Hangi açıdan bakılırsa bakılsın kendiliğinden çöküş teorisi bir cümlede şöyle ifade edilebilir: Modern meta üretimi sistemsel bir kriz sürecine girmiştir ve bu kriz, ancak ve ancak meta üretimin -kapitalizmin- çöküşüyle sonuçlanabilir.
Bu krizin kanıtı nedir diye soracak olursanız, ancak birtakım imalarla karşılaşırsınız. Somut durumun somut analizi yok; kapitalist üretimin, sermaye hareketinin tarihsel eğilimini gösteren ampirik veriler yok. Kapitalizmin sonuna geldiğini gösteren maddi olgular ve bu olgulara dayanan bir trend yok. Ama kapitalizm çöküyor!
Kapitalizmin çöküşü a priori olgu olarak kabul ediliyor. Bunun ötesinde kapitalizmin kendiliğinden çökeceği anlayışını savunanlara kadercilik yön veriyor. Kapitalizmin geleceği iç çelişkilerinden dolayı daha baştan belirlenmiştir, bu gelecek, bu son değiştirilemez anlayışı hakim.
Genel anlamda ve özel anlamda da deniyor ki, bugün veya geçen yüzyılın '80'li yıllarından bu yana kapitalizmin gelişmesi, küreselleşme aşamasına geçmiştir ve bu aşama, geriye dönüşü olmayan bir aşamadır. Bu aşamada nelerin gerçekleşiyor olduğu da şöyle anlatılıyor: Artık “üçüncü sanayi devrimi” döneminde yaşıyoruz. Artı değer üretmenin olanağı kalmamıştır; genişletilmiş yeniden üretim yapılamamaktadır. Makineler ürettiği için “emek” değersizleşmiştir, işgücüne ihtiyaç kalmamıştır veya bu ihtiyaç hızla önemsizleşmektedir vb. Bu ve benzer düşüncelerle kapitalizmin çöküşü teorileştiriliyor. Teori somut verilere dayanmıyor; soyut olmaktan öteye geçmeyen birtakım açıklamalarla güya somutlaştırılıyor.
Her kriz döneminde olduğu gibi bugün de dillendirilen bu teoriler, hiç de yeni değil; bunlar neredeyse bir asırlık teorilerdir. Daha 20. yüzyılın başında bu teoriler Almanya Sosyal Demokrat Partisi'nin hem “Marksist Merkez”inde (örneğin K. Kautsky) hem de sol kanadında (R. Luksemburg) ideolojik çekirdeğin bir parçasıydı. Kautsky ve yandaşları “devrimci bekleyiş”teydiler. O zaman A. Bebel de burjuva toplumun çöküşünü, param parça olacağını anlatmak için kullandığı “Grosser Kladderadatsch” kavramıyla “devrimci bekleyiş”teydi. Beklerken de boş durmuyorlar, geçmişte kalan devrimci mücadeleyi, eylemi “iradecilik”, zorlama olarak açıklayıp kendilerine göre ideolojik mücadele veriyorlardı. Sadece R. Luksemburg, çöküş teorisine harekete geçiren, örgütleyen, mücadeleye sevk eden bir anlam yüklüyordu. Bundan dolayı R. Luksemburg “ya sosyalizm ya barbarlık“ diyordu. Şimdi onun bu teorisine dayanarak kendiliğinden çöküşü savunanlar, bu teoriye harekete geçiren, örgütleyen, mücadeleye sevk eden bir anlam yüklemediklerinden ve alternatif olarak sosyalizmi değil, sadece barbarlığı gösterdiklerinden dolayı (ya kapitalizm ya barbarlık anlamında) R. Luksemburg'u karikatürleştirmiş oluyorlar.
Geçen yüzyılın '20'li ve '30'lu yıllarında da kendiliğinden çöküş teorisi revaçtaydı. Sonra unutuldu veya uzun bir dönem rafa kaldırıldı. Bunun nedeni de II. Dünya Savaşından sonra kapitalizmin dünya ölçeğinde krizsiz, nispeten istikrarlı bir sürece girmesiydi. Kendiliğinden çöküş teorileri 1960'lı ve '70'li yıllarda Batı Avrupa'da öğrenci hareketinin yükselmesi sürecinde yeniden gündeme getirildi (Örneğin E. Mandel). Küreselleşme tartışmalarıyla birlikte de kapitalizmin geleceği tartışmalarının belli başlı yönlerinden biri oldu.
R. Luksemburg'dan farklı olarak, yeniden canlandırılan çöküş teorilerinde esas sorun, çöküşün bizzat kendisinin sorun olmasıdır. Tamam, anladık, diyelim ki kapitalizm kendiliğinden çöküyor, ama bu çöküş sürecinde nasıl bir toplumsal düzeni göz önüne getirmeliyiz, nasıl bir geçici toplumsal ve ekonomik ilişkilerle karşı karşıya kalacağız? Yaygın yoksulluk, kitlesel işsizlik mi bu çöküşün göstergeleri oluyor? Her kriz döneminde bu görüngüler, kriz gerçekliği olarak yaşanmıyor mu? Tamam, modern meta üretiminin (kapitalizmin) sonuna gelindi, “emeğin” değeri kalmadı; sermaye “emeği” azletti, peki bunun kanıtı ne?
Kendiliğinden çöküşün teorisi ajitasyon tarzında yazılarla yapılıyor; 'çöktü, çöküyor, barbarlık' vs. Ama hiçbir çöküş ajitatörü bu çöküşü teorik ve ampirik olarak açıklama cüretini gösterememiştir, en azından şimdiye kadar gösterememiştir. Neden? Mademki bu sistem verili zaman içinde (onların belirlediği zaman zarfında) çökecek, o halde bu çöküşün elle tutulur, gözle görülür verileri olmalıdır. Tek bildikleri ve sürekli tekrar ettikleri, yeni bir birikim olanağı, artı değer üretme olanağı kalmamıştır, kapitalizmin ana arterleri tıkanmıştır, “emeğin” değeri kalmamıştır, kapitalizm artık geriye dönüşün olmadığı bir çöküş ve barbarlık sürecine girmiştir. Burjuva cepheden “sol”un “en Marksistler”ine varana kadar hepsi aynı anlayışı bir biçimde tekrarlıyor. Bir kısmı da buna R. Luksemburg'u karıştırıyor.
Kendiliğinden çöküş ajitatörlerinin anlayışlarını birkaç noktada toplayabiliriz:
1- İşçinin işgücünü satmasına artık gerek yok:
Değer üreten “emek” (işgücü); soyut “emek” (işgücü) artık yok oluyor, artık “üçüncü sanayi devrimi” koşullarında makineler üretiyor; “emeğe”, işgücünün pazarlanmasına ve harcanmasına gerek kalmıyor. Böylece “emeğin” sermayeye tabi, bağımlı olması giderek anlamsızlaşmaktadır. Yani sermayenin işgücüne ihtiyacı kalmıyor. Bundan dolayı kapitalizm, modern meta üretimi çöküyor.
2-Sermaye, dünyanın birçok devasa büyüklükteki alanlarından geri çekilmeye başlamıştır: Kendiliğinden çöküş ajitatörlerinin bir kısmı, sermaye ve üretimin uluslararasılaşmasının geriye dönüşümü olmayan bir ilerleme, emperyalist küreselleşmeyi yeni bir aşama olarak görürler. Anlayışlarına göre, bu aşamada patlak veren yaşanmakta olan ekonomik kriz, sadece bir fazla üretim krizi olamaz; bu, bir sistem krizidir. Bu nedenle olsa gerek, krizdeki ülkelerin haline bakarak bütün kapitalist sistemin çöküyor olduğunu savunurlar.
Bu unsurlar, her halükârda sermaye hareketi ile kâr oranı arasındaki diyalektik bağı göremiyorlar. Bu nedenden dolayı da sermaye ihracını bu diyalektik bağ açıdan açıklayamazlar ve sermayenin bir ricat sürecine giriğini savunurlar.
3-Kredi ve spekülasyon pazarlarında, borsalarda devasa bir şişme var ve mali pazarlar dizginlerinden boşanmıştır:
Bence de çok doğru söylüyorlar. Kriz, balonların patlaması, şişkinliğin inmesi demektir. Yani kriz döneminde kapitalizm, bu çelişkilerini bir sonraki krize hazırlık babında çözmüş olur. Aksi taktirde krizden çıkamaz. Ama her seferinde de bu çelişkilerini bir sonraki krize yeni bir hazırlık olarak çözüyor. Yoksa çözmüyor mu?
Kendiliğinden çöküş ajitatörleri, her fazla üretim krizinin bu klasiğini kapitalizmin kendiliğinden çöküşünün temel bir göstergesi olarak görüyorlar.
Bu ve benzeri savlar ancak kapsamlı bir çalışmada ele alınabilir. Bu makale de “12 Eylül Darbesinin Politik Ekonomisi ve Emperyalistleşen Türkiye” (Eylül 2011) tarzında bir makaledir. Burada “Kapitalizmin Çöküşü Üzerine Teoriler” çalışmasından bir özet sunuyorum.
Perspektifi belirleyen bakış açısıdır...
Kapitalizm üzerine kriz dönemlerindeki tartışmaların konusu genellikle bellidir; kapitalizmin ne zaman krize girdiği, bunun bir mali kriz mi yoksa fazla üretim kriz mi olduğu, krizin şiddeti, kriz sürecinde sınıf mücadelesini seyrinin nasıl olacağı tartışılır. Sorunun bir de ideolojik, teorik yanı vardır. Burada burjuva ve küçük burjuva kriz teorileri gündeme gelir: Bunlar da tartışmanın birer konusudur. Ötesinde kapitalizmin tarihsel gelişme aşamasıyla bağlam içinde devrim mi yoksa kendiliğinden çöküş mü tartışmaları da yapılır. Devrimci mücadeleyi, işçi sınıfını örgütleyemeyenler, işçi sınıfından umudunu kesenler, sistemin kendiliğinden çökeceği aşamasına geldiğini savunurlar. Bunun için birtakım teorik dayanaklar ararlar ve bulurlar da. Örneğin R. Luksemburg'un anlayışına dayanarak artık kapitalizmin var oluş koşulunun kalmadığını, kendiliğinden çökeceğini gündeme getirirler. Marks mı - Luksemburg mu karşılaştırması yapılır.
Böylesi dönemlerde Kautski'yi, O. Bauer'i, H. Grossman'ı vb. “yâd etmek” adettendir.
Böylesi dönemlerde “uzun dalga” teorisinin savunucuları da arz-ı endam ederler.
Ne denli ağır olursa olsun, kapitalizmin fazla üretim krizini sistem krizine, varoluş krizine dönüştürenler ortaya çıkarlar. En “yenilikçi” olanlar, en teorik, en bilimsel takılanlar bunlardır. Sistemin bütün sorunlarını analiz etmiş olduklarından dolayı hükümleri kesindir; kapitalizm çöküyor!
Emperyalist çağın başından bu yana bu ve benzeri anlayışlar şu veya bu biçimde, somut duruma göre değişerek sürekli savunulmuştur...
Kapitalizm kendi nesnel yasaları doğrultusunda krizini aşar, ancak devrimci öznenin müdahalesiyle yıkılabilir. 1925'ten bu yana bu kriz süreci tekrarlanır. Kapitalizm var olduğu ve devrimci öznenin bu sistemi yıkan müdahalesi olmadığı müddetçe de tekrarlanacaktır. Bu çağ, ancak ve ancak devrimle sonlandırılabilir. Kapitalizmin kendiliğinden çökeceğini savunanların devrimle, işçi sınıfının tarihsel misyonuyla, sosyalizmle ilgisi yoktur. Bunların bir kısmı görüşlerini açık, herkesin anlayabileceği bir biçimde savunurken, bir kısmı “tutuk” davranır, Marksizme “sahip çıkarak” Marksizmi tasfiye etmeye çalışır. Bunlar bir taraftan işçi sınıfından, sosyalizmden, devrimden bahsederler, ama diğer taraftan da işçi sınıfının nesnel var olma, devrimin ve sosyalizmin gerçekleşme koşullarını ortadan kaldırırlar. Bu yazıda bu küçük burjuva akımın, “emeği” nasıl değersizleştirdiğini, işçi sınıfını nasıl yok ettiğini, devrimin, sosyalizmin önünü nasıl kapattığını ve insanlığa sadece barbarlığın yolunu açtık tuttuğunu göstermeye çalışacağız...
Kapitalist dünyanın bir bölümünde ekonominin atar damarları tıkanmış; bu ülkelerde ekonomi kalp krizi, beyin kanaması geçiriyor; yaşanmakta olan krizden dolayı felç olmuş durumda. Bu gerçekten hareketle yaşanmakta olan kriz, sadece bir fazla üretim krizi değildir, bir sistem krizidir, var oluş krizidir, emperyalist küreselleşme krizidir sonucuna varılıyor. Buna, bu bir “düşünce krizi”dir diye bir ekleme yapmak gerekir. Hiçbir kanıtı olmaksızın veya ampirik birtakım verilere dayanmaksızın a priori olarak yaşanmakta olan kriz gerçeğinden hareketle kapitalist dünyanda artı değer üretilemiyor, sermaye ile “emeğin” zoraki evliliği boşanma aşamasına gelmiş sonucuna varılıyor. Eğer bu anlayış doğruysa artık iş aramanın da bir anlamı kalmıyor ve insanlık artık “çalışmama ve hakkı”nı kullanıyor demektir. “Çalışmama ve hakkı”nı kullanmak, aç kalma hakkını kullanmak demektir.
Kapitalist sistem böyle anlatılıyor, ama gerçekler hiç de anlatıldığı gibi değil: Doğru olan, kapitalizmin ABD ve AB gibi merkezlerinde ve bir kısım emperyalizme bağımlı ülkelerinde ne kadar şiddetli olursa olsun bir fazla üretim krizinin yaşanıyor olmasıdır. Bu kriz, bütün dünya ekonomisini etkilediği için aynı zamanda dünya çapında bir fazla üretim krizidir.
Dünyanın bir kısmında durum böyleyken, öbür kısmında ekonomide beyin kanaması, felç olma durumu yok; ana arterler açık, artı değer üretiliyor. Peki dünyanın bu kısmı ne olacak? Artı değer üretenler ne olacak? Oralarda damar tıkanmadığına göre, genel olarak kapitalizmin artı değer üretme damarlarında bir tıkanmadan; genel artı değer üretme olanağının olmamasından bahsedilemez.
