömürge ülkelerinin dünya pazarlarında emperyalist ülkelerle rekabet edebildiğini göstermektedir. Burada bu gerçekliğin sonuçlarını ele alarak uluslararası alanda güç dengesindeki olası gelişmeyi göstereceğiz.

1-Gelişmiş ve gelişen ülkelerin dünya GSYİH'ndaki payı

Aşağıdaki grafikte gelişmiş ülkelerin ve yükselen ve gelişen ülkelerin dünya GSYİH'ındaki paylarının 1980-1990 arasında hemen hemen aynı kaldığını görüyoruz. Ama 1990-1994 krizi sürecinde durum değişiyor. 1991'den 1992'ye gelişmiş ülkelerin dünya GSYİH'ndaki payı yüzde  68,93'ten yüzde 64,19'a düşüyor (4,74 puanlık bir azalma). Gelişmiş ülkelerin payı 2004'te yüzde 60'ın altına düşüyor ve düşüş hızlanıyor.
Yükselen ve gelişen ülkelerin dünya GSYİH'ndaki payı 1991'den yüzde 31,07'den 1992'de yüzde 35,81'e çıkıyor (5, 26 puanlık bir artış). Bu pay artışı 2000'den itibaren hızlanıyor.
Gelişmelerin normalliği içinde her iki ülke grubunun dünya GSYİH'ndaki payı 2013'te yüzde 50'ye yüzde 50 olacak.


Diğer taraftan yukarıdaki grafik son üç dünya kriz sürecinden (1990-1994, 2000-2004, 2008...) yükselen ve gelişen ülke grubunun dünya ekonomisindeki payını arttırarak çıktığını, gelişmiş ülkelerin kriz sürecinde güç kaybettiklerini ve kriz sorasında da bu kaybı telefi edemediklerini göstermektedir.

Gelişmiş ülkeler ve gelişen ülkeler arasında güç dengesinin ne denli hızlı değiştiğini aşağıdaki grafikte görüyoruz.



Yukarıdaki grafikteki trendi burada da görüyoruz. Dünya krizleri döneminde ülke grupları arasında denge hızla değişiyor.
G-7 ülkeleri 2007 yılında geçiliyor. AB ve Avro Alanı'nın gelişen ülkeler karşısında dünya GSYİH'ndaki pay bakımından iddialı bir konumları yok.

2-BRIC-ülkeleri ve dünya ekonomisi

Uluslararası güç dengelerinde dramatik denebilecek değişmeler oluyor; dünya ekonomisinde ABD'nin ve AB'nin ağırlığı eriyor. Batının emperyalist güçleri işgal savaşları sürdürüyorlar. Irak, Afganistan ve şimdi de Libya işgal ve savaş alanları. Savaşan bu ülkelerin, ABD ve bir bütün olarak AB'nin ekonomik üstünlük durumlar  yükselen ülkeler lehine eriyor. ABD ve AB borç batağı içinde, Dolar, dünya parası olmaktan uzaklaşırken, onun yerini alacağı hesap edilen Avro da krizden krize yuvarlanıyor. Diğer taraftan gelişen ülkeler arasında belli ülkelerin hızla yükseldikleri ve dünya ekonomisinde söz sahibi olacak derecede güçlendikleri görülüyor. Bunların arasında dikkati çeken dört ülke var: Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin. Bunlara BRIC ülkeleri deniyor. Şimdi bu gruba Güney Afrika da katıldı ve grubun adı BRICS oldu. Bu ilkelerden ilk dördü jeopolitika üretme ve dolayısıyla dünya hegemonyası için savaşma yeteneğine sahip ülkeler. İlk dört ülkenin ekonomileri oldukça hızlı büyüyor. Ekonomik güç, kaçınılmaz olarak dünya politikasında da  hesaba katılması gereken güç anlamına geliyor.

Bu beş ülke 14 Nisan'da Çin'in Haynan adasında 3. zirvelerini gerçekleştirdiler. Yaptıkları basın açıklamasında küresel ekonominin, mali pazarların, sanayide, ticarette, teknik ve tarımda önemli sorunlar üzerine uyum sağlayan belgelerin imzalandığından bahsediyorlar. Kasım ayında Fransa'da gerçekleşecek G-20 toplantısında ortak pozisyonları savunacaklarını da açıkladılar. Uluslararası mali sistemin reforme edilmesi; bu bağlamda Dünya Bankası ve IMF'nin yeniden yapılandırılması, tarımsal ürünlerde devasa fiyat dalgalanmalarının önlenmesi ortak pozisyonlarından sadece birkaçı.
Önümüzdeki dönemde kendi aralarındaki ticari ilişkilerde kendi para birimlerini kullanacaklar ve birbirlerine kredi verecekler. Bu anlamda da dolara ihtiyaçları kalmayacak. Bu, dolara ve dolayısıyla ABD'ye karşı meydan okumaktan başka bir anlam taşımıyor.
Bu ülkelerin toplam gücü nedir?

-Nüfus bakımından:
 
Ülke ve ülke grupları
Dönemler- Dünya toplamına oranı
Nüfus
1991–1994
2000–2004
2005–2009
2015 (Tahmin)
BRIC-ülkeleri
44,7
43,6
42,8
41,8
BRIC hariç diğer yükselen ekonomiler
23,1
23,2
23,6
23,9
ABD
4,8
4,7
4,6
4,5
Avro Alanı
5,6
5,1
4,9
4,6
Kaynak:INTERNATIONAL MONETARY FUND; New Growth Drivers for Low-Income Countries: The Role of BRICs . January 12, 2011 , s. 9.

