II-EMEĞİN GELECEĞİ VE KAPİTALİZMİN SONU
“Emeğin sonu” üzerine tartışmalar kapitalist üretim biçiminin dünya çapında hakim olmasından, işsizlik sorununun gündeme gelmesinden bu yana sürdürülür. Değer yasası, artı değer üretimi, spekülatif sermaye, kapitalizmin kendiliğinden çökeceği vb. üzerine yapılan bütün tartışmalar da son kertede “emeğin geleceği” ile ilgili dolaylı ve dolaysız tartışmalardır...
Kriz dönemlerinde bu türden tartışmalar yoğunlaşır. Bu tartışmalar, sadece dar bir aydın çevresi tarafından yapılmaz. Bu tartışanlara emperyalist burjuvazinin ideologlarından, burjuva ve burjuva liberal aydınlardan kendine Marksist diyenlere ve gerçekten Marksist olanlara kadar uzanan oldukça geniş bir yelpazede yer alanlar katılır. Her bir çevre, her bir akım, çoğu kez birbirinden bağımsız olarak kendi görüş açısından hareketle soruna çözümler getirir...
Farklı siyasi çevreler, farklı bakış açısından dolayı kaçınılmaz olarak farklı toplum biçimleri dizaynlıyorlar. Ama bu çevrelerin sorunun nihai çözümüyle; özel mülkiyetin yerini toplumsal mülkiyetin almasıyla şekillenecek bir toplum yapısıyla uzaktan yakından bir ilişkileri yoktur; bunlardan bazılarının, örneğin Rosa Luksemburg'u karikatürleştirerek kapitalizmin kendiliğinden çökeceğini savunanların Marksist düşüncelerden hareket ettiklerini söylemeleri ve gerçekten de Marksist kavramları kullanmaları meselenin özünde hiçbir şey değiştirmiyor...
Kim ne diyor ve nasıl bir toplum dizaynlıyor?
Kimilerine göre “dijital devrim”den, kimilerine göre “üçüncü sanayi devrimi”nden, kimilerine göre “küreselleşme”den bu yana kapitalizm ya çökmüştür ya da çökme sürecindedir. Gerçek olan şudur ki, başkaca değişimlerin yanı sıra 1990'lardan bu yana dünya toplumu, çalışabilir nüfusun yüzde 20'sinin çalıştığı ve yüzde 80'nin de çalışmadığı bir toplum olma yolunda ilerlemektedir...
Amerikalı ekonomist Jeremy Rifkin “Emeğin Sonu” kitabında teknolojik gelişmeyi analiz eder ve “emeğin” kendi kendini ortadan kaldırdığı; yok ettiği sonucuna varır. (İşin farkındalar mı bilmiyorum, ama kapitalizmin kendiliğinden çökeceğini savunanlar da aynen J. Rifkin gibi kaçınılmaz olarak “emeğin” kendi kendini yok ettiğini savunurlar. Bu, kapitalizmin kendiliğinden çökeceğini savunan, artı değer üretimi kanallarını tıkayan “en Marksistler”in burjuva yazar-çizer takımıyla, en azından J. Rifkin ile temel ortak yanlarıdır). Bu ekonomiste göre, üretim ve hizmet sektörlerinde devam eden rasyonelleştirme ve enformasyon teknolojisinin dünya çapında kullanımı, verimliliğin artışı için bir dürtü olmuştur. Bunun sonucu da dünya çapında milyonlarla ifade edilen iş yerlerinin kapatılması; milyonlarca işçi ve emekçinin işsiz kalmasıdır. Teknolojik ilerleme ve artan verimlilik eski iş yerlerinin kapanmasına ama yenilerinin açılmasına neden olmaktadır türünden kapitalist mantığa inanmamaktadır bu ekonomist. Doğru bir düşünce. Rifkin, geriye dönüşü olmayan bir gelişmeden bahsediyor. Bu doğru düşünceden hareketle uzun vadede “emeğin” her halükârda yok olacağı sonucunu çıkartıyor. R. Kurz, A. Negri de aynı düşünceyi savunurlar. “En Marksistler” ise bu kervana en son katılanlardır.
Sanayi öncesi dönemde çalışabilir nüfusun çok önemli bir kısmı; her ülkede farklı da olsa genel olarak yüzde 70'den, yüzde 80'den daha fazla bir kısmı tarımda çalışmaktaydı. Teknolojinin gelişmesine ve üretimde uygulanmasına paralel olarak giderek durum tersine dönmeye başladı; özellikle sanayileşmiş ülkelerde tarımda çalışan nüfus önemsizleşirken, çalışabilir nüfusun ortalama yüzde 3 ila yüzde 10'unu oluştururken, sanayide çalışan nüfus önemli derecede arttı.
Üretimde verimliliğin artması sanayi sektöründe de çalışan işçilerin sayısında belli bir azalmaya neden olurken üçüncü sektör denen hizmet sektöründe çalışan işçi ve emekçilerin sayısında belli bir artış oldu. Her halükârda teknolojik gelişme, üretimde ve hizmette verimliliğin artması, genel anlamda çalışan nüfusun sayısının azalmasına neden oldu. Kapitalizmde kronik kitlesel işsizlik, bir eğilim olmaktan çıkarak kapitalizmin nesnel bir yasası oldu. Tabii bundan sonra gelişmenin nasıl olacağı konusunda farklı görüşler de gündeme geldi. Örneğin J. Rifkin'e göre kapitalizm çok büyük bir oranda insan işgücüne ihtiyacın duyulmayacağı bir pazara dönüşme sürecindedir; önümüzdeki on yıllarda sanayide yoğun bir iş yeri kıyımı yaşanacaktır. J. Rifkin de sermayenin “emeği” boşadığını, “emeğin” özgürleşiyor olduğunu söylüyor, aynen “en Marksistler” gibi.
Üretimin artması, verimliliğin artması ve aynı zamanda iş yerlerinin, çalışan işçi sayısının azalması, kapitalizmde yeni bir gelişme değildir. Bunun sermayenin içsel bir çelişkisi olduğunu Marks Kapital'de açıklar. Ama burjuvazi sanki böyle bir gelişme yeniymiş ve özellikle de küreselleşmeyle 1970'li yıllardan sonra gündeme gelmiş gibi anlatır. Tabii burjuvazinin bu martavalına inanan çok sayıda “sol”lar da vardır. Burjuvazinin değerlendirmelerinde, örneğin 1980'li yıllarda enformasyon teknolojisi insanların insanlarla konuşmasına hizmet ederken, bugünkü enformasyon teknolojisi makinelerin insanlarla konuşmasına hizmet etmektedir anlayışına yer verilir. Yani insan gücü üretimde gereksiz olmaya başlamıştır denmek isteniyor. Tabii bu anlayışı “sol“ tarafta duran bazıları da kendi siyasal açılımları için değerlendirmekten hiç gecikmediler. Bunun nasıl olduğunu aşağıda ele alacağız. Ama açık olan şudur ki, giderek daha az sayıda işgücüyle daha fazla üretmek ve verimliliği arttırmak günümüz kapitalizminde “normal” bir durumdur. Rekabet yeteneğine sahip olmak isteyen her sermaye, modern teknoloji kullanmak zorunda olduğunu bilir; modern teknoloji de az sayıda işgücüyle daha fazla üretim, artan verimlilik ve kâr oranının giderek düşmesi demektir...
Bu gelişme sadece birkaç emperyalist ülke ile sınırlı değildir. Bir biçimde dünya pazarına açılan ve bu pazarda iddialı olan hemen her ülkede modern teknoloji kullanımı üretim ve hizmet sektöründe kaçınılmaz olmuştur.
Açık ki, günümüz kapitalizminde bir ürünün üretilmesi için gerekli işgücü zamanı; insan işgücüne duyulan ihtiyacın ve ürün başına harcanan insan işgücü zamanının aleyhine gelişmektedir; bu, geriye dönüşümü olmayan bir süreçtir...
Kapitalizm, harcayın, tüketin diyor, ama gelişme, “çalışmayan aç kalır” çizgisinde ilerliyor. Tam istihdam veya en azından istihdamın belli seviyede tutulması, gelişen teknoloji ve buna bağlı olarak verimliliğin artması koşullarında -yani günümüz koşullarında- imkânsızdır. Bu gelişmeyi çok erkenden görenler de olmuştur. Bundan dolayı olsa gerek “emeğe” elveda deme zamanı geldi tespitini de yapmışlardır. Bunlara göre “emek” (iş, çalışma) toplumda geçimi sağlamanın hakim biçimi olmaktan çıkmıştır ve tam da bundan dolayı toplum, geçim sağlamanın bu toplumsal biçimine “elveda” demelidir anlayışındalar. Bu anlayışın üstadı R. Kurz'dur. Bu unsurlara göre toplumsal yaşamın merkezi içeriği olarak “emek”, sosyalist bir dogmadır...
J. Rifkin “emeğin sonlanması insanlık için ileriye doğru büyük bir sıçrama anlamına gelir. Ama bunu da göze almalıyız” der.
Başkaları da bunu göze alıyor. Bir de onların ne dediğine bakalım.
Hazır olalım, bu kış olmasa da önümüzdeki ilkbaharda “kaos düzeni”, “anarko komünizm” veya “geçim ekonomisi düzeni” gelebilir!
Sömürü derecesini yükseltmenin yöntemleri ve kapitalizmin sonu veya sermayenin “emeği” bizzat kovması veya sermayenin “emek”le arasındaki zoraki evliliğe son vermesi, boşanma süreci başlamıştır: Böylece “emek” özgürleşiyor ve “emek” özgürleştikçe işçi sınıfı da yok oluyor. Kapitalizmde “emeği” özgürleştirmek, işçi sınıfını yok etmekle eş anlamlıdır veya “emek” değersizleştikçe proletarya da “üretici” olmaktan çıkarak birey olur. Bunun adı kapitalizm koşullarında “emeği” değersizleştirme kataküllüsü ile proletaryayı yok etmektir. Proletaryayı “üretici” olmaktan çıkartıp bireye dönüştürerek sınıfsal özelliğini yok edenler bir bireyler kitlesini oluştururlar.
Anadolu coğrafyasına taşınan bu anlayışı yakından tanımalıyız:
Sorunun ne olduğunu “Politik Ekonomi Ders Kitabı”ndan aktaralım:
“Artı çalışma zamanı, bir bütün olarak iş gününün mutlak uzatılmasıyla büyür, gerekli çalışma zamanı ise değişmeden kalır. İş gününün uzatılmasıyla yaratılan artı değere, mutlak artı değer denir.
İş gününün uzunluğu değişmeden kalmıştır, ama artı çalışma zamanı, gerekli ve artı çalışma zamanı arasındaki ilişkinin değişmesi yoluyla büyümüştür. Gerekli çalışma zamanının kısaltılması ve buna uygun olarak artı çalışma zamanının artırılması yoluyla oluşan artı değere görece artı değer denir.
Artı değeri büyültmenin bu iki yöntemi, kapitalizmin tarihsel gelişmesinin çeşitli basamaklarında farklı öneme sahiptir. Tekniğin az gelişmiş olduğu ve görece yavaş ilerlediği manifaktür döneminde, mutlak artı değerin büyültülmesi ön planda duruyordu. Kapitalizmin daha da gelişmesiyle, yüksek derecede gelişmiş tekniğin iş üretkenliğini hızla artırma imkânı sunduğu makine döneminde kapitalistler, her şeyden önce görece artı değerin büyültülmesi yoluyla işçilerin sömürülme derecesini muazzam bir şekilde artırmayı sağlarlar”.
Sorun ne diyeceksiniz. Sorun şu: Bu anlayışa itiraz edenler var. Ele alınan sorun bazında bildiğim kadarıyla kapitalizmin iki evresi var: Mutlak artı değerin elde edildiği evre ve görece artı değerin elde edildiği evre. Artı değer üretiminin ana arterlerini tıkayarak kapitalizmin kendiliğinden çökeceğini savunanlar üçüncü bir evreden bahsediyorlar. Bu evre, Marks'ın deyimiyle 'üretimin yaşam alevinin bütünüyle sönebildiği, yok olup gittiği' süreçtir. Sermayenin aşırı tekelleşmesinden ve yoğunlaşmasından dolayı şimdi böyle bir evreye girilmiş. Çünkü dünya üretimi ve ticareti birkaç yüz -ekleyelim süper tekel bazında 500, onların en güçlü olanları bazında da 150-200- tekelin eline geçmiş. Bundan dolayı artık aralarında rekabet de ortadan kalkmış veya kalkıyor. Çünkü yeni teknoloji üretmenin veya üretimde uygulamanın bir anlamı kalmamış. Sermayenin şevki kırılmış. Tam da bundan dolayı görece artı değer yönteminin bir anlamı kalmamış ve yeniden mutlak artı değer elde etme yöntemine dönülmüş veya o süreçteyiz. Yani şöyle oluyor: Şayet görece artı değer üretme yöntemi gelişmiş kapitalizme; makineli üretim yapan kapitalizme özgüyse -ki öyledir- artık bunun bir anlamı kalmamıştır. Bu aşamada sermaye aşırı biriktiği için eski yönteme; ilk evredeki yönteme, mutlak artı değer elde etme yöntemine sarılıyor. Niye sarılır orasını bilemem. Ama bildiğimi tekrar edeyim: Kapitalizmin küçük meta üretimi ve manifaktür döneminde teknolojinin geri seviyesinden dolayı kapitalist, iş gününü uzatarak artı değer elde ediyordu. Mutlak artı değer elde etme yöntemi buydu. Kapitalizmin makineli üretim aşamasında ise teknolojik gelişmeden dolayı veya modern teknolojinin üretimde uygulanmasından dolayı görece artı değer elde etme yöntemine başvuruyor. Her iki aşama ve artı değer elde etme yönteminde çalışma/iş sermayeye tabi idi. Şimdi ise, aşırı birikim ve tekelleşmeden dolayı kapitalistin şevki kırıldığı; üretimin yaşam alevi sönmeye başladığı için durum tamamen değişmiştir ve çalışmanın/işin, Türkçede yanlış kullanımıyla ifade edersek “emeğin” sermayeye tabi olma koşulları ortadan kalkmıştır; bunu yapan da bizzat sermayedir. Böyle deniyor. Bu yeni bir aşamadır; Robert Kurz'un “üçüncü sanayi devrimi” aşamasıdır; değerin değersizleştiği aşamadır. Kurz bu anlayışını revizyonist blokun çöktüğü dönemde açıkladı. “En Marksistler” de “sonradan görmüşler” tavrıyla bu pespaye anlayışa yeni bir keşifte bulunmuş gibi sarılıyorlar.
Şimdi bu üçüncü evrenin; çalışmanın/işin sermayeye tabi olmasının bizzat sermaye tarafından ortadan kaldırılma serüvenine bakalım ve sonunda da bunun Marksizmle ne ilgisi var diye soralım,
Ama önce bir soruna açıklık getirelim: Bunu anlayışın ne denli yersiz ve saçma olduğunu göstermek için yapıyorum. Sorunla ilgili olarak adı geçen “Ders Kitabı”nda şöyle deniyor:
“Kapitalistler, önceden olduğu gibi yine, iş gününü uzatmak ve özellikle de çalışma yoğunluğunu artırmak için her çabayı gösterirler. İşin yoğunlaştırılması, kapitalist açısından iş gününün uzatılmasıyla aynı öneme sahiptir: İş gününün 10 saatten 11 saate çıkarılması ya da çalışma yoğunluğunun onda bir oranında artırılması kapitalist için aynı sonucu getirir”.