Diyelim ki, dünyanın en fazla yüzde 35'inin ana arterleri tıkanmış, bu yüzde 35'lik alan içinde artı değer üretmenin olanağı artık kalmamış, hatta buralarda sermaye-“emek” ilişkisi kopmuş olsun; sermaye “emeği” azletmiş olsun. Peki dünyanın geriye kalan yüzde 65'ini ne yapacağız? Oralarda ana arterler henüz tıkanmamış, artı değer üretmenin olanakları yok olmamış, sermaye-”emek” ilişkisi kopmamış; sermeye “emeği” henüz azletmemiş.
Bu durumu nasıl açıklayacağız?
Doğru, yaşanmakta olan kriz bir dünya krizidir. Ama artı değer üretiminin damarları bütün kapitalist ülkelerde tamamen tıkanmamıştır; sömürünün olanakları bütün ülkelerde tamamen ortadan kalkmamıştır. Yaşanmakta olan kriz, bir dünya krizi, ama kriz dünyanın her yerinde yaşanmamakta, her ülke krizde değil. Bir filisten, bir küçük burjuva bu çelişkili görünümü; hem dünyanın krizde olmasını hem de bazı ülkelerin krizde olmamasını anlamaz.
Dünya ekonomik krizi demek, bütün ülkelerin krizde olması anlamına gelmez. Krizde olan ülkelerde ekonomi, bir bütün olarak dünya ekonomisini yönlendirecek derecede etkiliyorsa dünya ekonomik krizinden bahsedilir. Krizde olmayan ülkeler, en fazlasıyla krizden olumsuz olarak etkilenirler. Krizde olan ülkelerin bir kısmı krizden erken çıkabilir, bir kısmında kriz devam edebilir; bir kısmında durgunluk yaşanabilir; bir kısmında üretim yeniden mutlak küçülme sürecine girebilir. Öyle ki, fazla üretim krizi gelişme seyri içinde dönem dönem borçlanma krizi, banka, kredi krizi biçimini de alabilir. 2008'den bu yana bunların hepsini yaşadık: Başlangıçta spekülasyon, sonrasında fazla üretim krizi, şimdilerde de, örneğin AB'nin bazı ülkelerinde borçlanma krizi yaşanıyor. Fazla üretim krizinden çıktığı sanılan Almanya'da üretimde mutlak gerileme sinyalleri çoğalıyor. Türkiye krizden en erken çıkan ülkelerden birisi; krizden bir sene sonra sanayi üretiminde olağanüstü bir artış oluyor; 2009'da yüzde 9,6 oranında mutlak gerileyen sanayi üretimi 2010 yılında yüzde 13,1 oranında büyüyor ve şimdilerde de AB kaynaklı gelişmelerin etkisinde kalarak yeni olumsuz gelişmelerin çanları çalıyor.
Bütün bunlar oluyor, çünkü dünya çapında ekonominin krizden çıkması için yeteri kadar sermaye kıyımı/yok edilmesi henüz gerçekleşmemiştir. Bu süreç tamamlanana kadar da şu veya bu ülke, şu veya bu nedenlerden dolayı kriz sürecinde yer alacaktır.
Soruna bir de kapitalizmin genel krizi açısından bakmak gerekir...
Kapitalist üretim biçiminin gelişmesi iki aşamadan oluşmaktadır; ilk aşaması serbest rekabetçi veya serbest rekabetçi küreselleşme dönemidir. Bu dönemde dünya ticareti ve dünya pazarı oluşmuş olmasında rağmen kapitalizm gerçek anlamda küreselleşmemiştir. Ancak emperyalizm aşamasında kapitalist üretim biçimi gerçek anlamda küreselleşmiş ve dünya ekonomisini oluşturmuştur. Emperyalizm çağına giren kapitalizm, aynı zamanda çürüme, var oluşunun son dönemine giren kapitalizmdir...
Emperyalizm çağındaki kapitalizmin bu özelliğini vurgulamak için Lenin, çöken, çürüyen kapitalizm tanımlamalarını kullanır. Lenin'in bu tanımlamasından hareketle emperyalizmin üretici güçleri geliştirmediği, bundan dolayı da artık sistemin kendi kendine iç nesnel yasalarının bir sonucu olarak çökeceği sonucunu çıkartanlar olmuştur. Burada doğru olan, emperyalizm çağında kapitalizmin iç çelişkilerinin olgunlaşmış olması ve bunun da sistemin her alanda çürümesine neden olmasıdır. Ama bu çürüme eğilimi ile kapitalizmin gelişme eğilimi birbirine karıştırılmamalıdır. Evet, emperyalist çağında kapitalizm çürüyen, çökme sürecinde olan kapitalizmdir, ama aynı zamanda hızlı gelişebilen kapitalizmdir de. Emperyalizm çağında kapitalizmin tarihi bunun böyle olduğunu göstermektedir; kapitalizm çürüyor, asalaklaşıyor ama aynı zamanda eskiye nazaran oldukça hızlı gelişiyor. Bu tespiti yapan da Lenin'dir.
“Tekeller, oligarşi, özgürlük eğilimi yerine egemenlik eğilimi, sayıları gitgide artan küçük ya da zayıf ulusların zengin ya da güçlü birkaç ulus tarafından sömürülmesi bütün bunlar, emperyalizme, onu asalak ve çürümüş bir kapitalizm haline getiren ayırt edici özellikler kazandırmıştır. Burjuvazinin, gitgide artan bir ölçüde sermaye ihracından gelen kazançlar ve “kupon kırpmak”la yaşadığı, “rantiye-devlet”in, tefeci-devletin yaratılması, gitgide daha belirgin biçimde emperyalizmin eğilimlerinden biri olarak ortaya çıkmaktadır. Ancak, bu çürüme eğiliminin, kapitalizmin hızlı gelişmesini önleyeceğini sanmak yanlış olur. Önlemez. Emperyalist dönemde, bazı sanayi kolları, burjuvazinin bazı katmanları, bazı ülkeler, bu eğilimlerden birini ya da ötekini, küçük ya da büyük ölçüde gösterirler. Genel olarak, kapitalizm, eskiye göre çok daha büyük bir hızla gelişmektedir. Bu gelişme, yalnızca genellikle gitgide daha eşitsiz hale gelmekle kalmayıp gelişme eşitsizliği, sermaye bakımından en zengin ülkelerin (İngiltere) çürümesinde kendini özellikle göstermektedir” (Lenin; “Emperyalizm...”, C. 22, s. 305/306).
Emperyalizmin tarihi Lenin'in bu görüşünü doğrulamaktadır. Karşımızda bütün yönleriyle çürüyen ama aynı zamanda “eskiye nazaran çok daha büyük bir hızla gelişen” bir kapitalizm var.
Kapitalizmin bu çürümüşlüğünden, iç çelişkilerinin olgunlaşmış olmasından dolayı kendi kendine çökeceğini savunanlar Lenin'in bu tespitini anlamazlar; öyle ki gelişmenin böyle olduğu çıplak gözle görülmesine rağmen görmezler.
Emperyalizm çağındaki kapitalizmin bu her alanda tarihsel çürüme sürecinin diğer adı kapitalizmin genel krizidir. Kapitalizmin genel krizi, kapitalizmin ne kadar hızlı büyürse büyüsün artık genel çürüme gerçekliğinden kurtulamayacağını, tarihsel olarak yerini sosyalizme bırakacak derecede olgunlaştığını, diğer bir deyişle kapitalist üretim biçiminin tarihsel olarak ömrünü doldurduğunu gösterir.
“Kapitalist üretim biçiminin tarihsel görevi, insan emeğinin üretkenliğini, hiçbir sınır tanımadan geometrik dizi içerisinde geliştirmektir. (Emeğin) üretkenlikteki gelişmesini engellediği zaman, tarihsel görevine ihanet eder. Böylece o, gittikçe yaşlandığını ve miadını doldurduğunu bir kez daha göstermiş olur” (Marks; Kapital, C. III, s. 272/273).
Ama bu, kapitalizmin kendiliğinden çökeceği, kendi kendine ölüp gideceği anlamına gelmez. Açık ki burada Marks, kapitalizmin, kendinden önceki her üretim biçimi gibi tarihsel olarak doğuş, yükseliş ve genel çelişkilerinde geçici olarak dahi kurtulamadığı bir gerileme aşamasının olduğuna işaret etmektedir. Bu aşamasında kapitalizmin, yükseliş aşamasında olduğu gibi, üretici güçleri doludizgin geliştirememektedir. Kapitalizmin tam da bu özelliğine dayanılarak çöküş teorisi üretilebiliyor. Oysa tarihsel olarak kapitalizm, kendinden önceki üretim biçimlerine göre oldukça dinamik bir karaktere sahiptir. Yine Marks'ın dediği gibi, kapitalizm, “kaskatı bir kristal olmayıp, değişebilen ve sürekli olarak değişen bir organizmadır” (Marks, Kapital, C. I, s. 16).
Kapitalizmin, “kaskatı bir kristal olmayıp, değişebilen ve sürekli olarak değişen bir organizma” olması, kendi iç çelişkilerinden dolayı kendi kendine yok olmayacağını, bir biçimde varlığını devam ettireceğini gösterir. İşçi sınıfı ve emekçi yığınların öznel müdahalesi (devrim) olmadığı müddetçe de kapitalizm “sürekli değişen bir organizma” olarak kalacaktır. Şüphesiz ki, onun yükseliş dönemindeki dinamikliğini yaşlılık döneminde göremeyiz. Ama bu durumu günümüzde pek genelleştiremeyiz de. Örneğin ABD, İngiltere gibi ülkelerde yaşlanmış kapitalizmin “dinamikliği” veya dinamiksizliği söz konusuyken, Çin, Brezilya, Türkiye, Endonezya gibi bir dizi ülkede henüz yaşlanmamış kapitalizmin dinamikliği söz konusudur. Bu durum, kapitalizmin gelişmesinin şu veya bu ülkedeki farklı olabileceğini gösterir. Ama gelişmesindeki bu farklılık, onun tarihsel olarak gerilediğini gözardı etmemizi beraberinde getirmemelidir. Kapitalizmin üretici güçleri geliştirme dinamiğinin sonsuz ve mutlak olmadığı ne kadar doğruysa, ayakta kalabilmek, var olabilmek için sürekli değişebildiği de o kadar doğrudur. Şu veya bu ülkedeki gelişmeden bağımsız olarak ondaki sürekli değişme, bugün açısından veya I. Dünya Savaşından ve Ekim Devriminden bu yana kapitalizmin genel krizi koşullarında gerçekleşmektedir...
Yaşanmakta olan fazla üretim krizi (ekonomik kriz), kapitalizmin genel krizinin ne denli keskinleştiğini gösterecek derecede etkili olmaktadır. Yaşanmakta olan kriz, kapitalist sistemde, sistemi zorlayan birçok çelişkinin açığa çıkmasına neden olmuştur. Sorun sadece ekonomi ile sınırlı kalmıyor, kapitalizmin genel krizi kendini toplumsal yaşamın hemen her alanında hissettiriyor. Kapitalizmin genel krizi kendini bazı ülkelerde hükumetlerin devrilmesi biçiminde siyasi kriz olarak; ülkelerin büyük çoğunluğunda devlet maliyesinin delik deşik olması biçiminde, kamu borçlarının bazı ülkeler açısından astronomik artışı biçiminde (borçlanma krizi); burjuva toplumda ahlaki düşkünlüğün yaygınlaşması, kültürel yozlaşma ve genel anlamda yabancılaşma biçiminde; toplumu ayakta tutan bağlamların tahrip olması biçiminde; emperyalistler arası rekabetin /çelişkilerin keskinleşmesi biçiminde; insanlığın geleceği için olmazsa olmaz kaynakların yok edilmesi biçiminde vs. yansıtmaktadır. Bütün bunlar yaşanmakta olan fazla üretim krizinin birer sonucu değildir; yaşanmakta olan ekonomik kriz, bir kısmı da kendisinden kaynaklanan bütün bu çelişkilerin açığa çıkmasına vesile olmuştur. Ekonomik krizin olmasa da bu çelişkiler vardı. Örneğin, ahlaki, kültürel yozluk, emperyalistler arası çelişki, genel anlamda yabancılaşma, doğanın tahribi ekonomik krizle açıklanamaz. Öyle ki, kronikleşmiş kitlesel işsizlik de artık ekonomik krizle açıklanamaz. Bu nedenle kapitalist sistemin mevcut durumunu ekonomik kriz toptancılığıyla veya sistem krizi toptancılığıyla açıklamak, sistem hakkında hayaller yaymakla eş anlamlıdır. Bir fazla üretim krizi patlak veriyor ve bakıyorsunuz bu krizden hareketle artı değer üretmenin kanalları tıkanıyor, artık artı değer üretmenin olanakları kalmadı diyerek kısa yoldan kapitalizm kendiliğinden çökertiliyor. Olmadı mı yani? 4 Mart 2009'da bu anlayıştan hareketle kapitalizmin çöktüğü ilan edilmedi mi? Kendiliğinden çöküş üzerine “çarşaf çarşaf” yazılar yazılmadı mı, yazılmıyor mu? Yaşanmakta olan fazla üretim krizinden dolayı kapitalizmin kendiliğinden çökeceğine hâlâ umut bağlayanlar yok mu?
Farklı görüşler...
Krizle ilgili değerlendirmelere bakınca insan, 'ne kadar da çok kriz var' diye sormaktan kendini alamıyor. Gelişmeleri değerlendiremeyecek durumda olabiliriz. Ama bu, mutlaka biliyor olduğumuzu, yön gösterici olduğumuz göstermek için her şeyi kriz olarak tanımlamayı beraberinde getirmemeli. Bir zamanlar Marksist ekonominin kapitalizm araştırmaları üzerine önde gelen teorisyenlerinden birisi olan Jürgen Kuczynski'nin, 1980'li yılların sonunda dünyanın halini anlayamayarak “kaos“tan bahsetmeye başlaması, genel anlamda sorunun kavranmasının ne denli zorlaştığını gösterir: Kriz, kriz ve kriz= kaos. Krizden kaosa varılabilir, ama ekonomik yaşam kaosu tanımıyor, her ekonomik formasyonun nesnel yasalarının olduğunu ve ona göre hareket edildiğini tanıyor. Önemli olan bunu görebilmektir. Bu da soruna hangi perspektifle, hangi yöntemle yaklaştığına bağlıdır...
