deneme

17 Ekim 2011 Pazartesi

BORÇLANMA KRİZİ, PROTESTOLAR


AB'de yaşanmakta olan borçlanma krizi, 2008'de patlak veren dünya ekonomik krizinin devamıdır. O dönemde hazırlanan ve uygulanan ekonomiyi destekleme paketleri (Konjonktür programları) sonucunda ekonomide belli bir „istikrar“ sağlanmıştı. Bu „istikrar“, bazı bankaların iflasını ve sermayenin kendi yasal seyri içinde değersizleşmesini (sermaye kıyımı) engellemekten başka bir anlam taşımıyordu. Destekleme paketleri mali sektöre yaramıştı ve ne kadar yaradığının sonuçlarını da şimdi görüyoruz. Hükümetler kriz sürecine müdahale etmekle sermayenin kendi seyri içinde kriz sürecinde ortaya çıkan çelişkilerinin ve çözümünün deforme olmasına neden oldular ve özel sektörün batık kredileri kamu kredileriyle kapatılarak önemli bazı bankaların iflası engellendi. Ama bu müdahalenin sonucu da devlet borçlanmasının olağanüstü artması ve borçlanma krizinin patlak vermesi oldu.
2008'in başından bu yana şiddetlenen borçlanma krizi Avro Alanı'nda yeni bir düzeye ulaştı; 2010'un ilkbaharında Yunanistan, sonbaharında İrlanda ve 2011'in Nisanında da Portekiz iflasla karşı karşıya kaldı. Bu ülkelere şimdi İtalya ve İspanya'yı da eklemek gerekir. Bu kriz, Avro Alanı'nın dağılmasına neden olabilecek derecede şiddetli bir krizdir. Bunun sonucudur ki, Avro Kurtarma Paketi (Avrupa Finansal İstikrar Fonu’na-EFSF) hazırlandı ve uygulandı. Yetersiz olduğu için de genişletilmiş Avro Kurtarma Paketi uygulamaya hazır hale getirildi.
Tabii sorun sadece Avro Alanı ile sınırlı değildir. ABD', İngiltere ve Japonya da aynı sorunla yaklaşık aynı derecede karşı karşıya olan ülkelerdir.

Borçlanma krizininde tam bir kısır döngü yaşanmaktadır:
Önce özel sektörün batık kredilerini devlet üstlendi. Şimdi batık duruma gelen kamu kredileri (devlet borçlanması), henüz bu duruma gelmemiş devletler tarafından üstlenilmektedir. Şimdilik kredi verebilen devletlerin, kredi verme durumu ne kadar daha devam eder veya bunlara kim kredi verecek sorusu gündemde.
Şimdiye kadarki borçlanma politikası şunu göstermektedir: Sermayenin nesnel yasaları doğrultusunda kriz sürecinden geçmesine, daha önceki krizden bu yana biriken ve kriz sürecinde çözmesi gereken çelişkilerinin çözümüne müdahale, sonuç itibariyle sermayenin krizden çıkacak derecede kıyımını, yok edilmesini (iflaslar, sabit sermayenin yok edilmesi) engellemiştir. Müdahale, tekelci sermayenin krizden çıkması için yapılmıştır, ama tam tersi bir sonuç elde edilmiştir.