İş gününün kısaltılması için işçi sınıfının verdiği mücadele biliniyor; o mücadeleler sonucunda 8 saatlik iş günü “normal” iş günü oldu. Neoliberalizmden bu yana ise çalışma yaşamı düzensileştirildi, çalışma kavramı yeniden formüle edilmeye başlandı, örgütsel güç kaybeden işçi sınıfı, sermayenin saldırıları karşısında etkisiz kaldı ve elde ettiği haklar elinden teker teker alındı. Bunlardan birisi de çalışma saatinin uzatılmasıdır. Birçok ülkede kapitalist yeni işçi alarak yeni maliyet masraflarıyla karşı karşıya kalmamak için çalışma gününün 8 saatin ötesine geçirebiliyor. Genel kural olmasa da bu dünya çapında yapılıyor. Ve kendiliğinden çöküşü, “emeğin” değersizleştiğini savunanlar da bunu, çalışmanın sermayeye tabi oluşunun sonlandığı anlamında üçüncü evre yapabiliyor. Bu iş bu kadar basit değil.
Şimdi üçüncü evre sorununa cevap vermek için “Emeğin Geleceği” yazısından bazı anlayışları aktararak devam edelim:
Sistemi aşma perspektifleri konusunda çok şey söylenebilir. Örneğin sistem olarak kapitalizmi sosyalist devrimle aşmak da bir sistem aşma perspektifidir. Bu perspektif tarihsel gelişmenin yönünü gösterir. Ama ister Marksizmi kavram olarak kullanarak, isterse de kullanmadan ve Marksizmi eleştirerek geliştirilen sistemi aşma perspektiflerini -çıkış noktaları her ne kadar farklı olursa olsun- nihai amaç bakımından aynı kefeye koyabiliriz...
Sistem olarak, üretim biçimi olarak kapitalizmin hakim olmasından bu yana bu sistemi aşmak ve başka bir toplusal yapıyı kurmak için bolca teori üretildiğini söylersek abartmış olmayız. Bütün versiyonlarıyla anarşizmi buna bir örnek olarak gösterebiliriz. Ama konumuz doğrudan anarşizm değil...
İster kabul etsinler isterse de etmesinler, kapitalizmin kendiliğinden çökeceği teorisi ile “değer eleştirisi” arasında sıkı bir bağ vardır. Bu nedenden dolayı hem değer eleştirmenleri ve hem de kapitalizmin kendiliğinden çökeceği teorisini savunanlar soruna aynı sistem aşma perspektifinden bakmaktalar. Açık ki, “değer eleştirisi”ne konu olan meta üretimi, sistem aşma perspektifine sahip olan akımların çıkış noktasını oluşturmaktadır...
Kullanılan farklı ve bazen de oldukça radikal kavramları bir kenara bırakıp, ne denmek istendiğine baktığımızda sorunlarının günümüz kapitalizmini analizlerinden kaynaklandığı; kapitalizmde kapitalist sistemi aşmaya hizmet eden eğilimlerin olduğundan hareket ettikleri görülür; sorun “emek toplumu”nun krizde olması sorunudur; başka bir ifadeyle, işgücü sömürüsü üzerine yükselen toplumun; yani kapitalizmin geriye dönüşümü olmayan ve kesin çöküş sürecinde olduğu sorunudur. Bu anlayışa göre işgücünü satmak zorunluluğu ortadan kalkmaktadır sermaye ile işgücü arasındaki diyalektik bağ kopmaktadır...
Anlayışın özü şudur: Kendi kendine çöken kapitalizm, “emeğin” eski biçimini; kapitalizme özgü biçimini ve onunla birlikte bu “emek“ biçimi üzerine kurulmuş sistemi; yani işgücü sömürüsü üzerine kurulmuş toplumu mezara götürecektir ve barbarlığa düşme pahasına da olsa insanlığı yeni bir yaşam biçimiyle karşı karşıya bırakacaktır; bu yaşam biçiminde çalışmaya zorlanma; işgücünü satma -zorlama ile işgücü harcaması- olmayacaktır...
Küreselleşme eleştirmenlerinden “değer” eleştirmenlerine, oradan da kapitalizmin kendiliğinden çökeceğini savunanlara kadar uzanan yelpazede yer alanlar, ne denli radikal yazar ve konuşur olurlarsa olsunlar ve ne denli radikal eylemler gerçekleştirir olurlarsa olsunlar, emperyalizm ve kriz teorilerini kavramaktan oldukça uzaktırlar; “yeni” adına sınıf sorunundaki kavrayışsızlıkları nedeniyle kapitalist sistem ve emperyalist talan ve baskı ilişkilerini aşmak için verecekleri bir cevap yoktur. Bütün bildikleri, “yeni” adına emperyalist sistemde (kapitalizmde) sınıf ilişkilerini fiilen reddetmek ve insanlığın geleceğini, kendiliğinden çöken kapitalizm sonrasında ne olacağı bilinmeyen bir düzene havale etmektir. Bu yelpazenin “sol” kesiminde yer alanlar ve özellikle “en Marksist” olanlar bolca emperyalizmden, devrimden, Marksizmden bahsederler ama sorunu kapitalizmin kendiliğinden çökeceğine bağlayınca emperyalizmden, devrimden, Marksizmden bahsetmek de kaçınılmaz olarak nostaljiden öteye geçmez.
“Değer” eleştirmenlerine göre “sol radikalizm”, var oluş temelini şimdi anlamsızlaşmış olan geçmiş çağın mücadelelerine dayandırmaktadır. Bu “sol”ların varlığı, bu mücadelelerin sonlandığını kabul etmemelerinden kaynaklanmaktadır. “Sol radikalizm”le kastedilen genel anlamda Marksizmdir. Bu unsurları anlıyoruz: Sınıf mücadelesi anlamsızlaşmıştır; Marksizm anlamsızdır; bunlar geçmiş döneme aittir; çağımızda sınıf mücadelesinin, Marksizmin yeri yoktur ve Marksistler de, anlamasızlaşmış sınıf mücadelesine inandıkları için varlıklarını sürdürebiliyorlar! Yani Marksistler, var oluşlarını anlamsızlaşmış sınıf mücadelesine borçlular!
Peki kapitalizmin kendiliğinden çökeceğini savunanlar ne diyorlar? Bu sistem artık kendini yenileyemez, sonu gelmiştir diyorlar. Nasıl söylüyorlar? “Emeği” değersizleştirerek; sermaye-“emek” ilişkisini kopartarak; üretimi makinelere havale ederek işgücü sömürüsünü, ortadan kaldırarak. Bunu yaptıktan sonra sınıf mücadelesinden bahsetmenin bir anlamı olur mu? Ama ne olur ne olmaz diye düşünmüş olmalılar ki, bu sistem daha ne kadar devam edebilir diye soruyorlar da. Peki bu tanımlamalar neyin ifadesi? Böylece mücadeleyi bırak, sistem çökmek üzere, geçmişle değil, geleceğe hazırlanarak yaşa denmek istenmiyor mu?
Bunlar her bakımdan “yenilikçi” oldukları için aslında birer neo-marksistlerdir, neo-leninistlerdir; (Burjuvazi de bu neo-marksist kavramını kullanıyor. Burada kast ettiğim burjuvazinin kavramına tekabül eden neo-marksist değildir; kast ettiğim aslında neo'nun neo'sudur; yani neo-neo-marksist ve neo-neo-leninisttir veya “en Marksist”tir, “en Leninist”tir!) bunların eski ile veya eskimiş olarak gördükleri ideoloji ve teori ile hiçbir ilişkileri yoktur; aynen kapitalizmde “emeği“ özgürleştirdikleri gibi bizzat özgürleşmişlerdir; Marksizmin veya teorinin geçmişi, şimdiki hali ve geleceği onları bağlamaz. Bu nedenle yeniyi teorileştirirken bütün teorik açılımlardan ve ideolojilerden yararlanabilirler. Ortaya bir eklektizmin çıkması hiç de önemli değildir. Bu, olsa olsa eleştirenler tarafından eklektizm olarak tanımlanmış demektir; öyleyse bağlayıcı değildir. Onlara göre tamamen yeni bir kriz çağında yaşıyoruz ve bu çağ da kapitalizmin kendiliğinden çöktüğü çağdır. Bir yazıda sosyalizmden, işçi sınıfından, başka bir yazıda kapitalizmin kendiliğinden çöküşünden, “orta sınıf”ın rolünden, sermayenin “emeği” boşamasından, artık artı değer üretiminin olanaksız olmasından bahsedebilirsin! Bir yazıda proletaryayı yok sayanları eleştirip başka bir yazıda proletaryayı yok sayabilirsin! Bir yazıda üretimden, artı değerden bahsedip başka bir yazıda artı değer üretiminin imkansızlaştığından, “emeğin” değersileştiğinden bahsedebilirsin! Atış serbest!
Değeri, canlı “emeği” ve doğayı tahrip etmesinden dolayı kapitalizm, kaçınılmaz olarak nihai krizine doğru ilerlemektedir; bu kriz, sermaye birikiminin devam etmesinin imkânsızlaşması olarak kavranmalıdır deniyor. Bu gelişmeyi “değer” eleştirmenleri ve kapitalizmin kendiliğinden çökeceğini savunanlar şöyle açıklıyorlar: Marks, sermayenin uyumlu genişleme hareketinin gerçekleşmeyeceğini soyut bir olasılık olarak görmüştür; kâr kütlesi misli görülmemiş düşer ve sermayenin organik bileşiminin yüksek bir dereceye ulaşmasından ve nüfusun çoğunluğunun devre dışı kalmasından -işsiz kalmasından- dolayı değer üretimi artık toplumsal öneme haiz ölçekte yapılamaz.
Değerin değersizleşmesi, nihai ve geriye dönüşümsüz olarak kâr oranının görece düşüşünden kâr kütlesinin mutlak düşüşü durumuna geçişe neden olur; bunun sonucu, üretimin kütlesel durması ve süreklilik arz eden bir kitlesel işsizliktir. Bu durum, sermayenin tarihsel genişleme hareketinin artık durma noktasına geldiğini gösterir. Yani sermayenin genişletilmiş yeniden üretim kanalları tıkanmıştır; işgücü sömürüsü ve başka ülkeleri talan sonlanmıştır (Sonlanmadıysa da sonlanmış olarak görmelisiniz. Teori böyle diyor); sermaye kendini değerlendiremez duruma gelmiştir ve artık kapitalizmin kendiliğinden çöküşü sadece ve sadece bir zaman meselesidir!
Sanki bunu bir kendiliğinden çöküş savunucusu, sanki bir karikatürleştirilmiş R. Luksemburg savunucusu yazmış! Bu kadar da benzerlik olmaz ki, bu kadar eş anlamlı düşünüp de ideolojik olarak çok farklı yerlerde durulamaz ki. Ama duruluyor. Bunları yazan Robert Kurz. Kurz'un Marksizm ile, R. Luksemburg ile hiçbir ilişkisi yok. Robert Kurz'un yerlisi de var.
Kurz, nihai krizin etkisini henüz hissettirmemiş olmasını kısa vadeli de olsa kredinin genişlemesine, şişirilmiş “farazi sermaye”ye bağlamaktadır; yani genişlemiş/yaygın etkili kredi olanakları ve şişirilmiş “farazi sermaye” olmasa insanlık nihai krizle çoktan karşı karşıya kalırdı diyor ve kapitalizmin yeni bir yükseliş döneminin olmayacağına inanıyor. Aynısını “en Marksistler” de dahil her türden karikatürleştirilmiş R. Luksemburg savunucuları da söylemiyorlar mı?
“Değer” eleştirmenleri, Kurz gibi antikomünistler ve kapitalizmin kendiliğinden çökeceğine inanan “en Marksistler”, ele aldığımız bu çerçevede ideolojik olarak aynı yerde duruyorlar.
Gerek “değer” eleştirmenleri ve gerekse de karikatürleştirilmiş R. Luksemburg savunucuları veya kapitalizmin kendiliğinden çökeceğini savunanlar, burjuva toplumda üretken “emeğin” yok olduğu ve böylece meta üreten toplumun -kapitalist toplumun- değer üreten tabanının çöktüğü anlayışındalar. Onlara göre sermayenin genişletilmiş yeniden üretim kanalları artık tıkanmaktadır ve bundan dolayı sistem çökecektir. İster sermayenin genişletilmiş yeniden üretim kanalları artık tıkanmıştır biçiminde veya başka biçimlerde ifade edilsin, söylenen, yoruma gerek bırakmayacak açıklıkta, sistemin sonuna gelindiğidir ve çöküşün sınıf mücadelesinin dışında gerçekleştiğidir; öznenin; sınıf mücadelesinin bir rolü yok, kapitalizm nesnel yasalarının gelişmesinin nihai sonucu olarak kendi çelişkilerinden dolayı kendi kendine çökmektedir!
Ne kadar tanıdık düşünceler değil mi?
Ey Marks, 19. yüzyıldan kalma “dinozor”, “daha nereye kadar” sorusunu niye sormadın?
Kendiliğinden çöküşü savunanlar ve “değer” eleştirmenleri aynı anlayıştalar: Bunlar, değerin kendi kendini tahrip etmesinin temelini Marks'ın açıkladığı kâr oranının eğilimli düşüş yasasında görüyorlar. Rekabetten dolayı değerin sürekli kendini genişletme zorunluluğu, verimliliğin sürekli artışına neden olur ki, bu da zaman içinde ancak ve ancak insan işgücünün yerini giderek “bilimsel-teknik itici güçler”in (Marks) almasıyla mümkün olur. Tam da bundan dolayı kaçınılmaz olarak her bir tekil meta içinde süreli daha az değer cisimleşeceği için sermaye, üretimin sürekli genişletilmesi gerçekleştirilmeksizin var olamaz. Yani sermaye var olabilmek için genişletilmiş yeniden üretim sürecini devam ettirmek zorundadır, ama bu süreç devam ettikçe üretilen ürün içinde değer sürekli azalacaktır ve sonunda üretim yapılamaz noktasına gelinecektir; kapitalist toplumun değer üreten tabanı -hangi seviyede olursa olsun meta üretimi- sistemin devamının imkânsız olduğu bir noktaya gelecektir -isterseniz bunu kâr oranının eğilimli düşüşünün sıfır noktasına gelmesi; kâr elde etme olanağının artık yok olması olarak da anlayabilirsiniz. Bu nokta, bu an, çöküş anıdır...
“Değer” eleştirmenleri ile kapitalizmin kendiliğinden çökeceği teorisini savunanlar arasındaki bu aynı düşünme bir tesadüf mü yoksa fikir ortaklığı mı?