Sermayenin ve üretimin uluslararasılaşmasından dolayı -uluslararasılaşma derecesi ne kadar yüksek olursa olsun- dünya ekonomisinin, sermayenin ulusal menşeini aşarak bütünleştiğini sanarak kapitalist dünya ekonomisinin bir kısım ülkelerindeki krizini ve sonuçlarını bütün ülkelerde de öyleymiş gibi yorumlayamazsın. Kapitalist dünya ekonomisinde belirleyici aktör olan tekellerin, o 500 süper tekelin ulusal menşei olduğunu inkâr edemezsin. Dolayısıyla bunlar arasındaki rekabeti, eşit olmayan gelişmeyi, bir kısmı iflas ederken, bir kısmının güçlendiğini yok sayamazsın. Bu nedenle kapitalist sistemin bir kısım ülkelerindeki derin krizin yansımalarının bütün ülkelerde aynı olduğundan hareket ederek genelleştirmeye gidip dünya çapında kapitalizmin -başka bir tanımlamayla horizontal ve vertikal- kendi iç çelişkilerinden dolayı çöktüğünü savunamazsın. Ama bunu savunanlar var. Bunlar ekonomiye simyacı gözüyle bakıyorlar, “kıyamet günü”nün (kapitalizmin kendiliğinden çökmesi) geldiğinden bahsediyorlar. Örneğin Nelte, Negri, Kurz ve daha niceleri, kurdukları fantezi dünyasında Marksizme saldırmaya devam ediyorlar. İlke, kural, teori denen bir şey kalmamış, bu unsurlar amipleşmiş, bukalemunlaşmış. İdeolojide bütünsellik diye bir anlayış kalmamış. Kriz dönemlerinde böylesi anlayışlar, eğilimler özellikle açığa çıkıyor. Bunlar, ekonomik krizin ortaya koyduğu sorunlara cevap verme aczi içindeler. Kafalarında canlandırdıkları dünyayı gerçek sanıyorlar. Genel doğruları dahi reddedecek duruma gelmişler. Örneğin, burjuva sosyolojisinin etkisinde kalarak veya tam da burjuva sosyolojisini doğru bulduklarından dolayı, Negri'nin “çokluk” anlayışını savunmak için Marksist sınıf teorisini reddedebiliyorlar. Ekonomik kriz ile kapitalizmin son sınırına gelmesi arasında “akıllara durgunluk” verecek bağ kurabiliyorlar.
Kriz dönemleri, ekonomistler için her bakımdan zor bir dönemdir; birbirini dışlayan, hemen her gün değişen olgulardan; ekonomik verilerden hareketle bütün entelektüel yeteneği kullanarak krizin seyri, krizden çıkışın yol ve yöntemleri üzerine sonuçlara varmak kolay değildir. Bunu yapabildikleri oranda önemli ve yol gösterici olurlar. Beklenti büyük, işler karışık!
Burjuva ekonomistler çok tartıştılar, ama sonuç alamadılar. Şimdi ne yapıyorlar? Simyacılık yapıyorlar, ama yine de sonuç alamıyorlar. Aralarındaki kriz üzerine tartışma ayrışmaya neden oldu ve burjuva ekonomistler iki kampa bölündüler: Bir taraftan yeni-keynesciler ve diğer taraftan da neoliberaller. Yeni-keynesciler, Keynes'in teorisinden medet umuyorlar. Neoliberallere de Ludwig Mises ve özellikle de Friedrich Hayek'in görüşleri yol gösteriyor. Bu iki kampın ötesinde Marksist kavramları kullanan başka bir kamp daha var: Bu kampta da kapitalizmin kendiliğinden çökeceği hesabı yapılıyor; ince hesaplar!
Üçüncü cephe, Marksizm de dahil bütün akımlara, teorilere, evet ideolojilere karşı meydan muharebesi veriyor. Bu cephede bir bütünsellik yoktur. Bu cephenin bir kısmı R. Luksemburg'un anlayışına göre hareket eder. Düşünceleri oldukça sadedir: Rosa Luksemburg'un, kapitalizmin var olabilmesi için “kapitalist olmayan bir çevreye” ihtiyacı vardır anlayışından hareket ediyor. Yani merkez kapitalist ülkeler ürünlerini satacak ve hammadde temin edecek kapitalist olmayan bir çevreye (bölgelere, ülkelere) ihtiyaç duyarlar. Böyle bir çevre olduğu müddetçe sorun yoktur; kapitalizm kendiliğinden çökmez. Ama böyle bir çevre kalmamışsa çöker. Çünkü bu durumda:
1-Sermayenin genişletilmiş yeniden üretim koşulları kalmamıştır.
2- Art değer üretme olanağı kalmamıştır.
Bu iki neden, kapitalizmin kriz sürecinde biriken birtakım çelişkilerini geçici olarak, bir dahaki krize kadar çözerek var olmasını sağlayan kanalların tıkanmış olduğunu gösterir. Anlayış bu kadar basit.
Demek oluyor ki, “kapitalist olmayan bir çevre” kalmadığı için; sermayenin genişletilmiş yeniden üretim koşulları kalmadığı için; artı değer üretme kanalları tıkandığı için kapitalizm kendiliğinden çökecektir. Kapitalizmin kendiliğinden çökeceğinin kıvama gelmiş olması da çeşitli kriz türleriyle açıklanıyor: Sistem krizi, yapısal kriz, var oluş krizi, emperyalist küreselleşmenin krizi veya küresel kriz (global kriz)...
İkinci kısmı ise “değer” eleştirmenlerinden oluşur; bu çerçevede olanlar, kendi aralarında farklı görüşler olsa da, genel anlamda 'değer yasası tarihe karıştığı, ücretli işin (“emeğin”) değeri kalmadığı için kapitalizm kendiliğinden çökecektir' anlayışını savunurlar.
Bu cephede yer alanların ortak özellikleri var: Bu özelliklerden biri, kapitalizm ne zaman çökeceği üzerine zaman hesabı yapmaktır; 1920'li yılların sonunda yapılan bir hesaplamaya göre (Örneğin, Otto Bauer, Henryk Grossmann) kapitalizm çoktan çökmüş olması gerekirdi. Hesap tutmadı. Wallerstein kapitalizme 30 senelik bir ömür biçiyor. N. Nelte ise 4 Mart 2009'da kapitalizmin çöktüğünü ilan etti, ama buna kendisi de inanmamış olacak ki, şimdilerde 10 senelik bir ömür biçiyor.
Niye 25 sene değil de 30 sene veya neden 15 sene değil de 10 sene, bunu sadece bu hesapları yapanlar biliyor. İnce hesaplar!
İkinci ortak özellik, alternatif olarak kapitalizmden ileri bir toplum formasyonunu; somutta da sosyalizmi görmemeleridir; tek alternatif barbarlıktır, çöken kapitalizm kendinden daha geri üretim ilişkilerini beraberinde getirecektir. Anlatılan bu.
Bu cephenin başka bir ortak özelliği ise sınıf mücadelesini reddetmektir. Bunların bir kısmı bazen Marksizmden, sınıf mücadelesinden bahseder ama kapitalizmin çökmesini sınıf mücadelesine değil, kapitalizmin nesnel yasalarına -kendi kendine çöküşüne- bağlar. Diğer bir kısmı da kapitalizmin çökmüşlüğünden veya “emeğin” değerinin kalmamışlığından hareket eder. Sermaye ile “emeğin” bağını kopartır; sermaye “emeği” azleder ve “emek” özgürleşir!...
Aşağıda göreceğimiz gibi her bir kesimin kendine göre temel savları var. Ama bazıları çöküşte “yenilikçi” anlayışlara sahiptir. Eğer kapitalizm belirlenen zaman zarfında çökmüyorsa, çöküşün tedrici gerçekleşeceği söylenir; kapitalizmin nesnel yasaları gereği çökeceği; yani tedrici bir çöküş sürecine gireceği, bu süreçte işçi sınıfının eriyeceği, “orta direk” veya “orta sınıf” diye bir “sosyal tabaka”nın toplumsal gelişmeyi yönlendirici derecede güçlü olarak ortaya çıkacağı ve bir toplum formasyonunun geleceğinin bu “sınıf”ın “hal ve gidişine” bağlı olacağı açıklanır. Gerekiyorsa tarihten örnekler verilir, örneğin Roma İmparatorluğunun, feodalizmin çöküşü gibi.
Düşünün bir kere: İnsanlığın sınıflara ayrılmasından; sınıflı toplumların doğmasından bu yana her sınıflı toplumda bir biçimde var olan ve toplum formasyonu değişiminde -bir üretim biçiminden diğerine geçişte- hiç de bağlayıcı önemde bir rol oynamamış ara sosyal tabakalar, insanlığın geleceğini yönlendiren özne yapılıyor. Nasıl olur demeyin, oluyor işte! Hal böyle olunca kapitalizmin çöküşünden anlaşılması gereken de şu oluyor:
Çöküşten, toplumun kapitalizmden daha ileri bir üretim biçimine geçişi (bu durumda sosyalizm) anlaşılıyorsa, bunu yapacak olan “orta sınıf”tır.
Çöküşten, toplumun kapitalizmden daha geriye yuvarlanacağı anlaşılıyorsa, bunun adı barbarlıktır ve bunu da gerçekleştirecek olan “orta sınıf”tır.
Her iki durumda da toplumda mülkiyet ve üretim ilişkilerinden kaynaklanan ana sınıflar yok; bireyler yığını var.
Bütün versiyonlarıyla kendiliğinden çöküş teorisinin sonucu budur.
Bu üç cephenin yaptığı, ekonomide simyacılıktan başka bir şey değildir. Her üç cephe de ekonominin yasalarının nesnel olduğunu, bu yasaların değiştirilemeyeceğini fiilen kabul etmiyor. Her cephe kendi açısında iradi hareket ederek sonuç alabileceğini sanıyor. Ama sonuçlar da ortada: Kapitalizm kendi yasaları doğrultusunda hareket ediyor; yeni-keynescilerin ve neoliberallerin müdahalesi onun seyrini çarpıtmaktan, geçmekle karşı karşıya olduğu süreci uzatmaktan, bazen de kısaltmaktan ve başkalaştırmaktan başka bir işe yaramıyor. Üç-dört senelik kriz tarihi bunun böyle olduğunu göstermiyor mu?
Üçüncü cephenin; kapitalizmin kendiliğinden çökeceği teorisini savunanların, sermayenin artık artı değer elde etme olanağı kalmadı anlayışı mevsimlik bir anlayıştır. Kriz geçince kapitalizmin kendiliğinden çökeceği anlayışı rafa kaldırılır, bir dahaki kriz patlak verdiğinde yeniden raftan indirilir.
Her üç cephe de kendi “Opus Magnum”unu henüz yazamadı; içeriğiyle güncelliğini koruyan, yol gösteren ölmez “büyük eser”ini ortaya koyamadı:
Keynescilik, II. Dünya Savaşından sonrasını esas alırsak ancak 20-30 sene dayandı ve neoliberalizm karşısında “meydan muhaberesi“ vererek geri çekildi. Onun yerini alan neoliberalizm de 25-30 sene içinde iflas etti.
Üçüncü cephenin “eser”leri ise ancak ve ancak mevsimlik oldu. Her zaman olduğu gibi bu sefer de krizin başlangıç aşamasında düzene sırt çevirmişlerin, umutsuzların, mücadeleden kaçanların, işçi sınıfı ve emekçi yığınların gücüne güvenmeyenlerin ruhuna hitap etti; kapitalizmin kolayca, kendi kendine çökeceği, iradi belirlemelerle düzenin değişebileceği hayalini yaydı.
Kriz, diğer şeylerin yanı sıra Marksizmin ve yönteminin ölümsüzlüğünü bir kere daha gösterdi. Kapitalist ekonomi ne keynescilerin ne neoliberallerin ve ne de kendiliğinden çöküş teorisini savunanların analizleri doğrultusunda hareket ediyor. Kapitalist ekonomi, Marksizmin 1825'ten bu yana kriz çevrimi (konjonktür hareketi) analizi doğrultusunda hareket ediyor; daha doğrusu Marksist ekonomi, kriz analizi, kapitalist ekonominin nesnel yasalarını çıkış noktası aldığı için doğru öngörüde bulunuyor. Aradaki fark bu.
Şimdi bu görüşler dünyasında bir gezinti yapalım.
Kapitalizmin sınıf mücadelesiyle yıkılacağını, sosyalizmi kurulacağını anlatmıyorlar...
Okurun dikkatini bir noktaya çekmek isterim. Hangi nedenden dolayı olursa olsun kapitalizmin sonu geldi, çökecek vb. anlayışları savunanların en belirgin ortak noktaları, yıkılan kapitalizmin yerine sosyalizmin kurulacağından bahsetmemeleridir. Hiçbir temel yazılarında kapitalizmin gelişen, derinleşen, kapsamlaşan çelişkilerinden; işçi sınıfının tarihsel misyonundan; kapitalizmi yıkıp sosyalizmi kuracağından bahsetmezler. Kapitalizmin kendi çelişkilerinden dolayı var olma sınırına geldiğini; bir sistem krizi, var oluş krizi içinde olduğunu, bundan dolayı da kendi kendine yıkılacağını döne döne anlatırlar. “Çarşaf çarşaf” yazılarda kendilerine göre kapitalizmin çelişkilerini döne döne anlatırlar. Ama işçi sınıfının tarihsel misyonundan, sosyalizmden bahseden bir ara başlık, bir paragraf dahi bulamazsınız. Niyetleri “bozuk” olduğundan dolayı değil. Kapitalizmin kendiliğinden çökeceğini anlatırken işçi sınıfının nasıl yok olduğunu; “emeğin” nasıl özgürleştiğini; nasıl değersizleştiğini döne döne anlatmış olmalarından dolayıdır. Aslında burada “emek” ile kastettikleri işgücünden başka bir şey değildir; dolayısıyla onların yok saydıkları doğrudan işçi sınıfıdır. Onalar, böylece, geçimini sağlamak için işgücünü sermayeye satmak zorunda kalan ve başkaca da geçim kaynağı olmayan işçinin, proleterin var oluş koşulunun artık yok olduğunu açıklıyorlar.