Dünya nüfusunun ezici çoğunluğu BRIC ülkelerinde yaşıyor. Buna “diğer yükselen ekonomileri” de katarsak dünya nüfusunun yuvarlak olarak üçte ikisinin bu ülkelerde yaşadığını görürüz. Hesabı şöyle de yapabiliriz: Dünya nüfusunun yarısı Afrika ve bu dört ülkede yaşıyor. (Dünya nüfusu yaklaşık 7 milyar; Çin 1,3 milyar; Hindistan 1,2 milyar; Brezilya yaklaşık 200 milyon; Rusya 140 milyon ve Afrika yaklaşık 1 milyar; bunların toplamı 3,8 milyar. 2020'de Asya nüfusu 4,53 milyara; Afrika nüfusunun da 1,26 milyara çıkacağı ve Avrupa'da nüfus artışının olmayacağı göz önünde tutulursa bu dört ülke ve Afrika üzerindeki etkisiyle birlikte Güney Afrika devasa bir pazar demektir.

-GSYİH bakımından:
 
Ülke ve ülke grupları
Dönemler- Dünya toplamına oranı
GSYİH
1991–1994
2000–2004
2005–2009
2015 (Tahmin)
BRIC-ülkeleri
5,8
8,5
13,1
21,6
BRIC hariç diğer yükselen ekonomiler
10,6
10,8
13,3
15,4
ABD
26,2
30,6
25,6
22,0
Avro Alanı
24,8
21,3
22
16,6
Kaynak: INTERNATIONAL MONETARY FUND; New Growth Drivers for Low-Income Countries: The Role of BRICs . January 12, 2011 , s. 9.
BRIC ülkeleri ve genel anlamda gelişen ülkeler, dünya GSYİH'ndaki pay bakımından emperyalist merkezleri geride bırakıyorlar:
1-1991-1994'ten 2015'e BRIC ülkelerinin dünya GSYİH'ndaki payı yüzde 5,8'den yüzde 21,6'ya çıkıyor (15,8 puanlık bir artış).
2-Aynı dönemde BRIC ülkeleri hariç diğer yükselen ülkelerin dünya GSYİH'ndaki payı yüzde 10,6'dan yüzde 15,4'e çıkıyor (4,8 puanlık bir artış).
3-Aynı dönemde gelişen ülkeler toplamının dünya GSYİH'ndaki payı yüzde 16,4'ten yüzde 37'ye çıkıyor (20,6 puanlık bir artış).
4-Aynı dönemde ABD'nin dünya GSYİH'ndaki payı yüzde 26,2'den yüzde 22'ye düşüyor (4,2 puanlık bir azalış).
5-Aynı dönemde Avro Alanı'nın dünya GSYİH'ndaki payı yüzde 24,8'den yüzde 16,6'ya düşüyor (8,2 puanlık bir azalış).
6-Aynı dönemde ABD+Avro Alanı'nın dünya GSYŞİH'ndaki payı yüzde 51'den yüzde 38,6'ya düşüyor (12,4 puanlık bir azalış).



Veya; 2010'da Güney Afrika da dahil bu beş ülkenin GSYİH 12,7 trilyon dolardı, AB'nin ise 12,2 trilyon dolardı. IMF'nin tahminine göre 2012'de bu beş ülkenin GSYİH 15,91 trilyon dolara, ABD'ninki ise 15,88 trilyon dolara çıkacak. Böylece bu beş ülke AB'yi 2010'da geçmiş oluyor, 2012'de de ABD'yi geçecek.

-İhracat bakımından:


Ülke ve ülke grupları
Dönemler- Dünya toplamına oranı
İhracat
1991–1994
2000–2004
2005–2009
2015(Tahmin)
BRIC-ülkeleri
4,2
7,9
12,4
20,1
BRIC hariç diğer yükselen ekonomiler
13
15,8
18,6
18,3
ABD
13,3
12
9,7
9,6
Avro Alanı
34,7
30,9
29,1
23,0
Kaynak: INTERNATIONAL MONETARY FUND; New Growth Drivers for Low-Income Countries: The Role of BRICs . January 12, 2011 , s. 9.
 
Dünya ihracatında pay bakımından eğilimin daha belirgin olduğunu aşağıdaki grafikte görüyoruz.



1-1991-1994'ten 2015'e BRIC ülkelerinin dünya ihracatındaki payı yüzde 4,2'den yüzde 20,1'e çıkıyor (15,9 puanlık bir artış).
2-Verili dönemde BRIC hariç diğer yükselen ülkelerin dünya ihracatındaki payı yüzde 13'ten yüzde 18,3'e çıkıyor (5,3 puanlık bir artış).
3-Verili dönemde gelişen ülkeler toplamının dünya ihracatındaki payı yüzde 17,2'den yüzde 38,4'e çıkıyor (21,2 puanlık bir artış).
4-Verili dönemde ABD'nin dünya ihracatındaki payı yüzde 13,3'ten yüzde 9,6'ya düşüyor (3,7 puanlık bir azalış).
5-Verili dönemde Avro Alanı'nın dünya ihracatındaki payı yüzde 34,7'den yüzde 23'e düşüyor (11,7 puanlık bir azalış).
6-Verili dönemde ABD ve Avro Alanı toplamının dünya ihracatındaki payı yüzde 48'den yüzde 32,6'ya düşüyor (15,4 puanlık bir azalış).
Açık ki dünya ihracatında pay bakımından güçler dengesi 2005-2009 döneminde gelişen ülkeler lehine değişmeye başlamıştır.