Yani ne oluyor? Sermaye bütün dünyayı ürünleriyle dolduruyor ve insanları bu ürünleri satın almaları için yönlendiriyor; insanlığı, yaşamını hiç durmayan meta üretimi ve sürekli artan meta tüketimi biçiminde örgütlemeye mahkum ediyor. Kapitalizmde bütün dünya; bütün bölgeler, yaşamın hemen hemen bütün alanları meta çıkarlarına (alım, satım ve üretim) göre örgütlenmeye zorlanmıştır ve artık hazır sermaye olmadan ve her türden faaliyet ücretli iş olarak örgütlenmeden hiçbir şey yürümüyor. Ve bu yaşam biçimi, sermaye ve üretimin uluslararasılaşmasının bu aşamasında artık sonlanmaya başlamıştır. Çünkü artık sermayenin insanlığı bu şekilde örgütlemesinin olanakları kalmamıştır; R. Luksemburg'un dediği “kapitalist olmayan çevre” kalmamıştır, emperyalist merkezlerde artı değer üretmenin olanakları kalmamıştır; sermayenin organik bileşimi yükselmektedir; değişmeyen sermaye kısmı artarken, değişen sermaye kısmı (artı değer üreten kısmı -işgücü) giderek azalmaktadır ve bu kaçınılmaz olarak toplam sermayeye oranla kârın düşmesine neden olmaktadır; sermayenin genişletilmiş yeniden üretim kanalları artık tıkanmıştır: Çöküş kaçınılmazdır! Kâr oranının eğilimli düşüş yasasının maddi temeli kalmamıştır.
Başka türlü ifade edecek olursak: Aynı kârı elde etmek için sürekli daha büyük harcama yapmak gerekmektedir. Burada, her bir tekil metada değerin azalmasını ek metaların üretimiyle daha hızlı genişlemesini ve böylece toplam itibariyle daha fazla değer üretilmesini sağlayan süreç aynı zamanda kâr oranının düşmesini daha çok para sermaye yatırımıyla engelleyen süreçtir: Yani görece kâr oranı düşerken, mutlak kâr kütlesi bu düşüşe rağmen artar.
Yani ne oluyor? “Değer” eleştirmenlerine göre kâr oranının düşmesi kapitalist üretimin mutlak sınırını karakterize etmez; sadece uzun vadeli eğilimi karakterize eder; değer biçiminin kendini tahrip ederek sürekli evrenselleşen kendini kabul ettirmesi bu eğilim içinde ifadesini bulur. Öyle ki, kâr oranının düşmesine karşı etkide bulunan faktörler, nihayetinde bu sürecin hızlanmasının unsurları olurlar. Bu durum sadece dünya pazarının genişlemesi için geçerli değildir. Değişmeyen sermayenin ucuzlaması için de geçerlidir; yani üretken sermayenin değersizleşmesi yeni bir üretim çevrimi için en uygun kâr koşullarını yaratmış olsa da bu, nihayetinde, üretilen metaların değerinde düşmeye neden olur. Ve kendiliğinden çöküşü savunanlar, R. Luksemburg'u karikatürleştirenler, “en Marksistler” sürekli sormuyorlar mı daha nereye kadar bu devam eder diye? Onlar işte tam da bunu soruyorlar...
Kader dünyası...
“Değer” eleştirmenlerine göre sürekli ucuzlayan mikro elektronikle sürekli kapsamlaşan otomasyon, değer tabanının yeni bir küçülmesine neden olmuştur; bunun etkisi sonucunda daha bugünden sermayenin kendini değerlendirme koşulları hızla tahrip olmuştur, sermayenin şevki kırılmıştır ve ufukta yeni bir çevrim için -sermayenin yeni bir genişletilmiş yeniden üretim çevrimine başlaması için- start noktası da görülmemektedir. Artık meta üretmeye değmez bir sürece girilmiştir. Öyle ya değer yok oluyorsa; artı değer üretilemiyorsa, sermaye de ölüm döşeğindedir... Bunun diğer anlamı şu soruda aranmalıdır: Nelte'nin dediği gibi “daha nereye kadar?”!
Peki kriz ne zaman kaçınılmaz olur? Değersizleşme sürecinde veya sermayenin genişletilmiş yeniden üretim süreci kanallarının tıkanmaya başladığında sadece kâr oranı değil, kâr kütlesi de düşerse, işte o zaman kriz; nihai kriz (varoluş krizi); kapitalizmin kendiliğinden çöküşü kaçınılmaz olur; gelişmenin belli bir aşamasında meta üretiminin devasa birikmiş tabanı (aşırı sermaye birikimi) kendini artık kârlı değerlendiremez; yani sermaye yapısal bir aşırı birikimle karşı karşıya kalmıştır. Bu durumun üstü belli bir dönem borçla -genişletilmiş kredi olanaklarıyla- kapatılır ve hiçbir şey olmamış gibi devam eder. Ama belli bir süre! Soru: “Daha nereye kadar”!
“Değer” eleştirmenleri ve kendiliğinden çöküşü savunanlar şu noktada birleşiyorlar: Sermayenin henüz girmediği bölgeler ve alanlar olduğu için kapitalizmin şimdiye kadarki krizleri aşılabilmiştir. Ama bugün bu alanlar artık kalmamıştır, artık kurtuluş yolu ve imkanı yoktur...
“Değer“ eleştirmenleri ve R. Luksemburg'u karikatürleştirenler şu anlayışta da birleşiyorlar: Merkez ülkelerde meta üretiminin anlamı kalmamıştır ve emperyalizme bağımlı ülkeler de meta üretmeye başlamışlar; emperyalist ülkeler için sadece pazar olmaktan çıkmışlar veya emperyalizm bu ülkeleri de talan etmiş ve sermayenin genişletilmiş yeniden üretimini devam ettirmesi için olanak kalmamıştır. Yani uluslararasılaşmış rekabet, sürekli artan oranda (daha çok) sanayi üretimini verimsiz yapıyor; üretmeye değmez yapıyor ve böylece dünyanın giderek daha çok bölgesi harabeye dönüşüyor ve tam da bundan dolayı dünya sermayesi veya uluslararasılaşmış sermaye, kendi etki alanını minimalleştiriyor, daraltıyor. Yerküreye serpiştirilmiş minimal tabanda/alanda sermaye, artık birikim sağlayacak durumda değildir; sermayenin genişletilmiş yeniden üretim kanalları artık tıkanmıştır. Dünya pazarının sınırına gelinmiştir, kurtuluş yok! Veya bu durum “daha ne kadar” sürer!
Tabii nihai krizin bir de dünya politikası analizi olması gerekir...
Nihai krizcilere göre sermayenin çöküş eğilimiyle birlikte ulus-devletin ve ulus-devlet emperyalizminin de sonuna gelinmiştir. Dünya pazarının ulusal ekonomiler üzerindeki hakimiyeti -sanki bu hakimiyet yeniymiş!- sermayenin kriz döneminde ulusal alanları dağıtır, parçalar. Kıtadan kıtaya ışık hızıyla akan sermaye, ekstra kâr elde etmek için her türden ulus-devlet bağını kaybeder. Ama yaşanan ekonomik krizin bunun tam da tersini göstermiş olması ne nihai krizcileri ve ne de karikatürleştirilmiş R. Luksemburg'u savunan kendiliğinden çökerticileri ilgilendirmektedir.
Ve sonra ulus-devlet, ulus-devlet emperyalizmi sonuna geliniyor; uluslararasılaşmış, aşırı birikmiş sermaye ulus-devletin temellerini parçalıyor; onu maddi varoluşundan mahrum bırakıyor; ulusal ekonomiler dünya pazarının hakimiyetine giriyor; yani bütünleşiyor. Hatırlamadınız mı? Bunun diğer adı Kautsky'ciliktir: Ulus-devletin, ulus-devlet emperyalizminin yerini “ultra-emperyalizm” ve ulusal ekonomilerin; tekellerin yerini de “dünya tekeli” alıyor!
Siz bakmayın bir öyle, bir böyle dediklerine. Bunlar hem nihai krizle kapitalizmi çökertirler hem de Kautsky'ye dayanarak kapitalizmi “ultra-emperyalizm” olarak yaşatırlar. Her iki durumda da soruna sermaye açısından bakarlar. Çökertme durumunda kapitalizm sonrası toplumu barbarlık, yerel ekonomi, terör vb. ögeleriyle dizayn ederler; bir “gücü gücü yetene” toplumu hayal ederler. Ama kapitalizmin ömrünü Kautsky'cilikle uzatınca; yani “ultra-emperyalist” bir dünyada; “dünya tekeli”nin hakim olduğu bir dünyada ise sınıf mücadelesini “katlederler”...
Rosa Luksemburg ne diyordu?...
“Değer” eleştirmenleri de aslında kendiliğinden çöküş teorisinin savunucularıdır. Ama onların kendiliğinden çöküş anlayışları Rosa Luksemburg ve H. Grossmann'ın kendiliğinden çöküş anlayışlarından biraz farklıdır. Bildiğimiz, klasik çöküş teorisine göre kapitalizm, çöküşü anında bütün toplumu etkisi altına almış durumdadır; yaşamın bütün alanları değerlendirme mantığına tabi kılınmıştır. Bunu R. Luksemburg'da ve onu karikatürleştirenlerde çok açık bir biçimde görürüz. R. Luksemburg'a göre sermaye birikimi, kapitalist olmayan çevreden kapitalist sektöre sürekli bir değer transferi gerçekleştiği müddetçe mümkündür. Yani köylülerin, zanaatçıların başkaca küçük (burjuva) üreticilerin ürettikleri değer, çeşitli mekanizmalar vasıtasıyla sermaye tarafından gasp edilir. Aksi taktirde sermayenin genişletilmiş yeniden üretim damarları tıkanmış olur...
Sorunun ayrıntılı analizine girmeksizin şu kadarını söyleyelim: Dış pazarsız kapitalizm olmaz; iç pazarı oluşturan kapitalizm, kaçınılmaz olarak, gelişmesini sürdürebilmek için ulusal sınırları aşar; bütün dünyayı kendi pazarı konumuna getirir. Öyle ki, Marks'ı deyimiyle dış pazarı kendi ürünü haline getirir:
“Dış ticaretin genişlemesi, çocukluk çağında kapitalist üretim biçiminin temeli olmakla birlikte, bu üretim biçimindeki daha ileri aşamalarda, kapitalist üretimin iç zorunluluğu ve durmadan büyüyen pazar gereksinmesi nedeniyle, onun kendi ürünü halini alır” (Marks; Kapital, C. III, s. 247).
Kapitalizmin bu özelliği, onun sadece kendini tekrarlayan; basit yeniden üretim sürecinden ibaret olmadığını gösterir. O halde kapitalizm, elde edilen artı değerin önemli bir kısmını yatırıma dönüştürür; bu da kapitalizmin genişletilmiş yeniden üretim sürecidir. Bu nedenle veya genişletilmiş yeniden üretim, üretimin sürekli genişlemesini koşullayan bir birikim eğilimini içinde taşır. Bu nedenledir ki, bütün dünyayı kendi emrine, hakimiyeti altına almaya çalışır.
Kapitalizm en sonunda bütün dünyayı fetheder; her tarafta kapitalist üretimi hakim kılar. Kapitalizmin bu gelişmesi, sorunu analiz eden Marksistler arasında tartışmalara neden olmuştur. Öyle ki, gelişmiş kapitalist ülkelerde iç pazarın elde edilen artı değeri realize etmek (ürünleri satmak) için yeterli olmayacağı öne sürülmüştür. Marksistler arasında bu anlayışı savunanların başında Rosa Luksemburg gelir. Onun anlayışına göre sorunun özü şudur: Gelişmiş kapitalist ülkelerde satılmayan ürünler; elde edilemeyen artı değer, henüz kapitalistleşmemiş bölgelerde/ülkelerde satılır ve böylece artı değer realize edilir. Kapitalizm, ancak bu koşullarda varlığını sürdürebilir. R. Luksemburg'un anlayışına göre “tamamen kapitalist bir ortamda birikim imkânsızdır”. Bu nedenle “sermaye birikimi sadece kapitalist olmayan tabaka ve ülkelerin pahasına ilerleyebilir, genişleyebilir” (R. Luksemburg; Anti-Critique. Tayfun Ertan'ın “Sermaye Birikimi” çevrisi içinde, s. 15, Alan Yayıncılık, Aralık 1986).
R. Luksemburg'un anlayışına göre kapitalizm eninde sonunda bütün dünyada kapitalist üretimi hakim kılacak; kapitalist olmayan bölgeler, ülkeler kalmayacak. Kapitalizm gelişmesinin bu aşamasına geldiğinde “birikim, yani sermayenin daha da genişlemesi imkânsız hale gelir”. “Kapitalizm çıkmaz yolun sonuna ulaşır” ve böylece “nesnel sınırına dayanır” (Agk, s. 15).
Rosa Luksemburg'un anlayışına göre kapitalist üretim biçimi bindiği dalı kesmektedir; değer transferi, birikimi olanaklı kılmaktadır; bu da kapitalist üretim biçiminin genişlemesine neden olur, ama aynı zamanda kapitalist olmayan veya prekapitalist alanları tahrip eder. Ve kendiliğinden çöküş, kapitalist üretim biçiminin genişlemesinin ve hakimiyetinin doruk noktasında olduğu anda gerçekleşir. Tabii, çöküşün gecikmesi durumunda Nelte, çöküş tarihini tespitte bir hata yapıp yapmadığını düşünmeye başlar ve başkasını konuşturarak bu sistem “daha nereye kadar” sürer diye sorar!
“Değer” eleştirmenlerinin çöküş teorisine göre meta üretiminin tarihsel gelişmesinin durma noktasına gelmiş olması, hatta geriye gidiş eğilimleri de göstermesi gerekir. Bu nokta; meta üretiminin, kapitalizmin genişlemesinin durduğu ve geriye gidiş eğiliminin görüldüğü nokta, kapitalizmin sonlandığı noktadır. Yani, sermaye ilişkileri koşullarında canlı “emeğin” -işgücünün- sermayeye tabi kılınmasının sistematik genişletilmesi artık mümkün değildir; işte bu an -bu bir süreçtir- kapitalizmin ölüm çanlarının çalmaya başladığı andır. “Üretimin yaşam alevi sönmüştür”! Bu aşamasında kapitalizm -kapitalizmin daha çok ve yeni işgücü emecek durumda olmama aşaması- doruk noktasını artık aşmış olur.
“Değer” eleştirmenlerine göre kapitalizm, gelişmesinin doruk noktasına geldiğinde gözle görülür bir biçimde çökmez; ama emeğin (işin/çalışmanın) meta üretiminden dışlanması, durdurulması artık mümkün olmayan bir eğilim olarak geçerlilik kazanır; böylece sermaye birikiminin temelleri tahrip edilmiş olur. Yani hem coğrafi olarak; alan bazında (horizontal) ve hem de toplum derinliklerinde (vertikal) sürekli daha çok, daha fazla alan sermayenin değerlendirilme mantığından kopmuş olur. “Üçüncü evre”! Demek oluyor ki, “değer” eleştirmenlerinin hayal ettikleri çöküş, meta üretiminin uzun süren acı dolu bir süreci olarak tasavvur edilmelidir. Bu süreçte “emek” sönüp gider veya yok olur. “Değer” eleştirmenlerine göre bu süreç insan bilincinden, politik faaliyetlerinden bağımsız olarak gerçekleşir.
