AKP'nin içte iktidar olma mücadelesinin yanı sıra dış politikada sergilediği birtakım ”açılım“lar, Türkiye'de kapitalist gelişmenin ve buna bağlı olarak da burjuvazinin kabuk değiştirdiğini göstermektedir. AKP, hükümet olma mücadelesini geride bırakarak iktidar olmuştur. AKP'yi iktidar yapan onun ne birtakım geleneklerin, dini inançların savunucusu ve uygulayıcısı olmasıdır ne de “liberal” veya ”ileri demokrasi“ye geçişte kararlı olmasıdır; büyük burjuvazinin iki kanadı arasındaki mücadelede; uluslararası tekelci sermaye ile uyumluluk içinde yerli tekelci sermayenin çıkarlarını en iyi bir biçimde savunma mücadelesinde siyasi sorumluluğun ona verilmesidir. Burjuvazi son on yıldan bu yana veya AKP'nin hükümet olmasından bu yana uluslararası politikada ve Türkiye'nin başka ülkelerle ilişkilerinde oldukça cüretkâr hareket etmektedir. Tabi bu, Erdoğan'ın “Kasımpaşalı” olmasıyla açıklanamaz. Burjuvaziyi cüretkârlaştıran birtakım faktörlerin olması gerekir. Bu yazıda bu faktörleri ve ayrıntıya girmeden dış politikadaki “açılım”ların ne anlama geldiğini, uluslararası alanda güç dengelerindeki değişimi ve bu değişimde Türkiye'nin yerini ”emperyalizme bağımlı, yarı sömürge ülke“ perspektifi dışında kısaca ele alacağım.
Nereden nereye gelindi? Emperyalizme bağımlılık ebedi midir? Kapitalizmde eşit olmayan gelişme yasası evrensel geçerli bir yasa mıdır veya değil midir? Bu sorular çoğaltılabilir. Türkiye'de kapitalizmin bugünkü gelişme aşamasına ulaşması için geçen yüzyılın son 20 yılından bu yana; daha doğrusu 12 Eylül darbesinden bu yana gelişmesi iyi analiz edilmelidir. Sorunla ilgili olarak ”Türkiye'de Kapitalizmin Gelişmesi“, Kitap 3'te şöyle deniyordu:
“Kapitalizmde eşit olmayan gelişme yasası ve emperyalizme bağımlılık:
Cumhurbaşkanı sıfatıyla T. Özal Orta Asya’da ...Türk Cumhuriyetlerini ziyaret ediyor, Türkiye’den bu ülkelere, bu ülkelerden Türkiye’ye gelip giden bakanların, başka yetkililerin, iş adamlarının sayısı artık belli değil. Ekonomik ve siyasi alanda anlaşmalar imzalanıyor... Milyonlarca dolara varan yatırımlar yapılıyor. Türk burjuvazisi “sente” muhtaç, kredi arayan burjuvazi olmaktan çıkarak kredi veren burjuvazi konumuna geldiğini her fırsatta açıklıyor. Türk burjuvazisi “Adriyatik’ten Çin Seddi”ne kadar uzanan bir alandan bahsediyor. Sadece bahsetmekle kalmıyor, ekonomisi ve siyasetiyle bu alanı etkisine çekmeye çalışıyor... Öyle ki, hiç kimsenin beklemediği bir çıkış yapıp “Karadeniz Ekonomik İşbirliği Projesi”ni hayata geçirmeye önderlik ediyor.
SB dağıldıktan sonra, beklenenin aksine, Türkiye daha da önem kazanıyor. Şu son iki senedir Türkiye, tarihinde görülmemiş bir diplomasi trafiği yaşıyor. Daha birkaç sene öncesine kadar “adam” yerine konulmayan Türk diplomasisi önem kazanıyor; Cumhurbaşkanları, Başbakanlar, bakanlar ve daha geri seviyedeki askeri-diplomatik zevat geliyor gidiyor.
Açık ki son iki sene içinde Türkiye’nin dünya politikasındaki konumu oldukça değişmiştir. Bu değişim inkâr edilemez bir gerçektir. Soru şu: Bu değişmenin maddi koşulları nedir? Türkiye neden önemli olmaya başlamıştır ve Türk burjuvazisini cüretkârlaştıran faktörler nedir? Şimdi bu soruları cevaplandırmaya çalışalım.
Ama önce, kapitalizmin eşit olmayan gelişme yasasının ne olup ne olmadığına bakalım.
Kapitalizm, kendine özgü çelişkilerden, üretimin toplumsal karakteri ve ona kapitalist el koyuştan, bu temel çelişki ve ondan kaynaklanan çelişkilerden, üretimde anarşi ve rekabet vs. den ve aynı zamanda nesnel olanaklardan dolayı eşit gelişmez. Kapitalizmin gelişmesinde şu veya bu şekilde eşitlik değil, eşitsizlik söz konusudur. Ama eşit olmayan gelişme, kapitalist sistemin her aşamasında aynı şiddet ve önem taşımaz. Örneğin emperyalizm öncesi dönem; serbest rekabetçi dediğimiz o döneme bakalım. Bu dönemde de eşit olmayan gelişme söz konusuydu, ama büyük bir etkisi yoktu. Çünkü o dönemde dünya henüz tam anlamıyla nüfuz sahalarına bölünmemiş, büyük güçler tarafından parçalanmamıştı. Kapitalizm, nispeten barışçıl, evrimci bir gelişme gösterebiliyordu. Kapitalizm, tekelci aşamasına geçince bu durum değişti. Mali sermaye, en güçlü ülkeler, diğerlerini dünya pazarından dışlamaya başladılar, giderek bu ülkeleri kendilerine bağlı kıldılar ve dünya büyük güçler tarafından nüfuz alanlarına bölündü. Öyle ki, dünyada topraksal olarak bölüşülecek alan kalmadı. Dünya, en fazlasıyla yeniden paylaşılabilirdi ve yeniden paylaşımı da, mevcut paylaşımdan pay almamış olanlar, yani yeni gelişen güçler talep edebilirlerdi. Bu koşullarda, emperyalizm koşullarında kapitalizmde eşit olmayan gelişme yasası, serbest rekabetçi döneme nazaran fevkalade büyük önem kazandı. Zaten yeniden paylaşımı talep etmek, eşit olmayan gelişmenin doğrudan ifadesidir.
Stalin, eşit olmayan gelişmeden neyin anlaşılması gerektiğini şöyle açıklıyor:
“Emperyalizm döneminde gelişmenin eşitsizliği yasası, ülkelerden birisinin diğerlerine kıyasla sıçramalı gelişmesi, ülkelerden birisinin diğerleri tarafından dünya pazarlarından hızla püskürtülmesi, paylaşılmış dünyanın, savaşa götüren çatışmalar ve savaş felaketleri sayesinde periyodik olarak yeniden paylaşımı, emperyalizmin kampında çatışmaların derinleşmesi ve keskinleşmesi...
Emperyalizm koşulunda gelişmenin eşit olmayan yasasının temel unsurları nelerdir?
Birincisi, dünya artık emperyalist gruplar arasında paylaşılmıştır, dünyada ‘boş’, işgal edilmemiş alanlar yoktur. Yeni pazarlar ve hammadde kaynaklarını (ele geçirmek), işgal etmek ve genişleyebilmek için başkalarının topraklarını zor yoluyla ele geçirmek gerekir.
İkincisi; teknolojinin eşsiz gelişmesi ve kapitalist ülkelerin gelişme seviyesinin giderek artan aynılaşması, bir ülkenin diğerlerini sıçramalı geçişini, daha güçlü ülkelerin daha az güçlü, ama hızlı gelişen ülkeler tarafından püskürtülmesini… mümkün kılmıştır ve bu süreci kolaylaştırmıştır.
Üçüncüsü; münferit emperyalist gruplar arasında nüfuz sahasının eski paylaşımı her defasında dünya pazarındaki yeni güçler ilişkisi ile çatışmaya düşer, nüfuz sahalarının eski dağılımı ve yeni güçler ilişkisi arasındaki ‘denge’; dünyanın, emperyalist savaşlar ile periyodik olarak yeniden paylaşımlarını zorunlu kılar.
Emperyalizm döneminde eşitsiz gelişmenin keskinleşmesi ve güçlenmesi bundan dolayıdır.
Emperyalist kampta anlaşmazlıkların barışçıl yoldan çözülmesi imkânsızlığı bundan dolayıdır” (Stalin; C. 9, s. 93/94, “VII. Erweitertes Plenum des EKKI”).
Bir de, “giderek artan farksızlaşma”nın veya “aynılaşma”nın ne anlama geldiğine bakalım:
“Kapitalist ülkelerin gelişme seviyesindeki azalan farkın ve bu ülkelerin giderek aynı seviyeye geliyor olmalarının emperyalizm (koşulunda) gelişmenin eşitsizliği yasasının etkisini hafiflettiği söylenebilir mi? Hayır, bu söylenemez. Gelişme seviyesindeki bu fark büyüyor mu, küçülüyor mu? Şüphesiz ki küçülüyor. Aynı seviyeye geliş, ilerliyor mu, geriliyor mu? Mutlaka ki ilerliyor. Büyüyen bu aynılaşma, emperyalizm (koşulunda) gelişmenin eşitsizliğinin güçlenmesi ile çelişkiye düşmüyor mu? Hayır, o bununla çelişkiye düşmüyor. Tersine; aynı seviyeye geliş, emperyalizm (koşulunda) gelişmenin eşitsizliğinin her şeyden evvel güçlü olarak etkisini gösterebildiği taban ve arka plandır… Geri kalmış ülkeler gelişmelerini hızlandırdıkları ve seviyelerini ilerlemiş ülkeninkine intibak ettirdikleri için, ülkelerden birinin diğerlerini geçme mücadelesi keskinleşir, tam da bunun için ülkelerden birinin diğerlerini geçme, onları pazarlardan def etme olanağı doğar…
Öyleyse; emperyalizm döneminde aynı seviyeye geliş, gelişmenin eşitsizliğinin güçlenmesi için koşullardan birisidir.
Emperyalizm koşulunda gelişmenin eşitsizliği, ülkelerden birisinin diğerlerine yetişmesi ve sonra onları, ekonomik bakımdan mutat yoldan, tabir yerindeyse evrimci yoldan, sıçramasız, savaş felaketleri olmaksızın, paylaşılmış dünyanın yeniden paylaşımı olmaksızın geçmesidir denebilir mi? Hayır, bu söylenemez” (Stalin; agk, s. 92/93).
Birbirini tamamlayan bu iki anlayış, ele aldığımız konunun teorik temelini oluşturuyor.
Uluslararası planda eşit olmayan gelişme ve bunun Türkiye'ye yansıması:
II. Dünya, Savaşının sonucu olarak ortaya çıkan dünyanın bölünmüşlüğü ortadan kalktı. Dünyanın sosyalist kamp ve kapitalist kamp olarak ikiyi bölünmüşlüğü SB’deki revizyonist ihanetle birlikte ‘50’li yılların ikinci yarısından itibaren yıkıldı. Bu sefer dünya revizyonist kamp ve kapitalist kamp olarak ikiye bölündü. Bu bölünmüşlük de 1991’de SB’nin dağılmasıyla ortadan kalktı. Şimdi dünya pazarı yeniden bütünleşti ve 1945-1991 yılları arasında çeşitli kamplar arasındaki siyasi, ekonomik ve de askeri mücadeleler, çatışmalar yerini katışıksız “klasik” emperyalist ülkeler arası çatışmalara, rekabete bıraktı...
SB’nin dağılmasından sonra ortaya, iki önemli çatışma alanı çıktı; Kafkaslar ve Orta Asya. Şimdilik Orta Asya sakin. Ama Kafkaslar kaynıyor. Orada Rusya’nın ABD’nin, Fransa’nın, Almanya’nın, İngiltere’nin ve de Türkiye’nin parmağı var...
Emperyalist çelişkiler zinciri içinde Türkiye ne arıyor? Türkiye’yi bu çelişkilere girmeye cüretkâr kılan, onu önemli kılan nedir? Bunun birinci nedeni, sahip olduğu jeopolitik, stratejik konumudur. Bu tartışma götürmez bir gerçektir: Türkiye, günümüzde emperyalistler arası çelişkilerin keskinleştiği Balkanlar-Kafkasya/Hazar Havzası-Ortadoğu üçgeni içinde yer alan ve dünya hegemonyası peşinde koşan her emperyalist ülkenin/gücün kendisi için kazanmaya çalıştığı bir ülke konumundadır. İkincisi, Kafkasya’ya ve özellikle Türk Cumhuriyetlerine olan etnik yakınlığıdır. Üçüncüsü ise ekonomik gücüdür.