2002'de  Goldman-Sachs-Menajeri  Jim O’Neill'ın,   gelişmelerine dikkati çekmek için baş harflerinden oluşturduğu BRIC kavramı ile ifade edilen bu ülkelerin taktiksel ortak hareket etmelerinin ötesinde pek ortak yanları yok. Birçok “sol”un gözünde bu ülkelerin antiemperyalist özellikleri var. Hatta bazılarına göre Çin, yabancı sermaye ile sosyalizmi inşa ediyor. Bu türden düşüncelerin gerçekle bir ilişkisi yoktur. Bu ülkeler dünya kapitalist sisteminin bir parçasıdır, Aslında oldukça saldırgan oldukları belli bir zaman sonra açığa çıkacaktır; şimdilik güç biriktirmek uluslararası alanda “mağdur” ülkelerin, zayıf olanların, yardıma ihtiyacı olanların yanında yer alarak; talancı gözükmeyerek geniş siyasi, ekonomik ve askeri ilişkiler geliştirmekle meşguller. Saldıranlığı, talancılığı, işgalciliği şimdilik Batının emperyalist güçlerine bırakmış durumdalar. Ama sıranın yakın zamanda kendilerine geleceğini biliyorlar. O zamana kadar veya ABD'ye, AB'ye karşı rekabetlerinde bir biçimde ortak hareket edecekler. Şimdilik kendi aralarında rekabete girişmiyorlar. Sadece Avrasya'da üç dev; Rusya, Çin ve Hindistan tepişiyor. Bu üç dev için Avrasya küçük bir alandır, ama üçü de o alanda yerlidir. Dolayısıyla bunlar arasında rekabet kaçınılmazdır. “Şanghay Örgütü”nde yön sorunu henüz gündemde değil. Kim kime boyun eğecek? Rusya Çin'e mi veya Çin Rusya'ya mı? Çin'in Hindistan'a veya Hindistan'ın Çin'e boyun eğmesi düşünülemez. Belki ileride Çin'e karşı Rusya-Hindistan işbirliği olabilir.
Veya Çin'in Afrika'da yayılmasına Güney Afrika sessiz mi kalacak? Çin'in Afrika'da ekonomik yayılması, Güney Afrika sanayisinin Afrika kıtasındaki hegemonyasının sona ermesi demektir.
Bu beş ülke arasında AB tarzı bir işbirliği de yok. Olsa da durum değişmez; kapitalizmde rekabetsiz gelişme olmaz.
Bu ülkeler arasındaki ortaklık, yükselen, hegemonya yeteneği olan güçlerin, gerileyen, çöken güçler karşısında taktiksel ortaklığından başka bir anlam taşımıyor; ABD ve AB hakimiyetinin olduğu her yerde ve alanda ortak hareket edebilirler. Ama birçok alandaki rekabette henüz etkili olmadıklarını da biliyorlar. Örneğin borsalarda, hisse senedi pazarlarında durum tamamen ABD ve AB lehinedir. Bu beş ülkenin borsalarına, hisse senedi pazarlarına dolar ve Avro alanında gelen akışlar hakimdir. Yani bu ülkelerde borsalar Batının emperyalist ülkelerindeki borsaların arkasından koşar durumdalar.

3-Çin'in yükselişi ve yakın geleceğin dünyasında güçler dengesi

Güç dengesi Batı'dan Doğu'ya kayıyor ve bu temelde yeni bir kapitalist dünya düzeni oluşuyor:
Açık ki, dünya sosyalist olmazsa Anglosakson hakimiyeti yıkılacak yerine Çin'in başını çektiği yeni bir hakimiyet ilişkisi kurulacak. Gelişmeler en azından bu yönde. Yaşanmakta olan ekonomik kriz de bu yöndeki gelişmeyi biraz hızlandırmış oldu.
„Gelişen“ ülkelerde ekonomik yükseliş ve aynı zamanda nüfus artışı dünyanın çehresini değiştiriyor. Dünya nüfusu artıyor, ama Avrupa ve Japonya'da nüfus yaşlanıyor ve azalıyor. Bu durumda Avrupa ve Japonya azalan (önümüzdeki 40 yılda bu alanlarda nüfusun 50 milyon azalacağı hesap ediliyor) ve yaşlanan nüfusla rekabet etmek, en azından öne çıkan ekonomiler kadar üretmek ve mevcut „refahı“ korumak zorunda kalacak. Bu ülkeleri, başta da ABD ve İngiltere'yi, sanayisizleşerek, „kupon keserek“, neredeyse salt mali olanaklara dayanarak rekabet etmek de kurtaramayacak.
Hemen bütün emperyalist ülkelerde ekonomide büyüme oranları geçen yüzyılın son çeyreğinden bu yana küçülmektedir; bu ülkelerde ekonomi gerçek anlamda bir durgunluk içinde olmasa da inişli-çıkışlı bir durgunluk içindedir.

Daha şimdiden BRIC ülkeleri (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin), G-20 grubunda emperyalist ülkeler dışında kalan ülkeler, IMF içinde yer alan G-7 dışındaki ülkeler; sanayi üretiminde gerileyen emperyalist ülkelerin yerini alan „gelişen“ ülkeler (Bkz.: İ. Okçuoğlu; Kapitalizmde Eşitsiz Gelişme Yasası- Ülke Ekonomilerinde Yapısal Değişim, Ağustos-Eylül 2010. ibrahimokcuoglu.blogspot.com) gelişmenin yönü hakkında yeteri kadar aydınlatıcı oluyor.

Ama esas rekabet belirttiğimiz gibi Çin ile Anglosakson ağırlıklı mali-kapitalist pazar ekonomisi ve  sosyal pazar ekonomisi ağırlıklı Avrupa ve Japonya arasındadır.