Bu nedenle “en Marksist” olanları için de devrim, bolca devrimden bahsedilmesine rağmen anlamsızdır. Bolca sosyalizmden bahsedilmesine rağmen toplum, kapitalizmin ötesine, sosyalizme geçmeyecektir; tersine gerisin geriye gidecektir. Bu nedenle geleceğin barbarlık olduğunu döne döne anlatırlar...
Sistemin, nesnel yasalarından kaynaklı ürettiği sorunların, çelişkilerin -örneğin işsizlik, ekonomik krizler- sistem içinde çözülme olanağı yok. Kapitalist sistem ancak ve ancak akıl almaz boyutlarda sermaye kıyımıyla ayakta tutulabilecek duruma gelmiş. Marks'ın görüşüyle ifade edecek olursak:
“Gelişmelerinin belirli bir aşamasında toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine ya da bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar” (K. Marks; Politik Ekonominin Eleştirisine Katkı, Önsöz).
Marks, kendi kendine çökecek derecede gelişmiş kapitalizmin sonunu böyle açıklıyor; bir toplumsal devrim çağının başlamasından bahsediyor. Peki kendiliğinden çöküşü savunanlar, en azından Marksist olduklarını söyleyenler neyi savunuyorlar? Kapitalizmin başlayan bir toplumsal devrim çağıyla yıkılacağını savunmuyorlar. Devrimden bahsetmiyorlar. Barbarlığı, tarihin gerilerinde kalmış ve tarihsel ilerlemenin bu aşamasından sonra hiçbir koşulda yeniden oluşma olanağı olmayan mülkiyet/üretim ilişkilerini insanlığın geleceği olarak görüyorlar.
Bunlar, tarihsel olarak ileriyi değil, geriyi, geçmişi savunanlardır; geleceğin değil, geçmişin hayaliyle yaşayanlardır, gelecek diye öne sürdükleri geçmişin ögeleridir. Yazılarında geleceğin toplumuyla ilgili söyledikleri bir şey var mı? Yok. Bütün bildikleri, kapitalizm kendi kendine çökecek, toplum barbarlaşacak vb. Bu unsurlar, döne döne toplumun nasıl barbarlaşacağını anlatıyorlar, ama toplumun nasıl sosyalist olacağı üzerine hiçbir şey söylemiyorlar. Kapitalizmin aşılmasıyla bağlam içinde önlerinde sosyalizm değil, barbarlık alternatif olarak duruyor. Tabii, yanlış anlaşılmış olmamak için olsa gerek, bazı makale sonlarında veya şurada burada Marks'tan, Lenin'den devrim ve sosyalizm üzerine bir-iki alıntı yapmayı da ihmal etmiyorlar.
Devrim isteyen, kapitalizmin devrimle yıkılacağını döne döne anlatır; kendiliğindencilik, örgütsüzlük, umutsuzluk yaymaz, bolca “Kladderadatsch” yapmaz.
Sosyalizm isteyen, kapitalizmin yerini sosyalizmin alacağını döne döne anlatır; tarihin gerilerini, barbarlığı gelecek olarak göstermez.
Bunların anlayışlarının merkezinde işçi sınıfı ve emekçi yığınların ideolojisini, örgütlenmesini, devrimini tasfiye etmek duruyor; zaten bunu yok saymakla da tasfiye etmiş oluyorlar.
Soruna böyle yaklaştıkları için bana da kapitalizmin neden kendi kendine çökmeyeceğini, bunun ancak ve ancak örgütlü, devrimci özne olarak işçi sınıfı ve müttefiklerinin işi olabileceğini, onun yerini sosyalizmin alacağını döne döne anlatmak düşüyor.
I-EKONOMİK KRİZ, DEĞİŞEN GÜÇ DENGESİ VE KENDİLİĞİNDEN
ÇÖKÜŞ
Toplum formasyonları, kapitalizm, sınıflar ve “orta direk” sorunu
Krizin derinliği, dün ve bugün...
Âdet oldu...Önce bir kriz karşılaştırması yapalım. Daha doğrusu, krizin derinliğine bakarak, yaşanmakta olan krizi kapitalizmin tarihinde görülmüş olan en ağır kriz sanarak ve kapitalizm ötesinin ne olacağını kestiremediğinden dolayı korkuya kapılanları veya “kıyamet günü”nün geldiğine (kapitalizmin kendiliğinden çökmekten başka yolu kalmadığına) inananları “sakinleştirmek” için 1929 krizinin derinliğini gösteren birkaç ver aktaralım:
Bir bütün olarak kapitalist dünyada sanayi üretimi 1923=100 bazında 1929’da 107’den, 1930’da 90,5’e, 1931’de 77,9’a ve 1932’de de 66,1’e düşmüştür; böylece yüzde 33,9 oranında mutlak gerilemiştir.
Sanayi üretimi Japonya’da %25; İngiltere, Fransa ve İsveç’te %26-40; Almanya ve İtalya’da %41-50; Polonya, Belçika, Kanada ve ABD’de de %50’den fazla bir oranda gerilemiş, kapitalist dünyada üretim yaklaşık %45 oranında daralmıştır.
Yıllık ortalamayı göz önünde tuttuğumuzda:
-Bütün olarak kapitalist dünyanın 1923 yılına gerilediğini,
-Almanya’nın 1923, 1920,1903 yılına gerilediğini,
-İngiltere’nin 1926, 1921-23 veya 1909 yılına gerilediğini,
-Fransa’nın 1923 yılına gerilediğini,
-İtalya’nın 1923 yılına gerilediğini,
-İsveç’in 1928 yılına gerilediğini,
-Belçika’nın 1920/23 veya 1911 yılına gerilediğini,
-ABD’nin 1912 yılına gerilediğini,
-Kanada’nın 1924 yılına gerilediğini ve
-Japonya’nın da 1927 yılına gerilediğini görürüz.
Şimdiki kriz, en azından bugüne kadarki sürecinde bu boyutlarda bire tahribat yaptı mı?
1929-32 krizi ve yaşanmakta olan krizi karşılaştırırken krizin şiddeti ve yaygınlığı ile ilgili olarak göz önünde tutulması gereken noktalar da var. Örneğin 1930'da ABD ve şimdiki AB ülkeleri toplamı, kapitalist dünya ekonomisinin yüzde 90'ını oluşturuyordu. Bundan dolayı o zamanki kriz şimdiki krizden daha uluslararasıydı ve etkiliydi. Günümüzde ise ABD ve AB, dünya ekonomisinin yüzde 50'sini bile oluşturmuyor. Bundan dolayı yaşanmakta olan kriz, 1929-32 krizine göre daha dar anlamda uluslararasıdır. Yani uluslararasılaşmış sermaye ve üretimin bir kısmı krizde değildir. Örneğin Çin, Hindistan, Brezilya vb. ülkeler.
Ayrıca, güç dengesinin değiştiği bir süreçten geçiyoruz. Güç dengesindeki bu değişim şu anlama da gelir: 1929-32 krizi dönemine göre günümüzde gelişen ülkelerin dünya ekonomisindeki payı artmıştır; “çevre ülkeler”in ağırlığı mutlak ve görece olarak artmış ve yaşanmakta olan kriz bu süreci hızlandırmıştır. Bu durumda günümüzde gelişen ülkeler, ekonomik krizin hangi ülkelerde patlak verdiğine bağlı olarak dünya ekonomik krizini hafifleten veya da ağırlaştıran bir rol oynayacak durumdalar. Günümüzde BRIC-ülkeleri veya E-7 ülkeleri ve başkaca “yükselen” ekonomiler krizde değil, krizin merkez ülkelerde patlak vermesinden dolayı bu ekonomiler dünya ekonomik krizini hafifleten bir rol oynamaktalar. Şöyle de diyebiliriz: Örneğin 1930'lu yıllarda merkez ülkelerde ekonomide yüzde 10 oranında bir gerileme dünya ekonomisinde yüzde 9 oranında bir gerileme anlamına geliyordu, bugün ise bu ülkelerde yüzde 10'luk bir gerileme dünya ekonomisini yüzde 5 oranında bile geriletemiyor.
O dönemde devletin ekonomideki payı yaklaşık yüzde 25 idi, şimdi bu pay yüzde 50 civarındadır. Bundan dolayı bugün kriz özel sektörde frenlenmiş, hafiflemiş olarak patlak vermektedir. Örneğin 1930'lu yıllarda özel sektörde yüzde 10 oranında bir gerileme, ulusal ekonomide yüzde 7,5 oranında bir gerileme demekti, bugün ise özel sektörde yüzde 10 oranında bir gerileme ulusal ekonomide ancak yüzde 5 oranında bir gerileme anlamına gelmektedir.
O zamana göre günümüzde sermaye ve meta pazarları; sermaye ve meta hareketi daha serbesttir; devlet kontrolünde değildir, bugün devlet kontrolünden kaçış yolları çoktur; krizde olmayan ülke ve bölgelere sermaye kaçışı buna örnektir.
Sonuç: O zaman dünya kapitalist üretim ve pazarlama alanı (sermaye ve üretimin uluslararasılaşması) sınırlıydı, bugün ise hem horizontal hem de vertikal olarak daha geniştir; hani emperyalist küreselleşme son sınırına dayandı ya! Bu nedenden dolayı kriz, o zaman hareket alanının dar olmasından dolayı oldukça şiddetliydi, bugün krizden etkilenmeyen, krize girmeyen alanların olması, yaşanmakta olan krizi hafiflettiği gibi artı değer üreten alanların da olduğunu gösterir.
Hangi krizin daha ağır olduğu bu verilerden anlaşılıyor.
Ama bu karşılaştırmaya bazı okurlar itiraz edebilirler, 1929 krizi döneminde kapitalist dünyanın nispeten küçük olduğunu; kapitalizmin damarlarını açık tutabileceği, henüz kapitalistleşmemiş “bakir alanlar”ın olduğunu ve buraların sermaye birikimi için yeterli olduğunu; yani Rosa Luksemburg'un belirttiği “kapitalist olmayan çevre”nin olduğunu ve bu çevrenin kapitalizmin krizden çıkmasına olanaklar sunduğunu söyleyebilirler. Sorunu aşağıda ele alacağımızı belirterek burada şu kadarını söyleyelim: Bazı ülkeler -örneğin BRIC-ülkeleri veya E-7 ülkeleri- krizde değil. Peki buralarda damar tıkanması olmadığına göre genel bir damat tıkanmasından bahsedebilir miyiz? Edemeyiz.
Burjuva sosyolojisi, Max Weber, “orta direk” veya “orta sınıf”lar ve elveda proletarya...
Toplum formasyonlarının, diğer bir ifadeyle üretim biçimlerinin ana direğini hangi sınıflar oluşturur?
Burada sorunun analiz kısmıyla uğraşmayacağız. Bakış açısı perspektifi belirler; sorunlara hangi sınıfın, sınıfsal varoluşunu ifade eden bakış açısından bakıyorsanız ortaya konan perspektif de o doğrultuda olur. Bunun tartışılacak bir yanı yoktur. Tartışılacak bir yanı olmayan başka bir konu da her sınıflı toplumun mülkiyet ve üretim ilişkilerinden kaynaklı olarak temel iki ana sınıftan oluştuğu ve bu sınıfların yanı sıra toplumda ara sosyal tabakaların da varlığıdır. Bu ara tabakaları sınıf mertebesine çıkartan da burjuva sosyolojisidir; burjuva sosyolojisinin temsilcisi M. Weber'in yaptığı da buydu. Tarihte ve günümüzde hiçbir Marksist veya Marksizm-Leninizmin önderleri (Marks, Engels, Lenin ve Stalin) veya önde gelen Marksistler, sınıf olgusunu üretim ilişkilerinin, üretim araçları mülkiyetinin karakterinden bağımsız olarak ele almamışlardır. Bu aynı zamanda bir ideoloji sorunudur. Marksizme göre sınıfların toplumsal gelişmede, ilerlemede; toplum formasyonlarının değişiminde oynadıkları rol belirleyici olmuştur. Köleci, feodal ve kapitalist toplumlarda (sömürüye dayanan sınıflı toplumlar) bu böyledir. Bu anlayışı, ideolojik mücadele gereği tartışmalı yapan da burjuva sosyolojisidir. Bu sosyoloji ortaya bir “orta sınıf” atmıştır; işçi sınıfı ve burjuva sınıfın yanı sıra toplumun bel kemiğini oluşturan “orta sınıf”! Soruna burjuva sosyolojisi açısından bakanlar, toplum formasyonlarının yok olmasında bu “sınıf”a tayin edici bir rol verirler. Örneğin köleciliğin (somalaştırırsak Roma İmparatorluğunun), Feodalizmin (somutlaştırırsak Fransa'da feodalizmin), yıkılışında bu “orta sınıf”lar belirleyici rol oynamışlardır. Kapitalizmde de bu rolü “çokluk” üstlenmiştir. (“Çokluk”un bundan haberinin olmaması o kadar önemli değil, ona böyle tarihsel bir rol verilmiştir. Önemli olan budur!) Sömürülen ana sınıf olarak kölecilikte kölelerin, feodalizmde serflerin ve oluşan burjuvazinin, kapitalizmde de işçi sınıfının toplum formasyonunun yıkılmasında rolü talidir! Köleci toplumda “orta sınıf” yıkıldığı, yoksullaştığı için Roma imparatorluğu yıkılmıştır; köle ayaklanmalarının önem yoktur veya Spartaküs önderliğinde köle ayaklanmaları, “orta sınıf”ın rolünden daha önemsizdir!
- “Kölelerin devrimi, köle sahiplerini yok etmiş ve emekçilerin sömürü biçimi olarak köleciliği ortadan kaldırmıştır”(Stalin; Rede vor den Stoßarbeitern der Kollektivwirtschaften; bkz.: “Leninizmin Sorunları”, s. 498).
- Burjuva sosyolojisine göre böyle bir tespit yanlıştır; bu işi “orta sınıf“ yapmıştır.
Burjuva sosyolojisi bütün sorunu “orta sınıf”ın yok olmasına veya güçlü olmasına bağlıyor. Formasyon analizini, her formasyonun yıkılmasını “orta sınıf”a bağlıyor; “orta sınıf” güçlüyse o üretim biçimi de güçlüdür, “orta sınıf” güçsüz ise o üretim biçimi de güçsüzdür, yıkılma sürecindedir! Kapitalizmin son sınırına gelmesinin “orta sınıf”ın “hal ve gidişi” ile açıklanması da Marksizmin hazinesine herhalde önemli bir katkı olmuştur!