Fazla üretim krizi borçlanma krizi biçiminde devam ediyor:
Önde gelen emperyalist ülkelerde sanayi üretimi, üretimin en yüksek seviyesi olan Ocak/Şubat ve Nisan 2008'den sonra 13.-19. aylar (Nisan-Ağustos 2009) arasında dibe vuruyor. Üretimin dibe vurmasından sonra, aynı seviyede kalma anlamında bir durgunluk yaşanmıyor; üretim yeniden artmaya başlıyor. Aylar bazında üretimin bu seyri, Ocak/Şubat ve Nisan 2008'deki seviye yakalanamadığı veya aşılamadığı için bu ülkelerin krizden henüz çıkmamış olduğunu gösteriyor; bu durumda kriz, sanayi üretimi bazında şiddeti hafifleyerek devam etmektedir.
Sanayi üretimindeki bu gelişme ve dünya pazarındaki 2009'un ikinci yarısından sonra görülen canlanma, özellikle ABD ve Çin kaynaklı kapsamlı konjonktür programlarının uygulanmasının bir sonucudur. Çin ekonomisi kapitalist dünya ekonomisinin lokomotifi olacak güçte henüz değil. Çin ekonomisi, dünya ekonomik krizinden büyüme oranlarının küçülmesi -yüzde 8 civarında büyüme-
biçiminde etkilenmiştir. Bunun sağlanması için Çin ulusal gelirinin neredeyse yarısı yatırımlara ayrılmış; alt yapıda ve üretim kapasitelerinde devasa yatırımlar yapılmış; on binlerce km'ye varan oto yollar, demiryolları, konut siteleri, havalimanları (95 yeni havalimanı) inşa edilmiştir. Tabii bu yoğun yatırımlar sonucunda fazla üretim krizinin üstü örtülmüştür. Bu durum Alman ekonomisini de olumlu etkilemiş; Alman ihracatı artmıştır. Sonuçta krizden çıkıldığına veya çıkılıyor olduğuna dair burjuvazi olumlu hava uyandırmaya çalışmıştır.
Ama fazla üretim krizi, nesnel yasaları doğrultusunda gelişmesinin sonuna henüz gelmedi. Gelişmenin bu yönü Almanya'da, ama özellikle de Çin'de görülmektedir. Şimdi konjonktür programları uygulamasının sonuna gelindi; ortada devasa boyutlarda üretim kapasiteleri var; yapay olarak yaratılan talebin sonu geliyor ve ötesinde yenileriyle birlikte devasa boyutlara varan üretim kapasiteleri dünya pazarlarına çıkıyor (üretim). Kime satacaklar? Arz bol, talep yok! Çözülemeyen sorun bu.
Dünya ekonomisi için en büyük sorun Çin ekonomisidir. Bu ülkede korkunç boyutlarda üretim kapasitesi (sabit sermaye) birikimi var. Bu sermayenin yok edilmesi kaçınılmaz olacaktır. Bunun ötesinde Çin'in de borçlanma sorunu var: Çin'de yerel, bölgesel ve ulusal çaptaki borçların toplamı GSYİH'nın yüzde 80'ine denk düşüyor. Bu oran örneğin ABD'de yüzde 100, AB'de ise yüzde 82 dir.
Güven krizi ve sonuçları:
Borsalardaki gelişme sonuçta kredi mekanizmasında sarsıntıya neden olmuş ve bankalar, başka bankalara ve para kurumlarına yüksek faizle kredi verme yerine Avrupa Merkez Bankası'na (EZB) düşük faizle para vermeyi tercih etmişlerdir. Öyle ki Siemens gibi üretim sektöründe söz sahibi olan tekeller bankalardaki paralarını çekerek EZB'ye yatırmışlardır. Derecelendirme kuruluşları ülkelerin ve bankaların güvenirlik derecesini düşürmeye başlamış ve bu durum da güven krizini şiddetlendirmiştir.
Gelişmiş (sanayi) ülkelerinde borçlanma oranı ortalama olarak yüzde 100. Yunanistan, Portekiz gibi ülkelerin kredi güvenirliği kalmamış, İspanya ve İtalya'nın derecelendirme kuruluşları tarafından güvenirlik derecelerinin düşürülmesi, bu ülkelerin de serbest piyasada kredi bulmalarını zorlaştırmıştır; bu ülkeler ancak EZB'nin müdahalesiyle kredi bulabilmekteler. Bu ülkeler de, aynen Portekiz, Yunanistan ve İrlanda gibi sermaye pazarlarından kopacak duruma gelmişlerdir.

Kriz bütün yönleriyle keskinleştikçe ulusal çıkarlar ön plana çıkmaktadır. 2008'den bu yana bu gelişmeyi G-7 ve G-20 toplantılarında gördük. Şimdi genel anlamda AB'de özel olarak da Para Birliği'nde aynı gelişme yaşanmaktadır. Her ülke, krizin sonuçlarını diğer ülkenin sırtına yıkmaya çalışmaktadır. Sermaye dayanışmayı tanımıyor; her bir ülke kendi ulusal çıkarını ön planda tutuyor. Açık ki Birlik'te kaybetmekten çok kazanmak söz konusuysa orada kalınıyor, aksi taktirde ayrılmak kaçınılmaz oluyor. Avro Alanı'nda aynı para birimi geçerli olmasına rağmen, ekonomilerde denge yok; verimlilik ve rekabet her bir ülkede farklı. Bu farklılık başından beri vardı ve şimdi dramatik boyutlara varmış durumda. Birlik içinde her bakımdan üstün konumda olan Almanya ve Fransa gibi ülkeler, diğerlerini talan ediyorlar, Birliği kendi sermayelerinin çıkarlarına göre yönlendiriyorlar.