Çin, sanki dünya varlıklarını satın almaya çıkmış tüccar gibi hareket ediyor; Güney Amerika'da Çin'in hammadde alanında yatırımcı ve alıcı rolünü ABD izlemek zorunda kalıyor. Afrika'da da Çin'in nüfuzu artıyor; özellikle hammadde kaynaklarına sahip olan ülkelerle ilişkisi ABD'ninkinden daha iyi durumda. 
Satın alma paritesine göre hesap edilirse Çin ekonomisi, 2012'de Amerikan ekonomisini geçiyor ve dünyanın en büyük ekonomisi oluyor; yani 19. yüzyıldaki konumuna ulaşıyor; O zaman Çin dünya ekonomisinin yüzde 20'sini üreten en büyük ekonomiydi.

Şimdilerde Çin, Japonya'nın 42 senelik tahtını elinden aldı ve dünyanın ikinci büyük ekonomisi konumuna yükseldi.

Nisan-Haziran 2010 itibariyle Japon ekonomisi bir önceki çeyreğe göre ancak yüzde 0,1 oranında büyüyerek 1,29 trilyon dolarlık bir hacme ulaşırken aynı dönemde Çin ekonomisi yüzde 4,4 oranında büyüyerek 1,34 trilyonluk bir hacme ulaştı.

1968'de Japonya Alman ekonomisinin yerini alarak dünyanın  ikinci büyük ekonomisi olmuş, Almanya'yı da üçüncü sıraya itmişti. Şimdi Çin, dünyanın ikinci büyük ekonomisi olarak Japonya'yı üçüncü sıraya itti ve Almanya da dördüncü sıraya düştü.

Dünya GSYİH'daki pay bakımında Çin,  İtalya'yı ve İngiltere'yi 1991'de,   Fransa'yı 1992'de, Almanya'yı 1995'te ve Japonya'yı da 2001 yılında geride bırakıyor. Ülke olarak tek rakip ABD kalıyor.

2019'da Çin, GSYİH bazında ABD'yi de geride bıkarak dünyanın en büyük ekonomisi oluyor.



Ülkelerin yapısal değişimi, önümüzdeki görülebilir zaman dilimi içinde nasıl bir güçler dengesiyle karşı karşıya kalacağımızı genel hatlarıyla göstermektedir.  E-7 diye tanımlanan, derecesi farklı da olsa oldukça dinamik ülkelerin (Çin, Brezilya, Hindistan, Türkiye, Endonezya, Meksika ve Rusya) sahip olacakları ekonomik güç bakımından yaklaşık ne zaman emperyalist ülkeleri geride bırakacakları ve Çin'in ABD'nin yerini alacağı üzerine; güçler dengesindeki değişimin ne zaman olacağı üzerine araştırmalar, hesaplar yapılmaktadır. Goldman Sachs'ın hesaplamasına göre 2027'de; HSBC'ye göre 2040'larda ve Price-Waterhouse-Cooper'a (PWC)göre de  2032'de bu ülke gruplarının dünya ekonomisindeki konumları değişecek. Tabii bu hesaplarda dolara göre resmi kurların tahmini gelişme hızı esas alınıyor. Ama satın alma paritesine göre hesap yapılırsa durum değişiyor. Satın alma paritesi para birimlerinin gerçek değerini ifade eder. Çin ve bazı E-7 ülkelerinin para birimlerini sürekli gerçek değerinin altında tutmayacaklarını ve paralarını değerlendirmek zorunda kalacaklarını düşünürsek, PWC'nin tahminine göre E-7 ülkeleri G-7 ülkelerini 2020'de geçecekler.

Soruna satın alma gücü bazında kişi başına ekonomik katkı açısından bakarsak Çin ve toplam olarak E-7 ülkelerinin ABD'yi geçme süreci oldukça uzamaktadır.

Satın alma paritesine göre kişi başına ekonomik güç. ABD=100

2009
2030
2050
ABD
100
100
100
B. Britanya
81
83
87
Fransa
76
79
83
Kanada
84
83
83
Almanya
79
80
82
Japonya
71
78
79
İtalya
71
74
74
Rusya
42
67
74
Türkiye
30
43
57
Meksika
31
43
54
Çin
14
33
45
Brezilya
22
31
41
Hindistan
7
15
28
Endonezya
9
16
22
World Bank, The World in 2050.
Emperyalist ülkelerin ekonomilerinde büyümede durgunluk ve „gelişen“ ülke ekonomilerinde büyüme oranlarında yükseklik devam ediyor. Aslında bu hiç de yeni bir olgu değil; geçen yüzyılın son çeyreğinden bu yana kapitalist dünya ekonomisinde ortaya çıkan bir olgudur. 2009-2050 arasında yıllık ortalama büyüme oranlarının hesaplandığı çerçevede gerçekleşmesi durumunda geleceğin dünyasında ülkelerin konumu aşağıdaki gibi değişiyor: 


Ülkeler
GSYİH'da gerçek büyüme-Yıllık ortalama
Nüfus artışı-Yıllık ortalama
Kişi başına GSYİH'nın büyümesi-Yıllık ortalama
Vietnam
8,8
0,7
6,1
Hindistan
8,1
0,8
5,3
Nijerya
7,9
1,5
5
Çin
5,9
0,1
4,6
Endonezya
5,8
0,6
4,1
Türkiye
5,1
0,6
3,4
Güney Afrika
5
0,3
3,6
S. Arabistan
5
1,4
2,7
Arjantin
4,9
0,6
3
Meksika
4,7
0,5
3,2
Brezilya
4,4
0,6
3,3
Rusya
4
-0,7
3,2
Kore
3,1
-0,3
2,6
Avustralya
2,7
0,7
1,9
ABD
2,4
0,6
1,8
B. Britanya
2,3
0,3
2
Kanada
2,2
0,6
1,7
İspanya
1,9
0,1
1,8
Fransa
1,7
0,2
2
İtalya
1,4
-0,2
1,9
Almanya
1,3
-0,3
1,9
Japonya
1
-0,5
2,1
World Bank, The World in 2050, s. 20.