Türkiye’den kim ne istiyor?
Önde gelen bütün emperyalist güçlerin Türkiye’den istedikleri şudur: Şimdiye kadar bize yaptığın uşaklığa devam et. Akıllı ve uslu ol, çıkarlarımızı iyi koru, bizi kolla, unutma ki biz var oldukça sen de var olursun! Bu, emperyalist güçlerin ortak talebi. Tabii ki iş, tek tek güçler açısından değişiyor. ABD şunu talep ediyor: Benim sözümden çıkma Ortadoğu’daki çıkarlarının gereği sen benim için önemlisin, bu öneminden dolayı sana ilgi duyuyorum. Kafkasya ve hele hele Orta Asya açısından benim için köprü başısın. Bugün güçsüz olduğu için pek sesini çıkartamayan Rusya’nın, nüfuz sahası arayışında Almanya’nın, hatta Fransa’nın bu bölgelerdeki faaliyeti karşısında sen, benim için vazgeçilmez bir kalesin! Almanya ve daha zayıf bir umutla Fransa, “bizi de görmelisin” talebini yükseltiyor ve Türkiye’ye sadece ABD yok, biz de varız diyorlar. Bu gerçeği görmezsen sana uluslararası planda zorluk çıkarırız, örneğin Kürtlerin “dostu” oluruz diyorlar! Yani bize de uşaklıkta kusur etme diyorlar. Rusya ise gelecekte güçleneceğini, mevcut siyasi ve ekonomik krizini atlatacağını düşünerek Türkiye’nin Karadeniz Ekonomik İşbirliği projesindeki şimdiki rolüne ses çıkartmıyor. Bu projenin, gerçekleşmesi durumunda kendi etki alanında bir nüfuz-pazar alanına sahip olacağına inanıyor ve aynı zamanda Türkiye’nin, Kafkasya ve Orta Asya’daki faaliyetinden oldukça rahatsız oluyor. Bu durumu bilen Türk burjuvazisi, sık sık, ‘bizim ilişkilerimiz başka bir devlete karşı değildir’ deme gereğini duyuyor.
Türk işbirlikçi tekelci burjuvazisi ne yapıyor? Tarihinde ilk defa “kabadayı” bir uşak olmaya soyunuyor. İlk kez, cüretkar uşaklığı öğreniyor ve emperyalistler arası çelişkilerden yararlanma bilincine ulaştığını sergiliyor. İşbirliğine -siz bunu uşaklık diye okuyun- evet, ama bizim de çıkarlarımız olmalıdır! Türk burjuvazisi bu bilince vardığı için, emperyalist güçler, planlarını uygularlarken Türkiye faktörünü göz önünde tutmak zorunda kalıyorlar...
Belli bir düşünceye varmanın, her bilincin maddi bir temeli vardır. Türk burjuvazisinin sergilediği cüretkâr uşaklığın ‘benim de çıkarlarım var’ demesinin de maddi temeli vardır. Şimdi bu maddi temelin nelerden ibaret olduğuna ve ne derece ciddiye alınması gerektiğine bakalım.
Türk burjuvazisini cüretkârlaştıran faktörler:
Bu faktörleri yukarıda belirtmiştik: Jeopolitik stratejik konumu, SB’nin dağılmasından sonra etnik bağlar temelinde gelişen ilişkiler ve ekonomik güç. İlk iki faktörü tartışmaya gerek yok. Çünkü bu iki faktörün gerçek oluşu ve etkileri tartışma götürmüyor. Geriye ekonomik faktör kalıyor. Şimdi bu faktöre bakalım:
Burada Türk ekonomisini ve onun gelişmesini anlatmayacağız. Sadece bu gelişmenin sonuçlarını buraya aktaracağız... Soruna GSMH’nın gelişmesinde sektörlerin payına açısından baktığımızda şunu görüyoruz: 1923-1947 döneminde GSMH’nın gelişmesinde belirleyici olan, tarım sektörüdür. 1947-1970 dönemi, GSMH’da tarım sektörünün giderek önemini kaybettiği, sanayi sektörünün giderek belirleyici olduğu bir süreçtir. 1970’den sonra GSMH’nın gelişmesinde belirleyici olan, sanayi sektörüdür.
Sabit fiyatlar bazında tarım sektörünün GSMH’daki payı 1923’te %43,1’den 1950’de %40,9’a; 1960’da %37,5’e, 1970’de %28,8’e, 1980’de %23’e ve 1990’da da %16,1’e düşerken sanayi sektörünün payı 1923’te %10,6’dan 1950’de %13,1’e, 1960’da %15,7’ye, 1970’de %18,9’a, 1980’de %21,6’ya ve 1990’da %26,4’e çıkar. Bu gelişme ihracatın bileşimine yansır. Örneğin ihracatın bileşiminde tarım ürünlerinin payı 1963’te %77,2’den 1970’de %75,3’e, 1980’de %57,4’e ve 1990’da da %18,4’e düşerken, sanayinin payı da 1963’te %19,8’den 1980’de %36’ya ve 1990’da da %79’a çıkar. İhracatın GSMH’daki payı 1970’de ancak %4,3 iken, bu oran 1982’den itibaren %10’un üstüne çıkar. Örneğin 1988’de %16,7 oranına kadar yükselir.
Bu verilerin anlamı nedir? Bu veriler, Türk ekonomisinde sanayi üretiminin belirleyici olduğunu ve giderek dünya pazarlarına açıldığını gösterir. Önemli olan ve tespit edilmesi gereken, Türkiye’de sanayi üretiminin dünya pazarlarına girme çabasıdır.
Bu veriler, bir ülkenin geliştiğini, sanayileştiğini göstermekten öte fazla bir anlam taşımıyorlar. Peki Türkiye’de sanayi üretiminin ve GSMH’nın gelişme hızı nasıldır? Türkiye’de GSMH’nın büyüme hızı; 1923=100 bazında, 1923’ten 1947’ye %179, 1948=100 bazında, 1948’den 1907’ye %184 ve 1968=100 bazında, 1968’den 1992’ye %81 oranında olurken, sanayinin ... büyüme hızı aynı yıllar bazında ve aynı dönemlerde %302, %358 ve %128 arasında olmuştur.
OECD ülkeleri bazında baktığımızda Türkiye, dünyanın en çok gelişmiş ülkeleri arasında gelişme hızı bakımından ön sıralarda yer alıyor. 1960-1971 arasında OECD ülkeleri içinde GSMH bazında %204 oranla en hızlı Japonya büyümüş. Bu ülkeyi %124 oranla Yunanistan; %115 oranla İspanya ve %88 oranla Türkiye takip ediyor (Bkz.: Main Economic Indicators, Sayı 9, 1973-1963 fiyatlarıyla 1960=100 bazında tarafımızdan hesaplanmıştır). 1970-1982 arasında (1970=100 bazında ve 1975 fiyatlarıyla) söz konusu bu ülkeler arasında GSMH’sı oransal olarak en hızlı büyüyen ülke Türkiye. Büyüme oranı %90 olarak gerçekleşiyor. Türkiye’yi %72 büyüme oranıyla Japonya takip ediyor (Bkz.: Main Economic Indicators, Sayı 2, 1985). 1986-1992 arasında ise (1992 verileri geçicidir), GSMH’sı (1986=100 bazında ve 1985 fiyatlarıyla) oransal olarak en hızlı büyüyen ülke İrlanda. Büyüme oranı %33. Bu ülkeyi %32 büyüme oranıyla Türkiye; %29 ile de Japonya takip ediyor (Bkz.: Aynı kaynak, Sayı 3, 1992 oranları biz hesapladık).
Soruna belli ülkelerde GSMH’nın büyüme hızı açısından bakarsak;
GSMH’nın büyüme hızı (oransal olarak) | ||
Ülkeler | 1972-1980 (1972=100) | 1980-1989 (1980=100) |
Almanya | 122 | 118,9 |
Fransa | 127,9 | 121,6 |
İngiltere | 115 | 126,9 |
ABD | 122,4 | 129,2 |
Japonya | 139,2 | 143,7 |
Türkiye | 128,4 | 154,8 |
Büyüme hızı açısından 1972-1980 döneminde Japonya ilk sıradayken Türkiye ikinci sırada, 1980-1989 döneminde ise Türkiye ilk sıradayken, Japonya ikinci konumdadır.
Sanayinin büyümesi açısından da durumu pek farklı değil.
Sanayinin büyüme oranı | |||
Ülkeler | 1970-1980 (1970=100) | 1980-1985 (1980=100) | 1985-1991 (1985=100) |
Almanya | 124 | 109 | 120 |
Fransa | 133 | 105 | 114 |
İngiltere | 110 | 119 | 106 |
ABD | 136 | 126 | 113 |
Japonya | 154 | 134 | 128 |
Türkiye | 175 | 175 | 141 |
Sanayinin oransal büyümesi açısından verilen her üç dönemde de Türkiye ilk sıradadır. Karşılaştırmayı neden bu ülkelerde yapıyoruz? Bununla Türkiye’yi bu ülkelerin seviyesine koyduğumuz anlaşılmamalıdır. Türkiye, bu ülkelere bağımlıdır. Aynı zamanda Türkiye’nin çıkar sahası olarak gördüğü alanlar üzerinde bu ülkeler de “hak” iddia ediyorlar; bir taraftan bağımlılık, diğer taraftan çıkar çatışması! Türkiye’nin ekonomik potansiyeli göz ardı edilemez. Bunu emperyalist ülkeler çok iyi görüyorlar. Türkiye’de teknoloji, büyük üretimde genel olarak moderndir ve Türk burjuvazisi, modern teknoloji temelinde üretmezse, dünya pazarlarında iddiasız kalacağını biliyor.
Türkiye ile söz konusu ülkelerin gelişme seviyeleri aynı paralelde midir? Hayır, Türkiye’nin bu ülkelerin seviyesine gelme çabası; aradaki seviye farkı ve Türkiye’nin bu farkı ortadan kaldırmaya soyunma cüretkârlığı, emperyalist ülkeler ile Türkiye arasındaki çelişkileri keskinleştirecek en önemli olgudur. Türk burjuvazisi, olanak sınırlarını zorluyor. Birtakım adımlar atıyor. Bu arada bazı fırsatları da değerlendiriyor. Türkiye’yi yukarıda belirttiğimiz faktörler dışında, en azından çevre ülkeler için cazip kılan nedenler de var; örneğin, Türkiye, bu ülkelere en modern teknolojiyi götürmüyor: En modern teknoloji, az sayıda iş gücü kullanımı demektir. Türkiye, yoğun iş gücü kullanımını sağlayan teknolojiyi götürüyor. Emperyalist ülkeler ise bunun tam tersini yapıyorlar. Emperyalist ülkeler, ekonomik krizdeler. Bu ülkelerde tekelci burjuvazi kendi derdine düşmüş durumda. Bundan dolayı örneğin, Romanya’da veya başka çevre ülkelerde Türk sermayesinin genel olarak küçük ve orta çaplı faaliyetini önemsemiyor veya durumundan dolayı önemseyemiyor. Yine bu ülkeler, bağımlılığın ne olduğunu Sovyet revizyonizmi döneminden tanıdıkları için, emperyalist ülkelerle ilişkilerinde daha dikkatli olabiliyorlar. Ve Türkiye’yi daha “zararsız” görebiliyorlar. Aynı zamanda olağanüstü durumlar dışında -petrol, stratejik konum vs.- emperyalist ülkeler, şimdilik ilgi duymadıkları bazı alanları boş bırakabiliyorlar. Örneğin, Arnavutluk, Bulgaristan, Kırgızistan. Türkiye, yakınlığından, etnik ve yukarıda belirttiğimiz nedenlerden dolayı bu boşlukları dolduruyor, doldurmaya çalışıyor.
Türk burjuvazisini cüretkârlaştıran başka faktörler yok mu? Var. Korkunç bir sömürüyle, üretim maliyetini düşürüyor, rekabet gücünü yükseltiyor, en ufak bir hak talebine dahi saldırıyor. Düzenin bu şekilde devamını, faşist rejimin devamına bağlıyor.