Şimdiye kadar Markizim, kapitalizmin krizini ve geleceğini “orta sınıf”ın “hal ve gidişi”yle açıklama yeteneğini gösterememişti. Bu işi sonuç itibariyle A. Negri başarmış ve “İmparatorluk”a karşı mücadelede işçi sınıfının yerine bir “çokluk” getirmiştir. Böylece Negri'nin “çokluk”u, küçük burjuvazinin “orta sınıfı” olmuştur. Yanlış anlaşılmamak için soruyorum: Yoksa sınıf mücadelesinin “merkez-i sıkleti” artık işçi sınıfından değil de “çokluk”tan mı oluşuyor?
Ne diyelim, Negri ile uğraşırken bir de Max Weber sorunu çıktı karşımıza. Kendi kendine Marksistlerin en belirgin özelliklerinden birisi Marksist kavramları kullanmak veya konumuzla bağlam içinde burjuva sosyoloji öğretisini Marksist kavramlarla açıklamaya çalışmak ve işçi sınıfını ideolojik olarak etkisizleştirmektir. Bu unsurlar, sokağa her çıkanı “ayaklanmacı” ilan ederler; onlarda işçi sınıfında arayıp da bulamadıkları “erdemleri” keşfederler, tepkisi, huzursuzluğu diz boyuna çıkmış “orta sınıf” hareketini “devrim” kabul ederler.
Burjuva sosyologlar ve bu sosyolojisinin etkisinde olan kendi kendine Marksistlerin sınıf analizi, üretim ilişkilerinden kopuktur; insan topluluklarını üretim ilişkilerinde aldıkları yere göre sınıflara ayırmazlar. Meslekler, gelir kategorileri, sınıf analizinde belirleyicidir. Yani bir avukat, bir doktor yoksullaşmışsa veya bir küçük üretici yoksullaşmışsa bunlar toplumda değişimi gerçekleştiren güçlerdir. “Orta sınıf”ın talepleri, özlemleri devrim talebi ve özlemi olarak görülür. Sömürüye dayanan toplumlarda değişimi gerçekleştiren güç bunlardır! Hal böyle olunca kapitalizmde proletaryaya “elveda” denir, “çokluk” her şeyin üzerine çıkartılır, proletarya yerine “çokluk”, “devrim” için örgütlenir.
Damar tıkanması, krizde olmayan ülkeler ve kapitalizmin geleceği
Kriz ne zaman patlak vermişti?
Kâhin olanlara veya tanrı tarafından kehanette bulunmak için insanlar arasına salındığına inananlara ve inancı doğrultusunda hareket edenlere diyeceğim bir şey yok. Ama sorun bir ekonomik krizin ne zaman patlak verdiğine, ne zaman uluslararasılaştığına gelince durum değişiyor. Ne de olsa burada birtakım verilerden hareket etmek gerekiyor. Şöyle oldu, böyle oldu denemez. En fazlasıyla, ki doğru olan da budur, krizin ne zaman başladığı ve ne zaman uluslararasılaştığı birtakım verilere göre tespit edilir. Hal böyle olunca kendi kendine Marksistler ile aynı anlayışta olmanın maddi zemini yok. Bunlar her mali krizi fazla üretim krizi olarak değerlendirdikleri için Marksist kriz teorisine katkıda bulundular. Ama Türkiye'de krizin mali sektörde değil de doğrudan sanayide patlak vermesini de bir türlü açıklayamadılar. Bilumum kendi kendine Marksistlerin, burjuva ekonomistlerin ve kurumların ortak görüşü, yaşanmakta olan krizin uluslararası patlak verme tarihi 2008 sonbaharıdır veya 2008 yılının Eylül-Ekim ayıdır. Bu tarihte Amerika'nın asırlık mali çınarları (bankalar) krize girmişti, iflas ediyorlardı.
Doğru tespit: Yaşanmakta olan kriz başlangıcını 2007 ortalarında ABD'deki menkul kıymetler piyasasındaki balonun patlamasında almıştı. 2008'in ilk baharında ise dünya çapında bir farzla üretim kriziyle karşı karşıyaydık. Bunun böyle olduğunu veriler ortaya koyuyor:
Verilere göre:
2007 yılı artan üretim yılıdır: 2007/I-2007/IV=artan üretim.
2008 yılı kriz yılıdır: 2008'in ilk çeyreği, aynı zamanda, artan üretimin kırılma sürecidir.
2009 yılı: Krizin devam ettiği yıl.
Bu durumda:
Krizin aşamaları:
1. aşama: 2008/I-2008/II=Kriz başlangıcı.
2.aşama: 2008/II-2008/III=krizin derinleşmesinin ilk aşaması.
3.aşama: 2008/III-2009/I=krizin dibe vuruş süreci.
4.aşama: 2009/I-2009/II=dip nokta ve durgunluk=üretimde kıpırdanmanın başlaması.
Yılın çeyreklerine göre krizin başlangıç tarihi böyle. Soruna aylar ve ülkeler bazında baktığımızda fazla bir farklılığın olmadığını görüyoruz:
Önde gelen emperyalist ülkeler bazında kriz başlangıcı:
Fransa: Nisan 2008.
Almanya: Nisan 2008.
Japonya: Mayıs 2008.
İngiltere: Şubat 2008.
ABD: Ocak 2008.
Örgütler bazında kriz başlangıcı:
AB: Nisan 2008.
Avro Alanı: Nisan 2008.
G-7: Ocak-Şubat 2008.
OECD-Avrupa: Nisan 2008.
OECD-Toplam: Ocak-Şubat 2008.
Yılın çeyrekleri bazında kriz başlangıcı:
Önde gelen emperyalist ülkeler bazında:
Fransa: 2008-I. çeyrek
Almanya: 2008-I. çeyrek
Japonya: 2008-I. çeyrek
İngiltere: 2008-I. çeyrek
ABD: 2008-I. çeyrek
Örgütler bazında:
OECD-Avrupa: 2008-I. çeyrek.
OECD-Toplam:2008-I. çeyrek.
AB:2008-I. Çeyrek.
Avro Alanı:2008-I. çeyrek.
G-7: 2008-I. çeyrek.
Dünya krizi başlangıcı: 2008/I-2008/II arası veya 2008'i I. çeyreğinden itibaren.
Sorun sadece krizin ne zaman başladığıyla sınırlı olsa, bunun hiçbir önem yok denebilir. Ama kriz ufukta gözükünce küçük burjuvazinin, kendi kendine Marksistlerin umutsuzlar dünyası; felaket ajitatörleri heyecanlandı. Şimdi kapitalizmin kendiliğinden çöküşünün tam zamanıydı. Kapitalizmi yıkacak sınıf böyle bir yıkımı gerçekleştirmek için öznel güç olarak hazırlıklı değildi; şurada burada bazen görkemli protestolara girişti. Ama hepsi bu kadar. Diğer taraftan “açlık ayaklanmaları”, felaket ajitatörlerine umut verdi; dünya ayaklanıyordu, niçin, kim ayaklanıyordu, bu önemli değildi. Her nedense “açlık ayaklanmaları” temel gıda maddelerinde hükümetlerin yaptığı bir ayarlama ile sonlandı. En azından şimdiye kadar sonlanmış oldu. Hesap tutmadı. Kapitalizmin ne zaman çökeceğinin hesabı bir kez daha yapıldı ve “daha ne kadar” soruları dünya çapında yaygınlaştı; kimilerine göre kapitalizm çökmüştü, kimilerine göre 10-15 sene içinde çökecekti; kimilerine göre de artı değer üretmenin, genişletilmiş yeniden üretimin maddi koşulları kalamamıştı; kapitalizmi kapitalizm yapan ana damarlar; arterler tıkanmıştı, kendiliğinden çöküş sadece ve sadece bir zaman meselesiydi. Diyelim ki 1929-32 krizi ayarındaki bir fazla üretim krizi (yaşanmakta olan kriz), bir fazla üretim krizi olmaktan çıkartıldı; sistem krizine, varoluş krizine, emperyalist küreselleşmenin krizine dönüştürüldü. Uluslararası tartışma sitelerine, haber-yorum portallarına bir bakın bu türden anlayışlardan geçilmediğini görürsünüz. Kapitalizm, kapitalizm olmaktan çıkartılmıştı. Tabii dinozorlaşanlar da yok değildi; onlar da ısrarla bu krizin -ne kadar ağır olursa olsun- nihayetinde bir fazla üretim krizi olduğunu, bu anlamda da Marksist kriz tersini vurgulamaya devam ettiler. Onlar bunu ezberlemişlerdi ve ezberlerini tekrarlıyorlardı. Ama krizin kendisi, yenilik olarak ortaya atılan; kapitalizmi kapitalizm olmaktan çıkartan değişimlerin olduğundan hareketle yeni kriz türleri üretenlerin bütün heveslerini kırdı; yeni teorilerini güneş altında kalmış kar gibi eritti.
Ekonomik krizin ideolojik sisinde yolunu şaşıranlar ve gerçekler...
Yaşamın kendisi, kapitalist sistemin yaşanan işlerliği her şeyi açığa koyuyor; anlamayanının düşüncesini eziyor, yok ediyor. Ama buna rağmen gerçekliğe aykırı görüşte direnenler oluyor.
Kapitalizmde sınıf analizi yapmaktan yoksun kafalar, çok kolayca hem “evet” hem de “hayır” diyebiliyorlar. Bir yazıda sermaye, “emeği” boşadı; sermaye ile “emeğin”, meta iş gücünün birlikte var oluş koşulu ortadan kalkıyor diyebiliyorlar. Bunun Türkçesi şudur: Kapitalizmin var oluş koşulu, sermaye ve “emeğin” (doğrusu, sermaye ile işgücünün) karşılıklı ilişki içinde varlığıdır. “Emek” olmazsa sermaye olamaz veya sermaye yoksa “emek” de yoktur veya kapitalizmde sermaye, işgücü olmaksızın ve işgücü de sermaye olmaksızın var olamaz. Kapitalizmi var eden bu iki elementar ön koşulu yok etmenin en kestirme yolu; böylece kapitalizmi yok etmenin en kestirme yolu sermaye ile “emek” arasındaki ilişkiyi kopartmak, yok etmektir. Tam da bu yapılıyor. Bunun adı da “emeğin” sermayeye bağımlı olmasının veya tabi olmasının koşullarının bizzat sermaye tarafından yok edilmesi konuyor. Yani sermaye intihar ediyor; kendisini yok ediyor. Sermaye yok olunca kapitalizm de yok olmuş oluyor. Bu durumda; sermaye ile “emek” arasındaki bağ kopartılınca “emek” de bağımsızlaşıyor; özgürleşiyor; yani kapitalizmde işgücü özgürleşiyor, işçi, işgücünü satmak zorunda kalmıyor. Bu durumda işçiyi, işgücünü satmaya zorlayan veya işçinin işgücünü satmak zorunda olduğu ilişkiler ağı da ortadan kalkmış oluyor. Kapitalizmde sermaye ile “emek” arasındaki bağın kopartılmasının “emeğin” özgürleşmesi veya kapitalizmde işçi sınıfının yok olması anlamına geldiğini bu düşüncede olanlar bilmiyorlar mı?
Belki de bilmiyorlar.
Bir yazıda bunları, başka bir yazıda proletarya yok artık diyenlere karşı proletaryanın varlığını savunanlar hakkında ne düşünürsünüz, bunu bilemem, ama bana göre böyleleri sadece demagog değildir, aynı zamanda şaşkındır, zavallıdır. Teori dünyasında yolunu şaşırandır. Karanlıkta korkanın ıslık çalması gibi, sağa sola kör kılıç sallayandır. Bu durumda olanlar, ne kapitalizmin kendi kendine çökeceğini kanıtlayabilirler ne de aynı anda proletaryanın hem yok olduğunu hem de yok olmadığını kanıtlayabilirler. İşçi sınıfının aynı anda hem yok etmeyi hem de var etmeyi sadece bir hokkabaz işi olarak görmek yanlış olur. Bu, teorik bir yetenek meselesidir ve bu yetenek de ancak ve ancak “en Marksistler”de vardır.
Bir fazla üretim krizi sürecini analiz etmekten yoksu kafalar, öngörü adına veya başka kaygılardan dolayı kapitalist üretim biçiminin, diyelim ki sıradan olmayan bir krizini; yaşanmakta olan krizi, kafasında dizaynladığı emperyalizm ötesi veya emperyalizmin yeni aşaması düzenine özgü kriz yapmaktan çekinmiyorlar. Kapitalizmin kendiliğinden çökeceğini savunanlara göre bütün sorun, kapitalizmin var olma koşulunun artık yok olduğudur veya fazla uzun süremeyeceğidir. Öyleyse şimdi bu koşulların var olup olmadığına bakalım.
Önde gelen emperyalist ülkelerdeki, kapitalizmin “çekirdek ülkeleri”ndeki krize dayanarak kapitalist üretim biçiminin sonunun geldiği sonucuna varılamaz...
Tek tek ülkelerden hareketle sistemi bağlayan sonuçlar çıkartılırsa, sistemin bu tek tek ülkelerden oluştuğunun kanıtlanması gerekir. Örnek: Yaşanmakta olan kriz bağlamında veya 21. yüzyılın başından bu yana dünya ekonomisi ABD ve AB ekonomilerinden mi ibaret ki, bu merkezlerdeki krize dayanarak kapitalizmin sonuna gelindiği açıklanıyor?
Aşağıda verileri sunacağız. Burada belirterek geçelim: Kapitalist dünya sisteminde güç dengesi değişiyor; merkez ülkeler olarak bilinen ABD, AB ve Japonya, dünya ekonomisindeki belirleyici konumlarını kaybetme sürecindeler. Bu merkezler, kapitalist üretimin lokomotifi olmaktan çıkıyorlar.
Kahve falıyla kapitalist sistem analizi yapılamaz...