Çin=100 olarak ele alınırsa ülkelerin konumu şöyle değişiyor:

Satın alma gücü bakımından Çin=100
ABD
160
Çin
100
Çin
100
Hindistan
73
Japonya
47
ABD
64
Hindistan
42
Brezilya
16
Almanya
34
Japonya
13
Rusya
30
Rusya
13
B. Britanya
25
Meksika
11
Fransa
24
Endonezya
10
Brezilya
23
Almanya
10
İtalya
22
B. Britanya
9
Meksika
17
Fransa
9
İspanya
17
Türkiye
9
Kaynak: PricewaterhouseCoopers, Ocak 2011.
Almanya, Fransa, İtalya, İngiltere gibi emperyalist ülkeler günümüzün bir kısım „gelişen“ ülkelerinin gerisinde kalıyorlar.

Burada önemli olan söz konusu tahminlerin tıpatıp gerçekleşip gerçekleşmeyeceği değil. Önemli olan, kapitalizmde eşitsiz gelişme yasasının işlerliğidir. Bu yasa etkide bulunuyorsa ülkelerin konumları da sürekli değişiyor demektir. Bu bakımdan bugünün gelişen ülkelerinin yarın gelişmiş ülkeler olmasından, dünya ekonomisinde belirleyici ağırlığı olan ülkeler konumuna gelmelerinden doğal bir şey olamaz.

-Emperyal hegemon güç olarak gelişen Çin:

Kapitalizmin tarihinde Çin dışında kısa zaman zarfında fırtınalı bir yükseliş gösteren ülke ve bölge görülmemiştir. Çin, Amerikan emperyalizminin yerini alma doğrultusunda gelişiyor.

Belli bir ekonomik sistem içinde hegemonya çevrimleri hep aynı aşamalardan geçiyor: Belli bir hakimiyet döneminden sonra hakim güç, uluslararası planda gerileme/çöküş sürecine giriyor ve onun yerini başka bir güç alıyor; birinin çöküş süreci diğerinin yükseliş süreci oluyor. Şimdiye kadar kapitalizmin tarihinde dört gücün küresel hegemon olduğunu görüyoruz: 1) 15. yüzyıldan 17. yüzyılın başına kadar İspanya hakimiyeti; 2) 16. yüzyılın sonlarından 18. yüzyılın sonuna kadar Hollanda hakimiyeti; 3) 18. yüzyılın ortasından 20. yüzyılın ilk yarısına kadar Britanya hakimiyeti ve 20. yüzyılın 20'li yıllarından günümüze kadar Amerikan hakimiyeti.

Hegemon gücün gelişmesi, hegemonya çevriminin iki aşamadan oluştuğunu göstermektedir; sanayide ve ticarette hakimiyetle emperyal yükseliş aşaması ve  mali genişlemenin ve mali sektör hakimiyeti eşliğinde emperyal gerileme ve nihayetinde çöküş aşaması.

Emperyal hegemon güç olarak yükseliş ve çöküş aşamalarında dikkati çeken şu:
-Dünya ticaretinde hakim güç olmak.
-Dünyanın imalathanesi olmak. Örneği İngiltere emperyal güç olarak yükselirken dünya ticaretine hakimdi ve dünyanın imalathanesiydi.
-Çöküş sürecinde ise emperyal yükselen güce borçlanmak.
Yaklaşık yüz sene önce İngiltere, Napolyon karşıtı koalisyonun, bir nevi dünyanın bankacısı konumundaydı. I. Dünya Savaşı döneminde ve sonrasında İngiltere, emperyal güç olarak yükselen ABD'ye borçlanmış ve ABD karşısında ticareti sürekli açık vermeye başlamıştı. Bugün aynı durum ABD ile Çin arasında söz konusu; emperyal güç olarak yükselen Çin'e çöküş/gerileme sürecinde olan ABD oldukça borçlu ve ticarette de sürekli Çin lehine açık veriyor.

Emperyal hegemon güç olmak, üretime ve ticaret hakimiyetine dayanıyor, emperyal hegemon güç olarak çöküş sürecine girildiğinde sanayisizleşme gelişiyor, mali sektör yaygınlaşıyor. Açık ki, emperyal hegemon gücün üretim ve ticaretten dolayı sermaye birikimi maddi değerlerin üretimine (sanayi) yatırıma dönüşmüyor; yeterli kar getirmediği için sermaye maddi değerlerin üretiminden dünya çapında mali alana, spekülasyona akıyor. İngiltere ve Amerikan ekonomilerindeki sanayisizleşme süreci ve dünya çapında mali sektörde belirleyici konumda olmaları bunun böyle olduğunu göstermektedir. Böylece emperyal hegemon güçler, dünyanın ticari merkezi ve üretim atölyesi olmaktan çıkarak dünyanın mali merkezi oluyorlar. Bu aşamada aşırı borçlanma ve arkasından da çöküş/gerileme süreci başlıyor.
Çin'in emperyal yayılması, şimdiden dünyanın üretim atölyesi olması ve dünya hakimiyeti için mevcut ve potansiyel kaynaklara sahip olması, önümüzdeki dönemde kapitalist sistemi Çin'in şekillendireceğini göstermektedir. 