Türk kapitalizmi, Türkiye, hiç de güçsüz değildir. O dünyanın sayılı ülkelerinden birisidir. Ama buna bakarak onun gücünü abartmamak gerekir. Örneğin, bu haliyle İspanya, Türkiye’nin yerinde olsaydı İspanyol kapitalizmi çok daha iddialı olurdu. Türkiye’nin yüzüne kimse bakmazdı (İspanya’nın GSMH’sı 1991’de Türkiye’ninkinden yaklaşık 3 misli büyüktü). Öyleyse; Türk burjuvazisi bugün için emperyalistler açısından vazgeçilmez derecede önemli konumuna, sürekli gelişen ekonomik gücüne, yeniden canlanan ilişkilere ve etnik ortaklığa dayanarak, emperyalistler arasındaki çelişkileri, ‘buralarda bir şeyler yapmak istiyorsanız, bize karşı olmakla değil bizimle beraber olarak, bize rağmen değil, bizimle birlikte yapabilirsiniz’ anlayışı çerçevesinde kullanarak, Rusya’nın derin siyasi ve ekonomik krizinden dolayı, aynı zamanda emperyalist ülkelerdeki ekonomik krizden dolayı doğan geçici arayışı da doldurarak “büyük oynuyor”. Bu faktörler, özellikle ilk üç faktör, Türkiye’ye sıçramalı bir gelişme olanağı sağlayabilir. Konumunu bilinçli kullanmak, göz diktiği bölgelerin zenginliklerinden yararlanmak (örneğin, Türk devletleri birliğinin gerçekleşme olasılığı, Türk kapitalizminin sıçramalı gelişmesinin garantisidir. Örneğin, Kafkasya/Hazar Havzası Petrol ve doğal gazının dünya pazarlarına Türkiye üzerinden sevkıyatının getireceği ekonomik ve siyasi avantajlar), ekonomik gücünü pazarlamak, bugünün koşullarında Türk kapitalizminin sıçramalı bir gelişme sürecine girmesi, birçok ülkeyi gerilerde bırakması anlamına gelir. Günün koşulları Türk kapitalizminin lehinedir.
Bu gelişmeye müdahale edecek olan güçler emperyalist ülkelerdir. Onlar, hiçbir zaman Türkiye’nin yayılmacı adımlarına karşı sessiz kalmayacaklardır. Önce baskıyla, olmazsa yapay çatışmalarla veya Türkiye’yi çatışmaya iterek, onu bu amacından vazgeçirmeye, engellemeye çalışacaklardır.
Şüphesiz ki, Türk burjuvazisi, paylaşılmış dünyayı yeniden paylaşma talebinde bulunmuyor. Böyle bir talebe “kargalar bile güler”. Ama o, işgal edilmemiş, henüz boş alanlara göz dikiyor. Bu noktada Stalin’den aktardığımız anlayıştan biraz sapıyoruz. SB’nin dağılmasından sonra, dağılmadan önce tamamen nüfuz sahalarına bölünmüş, paylaşılmış dünyada yeni, boş, işgal edilmemiş, paylaşım masasında olan ülkeler ortaya çıkmıştır. Türkiye bu ülkelere yönelmektedir. Onun, emperyalist ülkelerle bir savaşa girmeden sıçramalı gelişme gösterme olanağı, bu yeni durumdan kaynaklanmaktadır. Örneğin, Türk Cumhuriyetlerinin bugünkü dünya koşullarında daha sıkı bir siyasi ekonomik birliğe gitmelerini hiçbir güç engelleyemez, en azından bunu engellemek için hiç kimse savaşı göze almaz.
Diğer taraftan Türk burjuvazisi, “alçakgönüllü” olduğu için, bu işi yabancı sermaye ile birlikte yapmayı amaçlıyor. Yani pay almayı ve o pay üzerinden yükselmeyi düşünüyor. Bu adımlarını atarken, hiçbir emperyalist gücü doğrudan karşısına almak istemiyor.
Türkiye, belirtilen faktörlerden dolayı hızlı gelişmesinin maddi koşulları olan ve bu koşullara dayanarak da hızlı gelişen bir ülke konumunda. Türkiye’de üretimin tekelleşmesi belli boyutlara varmış ve sermaye gözünü dışarıya çevirmiş durumda.
Bu mücadelesinde Türk burjuvazisi, hedef daraltma, mümkün olduğunca sorun çıkartmama taktiğini güdüyor. Öyle ki ABD çıkarları ile paralellik içinde ve uzun vadeli hesaplarla Suriye ile bağlarını geliştiriyor, İran ile ilişkilerinin kötüleşmemesi için elinden geleni yapıyor...
Türk burjuvazisi amacına ulaşmak için ne derece saldırganlaşabilir, bir savaşı göze alabilir mi? Bu noktada Türkiye ile ABD’nin, Fransa’nın, Almanya’nın vb. batı emperyalist güçlerinin savaşa varan çatışmalar için pek nedenleri yoktur. En azından şimdilik yok. Esas tehlike Rusya ile olan çelişkilerde aranmalıdır. Rusya, Türkiye’nin bu alandaki faaliyetlerinden oldukça rahatsız olmaktadır. Türkiye, bu durumu biliyor ve her fırsat da, bizim ilişkilerimiz üçüncü bir devlete karşı değildir açıklamasını yapıyor.
Saldırganlık konusunda Türk burjuvazisi ikiye bölünmüş durumda. Kimseyi rahatsız etmeden yol almak isteyen çevre, mevcut hükümet tarafından temsil ediliyor. Açık savaş yanlısı olanlar, açıktan emperyalist politika güdenler de var. Özal, bu anlayışın savunucusudur.
Türk burjuvazisi oldum olası şovendir. Ama antiemperyalist mücadele dönemindeki Türk milliyetçiliği ile Türklerin uluslaşma sürecindeki milliyetçilik ile ... uluslaşma sürecinin tamamlanmasından sonra başlayan ve bugün faşizmin bir silahı olan milliyetçilik, şovenizm aynı değildir (milliyetçilikte iki yön esprisi). Türk burjuvazisi, Rumları, Ermenileri, Kürtleri hedef göstererek şovenizmini geliştirmiştir. Bugün ise, Türk şovenizminin karakteri değil, hedefi değişmektedir...
Türk şovenizmi, Adriyatik kıyılarından Çin Seddi‘ne kadar uzanan bir bölge için düşünülür olmuştur. Türk burjuvazisinin jeopolitikası bu alanı kapsıyor. Esas hedef, bu bölgedir ve Türk burjuvazisi, yığınları bu amaç için şekillendirmeye, onlarda bu hedef için ruhsal bir bütünlük sağlamaya çalışıyor. Bu, uzun vadede savaşı; işgal, istila savaşını göze almak demektir. Çünkü hiçbir güç, Türkiye’ye, ‘buyur pastanın şu kısmı senindir’ demeyecektir. Hiç kimse, Türkiye geliyor diye pazar alanlarını boşaltmayacaktır. Bu savaşla olur.
Belirttiğimiz nedenlerden dolayı;
a- Türkiye’nin söz konusu faktörlerden dolayı sıçramalı bir gelişme göstermesinin maddi koşulları vardır. Ve Türkiye konumundan, gücünden dolayı böyle bir sürece girmiştir.
b- Bu aşamada Türkiye ile belli emperyalist güçler arasında gelişme seviyesinde bir aynılaşma yoktur (Ama bu, telekomünikasyon alanında kısmen sağlanmıştır).
c- Türkiye ile emperyalist güçler arasında açık bir çıkar çatışması da henüz yoktur. Ama yakın bir gelecekte Türkiye-Almanya, Türkiye-Rusya arasında çıkar çatışması gelişecek, su yüzüne çıkacaktır. Bir dizi olay bunun ipuçlarıdır.
d- Hiçbir emperyalist güç mücadelesiz yenik düşmediği müddetçe Türkiye’nin olası gelişmesini kendine pazar alanı, nüfuz sahası yaratmasını kolay kolay kabullenmeyecektir (Unutmamak gerekir ki, Rusya ile çelişkilerin keskinleştiği bir durumda bugün Rusya Federasyonu’na bağlı olan veya bağımsızlığını ilan eden Türk ve Müslüman kökenli etnik gruplar – örneğin Tatarlar vs.– veya Rusya Federasyonu‘ndan kopmak isteyen başka azınlıklar, Türkiye lehine birer faktör olacaklardır. Bunu Rusya da biliyor. Ve Sırplara olan desteğinde, iç politikayı neden olarak göstererek Boşnaklara - Müslümanlara karşı fazla aktifleşemiyor).
Sonuç itibariyle:
-Kapitalizmde eşit olmayan ekonomik ve siyasi gelişme yasası nesnel bir yasadır. Bu yasa evrenseldir. Kapitalizmin geliştiği her yerde etkisini şu veya bu biçimde gösterir.
-Dünya proletaryasının önderleri Marks, Engels, Lenin ve Stalin, hiçbir yerde hiçbir yazılarında bu yasanın sadece gelişmiş ülkeler için, çağımızda da emperyalist ülkeler için geçerli olduğu konusunda herhangi bir değerlendirme yapmamışlardır.
-Yine dünya proletaryasının önderleri hiçbir yerde, hiçbir çalışmalarında gelişmiş kapitalizme, çağımızda da emperyalizme bağımlılığın, bağımlı, sömürge, yeni sömürge ülkelerde kapitalizmin gelişmesi önünde engel olduğu saptamasını yapmamışlardır. Tam tersine sömürü ve talanın bir gereği olarak gelişmiş ülkeler ve çağımızda da emperyalist ülkeler, bağımlı ülkelerde kapitalizmi zorunlu olarak geliştirdikleri saptamasını yapmışlardır. Öyleyse;
a- Emperyalizm, gelişmenin önünde engel değildir, ama
b- Emperyalizm bağımsız gelişmenin önünde kesinlikle engeldir.
c- Emperyalizm koşullarında bağımlı, yeni sömürge ülkeler, pekala ekonomik olarak gelişebilirler ve emperyalist ülkelerle rekabet edebilirler veya emperyalizm koşullarında bağımlı ülkeler, emperyalist ülkelerle rekabet edecek kadar gelişebilirler, gelişmiş birçok kapitalist ülkeyi geride bırakabilirler.
Dünün sömürgesi olan “Asya kaplanları” Batı Avrupa’nın bazı gelişmiş kapitalist ülkelerini geride bırakmadılar mı?
Stalin şöyle diyor:
“Savaş döneminde ve savaştan sonra (I. Dünya Savaşını kastediyor. İ.O.) sömürge ve bağımlı ülkelerde kendilerine ait genç bir kapitalizm doğmuş ve büyümüştür. Bu kapitalizm, pazarlarda eski kapitalist ülkelerle başarılı bir şekilde rekabet ediyor ve böylece pazar alanları uğruna mücadeleyi keskinleştiriyor ve karmaşıklaştırıyor” (Stalin; C. 12, s. 217, “Politischer Rechenschaftsbericht an den XVI. Parteitag”).
Bu konudaki görüşümün yanlışlığına inanan, önce Stalin’i çürütülmelidir. Ben bu konuda sırtımı Stalin‘e, yukarıdaki anlayışına dayıyorum!
Şu denmelidir; Stalin, emperyalist çağda, sömürüye ve bağımlı ülkelerin, emperyalizme rağmen gelişebileceğini ve bu ülkelerle rekabet edecek duruma geleceklerini savunmakla emperyalizmin antileninist yorumunu mu yapmıştır! Bu söylenmiyorsa, o zaman şu söylenmeli:
Stalin’in söylediği Türkiye için de geçerlidir.
Yoksa yanılıyor muyum!” (Türkiye'de Kapitalizmin Gelişmesi, Kitap 3, s. 363-372).
Sonradan bazı ekler yapılsa da bu kitap 1985-1990 arasındaki çalışmaların bir sonucudur. Birinci baskısı tarihi de 2001. Aradan geçen en azından 20 sene içinde ekonomide oldukça önemli gelişmeler oldu. Bu sürecin seyri; burjuvazinin kanatları arasındaki mücadele, Türk burjuvazisinin jeopolitik anlayışı ve aşağıda ele alacağım noktalar Türkiye'de Kapitalizmin Gelişmesi, Kitap 4'ün içeriğini oluşturmaktadır). Burada, 12 Eylül darbesinin yıldönümü ve güncel gelişmeler vesilesiyle bir içerik tanıtımı yapmış olacağım.