Aynı anlayışı doğrudan kendiliğinden çöküşü savunanlarda da görmekteyiz. Onlar da acı dolu bir süreçten, bir barbarlık döneminden bahsedeler, ama görüş aynılığında önemli olan, bundan ziyade kendiliğinden çöküşün insan bilincinden, politik faaliyetlerinden bağımsız olarak gerçekleşiyor olmasıdır. Yani burada ya sosyalizm ya barbarlık alternatifi yoktur. Tek alternatif barbarlıktır, geriye gitmektir.
Sermaye ilişkisinde krizsellik nesneldir. Marks bu krizselliği; bu nesnel durumu kriz ve açılıp-serpilme arasında karşılıklı bir etki olarak görür. Yani üretimin açılıp-serpilmesi krizin unsurlarını hazırlar ve kriz de yeni bir açılıp-serpilmenin (canlanmanın) unsurlarını hazırlar. Yani sermaye birikimi, sermaye kıyımına neden olur ve sermaye kıyımı da sermaye birikimi için yeniden zemin hazırlar. Sermayenin, kapitalizmin her fazla üretim krizinden bir sonraki krize kadar, krize neden olan çelişkilerini çözme anlamında güçlenmesi esprisi budur. Ama küçük burjuva dar kafalı bunu anlamaz. “Değer” eleştirmenleri, örneğin Kurz, hiç anlamaz.
Hem “değer” eleştirmenleri ve hem de karikatürleştirilmiş R. Luksemburg'a göre kapitalizmi kendiliğinden çökertenler, kâr oranının eğilimli düşüş yasasının geçersiz olduğunu savunuyorlar...
Bunun nedeni çok basit: Kapitalizmin kendiliğinden çökeceğini savunan, bir biçimde ima eden veya gelişmenin o yönde olduğunu söyleyen, kaçınılmaz olarak sermaye açısından artı değer üretiminin; sermayenin genişletilmiş yeniden üretim koşullarının kalmadığını; kâr oranının sıfıra doğru eğilimli olarak düştüğünü ve yeniden yükselme koşullarının tükendiğini, kapitalizmin kendiliğinden çökeceği savunusunun, imasının veya söyleminin ön koşulu yapmış olur. Bir taraftan sermayenin genişletilmiş yeniden üretim koşularının varlığını ve aynı zamanda kapitalizmin kendiliğinden çökeceğini savunmak olamaz; ya biri ya da diğeri. Gerçekten de artı değer üretme koşullarının kalmadığı yerde kâr oranı sıfır noktasına varmış demektir. Teorik olarak kendiliğinden çöküş budur. Ne derlerse desinler, Marks'tan, Kapital'den ne kadar çok alıntı yaparlarsa yapsınlar, Kapital'i iki, üç, hatta dört kere de okumuş olsunlar, sınıf mücadelesinden, sınıfı örgütlemekten, devrimden, sosyalizmden ne kadar çok bahsederlerse bahsetsinler, sermayenin yeniden üretim koşullarının kalmadığının savunulması, bütün bunları geçersiz kılar, sadece söyleme indirger. Sermayenin genişletilmiş yeniden üretim koşullarının kalmaması, kendi iç çelişkilerinin bir sonucu olacağı için; yani kapitalist ekonominin nesnel yasalarının gelişmesinin doğrudan bir sonucu olacağı için bu çöküşle sınıf mücadelesinin bir ilişkisi yoktur. Yani kendiliğinden çöküş, sınıf mücadelesinin keskinleşmediği, işçi sınıfının siyasal örgütlü olmadığı veya güçsüz örgütlü olduğu dönemlerde de olabilir; bugün olduğu gibi. Demek oluyor ki, kapitalizmin kendiliğinden çökeceği teorisi, öznenin sınıfın bilinçli eylemini hesaba katmıyor, onsuz bir çöküşün maddi koşullarının var olduğunu savunuyor. Burada önemli olan, var olan, elle tutulur gözle görülür olan işçi sınıfını yok sayabilmektir. Üretimi makinelere havale edip, “emeği” değersizleştirince bu işi de yapmış olursun. Bunu yaptıktan sonra toplum, sınıfsal özelliği ve çıkarları olmayan salt bireylerden oluşan bir topluma dönüşmüş olur...
Kendiliğinden çöküş için veya nihai kriz için herhangi bir kanıt var mı? Yok, ama çöküş zamanı belirleniyor, “emeğin sonu”undan bahsedilebiliyor. Örneğin “harika” Nelte, kapitalizm 10-15 sene içinde çökecek diyor, ama anlaşılan o ki, çökmeyebilir diye de düşünüyor ve bundan dolayı başkalarının “daha nereye kadar” sorularını da dikkate alıyor.
Nihai kriz veya çöküş için kapitalizmin etkili-etkisiz fazla üretim krizlerini, aşırı birikmiş sermayenin spekülatif alana kaymasını örnek/kanıt olarak öne sürmek ve bunlar üzerine teori oluşturmak -en hafif deyimle ifade edersek- hayal dünyasında gezinmekten başka bir anlam taşımamaktadır. Peki, “mahşer günü”nün yaklaştığını, o süreci karakterize eden ne var ortada? Kapitalizmin işlerliğini aşmayan, ama daha da keskinleşen, derinleşen krizlerinden, çelişkilerinden başka bir şey yok ortada. Dünyanın hangi bölgesi veya hangi ülkeler, nihai krizden dolayı dünya ekonomisinden kopmuş ve kendini barbarlık içinde bulmuştur? Tek bir örnek var mı? Yok. Ama kâr beklentisi olmadığından dolayı sermayenin uğramadığı yerler, bölgeler var. Bu türden bölgeler, nihai krizin, kendiliğinden çöküşün bir göstergesi olabilirler mi? Olabilirlerse bu, bu teoriyi savunanların sadece ve sadece ne denli ciddiyetsiz olduklarını gösterir.
“Değer” eleştirmenleri ve kapitalizmin kendiliğinden çökeceğini savunanların artı değer, meta üretimi, “emek“ anlayışları konusunda önemli bir destekçileri var: A. Negri. Bu “İmparatorluk” kurucusuna, toplumsal sınıf “üreticisi”ne göre 20. yüzyılın sonuna gelindiğinde değer yasası “iflas etmiştir”, “işlevsel değildir”, veya “değer yasası ölmüştür”. Bu vatandaşın “İmparatorluk” kitabında ve başka yazılarında “emek” sorununa yaklaşımı, diğerlerinden hiç de farklı olmadığını gösterir. Her halükârda sorun dolaylı ve dolaysız bir biçimde kapitalizmin kendiliğinden çöktüğü veya çökeceği ile ilgilidir (Bkz.: www.ibrahimokcuoglu.blogspot.com: “Emeğin” Geleceği ve Kapitalizmin Sonu! Nelte ve Kurz Fantezileri Veya da Nelte ve Kurz “Harikalar Diyarında”!,Mayıs 2009).
Nelte, Kurz, Negri ve onlara teoride öykünenler aynı yerde duruyorlar.
Teknolojik gelişmede ricat dönemi...
Orta çağa doğru yolculuk...
Nelte, Kurz, Negri, Rifkin ve diğerlerine göre “emeğin” sonuna gelinmiştir. Sermayenin üretme şevki kırılmıştır. Sermaye, yeni teknoloji geliştirmenin işe yaramadığını anlamıştır ve bundan dolayı da kapitalistin üretim ve dağıtım (ticaret) sürecinde, nakliyatta modern teknoloji kullanmak için bir çabası yoktur; rakibinden saklamak için en güvenceli kasaları, çekmeceler artık açık, çünkü içi boş! Bilimin teknolojiye uygulanmasının eski çekiciliği kalmadığı için uçakların, otomobillerin, mobil telefonların, bilgisayarların her yeni modeli eski teknoloji ile üretilir olmuş. Yeni teknolojiye dayanan yeni ürünleri yok sayacaksınız! Bu aynen bizim Maocu arkadaşların 'gördüklerinize inanmayın Türkiye'de sömürü feodaldir' veya yarı feodaldir demesine benziyor. Bu durumda yeni teknolojinin çekiciliği kalmadığına göre eski teknoloji kıymete binmiş olur. “Eskiye rağbet olsaydı bit pazarına nur yağardı” demekle halkımız biraz yanılmış oluyor. Nereden bilsinler böyle olacağını! Yenisi çekici olmadığı için eski teknolojinin satıldığı pazarlara “nur yağıyor”. Bu beyler, kapitalizmin ölüm döşeğinde olduğunu yazanlar; artı değer üretmenin ana arterlerini tıkayanlar böyle söylüyorlar. Teknolojik üstünlüğün üretim açısından, rekabet açısından bir anlamı kalmamıştır diyorlar. Diğer bir ifadeyle; bilimin teknolojiyi geliştirmek için uygulanması artık çekici olmaktan çıkmıştır veya da eskisi kadar çekici değildir diyorlar. Burjuvazi artık üretim araçlarında devrim yapmıyor. Bu anlamda var olmak için bu alandaki sürekli devriminin sonuna gelmiş. “Emek”; iş/çalışma sermayeden kopmuş -gelişmesi, sermayeyi bunu yapmaya zorlamış. Üretme şevki kırılan o birkaç yüz tekelin/sermayenin (Bu durumda kendi şevkini kırmış oluyor), AR-GE'lerini kapatmış olması, artık bu alanda harcama yapmıyor olması gerekir.
Acaba öyle mi?
Bu hayalperestleri bu konuda haklı çıkartan bir veri var mı?
1995’te UNCTAD, dünya çapındaki araştırma ve geliştirmenin beşte dördünün uluslararası işletmeler sistemi çerçevesinde gerçekleştirildiğini tespit ediyordu.
Araştırma ve geliştirme, rekabet yeteneğine sahip olmak, bu yeteneğini korumak ve geliştirmek isteyen, dünya pazarlarında iddialı olmak, azami kâr elde etmek isteyen tekeller için sadece var olmanın değil, iddialı olmanın olmazsa olmazıdır. Önceleri araştırma ve geliştirmenin, tekellerin merkezinde yapılması, en son buluşların öncelikle merkez ülkelerdeki üretimde, telekomünikasyonda, ulaşımda kullanılması ve ancak, eskiyen teknolojilerin, başka ülkelere (bağımlı ülkelere) taşınması genel kuraldı. Sermayenin ve üretimin uluslararasılaşmasının boyutları bu alandaki anlayışın da değişmesine neden olmuştur. Uluslararası tekeller, dünya pazarlarında rekabet edebilmek için araştırma ve geliştirme sistemlerini yeniden örgütlemeye yönelmişlerdir ve bu alanda da uluslararasılaşmışlardır.
Uluslararası 1000 tekelin araştırma ve geliştirme harcamalarının en büyük kısmı merkezleşmiştir; 6 araştırma merkezindeki tekeller tarafından karşılanmaktadır. 2005'te bu türden harcamalar, ABD (yüzde 38); Japonya (yüzde 22); Almanya (yüzde 11,9); Fransa (yüzde 6,1); İngiltere (yüzde 4,8) ve İsviçre (yüzde 3,4) merkezli tekeller tarafından karşılanıyordu.
Bu ülkelerde uluslararası tekellerin sadece yüzde 10'u bütün araştırma ve geliştirme harcamalarının yüzde 55 ila yüzde 66'sını karşılıyor. Açık ki, oldukça az sayıda işletme bu türden harcamaların çok büyük bir kısmını karşılıyor.
2005'te en büyük1000 uluslararası tekelin araştırma ve geliştirme giderleri ABD'de yüzde 38; Japonya'da yüzde 22; Almanya'da yüzde 11,9; Fransa'da yüzde 6,1; İngiltere'de yüzde 4,8 ve İsviçre'de de yüzde 3,4 oranındaydı. Araştırma yoğunluğu, araştırma ve geliştirme masraflarının sektörün toplam cirosundaki payıyla ölçülmektedir. Demek oluyor ki, örneğin ABD'de en büyük 1000 uluslararası tekelin bir yıllık toplam cirosu 100 milyon dolarsa bunun 38 milyon doları araştırma ve geliştirme masrafı olarak görülmelidir.
Aşağıdaki veriler uluslararası tekellerin Ar-Ge harcamalarının ne denli arttığını ve aynı zamanda da uluslararasılaştığını göstermektedir. 1995-2004 döneminde uluslararası tekellerin kendi ülkeleri ve bölgeleri dışında Ar-Ge harcama payları artmıştır. Bu artış AB tekelleri bakımında yüzde yüz oranına varıyordu. ABD tekellerinde bu artış yüzde 50 ve Japon tekellerinde de yüzde 200 civarındaydı.
ABD tekellerinin ADB dışında Ar-Ge harcamaları 1995'te 12582 milyon dolardan 2004'te 28316 milyon dolara çıkarak 2,25 misli artmıştır (OECD, 2008).
Şimdi deniyor ki, artık bu tarihe karışmıştır; dünya ekonomisini elinde tutan uluslararası tekeller teknolojide uygulamak, rekabette üstünlük sağlamak için bilimi geliştirmiyorlar. Bu alanda uluslararası tekeller arasında rekabet artık yok! Sorun bu noktaya getirilince söylenecek fazla bir şey kalmıyor! Doğru, bir şeyi savununca tam savunmak gerekir; mademki kapitalizm kendiliğinden çöküyor, sermayenin, büyük tekellerin üretme şevki kırılmış, bu durumda bilimi geliştirmenin, teknolojide uygulamanın ve rekabet etmenin de bir anlamı olmayacaktır.
Böylece bilimde ve teknolojide ricat dönemine girmiş oluyoruz! Burjuvazi, tekeller “fikir üretme fabrikaları”nı, araştırma ve geliştirme kurumlarını, üniversiteleri teker teker kapatıyor olmaları gerekir.
Yoksa toptan mı kapatıyorlar?!
“Kapitalist üretimin sınırı”, krizden çıkış...
“Eğer bir yeni birikim, yatırım alanı bulunmaması, yani üretim alanındaki fazlalıklar ve aşırı borç sermayesi arzı nedeniyle kullanılması için güçlükle karşılaşılıyorsa, bu borç verilebilen para sermaye bolluğu, yalnızca kapitalist üretimin sınırlılığını gösterir” ve “Toplumsal emeğin üretici güçlerindeki gelişme, sermayenin tarihsel işlevi ve varoluş nedenidir” (Marks, Kapital 3)...
Marks ve Engels Komünist Manifesto'da krizden çıkışın yol ve yönteminden de bahsederler. Krizden çıkmak için sermayenin önünde sayısız olanak yok: Ancak iki olanak var ve sermaye istikrarsızlığı aşmak, kâr oranını yükseltmek; krizden çıkmak için her seferinde bu iki olanağı her yönlü değerlendirmiştir: Bir taraftan ülke iç pazarı adamakıllı sömürmek ve diğer taraftan da ülke dışına açılmak, yabancı pazarları talan etmek.