4-Mainstream-teoriler/teorisyenler ve ekonomik kriz

Burjuvazinin krizin nedenleri üzerine söylemleri saymakla bitmez. 230'dan fazla kriz nedeni sayıp da gerçeği söyleyememek ancak burjuvaziye özgüdür Burjuvazinin ekonomik krizler üzerine bütünsellik arz eden bir anlayışı da yoktur; her dönem, kapitalizmin o andaki gelişmesine   kafa yoran, sorunun nedenlerini açıklamaya çalışan ekonomistleri, filozofları vardır.  Bunlar her seferinde sorunun nedenini ortaya çıkarttıklarına inanırlar. Ama patlak veren her ekonomik kriz, tespit edilen nedenlerin yanlışlığını açığa çıkartır.
Sorun sadece burjuva ideologların, iktisat uzmanlarının kriz hakkında şu veya bu görüşleriyle   sınırlı kalmıyor. Neoliberalist açılım ve beraberinde getirdiği gelişmeler, sol çevreler tarafından farklı değerlendirmelere neden oluyor. Burjuva ideologların, teorisyenlerin birtakım söylemleri birtakım solları etkiliyor. Hangi konularda etkilenme olduğunu ve sonuçlarının ne olduğunu yaşanmakta olan krizin patlak vermesinden sonra daha açık bir biçimde görebiliyoruz. Birkaç örnek verelim:

1970'li yılların ikinci yarısından sonra gündeme gelen keynesçilikten neoliberalizme geçiş, 1990'da Sovyetler Birliği ve bir bütün olarak Revizyonist Blokun dağılmasından sonra güç kazanıyor; liberalleşen ve küreselleşen dünyada kapitalist güçler/dinamikler; daha doğrusu mali pazarlar dizginlerinden boşanıyor. Özellikle de uluslararasılaşmış mali sermayenin baskısı altında  tekil emperyalist ülkelerde tekelci devlet kapitalizmi „vahşi hayvan kapitalizmi“ (Helmut Schmidt) biçimine bürünüyor.
Çin'in güçlü çıkışı ve yabancı sermayeye kapıları açması da neoliberalleşmiş kapitalizm için ek bir dürtü oluyor ve hemen devlet akla geliyor; sosyal istikrarlaştırma ve dağıtım politikasıyla pazara müdahale eden keynesçi güçlü devlete uluslararasılaşmış tekelci sermayenin artık ihtiyacı yok  veya devlet ekonomiden çekilmeli ve ulusal sermayenin uluslararası alanda rekabet gücünü artıran bir faktör olmaktan ileri gitmemeli deniyor. Neoliberal ideologların devlet ve uluslararasılaşan sermaye hakkında ileri sürdükleri hemen her görüş, birtakım „sol“ çevreler tarafından ulus-devletin sonu geldi, sermayenin ulusal kökeni yok, yeni dünya düzeni vb. biçimlerde yorumlanıyor. Öyle ki, sermaye ve üretimin uluslararasılaşma hızına bakarak emperyalist çağın aşıldığından, başka bir düzene geçildiğinden bahsedenler de çıkıyor.  İşçi sınıfını ortadan kaldırıp veya önemsizleştirip onun yerine „çokluk“u koyanlar çıkıyor. Kapitalizmin sürekli biçim değişimine tabi olduğu; birikim tarzının, birtakım düzenlemelerinin koşullara göre değiştiği (Serbest rekabetçi kapitalizm, tekelci kapitalizm-emperyalizm), Marks'ın dediği gibi kapitalizmin, ”bugünkü toplumun, kaskatı bir kristal olmayıp, değişebilen ve sürekli olarak değişen bir organizma olduğu” (K. Marks, Kapital, C. I, s. 19) unutuluyor. Sermaye ve üretimin  uluslararasılaşması; serbest rekabetçi dönemde de kapitalist üretim biçiminin nesnel bir  yasası olan bu olgu, geriye dönüşümü olmayan gelişme olarak tanımlanıyor. Bu arada 1990-1994 ve 2000-2004 dünya krizleri yaşanıyor. O dönemlerde bahsettiğimiz bu düşüncelerde olgunlaşma henüz yoktu. Ama 2008'de yaşanmakta olan ekonomik kriz patlak verdiğinde uluslararası alanda tartışılan bu görüşlerde taraflar belliydi; her çevre kendine göre ne dediğini çok iyi biliyordu. Ama bu kriz teori dünyasını altüst etti. Bu kriz sayesinde çok şeyi bir kez daha öğrendik:

1-Sermaye hareketinin maddi değerlerin üretimine bağlı olduğunu bir kez daha öğrendik.

2-Mali sermayenin/spekülatif sermayenin konjonktür hareketi oluşturamayacağını bir kez daha öğrendik.

3-Artı değer üretiminin iş gücünün sömürüsünden kaynaklandığını, “paradan para” kazanmanın veya spekülasyonun yeni değer oluşumu olmadığını ve dolayısıyla işçi sınıfının tarihsel misyonu olan yegâne sınıf olduğunu bir kez daha öğrendik.

4-Mali krizlerin kapitalist üretim biçimine özgü krizler olmadığını, bu krizler olmaksızın da kapitalizmin olabileceğini, sadece fazla üretim krizlerinin kapitalist üretim biçimine özgü olduğunu ve fazla üretim krizi olmaksızın kapitalizmin olamayacağını bir kez daha öğrendik.

5-Sermaye ve üretimin uluslararasılaşmasının sermayeyi ulusal kökeninden koparmadığını, uluslararasılaşmış her sermayenin ulusal bir limanının olduğunu; ulus-devlet kimliksiz sermayenin olmadığını bir kez daha öğrendik.

6-Neoliberalizmin ideologlarının propagandasının etkisinde kalarak ulus-devlet ile sermaye arasındaki bağı; sermaye ve üretimin uluslararasılaşmasının ulus-devletin varlığıyla çelişkili olmadığını, bu uluslararasılaşma sürecinin ulus-devlet olmaksızın düşünülemeyeceğini unuttuk; ama devleti önemsizleştirirken kriz patlak verince bunun ne denli yanlış olduğunu, aslında neoliberal politikaları dayatmak için güçlü devlete ihtiyaç olduğunu bir kez daha öğrendik.