Türkiye, 1980'li yıllarda bir tarım-sanayi ülkesi olmaktan çıkarak sanayi-tarım ülkesi olmaya başlamıştır. Bu, ekonomide köklü bir yapısal değişim demekti. Öyle de oldu ve ekonomide sanayi üretiminin ağırlığı oldukça hızlı gelişti. 1980'li yıllarda tekelleşen sermayenin kabuk değiştirme süreci hızlı gelişti. 12 Eylül faşist darbesinin temel nedenlerinden birisi de sermayenin çıkarları önündeki engellerin yıkılmasıydı.
1930-1980 arasında yerli sermaye, devletin koruması altında büyüdü; bu dönemde büyük sermaye iç pazara yönelik üretimle; gümrük duvarlarıyla desteklendi. O dönemin sanayileşme anlayışı veya stratejisi böyle hareket etmeyi gerekli kılıyordu. Bu dönemde tekelleşen sermayenin dışa açılma diye bir anlayışı yoktu; dışa açılma stratejisi uygulamak için güce sahip değildi. Ama 1980'den itibaren durum değişmeye başladı. 1980-1990 arasında geçirdiği yapısal değişimin, büyümede kabuk değiştirmesinin bir sonucu veya yansıması olarak bölgesel açılımlara girişti.
1990-2000 döneminde, özellikle revizyonist blokun dağılmasından sonra Türk burjuvazisinin eline oldukça önemli ve birçok bakımdan bölgesel olmaktan da çıkan fırsatlar geçti. Bu fırsatları, planladığı, istediği gibi değerlendirmede dirençlerle karşılaştı, ama hiç değerlendiremedi demek tamamen yanlış olur. Böyle düşünenler 1990-2000 arasında, en azından dağılan Sovyetler Birliği ve Yugoslavya eksenli olarak olağanüstü artan diplomasi trafiğini; uluslararası ilişkileri ve aynı zamanda artan sermaye ilişkilerini veya genel anlamda siyasi ve sermaye hareketliliğini yok saymalıdır. Tekelci sermaye 1980'li yıllarda iştahlanmıştı, 1990'lı yıllarda ise salyası akacak derecede cüretkârlaştı. Bu dönemde ihracatı, yatırımları yoğunlaştırma çabaları, pazar yeri arama çabaları bu gelişmenin açık ifadesidir. Tabii o dönemde, revizyonist blokun dağılmasından sonra Türkiye'nin stratejik olarak önemsizleşeceği üzerine de bolca yazıldı. Ama tam tersi oldu; Türkiye'nin dünya jeopolitikasında dünya hakimiyeti için rekabet etme yeteneğine sahip veya bu yeteneğe sahip olmayan şu veya bu emperyalist ülke ve aynı zamanda uluslararası tekelci sermaye açısından stratejik önemi daha da arttı. Burjuvazi ve yerli tekelci sermaye bu durumun bilincindeydi ve eline geçen fırsatları da değerlendirmekten geri kalmadı.
1990-2000 arası burjuvazinin ve tekelci sermayenin tarihinde dışa açılma bakımından en cüretkâr olduğu dönemdir.
21. yüzyıla Türkiye emperyalistleşen bir ülke olarak girdi. 1980-1990 arasında ilk yapısal değişimini veya kabuk değişimini sonlandırdı. Artık iç pazarla yetinemeyen sermaye oldu. Çokça bahsedilen „ithal ikameci“ gelişen kapitalizmle; iç pazara dayalı/yönelik üretimle artık tekelci sermaye yetinmeyecek duruma gelmişti. 1990-2000 arasında dış pazarsız, dışa açılmaksızın büyüyemeyeceğini gördüğü için bu doğrultuda adımlar attı; sıra ihracatı ön plana alan, ihracata dayalı üretime geçmeye gelmişti. Bütün bunların sonucunda 20. yüzyılın sonunda Türkiye yeni bir kabuk değişimine uğradı; çapı ne olursa olsun, uluslararası tekelci sermayenin ve politikanın hesaba kattığı emperyalistleşen veya bugün için emperyalistleşmiş Türkiye doğdu.
“70 sente“ muhtaç Türkiye burjuvazisi, artık büyüyen sermayenin sorunlarıyla karşı karşıyaydı. İç pazara yönelik üretim döneminde de dışa açılım/ihracat söz konusuydu. Ama iç pazarın gümrük duvarlarıyla korunduğu o dönemde, 1980'lere kadar ihracatın bileşiminde tarım ürünleri ağılıktaydı; örneğin 1963'te ihracatta tarım ürünlerinin payı yüzde 77,2 ve sanayi ürünlerinin payı da yüzde 18,9 idi. Bu pay 1980'de tarım için yüzde 56, sanayi için yüzde 36,6, 1981'de tarım için yüzde 46,2, sanayi için yüzde 48,8, 2009'da tarım için yüzde 4,4 ve sanayi için de yüzde 93,4 oranındaydı (Bkz.: Ek 1). İhraç kavramı içinde sermaye ihracı, başka ülkelerde kurulan işletmelerde üretilen ürünlerin ihracı, başka sermayeler ile rekabet veya yatırımlar yer almıyordu. Daha doğrusu ihracat-dış pazar arasında bağ kurumanın maddi zemini yortu. 1990-2000 arasında bu bağ kurulmaya başlandı ve 2000'den sonra da sermaye dış pazarsız var olamayacağı bir sürece girdi.
12 Eylül darbesinden sonra Özal ile birlikte dışa açılım devlet politikası olmaya başlamıştır. Bu açılım darbe öncesinde 24 Ocak kararlarıyla uygulanmak istendi, ama istenilen sonuç alınamadı; uygulamanın siyasi ortamı darbeden sonra oluşturuldu. Aynen emperyalist ülkelerde olduğu gibi devletin dış politik ilişkilerinde sermayenin çıkarlarını korumak esas amaç oldu. “Zevat“ın dış gezilerine sermaye sahiplerinin veya şirket temsilcilerinin yoğun ilgi duymaları, gidilen heme her yerde iş bağlantıları kurmaları bunu açıkça göstermektedir. Bu süreç de Özal ile birlikte başlamıştır.
Tekelci sermaye, meta veya sermaye biçiminde salt ihraç etmekle yetinmiyor, aksine gittiği hemen her yerde ortam çıkarlarına uygunsa fabrika kuruyor veya mevcut olanını satın alıyor. Böylece Türk tekelci sermayesi gittiği ülkenin ekonomik ve siyasal yaşamında etkileyici bir faktör oluyor veya böyle bir potansiyeli taşıyor. Her halükarda faal olduğu ülkenin ekonomisine entegre oluyor, o ekonomi ile bütünleşiyor.
Küçük burjuvazinin veya kendi kendine Marksistlerin emperyalizm ve bağımlılık kapsamında anlamadıkları bir nokta da, dışarından sermaye gelmesini bekleyen, hükümetten bunu teşvik etmesini talep eden yerli tekelci sermayenin nasıl olur da aynı zamanda dış pazarlara açılabildiğidir. Sermaye hareketinin diyalektiğini anlamayan için böyle bir şey olamaz. Hele hele bir ülke feodal, yarı feodal, emperyalizme bağımlı, yarı sömürge ise o ülke öyle kalmaya mahkumdur. Veya başka ülkeler bu ilişkilerden bir biçimde çıkabilir, ama Türkiye çıkamaz. Tabii bu anlayış böyle formüle edilmez, ama isteyen bu örgütlerin Türkiye ekonomisi ile veya emperyalizm-Türkiye ilişkileri ile ilgili anlayışlarına bakabilir. Hem yabancı sermayeyi ülkeye davet etmek ve hükümetin bunu teşvik etmesi için mücadele etmek ve hem de dışarıya sermaye ihraç etmek veya genel anlamda söylersek dış pazarlara-dünya pazarlarına açılmak yerli tekelci sermayenin uluslararası tekelci sermaye ile entegre olduğunu, onun ayrılmaz bir parçası olduğunu gösterir. Kendi kendine Marksistlerin anlamadığı da budur.
Sanılıyor ki dış pazarlara açılmak, gidilen ülkelerde fırın inşa edip ekmek satmaktır veya oralarda market açıp Türkiye'den getirilen ürünleri satmaktır. Tabii bunları yapanlar da var, ama sorun bunlar değil. Bugün uluslararası planda rekabet edebilmek için genel geçerli kalitede ve fiyatta üretmek, ötesinde kaliteyi yükseltmek, üretim masraflarını düşürmek zorundasın. Daha fazla artı değerin sağlanabildiği sektörlerde faal olabilmelisin. Büyük yatırımlara girişebilecek koşulları oluşturabilecek yeteneklere sahip olmalısın. Birçok yerli tekelci sermaye aynen böyle hareket etmektedir. Bunların yatırım hacmi milyon değil milyar dolarla ifade ediliyor. Stratejik, daha çok kâr getiren sektörlere yöneliyor, gücünü aşan ihalelere girmek için ortaklıklar (konsorsiyum) oluşturuyor. Böyle stratejik hareket eden „çok uluslu Türk şirketleri“nin de olduğuna „alışmak“ gerekir. (Bakınız: “Çok uluslu Türk Şirketleri” anketi; Kadir Has University (KHU), KPMG Turkey (KPMG-T) and the Foreign Economic Relations Board (DEIK)“ tarafından yapılan bir araştırma, 31 Ocak 2011).
Dış pazarlara açılan birçok tekelci sermaye, hacmi giderek artan yeni yatırımlar, ihaleler için artık kaynak sorunuyla da pek fazla karşı karşıya kalmamaktadır. Tekelci sermaye, bankaların neredeyse yarıya yakınını yabancı tekelci sermayeye satacak kadar cüretkâr oluyor. Türkiye sınırları içinde bankacılıkta kâr marjının yurt dışına nazaran düşük olduğunun bilincinde. Bu nedenle satıyor, ama sattığı bankanın yurt dışı şubelerini elden çıkarmıyor. Ötesinde açıldığı pazarlarda (ülkelerde) yeni bankalar satın alıyor. Kâr marjı yüksek olduğu için bunu böyle yapıyor.
Yerli bankacılığı birikim ve deney bakımından küçümseyen, Türk ekonomisinin yapısal değişimini hiç anlamamış demektir.
Komşularla ”sıfır sorun“ politikası ve gerçekler:
Komşularla “sıfır sorun” politikası kimilerinin sandığı gibi ne bir iyi niyetin ne de saflığın bir ifadesidir. Kapitalist ülkeler arasında, hele hele sınırdaş ülkeler arasında sıfır sorun olmaz. Mutlaka bir sorun vardır veya sermayenin çıkarları olmadık yerde sorun çıkartır. Kapitalizmde eşitsiz gelişme yasası, rekabet, “sıfır sorun” politikasını dışlar. “Sıfır sorun” politikası, sermaye hareketinin diyalektiğine aykırıdır. Bu, meselenin bir yönü. Diğer taraftan “sıfır sorun” politikası, emperyalist yayılmacılığın, tahakküm eğiliminin, rekabette güçlü olduğuna inanmanın açık bir ifadesidir. Bu politika, A. Davutoğlu Dışişleri Bakanı olmadan önce de AKP Hükümeti tarafından uygulamaya konmuştu. Bunun böyle olmasında Davutoğlu'nun rolü önemlidir. Bu bakanın Türk burjuvazisinin jeopolitik açılımı konusunda görüşleri bilinmektedir. „Stratejik Derinlik“ kitabında Türk burjuvazisinin jeopolitik açılımının nasıl olması gerektiği anlatılıyor.
”Sıfır sorun“la yol alınamayacağını gördük. Ermenistan ile ilişkiler öyle kaldı. Suriye ile ”düşmanlık“tan ”can ciğer“ olmaya geçtik, şimdi yeniden ”düşman“ olduk. İran ile ilişkiler, ne olacağı bilinmeyen bir aşamada. İsrail ile dostluk ”düşmanlığa“ dönüştü. ”Sıfır sorun“un uygulandığı her alanda sorunlar çıkmaya başladı.
”Sıfır sorun“ güç dengesine göre tanımlanır. Gücün varsa, tehdit edebiliyorsan karşındaki gücün seninle bir sorunu olmaz ve böylece onunla ”sıfır sorun“lu olursun. Ama kapitalizmde esas olan eşitsiz gelişmedir; bugün güçsüz olan yarın güçlenebilir ve dayatılan ”sıfır sorun“lu ilişkiyi sorunlu ilişkiye dönüştürebilir.
Türk burjuvazisi, komşu ülkeler üzerinde emperyalist tahakküm anlayışını gizlemek için ”sıfır sorun“ politikasını uydurmuştur. Öyle ki, bir taraftan ”sıfır sorun“dan bahsediliyor, diğer taraftan da bölgemizde biz de olmaksızın bir adım atılamaz pratiği uygulanıyor veya Suriye'deki gelişmeler “bizim de iç sorunumuzdur” deniyor.