İçe yönelik saldırı veya “eski pazarların da adamakıllı sömürüsü”...
Başta emperyalist ülkelerde olmak üzere hemen bütün dünyada geçen yüzyılın son çeyreğinden bu yana ulusal gelirin dağılımında sermayenin lehine yoğun çaba harcanmış ve birtakım adımlar atılmıştır. Elde edilen sosyal ve ekonomik haklar, “sosyal devlet”, toplumsal iyileşmeye yönelik birtakım reformlar, sermaye açısında bir “külfet”ti. Bu yükün atılması gerekiyordu ve büyük oranda da atıldı. Elde edilmiş sosyal haklar tırpanlandı; ücretlerde reel artış durdu, yer yer gerileme oldu; sömürü yoğunlaştırıldı; ücretlere konan vergi yükseltilirken işletme vergileri düşürüldü; çalışma koşullarının yeniden düzenlenmesi adı altında çalışma süresi ve koşulları sermayenin lehine değiştirildi; özelleştirme adı altında devlet işletmeleri sermayeye peşkeş çekildi. Bütün bu adımlar iç pazarın, “eski pazarların da adamakıllı sömürüsü” anlamına geliyor.
Dışa yöneliş ve mali pazarlar...
İç pazarın, “eski pazarların adamakıllı sömürüsü” de yetmedi. Sermaye giderek güçlü bir biçimde dışa yönelemeye başladı. Aynen arılarda olduğu gibi: Kovanda yeteri kadar bal olmayınca, artan nüfusu beslemek için arıların bir kısmı yuvadan ayrılır ve yeni bir yuva kurar. Sermaye de öyle hareket etti, ediyor. İç pazarlar yetmeyince sermaye giderek daha yoğun bir bir biçimde kâr oranının daha yüksek olduğu ülkelere akmaya başladı; böylece sermaye ve üretimin bir kısmı uluslararasılaştı. Para biçiminde bu sermaye, bütün dünyayı dolaşmaya ve daha yüksek kâr elde etmek için yol ve yöntemler aramaya başladı.
Sermaye ihracı...
Özellikle geçen yüzyılın son çeyreğinden bu yana emperyalist ülkeler yoğunlaştırılmış sermaye ihracına yöneldiler; böylece dış pazarları talan ederek düşen kâr oranlarını yeniden yükseltmek ve rakipler karşısında daha iyi rekabet koşulları oluşturmak amaçlanmıştı. Yurt dışında işletmeler devralmak, yabancı işletmelere hisse senediyle katılım vb. yollarla sermaye yurt dışına aktı. Neoliberal dayatmalarla uluslararası sermaye hareketi önündeki ulusal engeller yıkıldı; dünya pazarları düzensizleştirildi, sermaye üzerinde kontrol, hareketinde sınırlandırmalar kaldırıldı.
Mali pazarlar...
Çoğu kapitalist, uluslararası mali pazarlarda döviz ve hisse senedi spekülasyonuna yöneldi. Üretime yatırım yerine borsalarda kumar oynamanın bir nedeni olmalıydı. Uluslararası alanda kârlı yatırım arayan sermayenin giderek önem kazanması ve çoğu kez spekülatif “yatırım” faaliyeti içinde olması, ağırlıkta emperyalist ülkelerin iktisadi yapısından kaynaklanmaktadır; uluslararası alanda rekabet baskısı ve geçen yüzyılın son çeyreğinden bu yana kâr oranlarındaki genel düşüş, üretim alanına yatırımı “değmez” ve riskli yaparken, mali yatırımlarla başkalarının kârına katılma eğilimi daha güçlü olarak ön plana çıkmaya başladı. Kendi hareketinin kaçınılmaz sonucu olarak kâr oranları düşen sermaye, yeterli faiz getirisi olmadığı için ülke içinde fazlalık olmuştu. Bu fazla sermaye üretken yatırımlardan uzaklaşmıştı; iç pazar ona dar gelmişti. Bu sermaye, işletme devralmaları, özelleştirmeler, katılımlar, krediler, her türden mali yatırımlar biçiminde uluslararasılaştı.
Şimdi tekelci sermaye krizden çıkmak için bu iki yöntemi (“yeni pazarların fethedilmesi”ni “ve eski pazarların da adamakıllı sömürüsü”nü) yukarıda genel hatlarıyla belirttiğimiz koşullar çerçevesinde kullanıyor.
20. yüzyılın ikinci yarısı Batı kapitalizminin altın çağıydı. Bu çağın artık sonuna gelindiğini yaşanmakta olan kriz özellikle açığa çıkartmıştır; klasik kapitalist ülkeler, genel anlamda Batı kapitalizmi geriye dönüşümü olmayan bir gerileme, çöküş sürecine girmiştir. Sosyalizmle yıkılmadığı müddetçe önümüzdeki dönem kapitalizm, altın çağını Asya'da, Latin Amerika'da, hatta Afrika'da yaşayacaktır.
Yazının baş taraflarında örnekledik, o nedenle tekrarlamaya gerek yok. Sermayenin üretme şevkini kıranlar artık şunu da düşünmelidirler: Kapitalizmin merkezlerinde (ABD, AB, Japonya) sermayenin üretme şevki kırılmış olabilir; bu ülkelerde artık modern teknoloji üretilmeyebilir, eskiye, geri çağlara dönüş olabilir, ama unutmamak gerekir ki bu ülkeler artık kapitalist sistemin önemi giderek azalan bir parçasıdır. Kapitalist dünyanın diğer parçasını ne yapacağız? Asya'yı, Latin Amerika'yı, Afrika'yı ne yapacağız? E-7 ülkelerini veya daha da genelleştirirsek, gelişen ülkeleri ne yapacağız? Buralarda sermayenin üretme şevki hiç de kırılmamış, kapitalizm sonlanma aşamasına hiç de gelmemiş. Doludizgin üretiyorlar, yeni pazarlar ele geçiriyorlar. Şimdi bu ülkelerin dünya pazarlarında, ekonomisinde açık belirleyici, hegemon oldukları bir sürece giriyoruz. Nasıl oluyor da bütünün giderek önemsizleşen parçası, bütünün giderek önemlileşen parçasından daha önemli oluyor ve kapitalizmin sonunu getiriyor?
Sermaye bugünkü aşamasında ABD, AB ve Japonya gibi kapitalist sistemin merkezlerinde “tarihsel işlevi”ni ve “varoluş nedenini” yitirmiş olabilir, ama kapitalist sistemin yükselen merkezlerinde “tarihsel işlevi”ne yeni yeni ulaşıyor;“varoluş nedeni”nin bilincine yeni yeni varıyor. Bunu nasıl izah edeceğiz?
Cevaplandırılması gereken bir soru!
Gelişen ülkelerin dünya ekonomisinde ve politikasında söz sahibi olmaya başlamaları emperyalist dünya sisteminde ideolojik ve kimlik krizine yol açmıştır. G-20 diye başlayan süreç BRIC-ülkeleri ve şimdilerde de E-7 ülkeleri olarak devam etmektedir.
Anlaşılan o ki bu gelişme, başta “en Marksistler” olmak üzere birtakım “sol”larda da siyasal kimlik krizine neden olmuş!
Marks'ın tarihi “yanılgı”sı...
Kapitalist üretim biçiminin sınırı ve gerçekler...
Sermaye veya kapitalistin aşamayacağı sınır hakkında Marks şunları söylüyor:
“Kapitalist üretim biçiminin sınırı, (aşağıdaki nedenlerden dolayı) su yüzüne çıkar:
1) Emeğin üretkenliğindeki gelişme, kâr oranındaki düşmeden, belli noktalarda bu gelişme ile uzlaşmaz bir çelişki içerisine giren ve krizler ile sürekli yenilmesi gereken bir yasa yaratır;
2) Üretimin genişlemesi ya da daralması, karşılığı ödenmeyen emeğe el konulması ve bu karşılığı ödenmeyen emeğin genel olarak maddeleşen emeğe oranı ile ya da kapitalistlerin diliyle; kâr ve bu kârın kullanılan sermayeye oranı ile, dolayısıyla, üretimde toplumsal gereksinmeler, yani toplumsal olarak gelişmiş insanların gereksinmeleri arasındaki bağıntıdan çok, belirli bir kâr oranı ile belirlenmektedir. İşte bu nedenle, kapitalist üretim biçimi, üretimin belirli genişleme aşamasında engellerle karşılaşır ve başka bir öncülden hareket edildiğinde, tersine, tamamen yetersiz görülebilir. Bu üretim biçimi, gereksinmelerin karşılandığı noktada değil, kâr üretiminin ve bu kârın gerçekleştirilmesinin saptadığı bir noktada durağan hale gelmektedir”(K. Marks; Kapital, C. 3, s. 268/269).
Kapitalizmin kendiliğinden çökeceğini savunanların göremedikleri ve dolayısıyla anlayamadıkları şudur: Kapitalistler, kapitalist üretim biçiminin sınırları karşısından nasıl hareket edecekleri üzerine sistem içi yolların olduğunu çok iyi biliyorlar. Genellikle bunlar sermaye ihracı ve sermaye kıyımı yollarıdır. Buna savaşları da ekleyebilirsiniz. Sermaye ihracında sermaye, kâr oranlarının düşük olduğu alanlardan (ülkelerden, bölgelerden), kâr oranlarının daha yüksek olduğu bölge ve ülkelere akar. 2005-2010 arasında doğrudan yabancı yatırımlar bazında dünya çapında sermaye akışı 2005'ten 2010'a yüzde 26,6 oranında artmıştır. Yaşanmakta olan krizden dolayı ana arterleri geçici tıkandığı için kapitalizmin merkez ülkelerine akan bu türden sermaye aynı dönemde yüzde 2,8 oranında azalmıştır. Ama gelişen ülkelere akan sermaye ise yüzde 72,6 oranında artmıştır.
Sermaye çıkışı bakımından: 2005-2010 arasında dünya çapında doğrudan yabancı yatırımlar bakımından sermaye çıkışı (ihracı) yüzde 50 oranında artarken gelişmiş ülkelerde yüzde 25,3 oranında azalmıştır. Ama gelişen ülkelerde yüzde 168,2 oranında artmıştır. (Bkz.: World Investment Report 2011, s. 187).
Şimdi ne olacak? Sermaye bir bölgeden öbür bölgeye, bir ülkeden öbür ülkeye turistik seyahat mı yapıyor? Kapitalizmin sonunu getirenler, sermayenin üretme şevkini kıranlar bu sermaye hareketi karşısında ne diyecekler?
Sermaye kıyımı/tahribi konusunda söylenecek fazla bir şey yok. Krizin diğer tanımı da sermaye kıyımıdır desek abartmış olmayız: Kriz sürecinde kapitalist yoğun bir biçimde sabit sermaye yok eder ( tüketim ve üretim araçları biçiminde sermaye imhası; üretim araçlarının; makinelerin, fabrika binalarının, meta biçiminde sermayenin imha edilmesi, borsalarda farazi sermayenin yok edilmesi). Bu da yetmezse savaşı da göze alır; önemli olan, yeniden yatırım yapabileceği; kâr oranının yükselme trendine gireceği ortamın oluşturulmasıdır...
Kapitalizmi çökertenlere, sermayenin üretim şevkini kırmış olanlara iflas etmiş işletmeler başka sermayeler tarafından neden devralınır diye sormak gerekir. İflas etmiş işletme, oldukça düşük sermaye maliyetiyle alınmış işletme demektir. Bu durumda, işletmenin yeni sahibi, aynı üretim araçlarıyla eski sahibine göre oldukça yüksek kâr elde eder.
Yoksa, sermayenin üretim şevki kırıldığı için ulusal, bölgesel ve dünya çapında sermaye devralmaları artık tarihe mi karıştı?
“Kâr oranı düştüğünde, bir yandan, bireysel kapitalistlerin, gelişmiş yöntemler vb. ile, kendi metalarının değerini, toplumsal ortalamanın altına düşürebilmelerini ve böylece, o günkü piyasa fiyatlarında fazladan bir kâr gerçekleştirebilmelerini sağlamak için, sermaye gayrete gelir. Öte yandan, hepsi de, genel ortalamadan bağımsız ve bu ortalamayı aşan fazladan bir kâr koparma amacına dayalı yeni üretim yöntemleri, yeni sermaye yatırımları, yeni serüvenler ile, gözü dönmüşçesine girişimler yoluyla, bir kapkaççılık ve bu kapkaççılığı yaygın hale getiren ve isteklendiren bir ortam belirir” (K. Marks; Kapital, C. 3, s. 269).
Kâr oranı düşüyor, sermaye telaşlanıyor, ama henüz panikleme sürecinde değil. Kâr oranı düşmeye devam ediyor ve sermaye bu düşüşü engellemek, ötesinde kâr oranını yükseltmek için gözü dönmüşcesine hareket ediyor; yeni yatırımlar, savaş da dahil yeni serüvenler, yeni yöntemler vs. vs. Diyelim ki sermaye buna rağmen sonuç alamıyor. Sonrası malum:
“Kâr oranı, yani sermayedeki nispi artış, her şeyden çok, kendilerine bağımsız bir yer bulmaya çalışan bütün yeni sermaye sürgünleri için önemlidir. Ve sermaye oluşumu, düşen kâr oranının, kâr kitlesi ile telafi edildiği birkaç büyük yerleşmiş sermayenin eline düşmesi halinde, üretimin yaşam alevi bütünüyle sönebilir. Yok olup gider. Kâr oranı, kapitalist üretimin itici gücüdür. Nesneler, ancak, bir kâr ile üretilebildikleri sürece üretilir” (K. Marks; Kapital, C. 3, s. 269)
Soru şu: Sermaye hareketi bugün gerçekten de bu aşamada mı? Bunun “ilaç için” tek bir kanıtı var mı? Sözü edilen birkaç yüz süper tekelin, farklı paylarda da olsa “72,5” ulusal menşei var. Yaşanmakta olan kriz bunun böyle olduğunu göstermedi mi? Neden G-7'ler, G-20'ler uluslararası geçerli bir kriz yönetiminde anlaşamadılar? Neden her bir ülke kendi sermayesini koruma derdine düştü? Bu durum, üretimin yaşam alevinin sönmesinden çok, “üretimin yaşam alevi”nin harlanması değil mi? Neden sermaye dünyanın dört bir yanını dolaşıyor, hem de “üretimin yaşam alevi”nin söndüğünün iddia edildiği bir dönemde dolaşıyor? Neden giderek dünya ekonomisinde söz sahibi olmaya başlayan ülkelerde/bölgelerde “üretimin yaşam alevi” harlanıyor durumdadır?
Bu sorulara cevap vermek gerekir.
Aşağıdaki tespit de Marks'a ait:
“Mevcut sermayenin devresel değer kaybı, kâr oranındaki düşmeyi durdurmak ve yeni sermaye oluşturma yoluyla sermaye-değer birikimini hızlandırmak ... kapitalist üretim biçimine özgü araçlardan biridir” (K. Marks; Kapital, C. 3, s. 259/260).