7-Sermaye ve üretimin uluslararasılaşmasının geriye dönüşümlü olduğunu, aslında bu uluslararasılaşmanın kar oranı yasasına bağlı olduğunu, çeşitli faktörler bir araya gelince sermayenin uluslararasılaşma hareketinin gerilediğini bir kez daha öğrendik. Yani,  ekonomik krizin, şiddetine bağlı olarak sermaye ve üretimin uluslararasılaşmasını olumsuz etkileyeceğini;  sermaye ve üretimin uluslararası hareketini frenleyen nesnel bir faktör olacağını yeniden öğrendik.

8-Yaşanmakta olan krizi sistem krizine, emperyalist küreselleşmenin krizine dönüştürürken yeni bir olguyu/gelişmeyi keşfettiğimizi sanmıştık, ama kriz bize, her kriz döneminde olduğu gibi, koşullarının özgünlüğüyle klasik bir fazla üretim krizinden farklı bir krizle karşı karşıya olmadığımızı bir kez daha öğretti.

9-Kriz patlak verdiğinde artık kurtuluş yok dendi; artı değer üretiminin, birikimin, sömürünün kanalları kapandı, kurtuluş yok, kapitalizm çöküyor dendi; öyle ki sanal dünyada havai fişekler patlatılarak kapitalizmin çöküşü kutlandı. Ama kapitalizm, öyle kendi kendine çökmeyeceğini bize bir kez daha öğretti.

Sonuç itibariyle:
Fazla üretim krizi nasıl aşılır sorusuna Marks ve Engels Komünist Manifesto'da şu cevabı veriyorlar:
„Burjuvazi krizleri (fazla üretim krizleri kast ediliyor) nasıl aşarlar? Bir taraftan zorunlu olarak üretici güçlerin kitlesel yok edilişiyle; diğer taraftan da yeni pazarların fethedilmesiyle ve eski pazarların da adamakıllı sömürüsüyle“.
Kar oranını yeniden yükseltmek, krizden çıkmak için sermayenin verdiği tepki Marks ve Engels'in yukarıdaki anlayışlarını doğruluyor.

Krizden çıkmak için sermayenin önünde sayısız olanak yok: Ancak iki olanak var ve istikrarsızlığı aşmak, kar oranını yükseltmek; krizden çıkmak için her seferinde bu iki olanağı her yönlü değerlendirmiştir: Bir taraftan ülke iç pazarı adamakıllı sömürmek ve diğer taraftan da ülke dışına açılmak, yabancı pazarları talan etmek.

İçe yönelik saldırı veya „eski pazarların da adamakıllı sömürüsü”:
Başta emperyalist ülkelerde olmak üzere hemen bütün dünyada geçen yüzyılın son çeyreğinden buyana ulusal gelirin dağılımında sermayenin lehine yoğun çaba harcanmış ve birtakım adımlar atılmıştır. Elde edilen sosyal ve ekonomik haklar, sosyal devlet, toplumsal iyileşmeye yönelik birtakım reformlar, sermaye açısında bir “külfet”ti. Bu yükün atılması gerekiyordu ve büyük oranda da atıldı. Elde edilmiş sosyal haklar tırpanlandı; ücretlerde reel artış durdu, yer yer gerileme oldu; sömürü yoğunlaştırıldı; ücretlere konan vergi yükseltilirken işletme vergileri düşürüldü; çalışma koşullarının yeniden düzenlenmesi adı altında çalışma süresi ve koşulları sermayenin lehine değiştirildi; özelleştirme adı altında devlet işletmeleri sermayeye peşkeş çekildi. Bütün bu adımlar iç pazarın, “eski pazarların da adamakıllı sömürüsü” anlamına geliyor.

Dışa yöneliş ve mali pazarlar: İç pazarın, “eski pazarların da adamakıllı sömürüsü” de yetmedi. Sermaye giderek güçlü bir biçimde dışa yönelemeye başladı. Aynen arılarda olduğu gibi: Kovanda yeteri kadar bal olmayınca, artan nüfuzu beslemek için arıların bir kısmı yuvada ayrılır ve yeni bir yuva kurar. Sermaye de öyle hareket etti, ediyor. İç pazarlar yetmeyince sermaye giderek daha yoğun bir bir biçimde kar oranının daha yüksek olduğu ülkelere akmaya başladı; böylece sermaye ve üretimin bir kısmı uluslararasılaştı. Para biçiminde bu sermaye bütün dünyayı dolaşmaya ve daha yüksek kar elde etmek için yol ve yöntemler aramaya başladı.

Sermaye ihracı: Özellikle geçen yüzyılın son çeyreğinden bu yana emperyalist ülkeler yoğunlaştırılmış sermaye ihracına yöneldiler; böylece dış pazarları talan ederek düşen kar oranlarını yeniden yükseltmek ve rakiplerle daha iyi rekabet koşulları oluşturmak amaçlanmıştı. Yurt dışında işletmeler devralmak, yabancı işletmelere hisse senediyle katılım vb. yollarla sermaye yurt dışına aktı. Neoliberalist dayatmalarla uluslararası sermaye hareketi önündeki ulusal engeller yıkıldı; dünya pazarları düzensizleştirildi, sermaye kontrolü kaldırıldı.