Burjuvazinin ne oranda yayılmacı olduğu veya dış politikasının, uluslararası ilişkilerinin yayılmacılıktan ayrı düşünülemeyeceği ve tekelci sermayenin dış pazarlarda mevcut yayılmışlık durumu, Türkiye'nin emperyalistleşmesinde katettiği mesafeyi göstermektedir. Meta ve sermaye ihracının kapsamı ve ülke ve bölgelere/kıtalara göre dağılımı bu yazı çerçevesinde ayrıntı olacaktır. Ama burada şu kadarını söyleyelim: Türk tekelci sermayesinin Balkanlar, Ortadoğu ve Orta Asya'da yayılmışlık durumunu küçümseyen fena halde yanılmış olur. Şüphesiz, hacmi kendi çapındadır, ama önemlidir. Özal ile başlayan Türk sermayesinin uluslararası alanda önünü açma çabası AKP hükümetinin temel görevi olmuştur. Böylece çabadan icraata geçilmiştir.
Burjuvazinin mevcut enerji boru hatlarından sadece geçiş ücreti almakla yetindiğini ve bunun için yeni boru hatlarına (Nabucco) talip olduğunu sanan da fena halde yanılmış olur. Geçiş için alınan ücret burjuvazi açısından bir ”harçlık“ değerindedir. Sorun, enerji sorununda söz sahibi olabilmektir, rekabet bunun için sürdürülmektedir. Orta Asya, Hazar Havzası, İran, Irak kaynaklı petrol ve doğal gazın Avrupa'ya taşınması konusunda dünya adeta ikiye bölünmüş durumdadır: Bir taraftan hatların kendi topraklarından geçmesi için mücadele eden Rusya, diğer taraftan da hatların Rusya dışında ve dolayısıyla zorunlu olarak Türkiye'den geçmesi için mücadele eden Batılı emperyalist ülkeler. Türkiye hem bu rekabetin bir unsuru hem de taraflar arasındaki rekabette yararlanmaya çalışan bir güç konumundadır.
Yıllarca Türkiye'nin stratejik konumunu pazarladığını, bu konumunun ötesinde bir güç olmadığını sandık. Oysa durum hiç de öyle değil. Doğru, Türkiye, emperyalistler arası ilişkilerde, çelişkilerde yaklaşık 1945-1990 arasında stratejik konumunu pazarlayarak yararlanmaya çalışıyordu. 1990'dan itibaren bu durum değişmeye başlamıştır. Bugün sahip olduğu ekonomik ve askeri gücüne dayanarak stratejik konumunu pazarlamanın ötesine geçmiştir. Burjuvazi, tekelci sermayenin çıkarları söz konusu olduğunda ekonomik, siyasi ve askeri gücüne dayanarak konum değiştirebilmektedir; açık ki manevra yapma kabiliyeti artmıştır. Öyle ki emperyalist dayatmalara direnebilmekte ve bu anlamda bağımsız politika üretebilmektedir. İran ile ilişkiler bu çerçevede görülmelidir. Bu ülke ile ilişkiler, ABD'ye ve AB'ye rağmen geliştirilmiştir. Filistin (Hamas) ve Suriye ile geliştirilen ilişkiler de bu çerçevede görülmelidir.
Suriye ile ilişkilerin geliştirilmesi, İsrail'in çıkarlarına ters düşer. Ama İsrail'in homurdanmasına rağmen bu ilişkiler geliştirilmiş, öyle ki Türkiye-Suriye-Ürdün arasında ortak pazar benzeri adımların atılmasına geçilmiştir.
Burjuvazi, Filistin sorununa kendi sorunu gibi sahip çıkmış ve Davos'ta İsrail'e meydan okumuştur (”One minute“ hikayesi). Bu bir şaklabanlık değildi: Burjuvazi Ortadoğu'ya; Arap ülkelerine ve halklarına nüfuz edebilmek için bunu yapmıştır; İsrail ile ilişkilerin bozulmasını göze alarak yapmıştır. Türkiye-İsrail ilişkilerinde bugün gelinen nokta bunun böyle olduğunu göstermektedir. Aynı alanda farklı çıkar çatışmasından dolayı Türkiye-İsrail ilişkileri artık pek eskisi gibi olacağa benzemiyor. ”Dostluk“ bitmiştir, şimdi çıplak çelişkiler her iki ülke arasındaki ilişkilere yön vermektedir.
Son birkaç haftadan bu yana İsrail ile ilişkilerin kriz boyutuna varması, Türk dış politikasının ”sıfır sorun“ anlayışının ne denli tartışmalı ve tek yanlı dayatmaya dayandığını gösterdi. İsrail ile ”dost“ ilişkilerin kriz ilişkisine dönüşmesi her iki tarafın inatçılığı; bu anlamda geri adım atmaya yanaşmaması ile açıklanamaz. İlişkilerin böyle olması AKP hükümetinin uyguladığı stratejinin bir sonucudur. Dış politikada bu strateji görünüşte ”komşularla sıfır sorun“u ön görüyor, ama kapitalizmde eşitsiz gelişme dış politikada hiçbir koşul altında ”sıfır sorunlu“ ilişkiyi ifade etmez.
Kıbrıs, İran, Ermenistan, Irak ve Suriye ile ilişkiler bundan birkaç ay önceki durumundan oldukça farklıdır. Değişimin nedeni de genellikle bu ülkelerden değil, Türkiye'den kaynaklanıyor. Türk burjuvazisi komşu ülkelerle ilişkileri kendi çıkarlarına göre dizayn etmek istiyor. Buna uymayan ülkelerle de sorunlu oluyor. Bu nedenden dolayı ”komşularla sıfır sorun“ aslında komşularla çok sorun demektir.
Özal ile birlikte Türkiye'nin dış politikası giderek yayılmacı bir karakter almaya başladı. AKP'nin sürdürdüğü dış politika, bölgesel bir gücün, emperyalistleşen bir ülkenin dış politikasından başka bir şey değildir.
Bu politikanın uygulanabilmesi için belli bir ekonomik ve askeri gücün olması gerekir. Bu iki güç siyasi gücün, dayatmacı dış politikanın temelini oluşturur. Türk burjuvazisi tekelci sermayenin çıkarlarına hizmet etmek için bu dış politikayı uygulamak zorundadır.
Türk burjuvazisini, başta ABD olmak üzere Batılı emperyalist ülkelerin ve yerli tekelci sermayeyi de uluslararası sermayenin salt taşeronu olarak görmek tamamen siyasi bir körlük olur.
”Eksen kayması“ esprisi ve gerçekler:
“Kasımpaşalı”nın ”one minute“i bayağı eğlenceliydi; hem telaffuz bakımından hem de el kol hareketiyle söyleyiş tarzı bakımından. Bu çıkışıyla Anadolu coğrafyasından ziyade Arap coğrafyasında birtakım kalpleri, duyguları, iyi niyetleri fethettiği de bir gerçektir. Onun bu çıkışı; Şimon Peres'i azarlaması, ”sol“ basın tarafından pek kavranmadı. Veya da anlamadığımız durumlarda sıkça kullandığımız gibi ”ajitasyon“ olarak algılandı. Oysa bütün dünyanın gözü önünde, emperyalizmin ”seçkin“ temsilcileri önünde Peres'in azarlanması, Türk burjuvazisinin hem İsrail'e ve hem de Batılı emperyalist ülkelere meydan okumasından başka bir anlam taşımıyordu. “One minute“ ile son olarak kullandığı „şımarık oğlan rolü“ arasında her iki ülke arasında rekabetin ne denli keskinleştirdiğini gösteren bir bağ var. Türkiye'nin, Amerikan destekli İsrail'in Ortadoğu'daki kabadayılığına tahammülü yoktu. Bunu ”one minute“ ile bütün dünyaya gösterdi; İsrail kabadayılığına karşı gelerek Ortadoğu halklarını fethetmek ve bu alanda tekelci sermayenin önünü açmak Erdoğan'ın esas hedefiydi. ”One minute“in işe yaramadığını söyleyemeyiz.
”One minute“ ile ”eksen kayması“ da gündeme geldi. ”Eksen kayması“, başta Amerikan emperyalizmi olmak üzere Batılı emperyalist ”cephe“den, Batı değerlerinden uzaklaşmak ve Doğu'ya kaymak, şeriatçı bir rejim eğilimli olmak olarak yorumlandı. AKP ve İslamcılık arasındaki ilişki de göz önünde tutulursa denklem tamamlanmış olur. Olabilir, AKP, hükmet olmaktan çıkıp iktidar olduğuna göre şeriatçı bir rejim kurmak da isteyebilir. “Kasımpaşalı”, diktatör olmaya oldukça yatkın birisidir. Ne olacak yani, faşist diktatörlük ”şeriatçı faşist” diktatörlüğe dönüşmüş olur veya İran'daki gibi klerikal faşist bir diktatörlük kurulmuş olur. Böyle olsa da bu, sorunun tali yönüdür. Aslında kavga, burjuvazinin kanatları arasındaki kavgadır. Bu kavga, burjuvazinin, bir türlü anlayamadığım ”Kemalizm“ -Kemalizm kavram ve içeriğinin doğuş koşulları tamamen farklıdır ve o Kemalizm ile şimdiki “Kemalizm” arasında bir bağ yoktur veya bir ulusal burjuvazi ile işbirlikçi büyük burjuvazi arasında ne kadar bağ varsa o kadar bağ vardır- diye tanımlanan ve ”hal ve gidişi“yle tekelci sermayenin çıkarlarına hizmet etmekten oldukça uzaklaşmış olan ve bu bakımdan da statükocu konumda olan kanadı ile muhafazakar, ama “liberal” ve bu haliyle de tekelci sermayenin tercümanı olan kanadı arasındaki kavgadır. AKP artık iktidar olmasına rağmen, burjuvazinin her iki kanadı arasındaki mücadele hala sürmektedir. Birinin ”ak“ dediğine diğeri ”kara“ demektedir. Ama her halükarda, AKP'nin hem uluslararası tekelci sermayenin hem de yerli tekelci sermayenin çıkarlarını savunan güç olduğu tartışma götürmez. Bu bakımdan statükocu kesim ve böylece o kesimin savunucusu ordu bu mücadeleyi kaybetmiştir, en azından şimdilik kaybetmiştir. Bu kesim Türk tekelci sermayesinin çıkarlarına cevap verecek durumda değildir. Bu işi AKP en iyi bir biçimde yapmaktadır ve her geçen gün daha da cüretkâr yapmaktadır.
Tabii ”sol“un bir kısmı ”eksen kayması“ olmadığını, olup-bitenin ABD ile anlaşmalı olduğunu, Türkiye'nin, ABD'nin bir kuklası olduğunu, onun adına taşeronluk yaptığını yazıp-çizdi. Bu, oldukça sığ bir değerlendirmedir. Doğru, Türkiye ABD'nin bir kuklasıdır, bir taşeronudur, ama eskisinden oldukça farklı bir kukla ve taşerondur. Truman doktrininden bu güne, K. Evren'den, Özal'dan, Demirel'den bugüne çok şey değişti. O koşulsuz uşakların ve taşeronların yerini „koşulu“ uşaklar ve taşeronlar aldı. Uşaklık ve taşeronluktaki değişim, tekelci burjuvazinin dünya pazarlarına açılma hırs ve atılımından bağımsız olarak ele alınamaz. Uşakları ve taşeronları değiştiren Türk tekelci sermayesinin gücüdür. Genel anlamda “sol“un, özel anlamda da devrimci solun bu gerçeği görmesi gerekirdi, ama göremedi. Bu anlamda daha başından beri taraf olan ”Taraf“ın ”sol“ kesimde ilgiyle izlenmesi anlaşılır değil. Tabii bana göre anlaşılır değil. Bana göre ”Taraf“ gazetesi, özgürlük, demokrasi, statükoculuğa karşı mücadele adı altında Türk tekelci burjuvazisinin en usturuplu siyasi savunucusudur. Bu gazetenin önde gelen unsurlarının ”sol“ kesimde, özelde de devrimci kesimde birkaç sene öncesine kadar veya ”Taraf“ın çıkışına kadar kaç paralık değeri vardı? ”Sıfır sorun“ gibi sıfır değeri vardı. Ama “Taraf“, “belge“ üstüne ”belge“ açıklayarak, emin kaynaklardan yapılan aktarmalarla orduyu teşhirine teşhir katarak ”sol“un vazgeçilmez ilham kaynağı oldu. ”Taraf“ ne yaptı ve ne yapıyor? AKP ile yakınlığı veya adını ne korsanız koyun demokrasi ve özgürlük anlayışı; yani statükoculuğa karşı „amansız“ mücadelesi uluslararasılaşmış Türk tekelci sermayesinin çıkarlarına tercüman olmaktan başka ne anlam taşımaktadır? ”Kemalizm“, statükoculuk, ordu, tekelci sermayenin gelişmesi önünde aşılması, mutlaka aşılması gereken bir engel olmuştur. ”Taraf“ da bu engelin aşılması için demokrasi ve özgürlük adına mücadele etmektedir.