Yani kriz, savaşlar (doğal afetler de sermaye için paha biçilmez bir fırsattır). Bütün bu süreçlerde sermaye, sürekli, oldukça geri seviyede üretime yeniden başlar. Hele hele sadece kriz değil de, doğrudan bir savaş ve doğal afet söz konusuysa, bu durum gelişmiş sermaye, tekeller için bir nimettir.
“Ticari krizler sırasında yalnızca mevcut ürünlerin değil, daha önceleri yaratılmış üretici güçlerin de büyük bir kısmı dönemsel olarak tahrip ediliyor. Bu krizler sırasında, daha önceki bütün çağlarda anlamsız görülecek bir ... aşırı üretim salgını baş gösteriyor. Toplum kendisini birdenbire, gerisin geriye, geçici bir barbarlık durumuna sokulmuş buluyor; sanki bir kıtlık, genel bir yıkım savaşı, bütün geçim araçları ikmalini kesmiştir; sanki sanayi ve ticaret yok edilmiştir; peki ama, neden? Çünkü çok fazla uygarlık, çok fazla geçim aracı, çok fazla sanayi, çok fazla ticaret vardır da ondan” (Marks/Engels; Komünist Manifesto, C. 4, s. 468).
Politik ekonominin eleştirisi, krizsiz kapitalizmin olamayacağını açıklıyor. Krizler kapitalist üretim biçiminin gelişmesinin ayrılmaz bir bileşenidir. En ucuza, en fazla üretmek sermayenin içsel dürtüsüdür. Böyle hareket etmeyen sermayenin rekabet ve var olma şansı yoktur. Ez ucuza, en fazla üretmek, aynı zamanda sermayenin kriz dürtüsüdür. Bu da içseldir. Çok sayıda konut, otomobil, üretici güçler; genel anlamda sermaye ve meta üretilmiştir. Çok üretildiğinden dolayı kâr elde etme olanağı kalmamıştır; bu durumda sermaye ve meta kapasitesindeki fazlalık, pazarın darlığına karşı isyan eder. Bu isyanın adı krizdir...
..Peki, burjuvazi bu krizleri nasıl atlatıyor? Bir yandan üretici güçlerin büyük bir kısmını zorla yok ederek; öte yandan yeni pazarlar ele geçirerek ve eskilerini de daha kapsamlı bir biçimde sömürerek” (Marks/Engels; Komünist Manifesto, C. 4, s. 468).
Dünya çapında üretim ve ticaretin ağırlıkta 500 süper tekelin elinde olmasından dolayı sermaye Marks ve Engels'in belirttiği bu iki yöntemi kullanmaktan aciz mi? Veya kullanması önünde bir engel mi var? Bu 500 süper tekel, söz konusu bu iki yöntemi bizzat kullanmıyor mu?
“Üretimin yaşam alevi”nin söndüğü iddia edilen kapitalist sistemin ABD, AB ve Japonya gibi, önemi giderek azalan merkezlerinde sermaye için krizden çıkmanın bu her iki yöntemini kullanmanın yolu açık. Bu yöntemleri sürekli kullandılar ve kullanıyorlar da. Örneğin geçen yüzyılda. Her iki dünya savaşı neden çıkartıldı? Her iki savaş, üretici güçleri o zamana kadarki gelişme seviyesinden çok gerilere atmadı mı? 1929-32 krizinin sonuç itibariyle kapitalist üretimi yıllarca geriye attığını yukarıda örnekledik. Böylece kapitalistler, sistemin devamı için, “üretimin yaşam alevi”nin sönmemesi için sermayenin bizzat koyduğu sınırını atlamıyorlar, tam tersine o zamana kadarki gelişmenin gerilerine gitmek zorunda kalarak yolu açıyorlar ve yeniden başlıyorlar. Bu, 1825'ten bu yana bazen hafif, bazen oldukça şiddetli, bazen yerel savaşlı, bazen dünya çapında savaşlı devam eden bir süreçtir. Şimdi niye devam etmesin? Öznel faktörün, işçi sınıfının sınıf bilinçli müdahalesi (devrim) olmadığı müddetçe bu süreç sonsuzdur. Ama diyeceksiniz ki, “emek”le sermaye evliliğini sonlandıran; bu koşullarda “emeği” özgürleştiren; değersizleştiren bir anlayış açısında işçi sınıfı ve devrimin ne anlamı olabilir ki? Doğru, haklısınız, hiçbir anlamı olmaz.
Klasik bir fazla üretim krizinden küreselleşime krizi, sistem krizi üretenler bunun hesabını nasıl verirler bunu bilemem, ama nesnel yaşam, üç-dört senelik kriz süreci içinde yapılan değerlendirmelere ilişkin teorilerin, iddiaların, iradi tespitlerin güneş altında kalmış kar gibi eridiğini göstermektedir.
Kapitalizm kendi çelişkilerinden dolayı çökmez; bu, sistemin doğasına; iç diyalektiğine aykırıdır. Kapitalizmde sermayenin genişletilmiş yeniden üretim koşulları da hiçbir zaman yok olmaz. Bu da onun doğasına aykırıdır. Sermayenin genişletilmiş yeniden üretim koşullarının ortadan kalktığı, yani artı değer üretmenin koşullarının ortadan kalktığı bir kapitalizm düşünebiliyor musunuz? Her kriz döneminde sermaye, kendi kendini kıyıma uğratarak -tahrip ederek, değersizleştirerek- genişletilmiş yeniden üretiminin kanallarını açar. Ötesinde savaş veya büyük yıkıma neden olan bir doğa felaketi de aynı etkide bulunur.
Kâr oranlarında belli bir yükseliş, kapitalizmin bir sonraki fazla üretim krizine kadar güçlendiğinin doğrudan ifadesidir. Bunu bir dar kafalı küçük burjuva anlamaz ve onun fazla üretim krizinden güçlenerek çıkışını tarihsel çöküşüyle; ömrünü doldurmuş olmasıyla birbirine karıştırır. Bu iki olgunun birbirinden farklı olması, bu unsurlar açısından pek önemli değil.
Demek oluyor ki fazla üretim krizi, kapitalizmin çelişkilerini geçici çözdüğü için onu geçici olarak dinamikleştiriyor. Gerçekten de kâr oranı yasası eğilimli düşüş içinde değil de doğrudan düşerek geçerli olsaydı; yani o yasayı eğilimli yapan nesnel faktörler olmasaydı, kapitalizm en fazlasıyla bir defa bir fazla üretim krizi yaşar ve o krizle birlikte kendiliğinden çökerdi. Ama kriz süreci; kâr oranlarında yeniden yükselme, krizinden dolayı kapitalizmin güçten düştüğünü göstermez. Olsaydı şimdiye kadar olurdu. Kapitalizmin kendiliğinden çökeceğini savunanları her seferinde hayal kırıklığına uğratan bu gerçekliktir.
Ancak öznenin bilinçli faaliyeti, kapitalizmin nihai geleceğini belirler.
Günümüzde Kapital'in içeriğiyle, Marksist kriz teorisiyle, kapitalizmin geleceğiyle “oynayanlar”ın sayısı hiç de az değildir. Bu oyuncular cephesinde yeni olan bir şey de yok. Rosa'nın bilinen görüşünden bu yana tezlerini güçlendirmek için öne sürülen bir şey yok. Bütün söylenen, sermayenin kendini yenileme, genişletilmiş yeniden üretim olanağının artık kalmadığıdır. Yani yaşanan kriz sadece bir fazla üretim krizi değildir, aynı zamanda bir sistem krizidir. (Böyle diyenler, ekonomik krizin kapitalizmde nesnel bir olgu olmadığını, en azından şimdiye kadar olmadığını ve şimdi olduğunu söylemiş olmuyorlar mı veya ne zamandan beri ekonomik kriz/fazla üretim krizi sistem krizi -sisteme özgü kriz- değildi de şimdi sistem kriz oldu?!) Bu, bir kısım troçkistlerin, kapitalizmin kendiliğinden çökeceği teorisini veya sürekli kriz teorisini savunanların en “vurucu” savıdır. Bu unsurlar, insanın gözünün içine baka baka kâr oranı sıfırlanma noktasına gelmiştir ve bir daha da yükselme olanağı kalmamıştır diyerek, bir çırpıda Kapital'i çöpe atabiliyorlar. Kim diyor bunu? Rosa'yı karikatürleştirenler: Örneğin bazı troçkistler, örneğin D. Harvey, Kurz gibileri veya örneğin kapitalizmin bittiğini çoktan ilan etmiş olan “Emeğe Karşı Manifestocular”, “en Marksistler” vb...
Kapitalizm “değişebilen ve sürekli olarak değişen bir organizmadır”...
Yaşanmakta olan kriz, bir fazla üretim krizi olmanın ötesine taşındı, başka krizlere dönüştürüldü. Doğru, kapitalist sistemin krizi çoktur ve yaşanmakta olan fazla üretim krizi de bunlardan sadece birisidir ve ona özgü olanıdır. İşin en trajikomik olan yanı ise yaşanmakta olan krizin küreselleşmenin veya emperyalist küreselleşmenin bir kriz olarak algılanmasıdır. Kapitalizmin serbest rekabetçi ve emperyalist dönemlerindeki özelliklerinden dolayı bu her bir dönemdeki ekonomik krizlerin de birtakım ayrı özellikleri vardı. Ama bu özelliklerin hiçbirisi, 1825'ten bu yana kapitalist sistemin yasallığı olarak devresel patlak veren ekonomik krizleri sistem krizi olarak açıklamaya yetmedi, hele hele en azından dünya ticaretinin oluşmasından (19. yüzyılın ilk çeyreği) ve dünya ekonomisinin oluşmasından (emperyalizm) bu yana küresel olan kapitalizmi, sonradan küreselleştiren burjuva anlayışları haklı çıkartmak için küreselleşmenin krizi demek hiç yetmez. Ama böylesi kendi kendine Marksistleri, hayalperestleri anlamak gerekir. Ne de olsa emperyalizm ötesi bir düzende yaşadıklarını sanıyorlar ve böyle bir düzenin de kendine özgü bir krizinin olmasından doğal ne olabilir ki! Yeni bir toplum dizaynlıyorsanız, bu işin hakkını vererek yapmanız gerekir, yeni bir teori oluşturuyorsanız çok yönlü düşünmelisiniz; dizaynladığınız toplumu, oluşturduğunuz teoriyi içeriklendirmeniz gerekir. Kolay değil, başarılı olabilmeniz Marksizm-Leninizmi, tarihsel materyalizmi ne derecede aştığınıza, geçersiz kıldığınıza, eskimişliğini kanıtladığınıza bağlıdır.
Kapitalizm “değişebilen ve sürekli olarak değişen bir organizmadır”dan kapitalizmin genel krizi açısından nihai olarak nasıl bir sonuç çıkartabiliriz? Kapitalizmin genel krizi, kapitalist sistemin “değişebilen ve sürekli olarak değişen bir organizma” olduğunu gösteren bir krizdir aynı zamanda. Kapitalizmin genel krizi süreci, tekelci devlet kapitalizmin oluşumundan bu yana devam eden süreçtir. Son 30-40 senelik süreçte kapitalizmi kapitalizm olmaktan çıkartan sayısız teoriler üretilmiştir. Bunların hepsi yaşamın dayattığı gerçeklik; kapitalizm gerçekliği karşısında erimiştir. İsterse Negri, birkaç imparatorluk daha kurabilir; emperyalizm “miadını” bir kez daha doldurabilir. İsteyen emperyalizm ötesi bir çağda yaşadığına inanabilir. İsteyen kapitalizmi kendiliğinden çökertebilir. İnsanların inancını ve umudunu elinden almak istemeyiz, ama gerçeklik neyse onu görmekten ve ona göre hareket etmekten de vazgeçmeyiz.
Kapitalizmin genel kriz süreci, bu sistemin -ne denli çürümüş, kokuşmuş olursa olsun- kendiliğinden çökmeyeceği gibi, emperyalizm ötesinde bir evresinin olmadığını da göstermiştir. Bu süreç aynı zamanda kapitalizmin kendiliğinden çökmeye karşı ne denli “duyarlı” olduğunu da göstermiştir; açık ki kapitalizm, süreklilik arz eden formasyon dönüşümlerine tabidir; birikim biçiminde ve regülasyonunda sürekli bir değişimin olması bu üretim biçiminin normalliğidir (Erken kapitalizm, tekelci devlet kapitalizmi, neoliberalizm vb.) Tam da bu nedenle kapitalizm, “kaskatı bir kristal olmayıp, değişebilen ve sürekli olarak değişen bir organizmadır” (Marks, Kapital, C. I, s. 16).
Önemli olan bunu kavramaktır. Çöktü-çökecek demekle, emperyalizme ömür biçmekle, yeni bir aşamadan bahsetmekle kapitalizm gerçekliğinde bir şey değişmiyor. Bu görüşlerin hiçbirisi kapitalizmin, dolayısıyla dünyanın başkalaştığını açıklamaya yetmiyor, hizmet etmiyor...
Düşünme arterleri tıkananların dünyası...
En son ve en yüksek aşamasında bulunan kapitalizm (emperyalizm), bir taraftan üretici güçlerin gelişmesini sınırlandırır, ama diğer taraftan da üretimin toplumsallaşmasını devasa ölçüde geliştirir. Bu özelliği ona çürüme, artık sosyalizme geçiş için olgunlaşmış olma özelliği vermektedir. “Kapitalist emperyalizm, olgunlaşmış, aşırı olgunlaşmış, çöküşle karşı karşıya kalan, yerini sosyalizme bırakacak derecede olgunlaşmış kapitalizmdir” (Lenin; “Oportünizm ve II. Enternasyonalin Çöküşü”, C. 22, s. 108).
Kapitalist üretim biçimi, somutlaştırırsak kapitalizmde üretim ve genişletilmiş yeniden üretim, kriz olgularını içeren, patlamaya hazır özellikleri olan ama aynı zamanda dinamik olan bir dengeyi ifade eder; bu, kapitalizmin iç çelişkilerinden dolayı şu veya bu noktasında yeniden ve yeniden kırılan, parçalanan ve kırılmak ve parçalanmak zorunda olan dengesidir (Örneğin ekonomik krizler, savaşlar, ayaklanmalar vs.). Bu, diyalektik anlamda bir dengedir; yani görece ve geçicidir (Engels: “Bütün denge sadece görece ve zamansaldır”- Doğanın Diyalektiği, Marks/Engels; C. 20, s. 512).
Küçük burjuvazi, burada, bu noktada Lenin ve Engels'i anlar mı? Anlamaz. Marksist kılıklı küçük burjuva çaresizlik içindedir, kapitalizmin sınıf mücadelesi sonucunda yıkılacağına; işçi sınıfı ve müttefiklerinin sosyalist devrimi gerçekleştireceğine inancı yoktur. Bütün yeteneği, kapitalizmin kendi kendine çökeceği propagandasını yapmaktan ibarettir; sermaye artık işgücüne ihtiyaç duymamaktadır; işgücünün kendine tabi olma koşullarının bizzat yok etmektedir, artı değer üretme yolları kalmamıştır; genişletilmiş yeniden üretimin koşulları kalmamıştır; Nelte'nin deyimiyle toplumsal üretimin I. ve II. Bölümleri arasında meta mübadelesi olanağı kalmamıştır; öyleyse kapitalizm, bu sorunlarından dolayı çökecektir. Küçük burjuva sorunu bu kadar hafife almaktadır. Ne kadar tanıdık düşünceler...