Kapitalizm, nesnel yasalarından kaynaklı olarak devresel krizleri olan bir üretim biçimidir. Kapitalizmin böyle bir özelliğinin olduğu genellikle bilinir. Kapitalist üretim biçiminin yapısal bir istikrarsızlığa sahip olduğu en azından 164 seneden beri ampirik verilerle kanıtlanmış bir gerçekliktir. 1847'de Engels „Komünizmin İlkeleri“ broşüründe “Sanayi devriminin diğer sonuçları neler oldu?” sorusuna (12. soru) aşağıdaki cevabı veriyordu:
“Buhar makinesi ve öteki makineler ile, büyük sanayi, sınai üretimini kısa bir zamanda ve küçük bir masrafla sınırsız bir ölçüde artırmanın araçlarını yaratmış oldu. Bu üretim kolaylığı ile, büyük sanayinin zorunlu sonucu olan serbest rekabet, çok geçmeden son derece yoğun bir nitelik kazandı; çok sayıda kapitalist, sanayie atıldı ve çok geçmeden kullanılabilecek olandan daha fazlası üretilmeye başlandı. Sonuç, imal edilen malların satılamaması ve ticaret krizi denen şeyin ortaya çıkması oldu. Fabrikalar durmak zorunda kaldı, fabrika sahipleri iflas etti ve işçiler ekmek kapılarını yitirdiler. Her yerde büyük bir sefalet vardı. Bir süre sonra fazla ürünler satıldı, fabrikalar gene çalışmaya başladı, ücretler yükseldi ve işler her zamankinden daha bir canlılık kazandı. Ama çok geçmeden gene çok fazla metalar üretildi, bir başka kriz ortaya çıktı ve bir öncekiyle aynı yolu izledi. Böylece, bu yüzyılın başından beri sanayinin durumu, bolluk dönemleri ile bunalım dönemleri arasında dalgalandı durdu ve hemen hemen her beş ya da yedi yılda bir, düzenli olarak, benzer bir kriz meydana geldi ve her keresinde işçilerde en büyük sefalete, genel devrimci coşkuya ve tüm mevcut sistem içinde en büyük tehlikeye yol açtı”.
Burada ekonomik krizle ilgili olarak üç unsuru görüyoruz: 1) Devrimci heyecan; 2) İşçilerin sefaleti ve 3) Kapitalizmin kriz sürecindeki yapısının sorgulanması. Beni burada ilgilendiren, kendi “doğallığı” içinde gelişen kapitalist üretim biçiminde hangi nedenlerden dolayı krizlerin patlak vermesidir. Kapitalizmin devresel (çevrimli) krizlerinden önce; daha doğrusu kapitalizmden de önce insanlık kötü hasattan, salgınlardan, spekülasyondan, savaşlardan, doğal afetlerden vb. dolayı patlak veren periyodik olmayan krizleri yaşamıştı. Bu krizlerin çoğunda ürünlerde belli bir yetersizlik, eksiklik söz konusuydu. 19. yüzyılın başından bu yana, özellikle de 1925 krizinden bu yana kapitalizmin çevrimli krizleri, bolluktan dolayı patlak veriyordu; insanlık bolluktan kaynaklı sefaleti kriz dönemlerinde yaşıyordu. Bunun neden böyle olduğunu; kapitalizmin makineli üretim aşamasına özgü olan fazla üretim krizlerinin nedenlerini Marks ve Engels'in araştırmaları göstermektedir. Uluslararası proletaryanın bu önderleri ekonomik krizleri; kapitalist üretim biçiminin nesnel yasalarını incelerken sistemin iç yapısından dolayı sınırlarını da gösterdikleri gibi, bu sistemin kaskatı bir yapı olmadığını sürekli değişebilme yeteneğine sahip olduğunu da gösteriyorlardı. Onların sorunu kapitalist üretim biçiminin sınırlarını göstererek kendiliğinden çöküşün teorisini yapmak değil, sistemin krizlerinden devrimci mücadele için yararlanmaktı.
Marks ve Engels'in bu anlayışıyla Marksist açıdan kapitalizmin kendi iç çelişkilerinden kaynaklı olarak kendi kendine çökeceğini savunmaya çalışanların anlayışı arasında hiç bir ortak nokta yoktur. Birinciler kapitalizmin çelişkilerinden devrimci mücadele için yararlanmayı esas alırken, ikinciler açısından devrimci mücadelenin bir anlamı yoktur. Birinciler için sistemin krizi, sınırlılığı proletaryanın devrimci mücadelesi açısından önemliyken, ikinciler kapitalizmin kriziyle, sınırlılığıyla proletaryanın devrimci mücadelesi arasında bir bağ kurulmuyor. Şüphesiz ki, şurada burada devrimci mücadeleden bahsediliyor, ama esas bahsedilmesi gereken yerde; kapitalizmin geleceği söz konusu olduğunda sadece ve sadece kendiliğinden çöküşten bahsediliyor. İkinciler açısından belirleyici olan, kapitalist sistemin, kendi kendini yok etmesinin nüvelerini kendi içinde taşıyor olmasıdır. Bu düşünceden hareketle sistem, sınıfsal öznenin (işçi sınıfı ve müttefiklerinin) müdahalesi olmaksızın kendi kendine çökecektir sonucuna varılıyor.
Doğru, ABD'de, ama özellikle de AB'de sermaye şimdilik krizden dolayı gelişmesinin sınırına varmıştır; bu alanlarda şimdilik kârlı yatırım olanağı kalmamıştır. Ama genel olarak, özel olarak da emperyalist kürekselleşmiş sermaye açısından dünya artık AB ve ABD'den veya Avrupa ve Kuzey Amerika'dan ibaret değildir. Asya'da gelişen kapitalizmi ne yapacağız? Latin Amerika'yı ne yapacağız? Evet Afrika'yı ne yapacağız? Ötesinde E-7 ülkelerindeki kapitalizmi ne yapacağız? Buralara da mı sermayenin, artı değer üretiminin damarları tıkanmış?
Öyleyse: Kapitalizmin, sermaye hareketinin ABD ve AB'de (Japonya da buna dahil) ana arterlerinin yaşanmakta olan krizden dolayı geçici olarak tıkanması, bütün sistemin ana arterlerinin tıkandığı anlamına gelmez. Sermayenin, ABD ve AB'den daha geniş, daha büyük, daha güçlü kaçış-akış alanları var. Bu alan, ABD ve AB dışındaki bütün dünyadır.
Kriz kavramı da aynen emek kavramı gibi çoğu kez yanlış ve yüzeysel kullanılıyor. Marksist politik ekonomiye göre emeğin değeri yoktur, ama alınıp satıldığını sürekli yazarız. Kriz kavramını da çoğu kez yanlış kullanırız, aynen “halk dili”nde olduğu gibi. İşin içinde çıkamayınca kriz deriz. Bir banka iflas etse, borsada belli bir düşüş olsa hemen kriz denir. Yaşanmakta olan krizin dünya çapında bir kriz olması olgusuyla, belli ülkelerde etkili olması olgusu arasındaki bağı kuramadığımız için dünya krizi dendiğinde bütün ülkelerin krizde olduğu veya sistem olarak kapitalizmin krizde olduğu sonucunu çıkartırız. “Mahşer günü” ajitatörleri aynen böyle yapmıyorlar mı?
Marks'ın birçok kriz tanımlaması vardır. Birisi de şöyle:
“Dünya pazarı krizleri, burjuva ekonomisinin tüm çelişkilerinin gerçek yoğunlaşması ve zorla dengelenmesi olarak görülmelidir. Bu krizlerde yoğunlaşmış olan tekil faktörlerin, burjuva ekonominin her aşamasında ortaya çıkması ve gelişmesi gerekmektedir ve biz burjuva ekonominin her aşamasına nüfuz ettikçe bir yandan bu çatışmanın yeni yönleri geliştirilmek zorundadır, öte yandan, bu çatışmanın daha soyut biçimleri, somut içinde yinelenen ve mevcut olan olarak kanıtlanmalıdır” (K. Marks; Artı Değer Üzerine Teoriler, C. 26/II, s. 506, Türkçe, s. 489/490).
Ne diyor Marks? Dünya krizinden bahsediyor. Bir krizin dünya krizi olarak gelişebilmesi için ne türden özelliklere sahip olması gerektiğinden bahsediyor. Burjuva ekonominin bütün çelişkileri yoğunlaşmış biçimde açığa çıkacak; etkili olacak. Bu çelişkiler, zor yoluyla, kriz sürecinde -kapitalizmin “normal” işlerliği sürecinde görülmeyen bir biçimde yeniden dengelenecek. Çelişkiler, ekonomiyle ilgili bütün önemli faktörler burjuva ekonominin bütün aşamalarında ortaya çıkacak ve gelişecek. Peki bu süreci dünyanın bütün ülkelerinde izliyor muyuz? Bu anlamda ABD'de kapitalizmle Çin'deki kapitalizm aynı mıdır? Her iki ülkede de burjuva ekonominin bütün çelişkileri aynı veya yaklaşık aynı derecede ortaya çıkmış mıdır? Çıkmamıştır.
Yaşanmakta olan kriz bölgesel olarak kapitalist ekonomiyi kasıp kavuruyor, ama bir dünya krizidir; hem de kapitalizmin tarihinde görülmüş olan en ağır ekonomik krizlerden birisidir. Sorunun bu yönünü anlamayan küçük burjuvalar, krizin kasıp kavurduğu ülkelere bakarak kapitalizmin sonunun geldiğini sanıyorlar. Sanki fal bakıyorlar; araştırma, somut durum tespiti, yöntem bunları ilgilendirmiyor. Falcının, fal baktıranın durumuna göre “yorum” yapması gibi, bunlar da gerçekliği kafalarında şekillenmiş kendiliğinden çöküşe sığdırmaya çalışıyorlar. Öyle ki, bilerek veya bilmeyerek iradecilikle örneğin ABD'de ve AB'de işçi sınıfını, kapitalizmin sonu geldi diye mücadelesizliğe mahkum ediyorlar. Böyle bir anlayışın devrimcilikle bir ilişkisi olamaz. ABD'de ve AB'de işçiler “kazara” “kıyamet günü” ajitatörlerinin bu yazılarını okusalar, kapitalizmin kendiliğinden çökeceğine inanarak beklemeye geçerler. Ben de aynısını yapar; kendiliğinden çöküşü izlerim!
Bu unsurlar, hissettikleri kendiliğinden çöküş ile kapitalist sistemin istikrarsızlığını birbirine karıştırıyorlar.
Güç dengelerinde değişim süreci - yükselen ve çöken güçler
Klasik kapitalist (merkez) ülkeler çöküş, “çevre” ülkelerin yükseliş sürecinde oldukları bir aşama, kendiliğinden çöküşü değil, güçler dengesinde değişimin olduğunu gösterir...
Kapitalizmin ana arterlerini tıkayıp, daha ne kadar sürer derken de bilimsel disiplinden kopmamak gerekir; gerçekler karşısında gözler kör, kulaklar sağır olmamalı. Aşağıdaki veriler bir bölgede geçici olarak tıkanan arterlerin başka bölgelerde açık olduğunu ve sermayenin de o bölgelerde sömürüye, artı değer üretimine devam ettiğini; genişletilmiş yeniden üretimin devam ettiğini göstermektedir.
20. yüzyılın sonunda ve 21. yüzyılın başında veya 1990-2007 arasında dünya ekonomisinde güç dengesinin nispeten hızlı bir değişim içinde olduğunu görüyoruz. 1990'dan 2007'ye G-7 ülkelerinin dünya GSYİH'ındaki payı yüzde 49'dan yüzde 43'e düşerken, BRIC-ülkelerinin payı nispeten hızlı artarak yüzde 13'ten yüzde 21'e çıkıyor. Döviz rezervi bakımından ise hakimiyet BRIC-ülkelerinde.
2000-2008 arasında dünya ekonomisinin büyümesine Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin'in katkısı (BRIC-ülkeleri) yüzde 46,3, G-7 ülkelerinin katkısı ise sadece yüzde 19,8 oranındaydı. IMF, 2008-2014 arasında bu katkının BRIC-ülkelerinde yüzde 61,3'e çıkacağını ve G-7 ülkelerinde de yüzde 12,8'e düşeceğini tahmin ediyor.
Damarı geçici tıkanan (gelişmiş) ülkelerin ve yükselen ve gelişen ülkelerin dünya GSYİH'ındaki payları 1980-1990 arasında hemen hemen aynı kalmıştır. Ama 1990-1994 krizi sürecinde durum değişiyor. 1991'den 1992'ye damarı geçici tıkanan (gelişmiş) ülkelerin dünya GSYİH'ndaki payı yüzde 68,93'ten yüzde 64,19'a ve 2004'te de yüzde 60'ın altına düşüyor ve düşüş hızlanıyor.
Yükselen ve gelişen ülkelerin dünya GSYİH'ndaki payı ise 1991'de yüzde 31,07'den 1992'de yüzde 35,81'e çıkıyor. Bu pay artışı 2000'den itibaren hızlanıyor.
Gelişmelerin “normalliği” içinde her iki ülke grubunun dünya GSYİH'ndaki payı 2013'te yüzde 50'ye yüzde 50 olacak.
Diğer taraftan üç dünya krizi sürecinden (1990-1994, 2000-2004, 2008...) yükselen ve gelişen ülke grubu, dünya ekonomisindeki payını arttırarak çıkarken, gelişmiş ülkeler güç kaybettiler ve kriz sorasında da bu kaybı telefi edemediler.
Her iki ülke grubu arasındaki güç dengesi, gelişen ülkelerin gelişmiş ülkeleri (burada G-7 ülkeleri) 2020'de geçecek kadar hızlı değişiyor.
Uluslararası güç dengelerinde dramatik denebilecek değişmeler oluyor; dünya ekonomisinde ABD'nin ve AB'nin üstünlük durumları yükselen ülkeler lehine eriyor. BRIC-ülkeleri ve genel anlamda gelişen ülkeler, dünya GSYİH'ndaki pay bakımından emperyalist merkezleri geride bırakıyorlar:
1-1991-1994'ten 2015'e BRIC-ülkelerinin dünya GSYİH'ndaki payı yüzde 5,8'den yüzde 21,6'ya çıkıyor (15,8 puanlık bir artış).
2-Aynı dönemde BRIC-ülkeleri hariç diğer yükselen ülkelerin dünya GSYİH'ndaki payı yüzde 10,6'dan yüzde 15,4'e çıkıyor (4,8 puanlık bir artış).