”Taraf“, Türkiye'nin emperyalistleşmiş bir ülke olduğunun bilincinde ve ona göre hareket ediyor.
Tekelci sermayenin çıkarlarının dile getirilmesi ”eksen kayması“ oldu. Uluslararasılaşmış sermayenin öyle eksen kaymasıyla fazla bir ilişkisi yok. Olsaydı Çin'e yatırım yapan emperyalist ülkeler ve tekelleri bayağı eksen kaymasına uğramış olurlardı. ”Eksen kayması“ ile ifade edilen Türk tekelci sermayesinin dünya pazarlarına açılımıdır; pazarlarını çoğaltması ve çeşitlendirmesidir. Tekelci sermaye için bu yolu açan 12 Eylül darbesi koşullarında Özal olmuştur. Yanılmıyorsam ”The Economist“e 10 bin dolar karşılığında verdiği ilan memleketin satışa çıkartılması olarak ilan edilmişti.
”Eksen kayması“, kabına sığmayan, iç pazarla yetinemeyen, kaçınılmaz olarak dış pazara yönelmek zorunda olan Türk tekelci sermayesinin faaliyet alanını genişletmesidir. Bu, sermaye hareketinin bir zorunluluğudur, olmazsa olmaz yasasıdır. Büyüyen sermaye iştahı, saldırganlığı artan sermayedir, yayılmak zorundadır.
Türkiye'de 1980'li ve 1990'lı yıllarda önemli bir sermaye birikimi yoktu, hiç yoktu değil, önemli boyutlarda yoktu. Ama bu yüzyılın başından itibaren geçen 10 yıl içinde küçümsenemeyecek boyutlarda bir sermaye birikimi sağlanmıştır. Bir taraftan dünyanın 17. veya 16. güçlü ekonomisi olacaksın, diğer taraftan da kayda değer bir sermaye birikimin, dünya pazarlarına açılmışlığın olmayacak! Bu, sermaye hareketinin diyalektiğine aykırıdır.
Sermaye ihracı:
Türkiye'den sermaye ihracı 1945'te V. Koç'un ABD'de (New York) ”Ram Commercial Corporation“ adında bir şirket kurmasıyla başlar. 1978'de S. Sabancı Almanya'da ”Exsa Handes GmbH“yı kurar. 1970’li yıllarda Enka, Libya ve Suudi Arabistan’a ilk önemli projelerini gerçekleştirir.
Yurt dışına sermaye ihracı geçen yüzyılın sonundan itibaren sıçramalı bir gelişme gösterir. Ankara Ticaret Odası’nın (ATO) açıklamasına göre, 2000 yılında uluslararası pazarlarda faal olan Türk sermayeli işletme sayısı 1154'ten 2010 yılında 3491'e çıkarak 10 sene üç misli artar. 2010 itibariyle sayısı 3491 olan bu işletmelerin yüzde 67'si son on sene içinde faaliyete geçer. 103 ülkede faal olan bu işletmelerin doğrudan yatırım miktarı da yaklaşık 24 milyar dolardır. Bu miktarın 20 milyar dolarlık kısmı 2001-2010 arasında gerçekleştirilir. Son on yıl içinde yurt dışında faal olan işletmelerin, ihraç edilen sermaye miktarını ve sektörlere dağılımını ekte veriyoruz (Bkz.: Ek 2).
Türkiye'nin yurt dışındaki toplam varlık (doğrudan yatırımları, ticaret ve banka alanındaki krediler, borç senetleri, hisse senetleri, para piyasalarındaki işlemler, her türden banka mevduatları ve yatırımları ve rezerv konumundaki varlıkları) miktarı da 2000'de yaklaşık 53.2 milyar dolardan 2010'da 180 milyar dolara çıkarak üç misli artar.
Türk ekonomisi toplam sermaye ihracı bakımından 2000-2010 döneminde daha öncesiyle karşılaştırılamayacak derecede büyümüştür.
AKP, büyüyen bu sermayenin ihtiyaçlarına en iyi cevap veren partidir, onun esas politikası budur. Türkiye'de dış politik açılımların veya genel olarak dış politikanın AKP döneminde daha ziyade sürekli gündemde olmasının, ”sıfır sorun“ adı altında sağa sola yapılan saldırganlık veya ABD ve AB'ye ”diklenmek“ emperyalistleşen Türkiye'nin çıkarlarını ifade etmektir. Saldırganlığı, parti olarak AKP ve Erdoğan üslubu diye açıklamak saflık olur. Sorun üslup değil, sorun büyüyen sermayenin iştahından kaynaklanan saldıranlıktır.
Dış ticaretin gelişme hızı ve boyutları üzerinde durmaya gerek yok. Dış ticaret hacmi 1980'de 10.6 milyar dolardı (ihracat değeri 2.910 ve ithalat değeri de 7.667 milyar dolar). Bu hacim 2010'da 299,5 milyar dolara çıkmıştır (118.883.219 dolar ihracat ve 185.544.332 dolar ithalat).
Burjuvazinin bütün çabası ihracat kapasitesini arttırmak için yeni pazarlar bulmaktır. Bu aşamada burjuvazinin Ortadoğu, Afrika, Balkan ülkeleriyle ticari ilişkilerini sıçramalı geliştirmesi anlaşılır. AB'ye veya genel olarak Avrupa'ya yapılandan çok başka bölgelere/ülkelere yapılan ihracatın sıçramalı gelişmesi belki bir ticari ”eksek kayması“ olabilir.
Önceleri ekonomik ”eksen“ Avrupa, siyasi ve askeri ”eksen“ de ABD idi, şimdi ekonomik ve siyasi ”eksen“ bütün dünya olmuştur.
”Eksen kayması“, ticari ve sermaye ihracı açılımıdır. Bu açılımı Bilim, Sanayi Teknoloji Bakanı Nihat Ergün şöyle anlatıyor:
”Son yıllarda komşularıyla problemi olmayan, vizeleri kaldıran, serbest ticaret anlaşmaları yapan bir politika izlendiğinden Türkiye'nin komşularına yaptığı yatırımlar 7 kat arttı.
Çünkü artık komşularımızın hepsinden daha iyiyiz. Bütün komşularımızdan üretim ve teknoloji gücü itibarıyla daha iyiyiz ve onlara ihtiyaçları olan ürünleri üretip biz satabiliyoruz ama o ilişkilerimiz iyi olursa satabiliyoruz. Afrika'yı ihmal etmişiz. Afrika pazarına iş adamları gidecek de nasıl gidecek? Bir tane büyük elçilik açmamışız, ticaret müşavirliği kurmamışız, vize uygulamalarını kaldırmamışız, serbest ticaret uygulamalarını yapmamışız. O ülkelere iş adamlarımızın gidip de oraya ürün ve mal satma imkanına sahip değiller.
Son yıllarda 10-15 Afrika ülkesinde idareten büyük elçilik açınca, serbest ticaret anlaşmaları yapınca, vizeler kaldırınca ne oldu? Oralara sattığımız ürünler 10 kat arttı. Rusya, Kafkasya ve Ortadoğu ile aynı anlaşmalar yapılınca... İşte o zaman Türkiye'nin üretimi 230 milyar dolardan 7-8 yıl içerisinde 740 milyar dolara çıkmış, Türkiye, bugün 740 milyar dolarlık üretim yapabilen bir ülke olmuştur” (12.05.2011, HABERTIMES.COM).
Sonuç ne olmuştur veya Türkiye'de kapitalizmin 1980'lerden sonra sıçramalı büyümesi sonucunda ne olmuştur? Türk ekonomisi dünyanın en güçlü 16., Avrupa'nın ise 6. büyük ekonomisi olmuştur. Sadece komşu ülkelerle değil, Rusya hariç bölge ülkeleriyle (Ortadoğu, Balkanlar, Orta Asya, Kafkasya, Afrika) karşılaştırıldığında birinci ekonomi olmuştur.
Türkiye ve komşu ülkelerde GSYİH'nın gelişme seyri (Milyar dolar) | |||
1990 | 2000 | 2009 | |
Türkiye | 150 675 | 266 568 | 614 603 |
Gürcistan | 7 738 | 3 057 | 10 744 |
Ermenistan | 2 257 | 1 912 | 8 714 |
İran | 116 035 | 101 287 | 331 015 |
Azerbaycan | 8 858 | 5 273 | 43 019 |
Irak | 43 637 | 25 858 | 65 837 |
Suriye | 12 309 | 19 326 | 52 177 |
Yunanistan | 94 201 | 125 558 | 329 924 |
Bulgaristan | 20 726 | 12 904 | 48 722 |
Türkiye-GSYİH =100 | 100 | 100 | 100 |
Gürcistan | 5,1 | 1,1 | 1,7 |
Ermenistan | 1,5 | 0,7 | 1,4 |
İran | 77 | 38 | 53,9 |
Azerbaycan | 5,9 | 2 | 10 |
Irak | 29 | 9,7 | 10,7 |
Suriye | 8,2 | 7,3 | 8,5 |
Yunanistan | 62,5 | 47,1 | 53,8 |
Bulgaristan | 13,6 | 4,8 | 7,9 |
World Bank;World Development Indicators. Oranları biz hesapladık. |
2009 itibariyle sadece Yunanistan ve İran ekonomisi Türkiye ekonomisinin yarısına eşit veya her ikisinin toplamı Türkiye ekonomisini biraz geçiyor.
Ekteki veriler Türk şirketlerinin uluslararası pazarlara açılmakta kat ettiği yolu da göstermektedir. Önceleri yabancı sermaye ağırlıklı Türk şirketleri söz konusu olurken şimdi uluslararası pazarlarda Türkiye sermayesi ağırlıklı şirketler yayılmaktadır.
Bütün bu veriler dış politikada “eksen kayması” olmadığını, bütün kavganın pazar arayışından kaynaklandığını göstermektedir.
Askeri-sanayi kompleksi ve Türkiye gerçeği:
Askeri-sanayi kompleksinden anlaşılması gereken nedir? Bu kavramı şöyle tanımlayabiliriz: Silahlanma sermayesinin çıkarlarının ve gücünün, ordunun ve bürokrasinin çıkarları ve gücüyle kaynaşarak sağlam bir iktidar kompleksi oluşturmak. Askeri-sanayi kompleksi, emperyalist politikanın olmazsa olmazlarındandır. Böyle bir güç veya yapılanma Türkiye'de de gelişmiştir.
Özellikle Kıbrıs'ın işgalinden bu yana Türkiye'de yerli silah sanayi geliştirilmiştir. Dış düşman algılaması ve 30 senedir devam eden kirli savaş, bir taraftan TSK'ya milyarlarca dolarla ifade edilen sermaye akışını sağlarken, diğer taraftan da özel sektörün de bu alanda giderek yoğunlaşan faaliyetine yol açmıştır.
Belirttiğimiz nedende dolayı yerli silah sanayi de sıçramalı bir gelişme göstermiştir. Bu alanda gelişmenin nasıl olduğunu aşağıdaki verilerde görüyoruz:
TSK ihtiyaçlarının yurt içinde karşılanma oranı | |
Yıllar | Karşılanma oranı |
2003 | 25,0 |
2006 | 36,7 |
2007 | 41,6 |
2008 | 44,2 |
2009 | 45,7 |
2010 | 52,1 |
Kaynak: Tobb Savunma Raporu, 2011, s. 68. |
TSK'nın ihtiyaçlarının yerli üretimle karşılanma oranının 7 sene içinde yüzde 25'ten yüzde 52,1'e çıkması Türkiye'de silah sanayinin; askeri-sanayi kompleksinin ne denli hızlı gelişmiş olduğunu gösterir.