Mali pazarlar: Çoğu kapitalist uluslararası mali pazarlarda döviz ve hisse senedi spekülasyonuna yöneldi. Üretime yatırım yerine borsalarda kumar oynamanın bir nedeni olmalıydı. Uluslararası alanda karlı yatırım arayan sermayenin giderek önem kazanması ve çoğu kez spekülatif “yatırım” faaliyeti içinde olması, ağırlıkta emperyalist ülkelerin iktisadi yapısından kaynaklanmaktadır; uluslararası alanda rekabet baskısı ve geçen yüzyılın son çeyreğinden bu yana kar oranlarındaki genel düşüş, üretim alanına yatırımı “değmez” ve riskli yaparken, mali yatırımlarla başkalarının karına katılma eğilimi daha güçlü olarak önplana çıkmaya başladı. Kendi hareketinin kaçınılmaz sonucu olarak kar oranlarını düşüren sermaye, yeterli faiz getirisi olmadığı için ülke içinde fazlalık olmuştu. Bu fazla sermaye üretken yatırımlardan uzaklaşmıştı; iç pazar ona dar gelmişti. Bu sermaye işletme devralmaları, özelleştirmeler, katılımlar, krediler, her türden mali yatırımlar biçiminde uluslararasılaştı. Emperyalizme bağımlı, yeni sömürge ülkelerin talanı da bu çerçevede görülmelidir. 
Şimdi tekelci sermaye krizden çıkmak için bu iki yöntemi („yeni pazarların fethedilmesi”ni “ve eski pazarların da adamakıllı sömürüsü”) yukarıda genel hatlarıyla belirttiğimiz günün koşullarına göre kullanıyor.

20. yüzyıl ikinci yarısı Batı kapitalizminin altın çağıydı. Bu çağın artık sonuna gelindiğini yaşanmakta olan kriz özellikle açığa çıkartmıştır; klasik kapitalist ülkeler, genel anlamda Batı kapitalizmi geriye dönüşümü olmayan bir gerileme, çöküş sürecine girmiştir. Sosyalizmle yıkılmadığı müddetçe önümüzdeki dönem kapitalizm, altın çağını Asya'da, Latin Amerika'da, hatta Afrika'da yaşayacaktır.
Açık ki klasik kapitalist ülkelerde çöküş kaçınılmaz olarak sosyal ve politik sonuçları beraberinde getirecektir; bu ülkelerde sınıf çelişkilerini keskinleştirecektir.

Yaşanmakta olan kriz, emperyalist ülkeler ve bloklar (NATO- Şanghay İşbirliği Örgütü,  ABD+AB-Çin+Rusya) arasında  dünyanın yeniden paylaşılması için rekabeti keskinleştirmiştir.
Diğer taraftan krizin üstesinden gelmek için bütün çabalara rağmen ortak adım atılamaması, emperyalistler arasında birlik eğiliminden, işbirliğinden ziyade rekabetin esas alındığını göstermektedir.

„Gelişen“ ülkelerin dünya ekonomisinde ve politikasında söz sahibi olmaya başlamaları emperyalist dünya sisteminde ideolojik ve kimlik krizine yol açmıştır. G-20 diye başlayan süreç BRIC ülkeleri ve şimdilerde de E-7 ülkeleri olarak devam etmektedir.

Borçlanma krizi uluslararası bir karakter taşımaktadır; bu kriz yaşanmakta olan ekonomik krizin doğrudan bir uzantısıdır ve sadece emperyalizme bağımlı ülkeleri değil, emperyalist ülkeleri de kapsamına almaktadır; örneğin dünya ekonomik krizi Avro krizine neden olmuştur.

Yukarıdaki üretim verilerinin de gösterdiği gibi, örneğin Almanya'da üretimde belli bir canlanma olmasına rağmen, BRIC ülkelerinin krizde olmamasına; iktisadi bir yükseliş içinde olmasına rağmen, Türkiye gibi bir çok ülkede üretimin artmasına, krizden çıkılıyor olmasına rağmen; IMF'nin bütün iyimserliğine rağmen dünya ekonomisi krizden henüz çıkmamıştır.
Klasik bir fazla üretim krizinden küreselleşime krizi, sistem krizi üretenler bunun hesabını nasıl verirler bunu bilemem, ama üç senelik kriz süreci içinde yapılan değerlendirmelere ilişkin teoriler, iddialar, iradi tespitler güneş altında kalmış kar gibi eridi. Şüphesiz, bir kısım Nelte'ler; kapitalizmi kendiliğinden çökertenler sustular; emperyalist küreselleşmeyi sistem mertebesine çekip emperyalist küreselleşmenin krizinden bahsedenler sustular; yani ulusal devletlerin ve uluslararasılaşmış ulusal sermayelerin hal ve gidişi; her birisinin kendi çıkarı doğrultusunda hareket etmesi bu narsist “teorisyen”leri susturdu.

Gelinen aşamada dünya ekonomisini farklı gelişme eğilimli ülkeler nasıl etkileyecek, bu şimdiden pek bilinemez: Bazı ülkelerde, örneğin Almanya'da bir yükseliş yaşanabilir; ABD, Japonya, İngiltere gibi ülkelerde uzun süren bir durgunluk dönemine girilebilir; BRIC ülkelerinde ve Türkiye gibi ülkelerde bir yükseliş yaşanabilir. Bütün bu olasılıklar, ekonomide geriye düşüşü; üretimin yeniden dip yapmasını dışlamaz. Devlet desteği de artık sonuna geldi; kriz içindeki ülkelerin hemen hiç biri yeni bir destekleme paketi çıkartacak durumda değil. Krizin gidişatına uluslararası müdahale çabaları başarısız kaldı.

Kriz şimdiye kadar kendine özgü biçim değişiminden geçmektedir; önce mali pazarların krizi olarak göründü, sonra gerçek anlamda bir fazla üretim krizi olarak açığa çıktı ve şimdilerde ise borçlanma krizi biçimini alıyor.