3-Aynı dönemde gelişen ülkeler toplamının dünya GSYİH'ndaki payı yüzde 16,4'ten yüzde 37'ye çıkıyor (20,6 puanlık bir artış).
4-Aynı dönemde ABD'nin dünya GSYİH'ndaki payı yüzde 26,2'den yüzde 22'ye düşüyor (4,2 puanlık bir azalış).
5-Aynı dönemde Avro Alanı'nın dünya GSYİH'ndaki payı yüzde 24,8'den yüzde 16,6'ya düşüyor (8,2 puanlık bir azalış).
6-Aynı dönemde ABD+Avro Alanı'nın dünya GSYİH'ndaki payı yüzde 51'den yüzde 38,6'ya düşüyor (12,4 puanlık bir azalış).
2010'da Güney Afrika da dahil bu beş ülkenin GSYİH 12,7 trilyon dolardı, AB'nin ise 12,2 trilyon dolardı. IMF'nin tahminine göre 2012'de bu beş ülkenin GSYİH 15,91 trilyon dolara, ABD'ninki ise 15,88 trilyon dolara çıkacak. Böylece bu beş ülke AB'yi 2010'da geçmiş oluyor, 2012'de de ABD'yi geçecek.
Güç dengesi Batı'dan Doğu'ya kayıyor ve bu temelde yeni bir kapitalist dünya düzeni oluşuyor:
Açık ki, dünya sosyalist olmazsa Anglosakson hakimiyeti yıkılacak yerine Çin'in başını çektiği yeni bir hakimiyet ilişkisi kurulacak. Gelişmeler en azından bu yönde. Yaşanmakta olan ekonomik kriz de bu yöndeki gelişmeyi biraz hızlandırmış oldu.
E-7 diye tanımlanan, derecesi farklı da olsa dinamik ülkelerin (Çin, Brezilya, Hindistan, Türkiye, Endonezya, Meksika ve Rusya) sahip olacakları ekonomik güç bakımından yaklaşık ne zaman klasik emperyalist ülkeleri geride bırakacakları ve Çin'in ABD'nin yerini alacağı üzerine; güçler dengesindeki değişimin ne zaman olacağı üzerine araştırmalar, hesaplar yapılmaktadır. Goldman Sachs'ın hesaplamasına göre 2027'de, HSBC'ye göre 2040'larda ve Price-Waterhouse-Cooper'a (PWC) göre de 2032'de bu ülke gruplarının dünya ekonomisindeki konumları değişecek.
Tabii bu hesaplarda dolara göre resmi kurların tahmini gelişme hızı esas alınıyor. Ama satın alma paritesine göre hesap yapılırsa durum değişiyor. Satın alma paritesi para birimlerinin gerçek değerini ifade eder. Çin ve bazı E-7 ülkelerinin para birimlerini sürekli gerçek değerinin altında tutmayacaklarını ve paralarını değerlendirmek zorunda kalacaklarını düşünürsek, PWC'nin tahminine göre E-7 ülkeleri G-7 ülkelerini 2020'de geçecekler.
Birçok bakımdan son aşamasına gelmiş olan güçler dengesinde değişim sürecini iyi analiz etmek gerekir. Klasik emperyalist ülkeler; kapitalizmin merkezleri olarak bildiğimiz Avrupa ve ABD, sömürge ve yarı sömürge ülkeleri de talan ederek şimdiye kadar kapitalizmin merkezi olma konumlarını sürdürebildiler. Bu tarih, klasik emperyalist ülkelerin hakimiyeti artık sonlanma aşamasında. Sermaye bu alanlarda artık eskisi gibi kârlı yatırım olanaklarına sahip değil. Bu nedenle kârlı, daha kârlı alanlara kaçıyor. Bu alanlar da “yükselen” pazarlardır. Uluslararası tekelci sermaye bu alanlarda kâr elde edebildiği için yaşanmakta olan krizin çok yıkıcı etkisi frenlenmiş oluyor. Bu nedenle kriz kapitalist dünyanın bir kısmını yakıp yıkarken, diğer bir kısmında üretim devam ediyor.
Demek oluyor ki, karşımızda kapitalist dünya ekonomisinin iki gruba ayrılmış ülkeleri var; bir grup gerileme, diğeri de yükselme sürecinde.
Ne oldu şimdi? Damarı tıkanmamış, yükselme sürecinde olan ülkeler kapitalist ülkeler değil mi? Orada artı değer üretilmiyor mu? Genişletilmiş yeniden üretim gerçekleştirilmiyor mu? Yoksa bu ülkeler emperyalist küreselleşme dünyasının ötesinde, başka bir gezegende mi yer alıyorlar?
Burjuva düşünce ve demagoji kervanına katılan Marksist olamaz...
Damar tıkanması ve gelişme arasında bağ kurmaya çalışalım ve bu arada parçanın hiçbir zaman bütünü oluşturamayacağını düşünelim. Ne görüyoruz?
Yukarıdaki verilerin de gösterdiği gibi 20. yüzyılın ikinci yarısında kapitalist dünyanın merkez ülkeleri (hani şu damarı tıkanan ülkeler var ya oralar) emperyalizme bağımlı (damarı tıkanan ülkelere bağımlı) ülkelere nazaran daha hızlı gelişiyorlar. Bu dönemde G. Kore, Tayvan emperyalist burjuvazi tarafından özel bir durumun ifadesi olarak değerlendiriliyor. Japonya söz konusu olduğunda ise şaşkınlık gizlenemiyor. Ne de olsa değişmez gözüken değişiyor; gelişme kervanına başkaları da katılıyor.
21. yüzyıla girildiğinde güçler dengesinde de önemli değişmenin olduğu görülüyor; burjuvazi bu gerçeği kabulleniyor, ama kendi kendine Marksistler bütün yeteneklerini damar tıkama teorisine veriyorlar. Ama damar tıkanmıyor ve başta E-7'ler olmak üzere yükselen birçok başka ülkede kapitalizm dolu dizgin gelişiyor. Abartmayalım ve Türkiye'de dolu dizgin değil de “dizginli” geliştiğini söyleyelim! Peki Çin'i, Hindistan'ı, Brezilya'yı ne yapacağız? En azından buralarda dolu dizgin gelişmiyor mu? Klasik kapitalist ülkelerde artı değer üretimi bazında ana arterler kriz sürecinde geçici olarak tıkanıyor, ama diğer ülkelerde artı değer üretimi damarları açık değil mi?
Aradaki fark oldukça açık:
Damarı geçici olarak tıkananlar da dahil bütün gelişmiş kapitalist ülkelerin 1990'da dünya pazarlarındaki payı yüzde 90, şimdi yüzde 50 bile değil. Bütünün yüzde 90'ını oluşturan parçanın büyüklüğü yüzde 50'nin altına düştü. Ne olacak şimdi? “Kıyamet günü” ajitatörlerine uyalım ve bu ülkelerde ana arterlerin tıkandığını kabul edelim. Bu durumda ana arterlerin yüzde 50'sinden daha azı tıkanmış, yüzde 50'sinden daha çoğu açık durumdadır. Diyelim ki yüzde 50'den daha azı çöküyor, ama yüzde 50'den daha çoğu çömüyor. Ne olacak şimdi?
Kolaylaştırmak için ülkeleri iki gruba ayıralım: ana arterleri geçici olarak tıkanmış ülkeler (gelişmiş ülkeler) ve ana arterleri açık ülkeler (gelişen ülkeler). Bu durumda iki ekonomi grubuyla karşı karşıyayız:
Dünya nüfusunun yaklaşık yüzde 90'ı ana arterleri açık ülkelerde yaşıyor.
Ana arterleri açık ülkeler, dünya döviz rezervlerinin yüzde 80'inden fazlasına sahipler.
Ana arterleri açık ülkeler, dünya çapında üretilen çeliğin yüzde 75'ini ve petrolün de yüzde 55'ini tüketiyorlar.
Ana arterleri açık ülkeler, ithal ettiklerinden daha çok ihraç ediyorlar.
Ana arterleri tıkanmış ülkelerde dünya nüfusunun ancak yüzde 10'u yaşıyor, ama dünya çapında tüketimin yüzde 70'i bu ülkelerde gerçekleşiyor.
Ana arterleri tıkanmış ülkeler, ihraç ettiklerinden daha çok ithal ediyorlar.
Ana arterleri tıkanmış ülkeler, daha ziyade ülke içinde değil de, ülke dışında sermaye yatırımı yapıyorlar.
Ana arterleri tıkanmış ülkeler, dünya çapında kamu (devlet) borçlarının yüzde 80'ini yapmış durumdalar.
Ana arterleri tıkanmış, artı değer üretme olanakları tükenmekte olan ülkelere örnek olarak İngiltere ve ABD'yi verebiliriz.
1914'te dünya çapında doğrudan yabancı yatırımların (sanayi) yüzde 45'i İngiltere'ye, 1967'de ise dünya çapında doğrudan yatırımların (sanayi) yüzde 50'si ABD'ye aitti. Her iki ülkenin dünya çapında doğrudan yabancı sermaye yatırımındaki payı 1936'da yüzde 70 idi. 2009'da bu pay yüzde 30'a düştü. Bu iki ülke, dünya çapında güç dengesinin değişimine örnektir: Büyük Britanya çökerken yerini ABD alıyor ve şimdi ABD çökerken yerini başka bir güç (Çin) alıyor.
Kendiliğinden çöküşü, “emeğin” değerinin kalmadığını savunanlar, bu değişimi kapitalizmin kendiliğinden çöküşü olarak algılıyorlar; oysa ortada güç dengesinde değişim var; merkez “çevre”, “çevre“ merkez oluyor.
Ülkeleri iki gruba sıkıştırmayalım, ekonominin “hal ve gidişi” bakımından değerlendirelim:
Emperyalizme bağımlı ülkelerde, özellikle de Afrika'da genel anlamda ekonomide büyüme oranları AB'dekine denk düşüyor, ama Avrupa'da görülen mutlak gerileme yok.
BRIC-ülkeleri (Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin), dünya ekonomisinin en dinamik ülkeleri durumundalar, bu ülkelerde en fazlasıyla büyüme oranlarında küçülme oluyor.
E-7 ülkeleri de (BRIC-ülkelerine ek olarak Meksika, Türkiye, Endonezya) keza bugünkü durumlarına göre dünya ekonomisinin en dinamik ülkeleri durumundalar.
ABD ve AB hariç OECD ülkeleri, dünya ekonomisinin ikinci derecede dinamik ülkeleri; bu ülkelerde büyüme oranları ABD'nin üstünde ama E-7'lerden daha küçük.
ABD ve AB'de ekonominin dinamikliğinden söz edilemez.
Bu durumda:
R. Luksemburg'un kastettiği “çevre” ülkeler, kapitalist gelişmenin “çocukluk” çağını yaşıyorlar; bu çağdan çıkma sürecindeler. Bu ülkelerin sayısı giderek azalmaktadır.
Latin Amerika ülkeleri bu çağı çoktan atlattılar, 1980'li ve 1990'lı yıllarda “ergenlik” çağını yaşadılar, şimdi ise dünya ekonomisinde ve politikasından söz sahibi olmaya çalışıyorlar.
BRIC veya E-7 ülkeleri gençlik çağınındalar; dinamikler, saldırganlar, söz sahibi olmak istiyorlar; bölgesel ve bazen de dünya çapında ağırlık koymaya çalışıyorlar.
OECD içinde ABD, Almanya, Fransa, İngiltere, Japonya gibi ülkeler ihtiyarlamış durumdalar; dinamikleri sönüyor.
ABD ve AB, dünya kapitalist sisteminin ihtiyarları. Ve kendi kendine Marksistler bu ihtiyarlara bakarak kapitalizmin kendiliğinden çökeceğinden bahsediyorlar. Bunların aynı bütün içinde ölenle gelişen arasında bir bağ kurma diye bir sorunları yok. Bunlar, kapitalist dünyayı bu çöken güçlerden ibaret görüyorlar.
I. Dünya Savaşından sonraki süreçte Büyük Britanya İmparatorluğunun çöküş sürecine girdiğini; kapitalist dünya merkezinin Avrupa'dan Amerika'ya kaydığını hatırlayalım. Kapitalist sistem içinde güç dengesi değişiyordu; bir bütün olarak Avrupa'nın yerini ABD alıyordu. Ve o dönemde, 1920'li yıllarda R. Luksemburg'un anlayışını karikatürleştirerek kendiliğinden çöküş teorisi üretenleri hatırlayalım. Hangi sonuca varmış olurlarsa olsunlar onlarda belli bir bilimsel disiplinin ve dürüstlüğün olduğunu kabul ediyorum. Şimdiki bilumum kendi kendine Marksistler ise dünya kapitalist merkezinin ABD ve AB'den başka bölgelere, örneğin Asya'ya kaydığını göremiyorlar; bu güç dengesi değişim sürecini kapitalizmin kendiliğinden çöküşü olarak, artı değer üretme olanağının yok oluşu olarak kavrıyorlar. Ve bu anlayışlarını belli bir bilimsel disiplin içinde açıklama gayretinden oldukça uzaklar.
Kapitalizmin kendiliğinden çöküşü diye bir şey yok - Fantezilerle gerçek birbirine karıştırılıyor...
1929'da dünya ham demir ve çelik üretimi toplamı 196 milyon tondu. Bu miktarın 98 milyon tonluk kısmı Avrupa'da, 89 milyon tonluk kısmı ABD'de ve 9 milyon tonluk kısmı da dünyanın geriye kalan kısmında üretiliyordu; yani ham demir ve çelik üretiminin yüzde 95'i Avrupa ve ABD'de, yüzde 5'i de dünyanın geriye kalan kısmında üretiliyordu. Gelişmiş ülkelerin (Çoğunluğunun ana arterleri bugün krizden dolayı geçici tıkanmış) dünya sanayi üretimindeki payı 1929'da yüzde 95,1 idi; gelişen ülkelerin payı da ancak yüzde 4,9 idi.
Ülkelerin bir kısmını hep emperyalist olmaya, bir kısmını da hep bağımlı, yeni sömürge olmaya mahkum edenler, yanılgılarını anlarlar mı, bilemiyorum. Bildiğim bir şey varsa oda, bugün durumun tamamen değiştiğidir.