Savunma sanayi cirosu (dolaysız) | |
Yıllar | Milyar dolar |
2006 | 1,72 |
2007 | 2,01 |
2008 | 2,32 |
2009 | 2,32 |
2010 | 2,73 |
Kaynak: Tobb Savunma Raporu, 2011, s. 69. |
Sadece 2006-2010 arasında savunma sanayi cirosu yaklaşık yüzde 59 oranında artmıştır. Gelişmenin böyle olduğunu savunma sanayi ihracatında da görmekteyiz.
Savunma sanayi ihracatı:
Savunma sanayi ihracatı (savunma + havacılık) -milyon dolar | |||
Yıllar | Savunma | Sivil havacılık | Savunma sanayi ihracatı (savunma + havacılık) |
2006 | 352 | 135 | 487 |
2007 | 420 | 185 | 605 |
2008 | 576 | 206 | 782 |
2009 | 669 | 162 | 831 |
2010 | 634 | 214 | 848 |
Kaynak: Tobb Savunma Raporu, 2011, s. 70, 71. |
2006-2010 arasında toplam ihracat yüzde 74, sivil havacılıkta yüzde 59 ve savunmada da yüzde 80 oranında artmıştır.
2005-2009 döneminde Türkiye silah ihracatında 10. ve 2004-2008 arasında silah ithalatı sıralamasında da keza 10. sırada yer alıyordu. Daha önceki dönemlerde Türkiye silah ithal eden ülkeler arasında daha ön sıralarda yer alıyordu, örneğin 2000'lerin başında silah ithal eden ülkeler sıralamasında dördüncü konumdaydı. Şimdi onuncu sıraya düşmüş olması yerli üretimin ne denli arttığını ve TSK'nın ihtiyaçlarını karşılar duruma geldiğini gösterir.
Türkiye'nin en çok silah sattığı ülkeler arasında Irak, Pakistan, Malezya, Gürcistan ve Birleşik Arap Emirlikleri ilk sıralarda yer almaktadır.
Hangi işletmelerin silah ürettikleri ve üretimin hangi alanlarında faal oldukları ekteki listede görülmektedir. Bu işletmeler Türkiye'de askeri-sanayi kompleksinin bel kemiğini oluşturmaktadır (Bkz.: Ek 3).
TSK, Oyak'ın kurulmasıyla (1960) sermaye ile doğrudan ilişkilenmiş oldu. Oyak, yerli tekelci sermayenin bir parçası olarak gelişti. Hemen her alanda üretim yapan Oyak, Türkiye'nin dev tekellerinden birsidir.
1987'de çıkartılan bir yasa ile hava, deniz ve kara kuvvetlerini güçlendirme vakıfları birleştirilmiştir. TSKGV, ordunun ihtiyaç duyduğu silah, araç ve gereçlerinin yerli üretimle sağlanmasını amaçlamıştır. Bu vakıf, silah üreten birçok şirkete ortaktır. 2008 verilerine göre bu vakfın o yılki silah sanayi toplam cirosundaki payı yüzde 33 idi. Buna karşın kamunun payı yüzde 31 ve özel sektörün payı da yüzde 36 idi. Bu durumda Türkiye'de silah üretiminin üçte biri özel sektörün, geriye kalan üçte ikisi de kamunun elindedir.
Savunma Sanayii Destekleme Fonu da silah üretimini desteklemek için kurulmuştur.
Türkiye'nin silah tekeleri, uluslararası alanda başka firmalarla ortaklıklar da kurmaktalar. Arjantin, Malezya, Tayland ve Singapur'da o ülkelerin yerli firmalarıyla ortaklık temelinde birçok işletmeler kurulmuştur.
Dünya çapında değişen güç dengeleri ve Türkiye:
Emperyalistleşen Türkiye, çapı ne olursa olsun dünya pazarlarında pay talep eden Türkiye'dir ve bundan dolayı da yeni bir paylaşım savaşının aktörüdür.
Bununla Türkiye'nin dünya hegemonyası merkezli bir jeopolitik anlayışının ve bunu uygulama yeteneğinin olduğunu söylemiyorum. Bu anlamda Türkiye ne ABD ile ne Rusya ve ne de Çin ile boy ölçüşebilir, ama Balkanlarda, Ortadoğu ve Hazar Havzası/Kafkasya üçgeninde gözü olan bu ve başka emperyalist ülkeler, Türkiye'nin de bu bölgelerde gözü olduğunun ve aynı zamanda mutlaka hesaba katılması gereken bölgesel bir güç olduğunun bilincindeler.
Emperyalist savaşlar dünya pazarlarında hakimiyet dengelerinin, güç dengelerinin değişmesi sonucunda patlak vermiştir. Şimdi de bu dengeler değişmektedir, hem de hızla değişmektedir. ABD, tek başına bir süper güç olma konumunu devam ettiriyor, ama gerileyen, çöken bir süper güç. Çin ise oldukça hızlı yükselen, dünyanın en güçlü ülkesi olmaya en yakın olan ülke. Bu konum değiştirmesi nasıl olur, başka güçler de (örneğin Rusya, Hindistan) Çin gibi hızlı bir yükseliş sergileyebilirler mi veya AB içinde Almanya, Fransa, İngiltere nasıl bir konumda olurlar, bunların hepsi soru işaretlidir.
II. Dünya Savaşı sonrasında kurulan dünya düzeni revizyonist blokun çökmesiyle dağıldı. İki kutuplu dünyanın yerini çok rekabet merkezli dünya aldı. Bu çok rekabetlilik sürmektedir. Emperyalist ülkeler arasında kalıcı olan yeni bir ittifaklaşma henüz yok. Bu ittifaklaşmada Türkiye gibi birçok ülkenin de söz sahibi olacağı açıktır.
ABD, Japonya ve AB'nin Almanya, Fransa, İtalya, İngiltere gibi ülkelerinde kapitalist ekonominin dinamikliği kalmamıştır. Bu ülkelerde ekonomi, adeta yerde sürünmektedir. Büyüme oranları oldukça düşüktür. Özellikle İngiltere ve ABD, üreten ekonomi olmaktan çoktan çıkmışlardır. G-7'lerin yerini alabilecek yeni ülkeler ortaya çıkmıştır. Bu, kapitalizmde eşitsiz gelişme yasasının bütün şiddetiyle işlediğini gösterir. Yaşlı emperyalist ülkeler, zamanın ve güç dengesinin değiştiğini pekala görmekteler. G-7'lerin yerini (veya G-8) 19 ülke ve AB'den oluşan G-20'lerin alması yaşlanmış emperyalist ülkelerin bir lütfü değildir; arkadan gelerek hızla gelişen ülkelerin gelişiyor olduklarını dayatmalarıdır. Şimdilerde ise G-20 yerine G-7 kavramı ön planda. Açık ki, E-7 ile kastedilen ülkeler hesaba katılmadan dünya ülkelerinin katıldığı uluslararası veya bölgesel toplantılar artık pek anlamlı değildir. Bazı karşılaştırmalarla bu süreci biraz açalım:
Güçler dengesi ve bazı “yükselen” ülkelerin değişen konumu:
Türkiye'de tekelci burjuvazi tarihsel, coğrafi ve ekonomik gücünün beraberinde getirdiği olanak ve avantajları kullanarak uluslararası planda değişen güçler dengesi içinde hızlı yükselen güçlerden birisi oldu. Dünyanın 16. ekonomisi olması onun gücünün bir göstergedir. Türk tekelci burjuvazisi de dünyanın dört bir yanında yatırım ve pazar alanı bulmak için cirit atmaktadır. Artan meta ve sermaye ihracı bunun açık bir ifadesidir.
Her gelişen, yükselen güç, önce en yakın çevresine ilgi duyar. Tarihte bunun örnekleri çoktur. Örneğin Amerikan kapitalizmi Monroe doktrini ile ”Amerika Amerikanlılarındır” anlayışından hareket ederek bütün Amerikan kıtasını kendi arka bahçesi ilan etmiştir. AB, öncelikle Avrupa ülkelerini üye yaparak bütün kıta üzerinde hakimiyetini kurmuştur. Keza Rusya BDT ile eski SB ülkeleri üzerinde hakimiyet kurmaya çalışmaktadır. Türkiye de Balkanlar-Ortadoğu-Kafkasya/Hazar Havzası üçgenindeki ülkelere ilgi göstermektedir. Tekelci sermayenin stratejisi bölgesel güç olarak gelişmek ve buna dayanarak dünya pazarlarında pay kapmaya çalışmaktır.
Tekelci burjuvazinin çok rekabet merkezli dünya koşullarında cumhuriyetin 100. yılına, yani 2023'e kadar dünyanın ilk on ülkesi arasına girme çabasını, çok uzak bir hayal değildir, gerçekleştirilebilir bir hedeftir.
Şimdi ne diyorlar bilmiyorum, ama 1990'lı yılların ikinci yarısındaki tespitleriyle Türkiye'de Maocu arkadaşlar, Türkiye de dahil dünyanın yarısını feodal, yarı feodal ilan ediyorlar, Türkiye'de ”gördüklerinize inanmayın, sömürü feodaldir“ tespiti yapıyorlar ve ”gürbüz” bir kapitalizmi kurarak feodalizmi yıkacaklarını ve -herhalde- sosyalizme giden yolu açacaklarını yazıyorlardı. Yani Türkiye, feodal veya yarı feodal ve sömürü de feodal. Doğruluğundan yanlışlığından bağımsız olarak bu görüş, oldukça açıktır, köşeleri bellidir. Dünyanın yarısı feodal veya yarı feodal!
Tabii Türkiye'de sadece Maocular yok, başka devrimci yapılar da var. Onlara Arjantin, Brezilya, Hindistan, Endonezya, G. Kore, Türkiye vb. Ülkeler, emperyalist çağda dünya ekonomisi denen o zincirin hangi halkalarını oluştururlar diye sorarsanız herhalde „emperyalizme bağımlı, yeni sömürge veya yarı sömürge“ ülkeler cevabını alırsınız. Şüphesiz, bu tanımlamanın doğru olduğu dönemler vardı. O dönemler artık geride kaldı. Son yıllarda, özellikle de revizyonist blokun yıkılmasından ve küreselleşme dalgasının göklere çıkartılmasından bu yana bir kenara itilen emperyalizm kavramının yerini sanallaştırılan, kökeninden kopartılan, ne olduğu belli olmayan, ama her halükarda uluslar ötesi; ulus-devlet ötesi; ulus-devletten bağımsızlaşmış bir sermaye aldı. Emperyalist küreselleşme diye tanımladığımız gelişme, emperyalizm ötesi bir gelişme, çağ veya aşama olarak algılandı. Bu süreçte söz konusu bu ülkelerin uluslararası güç dengelerindeki yeri hep geçiştirildi. Her şey, her gelişme, ulusal kökeninden, menşeinden tamamen kopmuş (!), tamamen uluslararasılaşmış (!); yeri yurdu olmayan (!), ama her tarafta var ve hakim olan uluslararası tekelci sermayeye tabi kılındı. Dolayısıyla bu ülkeler de bu sermayeye tabi kılındı. Ama bizzat yaşamın kendisi, yaşanmakta olan dünya fazla üretim krizi bu anlayışın yanlışlığını gösterdi. Nasıl ki, A. Negri'in ”İmparatorluk“ teorisi birkaç yıl içinde güneş altında kalmış kar gibi eriyip yok olduysa, ulusal kökeninden, menşeinden kopuk bir sermayenin de olamayacağını yaşanmakta olan kriz gösterdi. Dolayısıyla bu anlayış da güneş altında kalmış kar gibi eridi. Negri, ”İmparatorluk“ anlayışıyla her şeyi sanal imparatorluğa bağlamıştı. Diğer anlayış ise neyi nereye bağlayacağını pek beceremeden yaşanmakta olan krizin ortaya çıkardığı ülkeler arası, sermayeler arası rekabetin tozu-dumanı içinde yolunu şaşırdı. Ne yapacağını bilemiyor. Küreselleşmeyi nihai noktasına götürdü ve kapitalist sistemin kendiliğinden çökeceğini ilan etti. Ama kriz, küreselleşmenin kâr oranı hareketine bağımlı bir gelişme olduğunu gösterdi. Ortaya bildiğimiz klasik emperyalist/kapitalist ilişkiler ve çelişkiler çıktı: Gördük ki, tamamlanmış, nihai sınırına dayanmış bir küreselleşme yok, dünya pazarlarında rekabet eden sadece birkaç emperyalist ülke yok; yeni ülkeler de aynı pazarlarda pay kapmak için eski emperyalist ülkelerle dişe diş rekabet ediyorlar. Bir kısım ülkeler giderek gerilerken, bir kısmı ülke giderek yükseliyor. Öyle ki, eski emperyalist ülkelerden oluşan çok rekabet merkezli dünya, yeni rekabet merkezleriyle yeni bir güçler dengesi sürecine girmiş. Bu gelişme, küreselleşmeyi nihai sınırına götürenlerin yüzüne çarptı. Kapitalizmde eşitsiz gelişme yasasını hesaba katmayan bir değerlendirme ancak yanlış sonuçlara götürebilirdi. Öyle de oldu.