Lenin'in yukarıya aktardığımız anlayışına göre emperyalizm, aynı zamanda kapitalizmin çöküş çağıdır. Ama kapitalizmin çöküş çağında olması, filisten küçük burjuvazinin anlamak istediği gibi, teknolojiyi ve nihayetinde “emeğin” verimliliğini geliştirme yeteneğinden yoksun kaldığı anlamına asla gelmez. Ancak bir küçük burjuva dar kafalı, ancak Nelte gibi kapitalizmi kendiliğinden çökertenler, “en Marksistler”, çöküş aşamasında olan kapitalizmi, teknolojiyi ve “emeğin” verimliliğini arttırma yeteneğinde yoksun olan kapitalizm olarak tanımlayabilirler. Çöküş aşamasında olan kapitalizm, teknolojiyi geliştirme ve “emeğin” verimliliğini arttırma yeteneğinden değil, geliştirdiği teknoloji ve artan “emeğin” verimliliğini toplumsal ilerlemeye dönüştürme yeteneğinden yoksundur. “En Marksist”i de dahil kapitalizmin kendiliğinden çökeceğini savunanlar bu farkı anlamazlar. Farkı anlamak için önce algılamak gerekir. Bu “yenilikçi”, iddialı, Marksist teoriye katkı sevdasıyla yanıp tutuşan unsurlar, söz konusu farkı algılamaktan da yoksun olduklarını anlayacak durumda değiller...
Teknolojik gelişmeye, “emeğin” artan verimliliğine, ekonomide büyümeye rağmen bazı sektörlerde farklı dönemlerde görülen giderek düşen, küçülen büyüme, tekelleşmenin doğrudan bir sonucudur. Kapitalizmin yaşanmakta olan bu eğilimi, dünya çapında kapitalizme hem ekonomik hem de siyasi alanda artan istikrarsızlık, kırılganlık ve krizsellik özelliği vermektedir. Küçük burjuva tam da bundan kapitalizmin kendiliğinden çöküyor olduğu sonucunu çıkartıyor...
Ama her şeye rağmen küçük burjuva sormadan da edemiyor. Belkide ne olur ne olmaz diye düşünmüş olabilir: “Daha nereye kadar” diye soruyor. Yani bu sistem daha ne kadar devam edebilir diye soruyor...
Nelte, kapitalizmin geleceği konusunda Marks'ın yanıldığını ve R. Luksemburg'un teorisinin artık bir gerçeklik olduğunu savunmaktadır...
“Sadece normal bir fazla üretim kriz mi?” diye soran “harika” Nelte ve “en Marksistler”, bu krizin normal bir fazla üretim krizinden başka bir kriz olmadığını -normal bir fazla üretim krizi olduğunu- kabul eder mi? Etmez. Burada da bir algılama sorunu var.
Politik ekonomide revizyonizm, Marksizm-Leninizm tarafından kanıtlanan kapitalist gelişmenin; kapitalist üretim biçiminin yasallıklarını inkâr eder. Nelte ve benzerleri, burjuva politik ekonominin “aslan yürekli Richard”larıdır; hani Lenin, “revizyonizm işçi hareketi içinde burjuva düşüncedir” der ya veya buna benzer bir sözü vardır. Nelte ve “en Marksistler”, burjuva politik ekonominin Marksist politik ekonomiye sızmaya çalışan Richard'larıdır; Marksist teoriyi çarpıtma ve reddetme söz konusu olduğunda onlar “aslan yürekli”dir; bir “küheylan”dır; bir kılıç sallamakla partiyi karambole getirip, kapitalizm kendiliğinden yıkıldıktan sonra sahne alan oyuncuya çevirirler; bir kılıç sallamakla Marks'ın “kâr oranının eğilimli düşüş yasasını” geçersiz kılarlar; bir kılıç sallamakla kapitalist üretim biçiminin kellesini uçururlar; genişletilmiş yeniden üretimin kanallarının tıkandığını ve dolayısıyla artı değer üretmenin olanağının kalmadığını açıklarlar; bir kılıç sallamakla kapitalist olmayan çevrenin kalmadığını ilan ederler; yani sermaye tamamen uluslararasılaşmış ve kendi sonunu getirmiştir derler; bir kılıç sallayarak ekonomik krizin ve başkaca önemli nesnel faktörlerin sermaye ve üretimin uluslararasılaşmasını gerileten, frenleyen faktörler olduğunu reddederler, hem de yaşanan şu kriz döneminde insanların gözünün içine baka baka söylerler; gardını almak için bir kılıç sallayıp, sistem, işçi sınıfının mücadelesi sonucunda yıkılacak anlayışında olduklarını göstermek için kapitalizmin kendiliğinden çökeceği teorisinin işlendiği yazılarının sonuna Lenin'den veya Marks'tan konuya ilişkin bir alıntı eklerler. Ama bir kılıç sallamakla sınıfın örgütlü mücadelesi yerine, “çokluk”un kör dövüşünü, “sokak kavgası”nı ön plana çıkartırlar; çıkartmak da ne bu kendiliğindenciliğe taparlar; bir kılıç sallayıp sosyalizmin yerine “mübadele ekonomisi”ni korlar veya kapitalizmi tek alternatifli yaparlar; artık ya sosyalizm ya barbarlık demek yok, alternatif olarak sosyalizm ortadan kaldırıldığı için tek alternatif barbarlıktır! Böylece küçük burjuva, radikallikle uğraşırken insanlığı, 'barbarlığı istemiyorsan haline şükret' demeye; kapitalizmi savunmaya iter. Böylece insanlığı veya bireylerden oluşan toplumu, ölümü (barbarlık) gösterip sıtmaya (kapitalizm) boyun eğmeye davet eder.
Zavallı küçük burjuva, ne yaptığının belki de farkında değil!
Nelte, her şeyi önceden bilen biridir (Aynen “bir bilen” gibi!); kapitalizmin ne zaman çökeceği konusunda üç defa tahminde bulunmuş ve her seferinde de yanılmıştır, olsun, o kadar önemli değil, sistemin kendiliğinden çökeceğini inatla savunmuştur ve nihayetinde 4 Mart 2009'da kapitalizmin kendiliğinden çöktüğünü ilan etmiştir; yani Nelte veya “en Marksist” irade demektir; olmayanı oldu gösterme iradesi konusunda onun üstüne kimse yoktur. Nelte'ye göre şu anda, en azından 4 Mart 2009'dan itibaren kapitalizmin hiçbir nesnel yasası geçerli değildir. Artık Norbet Nelte tarafından keşfedilen “aşırı üretim yasası” koşullarında yaşıyoruz. Yasanın tam adı şöyle: “Norbert Nelte-Aşırı Üretim Yasası”. Bu yasaya göre “Kapitalizmde ekonomik yükselişe dönüş artık mümkün değildir” “En Marksist” de aynen böyle düşünüyor! Bu nedenle yasanın adı “Norbert Nelte-”En Marksist” Aşırı Üretim Yasası” olmalıdır.
Kurz da öyledir. O her şeyi önceden bilen bir“filozof”dur. Kapitalizmin çökeceğini daha geçen yüzyılın '90'lı yıllarında açıklamıştır, sınıf mücadelesinin sonlandığını da o dönemde açıklamıştı. “Üçüncü sanayi devrimi”yle “emeği” değersizleştirmiş, bir kataküllü ile proletaryayı yok edip toplumu üreticilerden değil, bireylerden oluşan insan yığınına dönüştürmüştü. Aradan 20 seneden fazla bir zamanın geçmiş olmasının ne önemi var ki?
Kapitalizmde “emek” ile sermaye arasındaki bağı kopartırsanız ve böylece “emeği” -yani işgücünü- sömürülmeye değmez, sermaye açısından beş para değeri olmayan konumuna iterseniz Kurz'un 1990'lı yılların başında varmış olduğu noktaya varırsınız. O nokta proletaryanın yok olduğunun açıklandığı noktadır. O noktaya vardıktan sonra istediğiniz kadar “proletarya yoktur” diyenlere karşı mücadele edin. Bunun beş paralık bir anlamı yoktur ve aslında böyle bir tavır -bir yazıda proletaryayı yok etmek, başka bir yazıda var etmek- bir siyasi ahlâk sorunudur.
Nelte, tanrının tercümanıdır, henüz peygamber değildir. Ama kapitalizm kendiliğinden çöktükten sonra insanlığın “mübadele ekonomisi”ne geçeceğini; tarihsel gelişmenin 200-300, belkide daha fazla bir zaman geriye gideceğini biliyor. Nasıl bildiğini, neye göre böyle dediğini bilmiyorum, ama savunusu böyle olduğuna göre mutlaka bir bildiği vardır diye düşünüyorum.
R. Kurz ise peygamberlerin peygamberidir. Kapitalizm koşullarında “geçim ekonomisi” kurmanın yol ve yöntemlerini açıklayan ender anarşizan kanaat önderlerinin başında gelir. Bir Luddisttir. Marksizme ve işçi sınıfına düşmanlığı da bundan dolayıdır. Luddistler, tarihin akışını değiştirme sürecinde cennetin kapısında dayanmışlardı. İşte o zaman açığa çıkan Marksizm ve işçi hareketi Luddistlerin planını bozmuştu!
Nelte veya “en Marksist” toptan çöküş savunucusudur. Nelte’yi kapitalizmde eşitsiz gelişme yasası, tek tek ülkelerde devrim “kesmez”; o, bir toptan devrimcidir; toptan devrim savunucusudur. Nelte, kendiliğindenciliğe tapan, toplumsal ilerlemeyi sınıf mücadelesine değil de kapitalizmin nesnel yasalarına bağlayan nadir “yetenek”lerden birisidir. Nelte'siz kendiliğindencilik, kendiliğindenciliksiz Nelte düşünülemez!
Nelte’nin kim olduğunu mu soruyorsunuz? O sadece ve sadece bir vesiledir. “Değer” eleştirmenlerinin ve kapitalizmi kendiliğinden çökertenlerin derin “Marksist” teorilerini ve kapitalizm sonrası için dizaynladıkları “harikalar diyarı”nı açıklamak için bir vesile. Ama Nelte, sadece kendi adına konuşan birisi değildir. Öyle olsaydı bir ilişkilenme durumu da olmazdı, Nelte bir siyaset “avukatı”dır, Kurz gibi bir sözcüdür; kapitalizmi kendiliğinden çökertenlerin; artı değer üretiminin damarlarını tıkayanların, genişletilmiş yeniden üretimi yasaklayanların veya “en Marksist”lerin, Rosa Luksemburg’u karikatürleştirenlerin, kapitalizm sonrasını ilkel birikimin şafağındaki toplumsal koşullarda arayıp bulanların; hangi nedenden dolayı olursa olsun bir biçimde kapitalizme sırt çevirenlerin; Dünya Sosyal Forumunun bel kemiğini oluşturanların bir kısmının sözcüsüdür. Nelte bir “teorisyen”dir, kapitalizmin yıkılmasından sonraki tarihin en dahi “örgütçüsü”dür. Nelte bir ekoldür.
Nelte gibi Kurz da bir fenomendir ve dolayısıyla Nelte'cilik de, Kurz'culuk da bir fenomendir; kapitalizmin nitel değişmeyen gerçekliğini kavramayanların, devrimden umudunu kesenlerin; siyasi, teorik, örgütsel tasfiyecilerin; işçi sınıfı ve emekçi yığınları örgütlemeyi beceremeyenlerin, bu sınıfta, sosyalizmi kurma anlamında insanlığın geleceğini temsil etme misyonunu kavramayanların, velhasıl düzene ve geleceğe küsenlerin toplamıdır Nelte ve Kurz; her tarafta vardır onlar! Teoride ve pratikte iddialıdırlar, yer yer kostaklanmaktan, komünistlere “karşı devrimci”, “beyinsizler” demekten de geri kalmazlar!
Kapitalizmin kendiliğinden çökeceğini savunanlar, bütün toplumu, teoriyi ayrık otu gibi sarmış da haberimiz olmamış. Nasıl oldu bilmiyorum, oldu bir kere! Ama ayrık otunun bir özelliği vardır; mevsimi geçince kurur ve sonra mevsimi gelince yeniden canlanır. Kapitalizmin kendiliğinden çökeceği teorisini savunanlar da her kriz döneminde canlanırlar ve kriz geçince süngüleri düşer, bir dahaki krize kadar sesleri çıkmaz. Ayrık otunun mevsimi senede bir kere, kapitalizmin kendiliğinden çökeceğini savunan ayrık otlarının mevsimi de ortalama her 7-8 veya 8-10 senede bir gelir.
Yani kapitalizmin kendiliğinden çökeceği teorisi; sermayenin artık artı değer elde etme olanağı kalmadı anlayışı mevsimlik bir anlayıştır. Bu mevsimlik anlayışı savunanlardan birisi de Immanuel Wallerstein'dır.
...
Doğrudur, ekonomik kriz, siyasi krize de yol açar. Ama bu, kapitalizmin sonunun geldiğine neden bir işaret olsun? Anlaşılan o ki, bu baylar kapitalizm dendiğinde güçler arasında dengenin, belli bir ahenkliliğin söz konusu olduğunu düşünüyorlar; ne de olsa II. Dünya Savaşından sonraki kapitalizmde bir düzenlilik vardı. Kapitalizmden bunu anlıyorlar, onun Keynesci yapılanmasını anlıyorlar. Ve sanıyorlar ki, şimdi yaşanılan durum veya neoliberalizm koşullarındaki kapitalizm, kapitalizmi soru götürür yapıyor veya da sorguluyor. Oysa kapitalizmi soru götürür yapacak yegâne güç işçi sınıfıdır ve onun mücadelesidir; yani sosyalizm için mücadeledir. Ama bu unsurların da böyle bir sorunu yok.
Kapitalizmde kriz her zaman vardır; krizsiz kapitalizm olmaz. Sonu gelen kapitalizm Keynesci kapitalizmdi. Ama bu neden kapitalizmin sonu olsun ki?
Kapitalizm, biçare küçük burjuvazinin ezberini bozdu ve bırakalım ekonomik krizden veya şu krizden bu krizden bahsetmeyi, işi “insanlık krizi”ne kadar götürenler de var artık. (Fundamentaler Krisenprozess, von Julian Bierwirth, trend onlinezeitung, 02/09).