Bu durum ne kadar sürer, sonuçları ne olur, bunu önümüzdeki süreçte göreceğiz. Her halükarda dünya ekonomik krizi güncel olarak borçlanma krizi biçiminde bütün şiddetiyle devam etmektedir. Bu krizin sonuçlarına karşı mücadele de giderek yaygınlaşmaktadır: Yunan halkının devam eden mücadelesi, Arap ülkelerinde ayaklanmalar, İspanya'da “öfkeliler”in protestoları, İsrail'de yoğun “sosyal protesto” ve şimdi de ABD'de başlayan ve bütün dünyaya yayılan “Occupy Wallstreet”-Hareketi. Bu hareketten esinlenerek 15 Ekimde dünya çapında (80 ülke ve yaklaşık 200 şehir) yüz binlerce insan büyük bankaları ve devletin tasarruf tedbirlerini protesto etti. Şüphesiz ki, bu ne bir dünya devrimdir ne de öyle bir devrimin başlangıcıdır. Ama sermaye hakimiyetini, en azından neoliberal versiyonunu; bu anlamda da neoliberalizmi sorgulayan bir gelişmedir. Tabii üç kişiyi sokakta görünce ayaklanmadan, devrimden bahsedenlerin bu gelişmeyi dünya devrimi veya onun ayak sesleri olarak tanımlayacağından şüphe edilmemeli.
1990'lı yılların sonunda gündemde olan „antiküresel“ hareket başka bir biçimde canlanıyor. Devam etmesi durumunda bu hareket “antiküresel” hareket döneminden kalma birtakım sorunların yeniden tartışılmasını da gündeme getirecektir: Daha şimdiden bu hareketi “anti-kapitalist” olarak nitelendirenler ortaya çıktı. Yarın, bu harekete katılanların kapitalizmi yıkacak bütünsellik içinde bir özne olduğu savunulursa buna şaşmamak gerekir.

Arap ülkelerindeki ayaklanmalardan farklı olarak gelişmiş kapitalist ülkelerde gündeme gelen bu hareketin içeriğini, devletin kriz yönetimine; krizin yükünün halkın sırtına yıkılmasına (zararların sosyalleştirilmesi, karın özel kalması!), sosyal ve demokrasi alanında elde edilmiş olan kazanımların yok edilmesine karşı mücadele oluşturmaktadır; bu protestolar, özellikle bankalara ve mali spekülatörlere karşıdır ve ekonomik kriz sürecinde ortaya çıkan sosyal çelişkileri dile getirmektedir. Mücadelenin merkezinde ABD kaynaklı olarak ”Biz yüzde 99'uz, siz ise yüzde 1'siniz” sloganı duruyor.

Sorunların kaynağı nedir? Bankaların bu gücü nereden kaynaklanıyor? Kapitalist sistemle protestolara konu olan sorunlar arasında nasıl bir bağ vardır? Bu ve benzeri soruların, “antiküresel hareket“te yerinin olmadığı gibi, söz konusu bu protestolarda da yeri yok. Sonucun ne olacağı belli: Protestolarda kısa süreli bir yükseliş olacaktır, ama bu yükseliş sistemi değiştirmeyecektir. Tabii bu görüşte olmayanlar da var: Bir kısım dar kafalı küçük burjuva, kendiliğindenci, bağlayıcı olmayan eylemlerle bütün bu sorunların kaynağı olan kapitalist sistemin yıkılabileceğine inanıyor. Sistemi değiştirecek olan özneyi; işçi sınıfını ve müttefiklerini örgütlemekten aciz, bundan umudunu kesmiş; hakim sınıflardan daha üstün perspektif ve örgütlenmeden umudunu kesmiş unsurlar, sınıfın değil, herkesin katıldığı bu türden eylemlerle kapitalizmin kendi kendine çökeceğine inanıyorlar. Burjuva medyanın bu eylemlere olumlu yaklaşarak geniş yer ayırması oldukça düşündürücüdür: Ne de olsa sistem sorgulanmıyor, onun olumsuz yanları sorgulanıyor!

Ayrıca, aynen Avrupa Sosyal Forumu'nda ve Dünya Sosyal Forumu'nda olduğu gibi bu harekette de yaygınlaştırılan „partilere yer yok“ anlayışı, her ne kadar burjuva partiler için düşünülmüş gözüküyorsa da aslında burada kast edilen komünist, Marksist-Leninist ve devrimci partilerin dışlanmasıdır.