Sermaye ve üretimin uluslararasılaşması koşullarında sadece Türkiye değil, diğer bütün ülkelerin geçirmiş olduğu yapısal değişim değerlendirmelerde hesaba katılmalıydı. Söz konusu bu ülkelerin hepsi değişik dönemlerde bir biçimde emperyalizme bağımlı ülkelerdi. Bu bağımlılık içinde yapısal değişimi içeren gelişme sergilediler; sıçramalı bir gelişme gösterdiler. Aşağıda bu yapısal gelişmeyi bazı verilerle göstereceğim. Söz konusu bu ülkeler, farklı dönemlerde iç çatışmalardan geçerek (Örneğin askeri yönetimler, darbeler) kabuk değiştirebilmişlerdir.
Neydi o ”müthiş“ anlayış! Emperyalizme bir defa bağımlı mısın, o zaman ebediyen bağımlısın veya emperyalizm gelişmenin önünde engeldir. Ama bizzat emperyalizm, gelişmenin önünde engel olmadığını ama bağımsız gelişmenin önünde kesinlikle engel olduğunu göstermedi mi? Böyle bir anlayışın Marksist yöntemle, Leninist emperyalizm analiziyle, hele hele Marks'ın Kapital'de sermaye hareketini ele alışıyla ne türden bir ilişkisi olabilirdi. Neyse. Söz konusu bu ülkeler süreç içinde yapısal değişimden geçerek, emperyalizme bağımlılık ilişkilerinden çıkarak gelişmişlik ve dolayısıyla güç seviyesi farklı olan ülkeler arasındaki karşılıklı bağımlılık ilişkileri sürecine girmişlerdir.
Ne diyordu Stalin? “Savaş döneminde ve savaştan sonra (I. Dünya Savaşı’nı kastediyor. İ.O.) sömürge ve bağımlı ülkelerde kendilerine ait genç bir kapitalizm doğmuş ve büyümüştür. Bu kapitalizm, pazarlarda eski kapitalist ülkelerle başarılı bir şekilde rekabet ediyor ve böylece pazar alanları uğruna mücadeleyi keskinleştiriyor ve karmaşıklaştırıyor.”
Stalin kapitalizmde eşitsiz gelişme yasasının sonuçlarından bahsediyor. Söz konusu bu ülkelerdeki yapısal değişim ve eski emperyalist ülkelerle dünya pazarlarında giriştikleri rekabet de bu yasanın doğrudan bir sonucudur. Demek ki, önceleri feodal, yarı feodal, geri gelişmiş kapitalist ülkeler süreç içinde gelişebilirler, emperyalizme bağımlılık, yarı sömürge ilişkilerinden çıkarak pekala emperyalistleşebilirler. Jeopolitika geliştirme yeteneğine sahip olan veya potansiyel olarak sahip olan ve başkaca olanakları olan ülkeler sıçramalı gelişebilirler. E-7 ülkelerinin hepsi bu özelliklere sahiptir.
Geçen yüzyılın '70'li yıllarında emperyalist ülkelerin üniversite çevrelerinde ”alt-emperyalizm“, ”üst-emperyalizm“ tartışmaları oldukça yaygındı. Hocaların da katıldığı “fikir jimnastiği” bolca yapılırdı. Bu tartışmalar Latin Amerika'da ”dependenzteorisi“ (bağımlılık teorisi) olarak devam etti. Bu tartışmalarla o zaman söz konusu olan ülkelerdeki (Örneğin Brezilya) ekonomik gelişme arasında ne türden bir bağ vardı, orası ayrı bir konu. Ama her halükarda bir kısım ülke geliştikçe, emperyalizme bağımlılık ilişkisi de başka biçimler almaya başladı. Bağımlılık ilişkileri, gelişen, güçlenen veya „yükselen“ ülkeler lehine gevşedi. Bağımlılık ilişkilerinin gevşemesi, gelişen ülkelerin kendi çıkarlarını ön plana çıkartarak hareket ettikleri anlamına gelir. Bir zamanlar bölgesinde sadece bağımlı olduğu ülkenin çıkarlarının jandarması rolünü üstlenmiş ve bu rolü yerine getirdiği oranda nemalanmış yarı sömürge, emperyalizme bağımlı gelişen ülkeler, artık bu rolle yetinmiyorlar. Yetinmenin ötesinde kendi çıkarları göz önünde tutulmuyorsa bu rolü oynamıyorlar. Açık ki emperyalist ülkeler, söz konusu böylesi ülkelerdeki yapısal değişimi görüyorlar ve ona göre hareket etmek zorunda kalıyorlar. Bunun soncudur ki, bölgesel güç olan, yükselen ülkeler, yayılmacı planlarını gerçekleştirmek için emperyalist ülkelerle ortaklık içinde hareket ediyorlar.
Bölgesel güç olan bu ülkeler aslında emperyalistleşmiş ülkelerdir: çapı ne olursa olsun emperyalist ülkelerdir veya ekonomik, askeri, mali, siyasi nüfuzu bölgesel olan emperyalist ülkelerdir. Bu ülkelerden birisi de Türkiye'dir.
Bu nedenle Türkiye'nin salt stratejik konumunu pazarlaması anlayışı artık geçerli değildir; Türkiye emperyalizmle ilişkilerinde stratejik konumunu da kendi tekelci sermayesinin çıkarlarının hesaba katılması için pazarlıyor; bölgesel çıkarlarda pay talep ediyor. Bu anlamda ”kırıntı“ kavramının da artık bir geçerliliği kalmamıştır. Hangi kırıntı için Amerikan emperyalizmi Türkiye'yi Ortadoğu'da, Balkanlarda, Kafkasya/Hazar Havzası'nda veya Orta Asya'da kendi çıkarlarına koşabilir? TSK, hangi kırıntı karşılığında Somali açıklarında korsan avcılığı yapıyor? Veya yeteri kadar nemalanmadığı için mi İsrail ile restleşebiliyor?
21. yüzyılla birlikte dünya ekonomisinde bir grup ülkenin ”gelişen“ ülkelerden koptuğu ve sıçramalı gelişmesinin sonucunda farklı bir konuma geldikleri görüldü. Önceleri ”yükselen“ tek tek ülkelerden -örneğin Çin, Hindistan, Brezilya- bahsedilirken, sonraları BRIC ülkelerinden (Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin) bahsedilmeye başlandı. (Bu ülkelere son olarak Güney Afrika da dahil edildi ve kısaltma BRICS oldu). Bu da olmadı ve G-7 kavramından esinlenerek E-7 kavramı üretildi. Böylece BRIC ülkelerine Türkiye, Endonezya ve Meksika da eklendi. E-7, “yüksele“ bu 7 ülkeyi ifade ediyor. G-7'lerle E-7'leri karşılaştıran değerlendirmeler yapılıyor. E-7'lerin önümüzdeki dönemde G-7'leri geçeceği hesapları yapılıyor. Bu iki grup ülkeyi çeşitli açılardan karşılaştıralım.
Önce gelişmiş-gelişen ülkeler karşılaştırması:
Gelişmiş ve gelişen ülkelerin dünya GSYİH'ndaki payı:
Aşağıdaki grafikte gelişmiş ülkelerin ve yükselen ve gelişen ülkelerin dünya GSYİH'ındaki paylarının 1980-1990 arasında hemen hemen aynı kaldığını görüyoruz. Ama 1990-1994 krizi sürecinde durum değişiyor. 1991'den 1992'ye gelişmiş ülkelerin dünya GSYİH'ndaki payı yüzde 68,93'ten yüzde 64,19'a düşüyor (4,74 puanlık bir azalma). Gelişmiş ülkelerin payı 2004'te yüzde 60'ın altına düşüyor ve düşüş hızlanıyor.
Yükselen ve gelişen ülkelerin dünya GSYİH'ndaki payı 1991'den yüzde 31,07'den 1992'de yüzde 35,81'e çıkıyor (5, 26 puanlık bir artış). Bu pay artışı 2000'den itibaren hızlanıyor.
Gelişmelerin normalliği içinde her iki ülke grubunun dünya GSYİH'ndaki payı 2013'te yüzde 50'ye yüzde 50 olacak.
Yukarıdaki grafik, aynı zamanda, son üç dünya krizi sürecinden (1990-1994, 2000-2004, 2008...) yükselen ve gelişen ülke grubunun dünya ekonomisindeki payını arttırarak çıktığını, gelişmiş ülkelerin kriz sürecinde güç kaybettiklerini ve kriz sorasında da bu kaybı telefi edemediklerini göstermektedir.
Gelişmiş ülkeler ve gelişen ülkeler arasında güç dengesinin ne denli hızlı değiştiğini aşağıdaki grafikte görüyoruz.
Yukarıdaki grafikteki trendi burada da görüyoruz. Dünya krizleri döneminde ülke grupları arasında denge hızla değişiyor.
G-7 ülkeleri 2007 yılında geçiliyor. AB ve Avro Alanı'nın gelişen ülkeler karşısında dünya GSYİH'ndaki pay bakımından iddialı bir konumları yok.
(Bkz.: “Dünya Ekonomisinde Güncel Durum-Krizin Seyri ve Güçler Dengesinde Değişim”, Mart/Nisan 2011. www.ibrahimokcuoglu.blogspot.com).
Gelişen ülkeleri sınıflandırarak karşılaştırma yapalım:
GSYİH bakımından:
Ülke ve ülke grupları | Dönemler- Dünya toplamına oranı | |||
GSYİH | 1991–1994 | 2000–2004 | 2005–2009 | 2015 (Tahmin) |
BRIC-ülkeleri | 5,8 | 8,5 | 13,1 | 21,6 |
BRIC hariç diğer yükselen ekonomiler | 10,6 | 10,8 | 13,3 | 15,4 |
ABD | 26,2 | 30,6 | 25,6 | 22,0 |
Avro Alanı | 24,8 | 21,3 | 22 | 16,6 |
Kaynak: IMF; New Growth Drivers for Low-Income Countries: The Role of BRICs . January 12, 2011, s. 9. |
BRIC ülkeleri ve genel anlamda gelişen ülkeler, dünya GSYİH'ndaki pay bakımından emperyalist merkezleri geride bırakıyorlar:
1-1991-1994'ten 2015'e BRIC ülkelerinin dünya GSYİH'ndaki payı yüzde 5,8'den yüzde 21,6'ya çıkıyor (15,8 puanlık bir artış).
2-Aynı dönemde BRIC ülkeleri hariç diğer yükselen ülkelerin dünya GSYİH'ndaki payı yüzde 10,6'dan yüzde 15,4'e çıkıyor (4,8 puanlık bir artış).
3-Aynı dönemde gelişen ülkeler toplamının dünya GSYİH'ndaki payı yüzde 16,4'ten yüzde 37'ye çıkıyor (20,6 puanlık bir artış).
4-Aynı dönemde ABD'nin dünya GSYİH'ndaki payı yüzde 26,2'den yüzde 22'ye düşüyor (4,2 puanlık bir azalış).
5-Aynı dönemde Avro Alanı'nın dünya GSYİH'ndaki payı yüzde 24,8'den yüzde 16,6'ya düşüyor (8,2 puanlık bir azalış).
6-Aynı dönemde ABD+Avro Alanı'nın dünya GSYİH'ndaki payı yüzde 51'den yüzde 38,6'ya düşüyor (12,4 puanlık bir azalış).
Veya; 2010'da Güney Afrika da dahil bu beş ülkede GSYİH 12,7 trilyon dolardı, AB'nin ise 12,2 trilyon dolardı. IMF'nin tahminine göre 2012'de bu beş ülkede GSYİH 15,91 trilyon dolara, ABD'de ise 15,88 trilyon dolara çıkacak. Böylece bu beş ülke AB'yi 2010'da geçmiş oluyor, 2012'de de ABD'yi geçecek (Bkz.: “Dünya Ekonomisinde Güncel Durum-Krizin Seyri ve Güçler Dengesinde Değişim”, Mart/Nisan 2011. www.ibrahimokcuoglu.blogspot.com).