ABD ve Avro Alanı toplamının 1990-1994 döneminde dünya GSYİH'ndaki payı yüzde 51'den 2015'te yüzde 38,6'ya düşecek. Aynı dönemde gelişen ülkelerin payı da yüzde 16,4'ten yüzde 37'ye çıkacak. Her halükârda 2015-2020 veya 2015-2030 döneminde dünya ekonomisinin ağırlık merkezi ABD ve AB'den başka ülkelere, Asya'ya kaymış olacak.
Tek başına İngiltere'nin, sonraları İngiltere'nin yanı sıra ABD'nin, Almanya'nın, Fransa'nın (Kapitalizmin serbest rekabetçi döneminden I. Dünya Savaşına kadar olan dönem); sonraları tek başına Avrupa ve ABD'nin (II. Dünya Savaşından sonra bu ikiliye Japonya'yı da katmak gerekir) tek başına kapitalist dünya ekonomisini oluşturdukları dönem artık kapanmıştır. O dönemlerde bu ülkelerde ekonomik kriz demek bütün kapitalist dünyada kriz demekti. Şimdi durum değişti.
Sonuç: Ana arterleri tıkanmış ülkeler; ABD ve AB, bugün kapitalist dünya ekonomisine denk düşmüyorlar; tek başına bu ekonomiyi ifade etmiyorlar.
Hal böyle olmasına rağmen gerçeklere sırt çevirerek bugün açısından bütünün ancak yüzde 35'ini ifade eden parçayı; dünya ekonomisinindeki payı ancak yüzde 35 olan ana arterleri tıkanmış kapitalist ülkeleri esas alarak; onlara bakarak kapitalizmin kendiliğinden çökeceğini savunmak; artık artı değer üretme, sömürme olanağı kalmadı demek; geriye kalan yüzde 65'lik parçadaki kapitalizmi görememek, “kıyamet günü” tellallığı yapmaktan başka ne anlam taşır?
Yüzde 65'lik bu parçada veya gelişen ülkelerde veya yükselen ülkelerde veya ana arterleri tıkanmamış ülkelerde hâlâ kârlı yatırım kaynaklarının olduğunu, kapitalizmi kendiliğinden çökerten kendi kendine Marksistler bilmeyebilirler, ama uluslararası tekelci sermaye çok iyi biliyor. Yaşanmakta olan krize rağmen BRIC-ülkeleri neden krize girmediler? Ürettikleri ve sattıkları için. Üretimin olduğu yerde -hele günümüzde dünya çapında rekabetin boyutlarını düşünürsek- mutlaka yatırım da vardır.
Yoksa yatırım yapmadan mı üretiyorlar?!
Sonuç: Kapitalist dünya ekonomisinde güç dengelerinde yaşanmakta olan değişim, kapitalizmin sonu değildir; bu ekonominin bir parçası gerilerken, çökerken diğer parçası yükselmektedir. Yaşanmakta olan da bu süreçtir ve çöken, gerileyen, iddiasızlaşan parçaya bakarak sömürü olanağı kalmadı, kapitalizm çöküyor demek, gelişen parçanın rolünü görmemek anlamına gelir. Güçler dengesindeki değişimi ve beraberinde getirdiği gelişmeleri görmemekte ısrar etmek; ısrarla kapitalizmin çöküşünü ilan etmek, işçi sınıfını silahsızlandırmak, sınıf mücadelesini küçümsemek ve insanları “mahşer günü”ne hazırlamaktır.
Kâhinlik, iltifatta sınır tanımamak, krizden güçlenerek çıkan kapitalizm ve çöküş sürecinde olan kapitalizm...
Bir N. Roubini hikayesidir gidiyor. Uyanık bir iktisatçı, neyi ne zaman pazarlayacağını çok iyi biliyor. Vatandaş, Marks'a bir gönderme yaptı, neredeyse Marksist ilan edilecekti.
Kim bu “kriz kâhini” diye tanımlanan teori çakalı?
Kendini pazarlamasını bilen iki iktisatçı var: Paul Krugman ve Nouriel Roubini. Krugman, tam bir keynesci. Sonuç itibariyle krizden çıkmanın yolunun başka gezegenden olanlara karşı savaş olduğunu öne sürdü. Herhalde öylesine söylemiştir! Nobel ödülü almış, dünya çapında ün salmış, üstelik bir de demokrat birisi savaştan nasıl bahsedebilir!? Krugman, savaşın kriz çevrimini değiştirebileceğini, üretimi dürtükleyebileceğini; yıkım ne kadar büyük ve derin olursa tam istihdam olanaklarının doğabileceğini ve ABD'de kapitalizmin ömrünün bir kaç on yıl daha uzatılabileceğini çok iyi biliyor. Bunu, emperyalist küreselleşme geriye dönüşümsüzdür diyen kendi kendine Marksistlerden, “en Marksistler”den daha iyi biliyor. Savaşın ülke içinde de yatırımları kârlı yapacağını çok iyi anlıyor. 'Birleşik Devletler, ancak II. Dünya Savaşında silahlanma ile otuzlu yılların büyük bunalımından çıkabilmiştir' tezini “New York Times”daki yazısında dile getiren bu teori “hergelesi”nden başkası değildir. Bu nedenle savaşı dolaylı olarak gündeme getiriyor.
N. Roubini ise tam bir teori çakalı. İstanbul doğumlu. Niye kâhin ilan edildi, bilemem ama kâhinlik bir iş de yapmadı. Nihayetinde 2006 yılında yaklaşan bir krizden bahsetmiş. Doğru. O zaman dünya çapında sayısız araştırmacı da yaklaşan dünya krizinden bahsediyordu. Hele Marksistler her 8-10 sene de bir krizin patlak vereceğini 1825'ten bu yana biliyorlar. Yani onlar kâhin olmuyor ama Roubini kâhin oluyor! Daha önceleri de kehanette bulunmuştu, ama tutturamamıştı; örneğin 2004'te ağır bir borsa krizinin patlak vereceğini, 2005'te büyüme oranlarında sert bir düşüşün olacağını, 2006'da küresel üretim gerilemesinin olacağını ve 2007'de de krizin patlak vereceğini öngörmüştü. Bunların hiçbirisi olmadı, ama kâhin ilan edildi. Kehanetine, kapitalizmin sonuna gelindiğini, Marks'ın haklı olduğunu da ekleyince kendi kendine Marksistleri mest etti.
Güce tapanlar için Roubini büyük adamdır, eline su dökülemeyecek derecede büyük adamdır. Bir de Marks'ı gündeme getirdi ve böylece bazılarının gözünde daha da büyük adam oldu. Şimdilerde Roubini'nin Marks'a atfına da dayanarak bu teori çakalının bazı Marksistlerden Marksizme daha yakın olduğu tespiti yapılıyor. Kılavuzu Roubini olanın sonu ne olur onu bilemem, ama bildiğim bir şey varsa Roubini gibilerine dayanarak bir şeyleri izah edecek duruma düştüysek, bu teori çakalının söylemiyle Marks'ı haklı çıkaracaksak, çok kötü durumdayız demektir. Bu, “denize düşenin yılana sarılması” anlamına gelir.
Roubini “sis içinde yoklama“ yapıyor, bazıları da onun açtığı yolda ilerliyor; kapitalizmin sonu geldi. Yani şöyle: 'Biz Marksistler kapitalizmin sonunun geldiğini söyledik, ezberciler bize inanmadı, ama bakın Roubini gibi bir burjuva iktisatçı da bizim gibi düşünüyor'!
Borsalarda, dünya pazarlarında sermaye açısından çalkantılı zamanlar aynı zamanda kâhinlerin de revaçta olduğu zamanlardır. Kendini pazarlamasını bileceksin. Bu iki iktisatçı da bunu çok iyi biliyor. Roubini uyanık; Marks'a işaret ediyor, onun çevrimli kriz anlayışına işaret ediyor. Arap ülkelerindeki ayaklanmalardan, Yunanistan'daki, İngiltere'deki kitlesel eylemlerden bahsediyor. Bu türden ayaklanmaların ABD'de de olacağından ama zamanın henüz olgunlaşmadığından bahsediyor (Şimdi ABD'de “Occupy Wallstreet”-Hareketi geliştiğine göre, gerçekten geleceği okuyan birisi olması gerekir!) . Bunlardan bahsettikten sonra teori çakalı Roubini'den daha büyük Marksist kim olabilir? Olsa olsa onun Marksist olabileceğini söyleyenler olabilir veya onu öne sürerek başka Marksistlerin Marksizmden ne denli uzak olduğunu düşünenler olabilir.
Her halükârda N. Roubini'nin Marks “yorumu”, Keynes'in sınıf mücadelesi anlayışının bir versiyonudur: Keynesciliğe göre, aşırı kapasite oluşturmadan, ulusal ekonomide talep eksikliği oluşturmadan işgücü harcanmasından (“emek”ten) kaynaklı gelir sürekli olarak sermayeye aktarılmazsa kapitalizm kendi kendini yok eder. Roubini de, Krugman'ın söylemek istediğini daha baştan söylüyor, daha çok Marksizm görünüşlü söylüyor.
Her neyse. Sorun, kapitalizmin kendi kendini yok edebileceğinde düğümleniyor. Yani kapitalizmin şu andaki süreci kendi kendini yok ettiği süreçtir deniyor. Ben de kapitalizm kendi kendini yok edecek süreçte değildir ve hiç bir zamanda kendi kendini yok edemez diyorum. Kapitalizm kendi kendini yok etme çelişkisini içinde taşır, ama kendi kendini yok etmesine karşı etkide bulunan nesnel faktörleri de üretir. Avanak küçük burjuvazinin anlamadığı da budur. Nasıl ki, son kertede kapitalizmin kendi kendini yok etmesi, onun nesnel yasasının bir yansımasıysa, o yasanın gerçekleşmesine karşı etkide bulunan faktörler de kapitalizmin nesnel faktörlerdir. Sorunun bir yönünü ön plana çıkartıp diğer yönünü karartamazsınız. Ve kapitalizmin kendi kendini yok edeceğini Roubini gibi burjuvazinin teori çakallarının görüşleriyle de açıklayamazsınız. Bunu yapmak çaresizliğin, umutsuzluğun, teoride düşkünlüğün ve sefilliğin açık ifadesidir. Mademki Marks'tan bahsediliyor, öyleyse kapitalizmin kendi kendini yok etmesi yasası ve buna karşı etkide bulunan nesnel faktörlerden de bahsedilmelidir. Marksizme inancı olmayan “Marksist” küçük burjuva bunu yapamaz. Nasıl yapsın? Yukarıda örneklerini verdim. Artık dünya, kapitalizm, ABD ve AB'den ibaret değil. Önce bunu anlamak lazım. Artık “baldırı çıplak” dünya söz sahibi olmaya başladı. Bazı ülkelerde emperyalizme bağımlılık gevşedi, E-7 ülkeleri emperyalist ülkeler oluyor. Dünyanın bu bölgelerinde, ABD ve AB ile karşılaştırırsak saldırgan, nispeten dinamik bir kapitalizm var. Bu kapitalizm, genel olarak kapitalizmin, kapitalist sistemin merkezi olmaya başladı, odak noktası oluyor. Nerede kaldı kendi kendini yok eden kapitalizm?
Tarihsel sürecin sonunu göremeyen Marks...
Doğru, kapitalizm tarihsel bir süreçtir. Bir başlangıcı bir de sonu vardır. ABD'de ve AB'de kapitalizm son demlerine gelmiş olabilir, öyledir de, ama örneğin Türkiye'de, Çin'de, Rusya'da, Endonezya'da, Malezya'da, Kore'de, Meksika'da, Hindistan'da, Brezilya'da vb. gelişen, yükselen ülkelerde de son aşamasına geldi mi? Bu ülkelerde sanayi üretiminin ulusal ekonomide ne denli ağırlıkta olduğu bilinmiyor mu? Ana arterleri tıkanan ülkelerde sanayi üretiminin ulusal ekonomide önemini yitirmeye başladığı, bu ülkelerin rantiye ülkelere; asalak ülkelere; kupon kesen ülkelere dönüşüyor oldukları (örneğin ABD ve İngiltere), gelişen ülkelerde sanayi üretiminin ulusal ekonomideki ağırlığının, payının ne denli yüksek olduğu ve bu anlamda da bu ülkelerin ne denli dinamik oldukları bilinmiyor mu? (Örnek olsun diye belirtelim: 1970'den 2008'e sanayide üretilen artı değerin ulusal gelirdeki payı ABD'de yüzde 35,24'ten yüzde 21,29'a; Japonya'da yüzde 45,31'den yüzde 27,97'ye; Almanya'da yüzde 48,09'dan yüzde 29,64'e; Fransa'da yüzde 34,94'ten yüzde 20,28'e; İngiltere'de yüzde 42,1'den yüzde 22,56'ya ve Kanada'da da yüzde 38,05'ten yüzde 31,82'ye düşüyor. Aynı dönemde Çin'de yüzde 40,49'dan yüzde 47,45'e; Hindistan'da yüzde 20,79'dan yüzde 28,22'ye; Endonezya'da yüzde 32,15'ten yüzde 48,79'a; Meksika'da yüzde 32,15'ten yüzde 36,42'ye ve Türkiye'de de yüzde 22,5'ten yüzde 27,6'ya çıkıyor. (Rusya ve Brezilya'da ise azalıyor) Hal böyleyken hangi kendi kendine çöküşten bahsediyorsunuz?
Kapitalizm kendi kendine çökmeyecektir, kendi kendini yok etmeyecektir. En azından Marksizm böyle diyor. Buna umut bağlamak acizliktir, sermaye önünde, burjuvazi önünde diz çökmektir, kendiliğindencilik önünde secdeye varmaktır. İşçi sınıfını ideolojik, siyasi ve örgütsel olarak tasfiye etmektir. Daha önceki sömürüye dayanan toplum formasyonları; kölecilik, feodalizm nasıl yıkıldıysa kapitalizm de öyle yıkılacaktır. Bu, sınıf mücadelesi sonucunda gerçekleşecektir. Diğer taraftan, kölecilik ve feodalizm kendi kendini yok etmediği gibi “orta sınıf”ların perişanlığından dolayı da yok olmadı. Kapitalizm sürecinin başlangıcında ve süreç boyunca hakim sınıf olarak burjuvazi belirleyici olmuştur. Yıkılışında ise ne olduğu belli olamayan “çokluk” veya “orta sınıf” değil, proletarya ve müttefikleri belirleyici olacaktır...