Nelte veya “en Marksist”, tehditkâr bir tavırla veya “ulu” bir teorisyen, ideolog edasıyla sözlerini yanlış anlayan öğrencileri azarlar bir tarza bu kriz sadece bir fazla üretim kriz değildir, sistem krizidir derken yeni bir tespitte bulunmuyordu. Başkaları da aynı tespitte bulunuyordu. “Çığır açan bir sistem krizi”nden, ”gerçek bir kriz”den bahsedenler var. Örneğin Avrupa Merkez Bankası şefi Trichet de “sistem krizi”nden bahsediyor. Örneğin “Der Funke” dergisi, “kriz bir işletme kazası ... değildir. Sistemin organik bir kriziyle karşı karşıyayız” diyor. Örneğin troçkist François Sabado,“Bu kriz sadece konjonktürel değil, bilakis yapısaldır ve kapitalist sistemin tarihsel darlığına işaret etmektedir” diyor. Sabado, mevcut krizi sistem krizi olarak açıklıyor. Ama bunu kapitalizmin sonu olarak görmenin yanlış olduğunu da söylüyor.
Aslında böyle bir tespitin, yeniymiş gibi öne sürülmesi, bunu öne sürenlerin zavallılığını göstermekten başka bir anlam taşımaz. Marks'ın Kapital'i, ekonomik kriz üzerine öğretileri hiç de yeni değildir. Demek ki, bu tespit en azından Kapital kadar eskidir ve aynı zamanda hep günceldir.
Sözün kısası: Bu teori; kapitalizmin kendiliğinden çökeceği teorisi; artı değer üretmenin olanakları kalmadı anlayışı, rezil bir teoridir. Savunanları da en azından o teori kadar rezildir; çünkü onlar ideolojide, teoride, politikada, örgütlenmede işçi sınıfının tasfiyesini savunmaktadırlar; teori ve savunucuları tasfiyecidir.
Küçük burjuvazi, “emeğin” değeri kalmadı, günümüz koşullarında artı değer üretmenin koşulları artık kalmadı, sermayenin genişleme kanalları tıkandı derken Marksist teori üzerine “zaferini” ilan ettiğini sanıyor.
Soruna bir de sermayenin imha edilmesi (sermaye kıyımı), sermayenin değersizleştirilmesi ve sonuçları açısından bakalım.
Sermaye kıyımı; sermayenin değersizleştirilmesi ve sonuçları...
Kapitalizm kendini nasıl yeniler?
Sermaye kıyımı farklı nedenlerden dolayı gerçekleşir ve bu farklılıktan dolayı da farklı kavramlarla ifade edilir:
Sermaye, krizden ve savaşlardan dolayı ve deprem, yangın vb. gibi doğa olaylarından dolayı kıyıma uğrar, yok edilir. Buna sermayenin fiziki kıyımı denir.
Sermaye rekabet dürtülü teknolojik gelişmelerden ve krizlerden dolayı da aniden değersizleşmeye uğrar. Buna sermayenin “moral” kıyımı denir.
Nelte'nin ve “en Marksistler”in anlayacağını pek sanmıyoruz ama yine de söyleyelim: Dönemsel sermaye imhası/değersizleşmesi olmaksızın sermaye birikimi olamaz, gerçekleşemez. Sermaye imhası, yeni yatırımların (ilk yatırım anlamında değil) temelini oluşturur; yani yeni yatırımların olduğu yerde mutlaka sermaye imhası vardır. Sermaye imhası aynı zamanda rekabetin bir sonucudur; dolayısıyla rekabet ve sermaye imhası arasında diyalektik bir bağ vardır.
Rekabetin sonucu olarak sermaye imhası kaçınılmaz olarak “halen işlemekte bulunan sermayede kısmi bir değer kaybına yola açar”; bunun nedeni kapitalistin ekstra kâr beklentisiyle üretici güçleri geliştirmesidir; “üretici gücün gelişmesine aynı zamanda işleyen sermayelerin kısmi değer kaybetmesi eşlik eder” (Marks; Kapital, C: I. s. 632).
Büyük sermaye karşısında rekabetten kaçan “küçük sermayeler, büyük sanayinin henüz yalnızca yer yer elattığı ya da bütünüyle ele geçirmediği üretim alanlarına akar ve buralarda toplanırlar. Burada rekabet, birbirine düşman sermayelerin sayılarıyla doğru, büyüklükleri ile ters orantılı bir şiddetle devam eder”. Ama kurtuluş yoktur; “rekabet... daima, sermayelerinin bir kısmı kendilerini yenen kapitalistlerin eline geçen, bir kısmı da yok olup giden birçok küçük kapitalistin batıp gitmesiyle sona erer” (Marks; Agk., s. 655).
Ekonomik kriz, sermaye imhası sürecine kapsamlı ve derin etkide bulunur: “Krizler sırasında sermayenin tahrip edilmesinden söz ediliyorsa, bu durumda iki şey arasında ayrım yapmak gerekir. Yeniden üretim sürecinin tıkandığı, çalışma sürecinin sınırlandığı ya da bazı durumlarda tamamen durduğu ölçüde gerçek sermaye tahrip edilmiş olur. Kullanılmayan makine sermaye değildir. Sömürülmeyen iş (gücü), kaybedilen üretim demektir. Kullanılmaksızın kalan hammadde sermaye değildir. Kullanılmayan ya da yarım kalmış yapılar (ve yeni yapılmış makineler), depolarda çürüyen metalar- bütün bunlar sermayenin tahrip edilmesidir. Tüm bunlar, yeniden üretim sürecinin tıkanmasıyla sınırlanmak demektir, mevcut üretim araçlarının, üretim aracı olarak kullanılmaması, işletilmemesi demektir. Böylece bu araçların kullanım değeri ve değişim değeri mahvolur” (Marks; Art Değer Üzerine Teoriler, C. 26/2, s. 496).
Bunun ötesinde, “İkinci olarak krizlerin sonucu sermaye imhası, değer kütlelerinin aşınması anlamına gelir; bu aşınma daha sonra sermaye olarak aynı ölçekte yeniden üretimlerini yenilemelerini önler; ama bu, “eski kapitalistin var olan mübadele değeriyle ilgilidir” (Marks; agy.).
Bir işletmenin “nominal sermayesinin” tam da bu “yok edilişi”, “kullanım değeriyle ilişkili olmadığı için”, onu ucuzca ele geçiren başka bir kapitalistin elinde “yeni yeniden üretimi oldukça teşvik eder” (Agy.).
“Nominal sermayedeki, devlet tahvillerindeki, hisse senetlerindeki vb. düşüşe gelince -devletin ya da anonim şirketinin iflasıyla sonuçlanmadığı ölçüde...yalnızca zenginliğin bir elden başka bir ele aktarılması anlamına gelir ve bu tahvilleri ya da hisse senetlerini ellerine ucuzca geçiren sonradan görmeler, eski sahiplere göre çoğunlukla daha girişimci oldukları için, genelinde, yeniden üretime daha da yararlı bir katkıda bulunurlar” (Agk; s. 496/497).
Böylece krizler, yeni birikim çevrimleri için yeniden bir çıkış noktası oluştururlar. Paradoks, çelişkili gözükebilir, ama bu, kapitalist üretim biçiminin diyalektiğidir; sermayenin krizsel kıyımı ve aşırı birikimiyle toplumsal kaynakların yoğun israfı, üretici güçlerin devasa gelişmesine neden olur; dürtü teşkil eder. Yani sermaye aşırı birikiyor; yatırılacak alan arıyor; bu süreç toplumsal kaynakların hoyratça boşa harcandığı sürecin doruk noktasını oluşturuyor, kriz patlak veriyor ve bir de bakıyorsunuz ki bu durum, üretici güçlerin devasa gelişmesine neden oluyor. Hani Nelte veya “en Marksist”, bu iş bitmiştir; birikimin olanağı artık kalmamıştır; artı değer üretme yolları tıkanıştır diyor ya! Marks, tam da olanağı kalmamış denenin olanaklı olduğunu; bunun kapitalizmin kendiliğinden çökerticileri tarafından anlaşılmayan diyalektiği olduğunu anlatmaya çalışıyor (Belki de bugünleri düşünerek anlatmış olabilir!). Tabii kapitalizmin diyalektiği bunu, kendisini, kendiliğinden çökertenleri, kendiliğinden çöküş teorisini çürütmek için yapmıyor. Onun böyle bir derdi yok. Kapitalizm, kendiliğinden çöküş teorisini savunanlar kadar komplocu değildir! Onun işleyişinin mantığı vardır; nesnel yasalarına göre hareket eder.
Veya şöyle soralım:
“Kıyamet günü” ajitatörleri ekonomik krizden ne türden bir sonuç çıkartırlar?...
“Kıyamet günü” ajitatörleri, krizin ne denli yıkıcı bir etkisi olduğunu anlatırlar; öyle ki krizin (şimdi de yaşanmakta olan krizin) kapitalizmin sistem krizi, var oluş kriz olduğunu, artık sistemin çökme aşamasına geldiğini anlatırlar. Belki de doğrudur. Ama burada beni ilgilendiren bu değil. Beni ilgilendiren, kapitalist üretin biçimi, hangi görüngüde olursa olsun (para sermaye, meta sermaye) sermaye hareketi ile ekonomik kriz (fazla üretim krizi) arasındaki diyalektik bağdır. 1825'ten bu yana (ilk fazla üretim krizinden bu yana) bütün fazla üretim krizlerinde bu diyalektik bağ her bir krizin iki yönünün olduğunu göstermektedir:
1-Yıkıcı, tahrip edici yön veya etki.
2-Sistemi birtakım çelişkilerinden bir dahaki krize kadar arındırma, bu anlamda da sistemi güçlendirme etkisi.
Veya da şöyle formüle edelim: Ekonomik krizin tek tek sermayeler veya genel olarak sermaye bütünü (bir ülkede ulusal sermaye toplamı) üzerindeki yıkıcı, tahrip edici etkisi, aynı zamanda hem tek tek sermayelerin bazıları ve genel anlamda sermaye bütünü üzerinde pozitif; olumlu bir rol oynar.
Açıklaması şöyle: Kriz sürecinde artık kârlı olmayan tekil sermayeler değersileşir; tahrip edilir, yok edilir (sermaye kıyımı esprisi). Bu anlamda artık işe yaramayan toplumsal ve ekonomik, ticari, mali yapılar tasfiye edilir. İşçiler kitlesel olarak sokağa atılır ve işçi sınıfının genel anlamda kendini yeniden üretme seviyesi düşer, sosyal yaşam koşulları kötüleşir (genel yoksullaşma). Tam da bu süreç içinde geriye kalan tekil sermayeler için kendini değerlendirme koşulları yeniden güçlü bir biçimde iyileştirilmiş olur. Krizde ayakta kalan bu tekil sermayeler, kendileri açısından iyileşmiş koşullarda yeniden yatırım yapmaya başlarlar. Bu yatırım-birikim yükselişi bir dahaki krize kadar devam eder.
Bu süreç içinde hangi biçimde olursa olsun sermayenin çok önemli bir kısmı yok edilmiş olabilir, ama geriye kalan kısmı daha güçlü bir biçimde üretime ve yatırıma devam eder (İmha edilen sermaye kapsamı ile krizin şiddeti arasından doğrudan bir bağ vardır. Önemli derecede sermaye imhası, krizin oldukça şiddetli/derin olduğunu, nispeten önemsiz derecede sermaye imhası da krizin nispeten hafif olduğunu gösterir). 1825'ten bu yana her fazla üretim krizinde krizin bu iki yönü kapitalist üretim biçiminin seyrine damgasını vurmuştur. Kapital'de başka kavramlarla aynen böyle yazılıyor. Bununla şunu söylemiyorum: Kapital'i bir defa okumakla bunu anlayamazsınız; iki, üç, hatta dört defa okumalısınız demiyorum. İsterseniz 50, 100 kere okuyun. Kafasında kendiliğinden çöküş teorisi taşıyan birisi krizin bu diyalektiğini anlamaz. Onda bir algılama sorunu vardır. Tam da bundan dolayı “mahşer günü” ajitatörleri, krizin bu diyalektiğinden kapitalizm savunuculuğu sonucunu çıkartıyorlar. Olsun. Bu görüş Marks'a ait. Marks burada sermaye hareketinin bir yasallığından bahsediyor; krizin sermaye hareketini nasıl etkilediğinden bahsediyor. Sermaye imhasının; yani artı değer üretmenin koşullarının pek kalmadığı sürecin, kâr oranının en düşük olduğu sürecin; yani kriz sürecinin aynı zamanda yeniden üretimin canlanması, artı değer elde etme kanallarının açılması, kâr oranının yükselmeye başlaması süreci olduğundan bahsediyor. Bu paradoks gözüken, çelişkili gözüken yasallığı “mahşer günü” ajitatörleri anlarlar mı? Anlasalar, “mahşer günü” ajitatörleri olamazlar.
Krizin bu diyalektiği anlamında “mahşer günü” ajitatörleri başka neyi anlamazlar? Örneğin 1990'lı yıllarda “Asya krizi”nin Doğu Asya'da kapitalizmin sonu değil de güçlenmesinde bir dönüm noktası oluşturduğunu anlamazlar. “Asya krizi”ne kadar bölge ülkeleri, özellikle de “Asya kaplanları” diye tanımlanan ülkeler, Amerikan emperyalizminin gerektiğinde kulağını çekerek yönlendirdiği ülkelerdi. Krizde bu ülkeler kendi gerçeklikleri neyse o seviyeye kadar gerilediler; halkın yaşam koşullarının korkunç derecede kötüleştiği koşullarda yeni bir atılım için maddi tabanı gördüler. Şimdi ne durumdalar? Dünya çapında kapitalizmin yeni merkezinin bileşenleri durumundalar, emperyalizme bağımlılıkları eskisi gibi değil.
O kadar uzağa gitmeyelim, Türkiye'de 2001 krizine bakalım. Kemal Derviş'i, IMF'yi ve hükümeti düşünelim. Derviş, sömürge valisi gibi uluslararası sermayenin taleplerini dayattı ve kabul ettirdi. Bu arada Türkiye'de bankacılık sistemine çeki düzen verildi. Ne oldu? Dış etkilere karşı nispeten dayanıklı bir bankacılık, mali sistem sonucudur ki, Türkiye'de kriz mali sektörde patlak vermedi, doğrudan sanayide patlak verdi. Öyle ki, Türk burjuvazisi IMF'nin destek taleplerini kabul etmedi. Bırakalım yeni yetmeleri, şunu bunu, acaba “en Marksist”, “en büyük” “mahşer günü” ajitatörü bunu anlar mı? Anlamaz.
Bilmiyorum, ama bana öyle geliyor ki “mahşer günü” ajitatörleri kapitalizmin şu veya bu dönem uygulanan birtakım gelişme modelleri (işletme biçimleri) ile kapitalist üretim biçiminin kendisini ve geleceğini birbirine karıştırıyorlar. Küçük burjuva çevreler bir zamanlar kapitalist üretim biçimi kavramını unutmuşlardı ve herkesin de unutmasını istercesine “fordizm”den bahsetmeye başlamışlardı. Kapitalist üretim biçiminin bir işletme biçimi olan “fordizm”, kapitalist üretim biçimi kavramı yerine kullanılır olmuştu. Aynı küçük burjuva çevreler sonraları emperyalizm kavramını unutturmak istercesine neoliberalizmden, küreselleşmeden bahsetmeye başlamışlardı. Kapitalist üretim biçiminin fordist işletme biçimi Keynesci “refah devleti” uygulamasına tekabül ediyordu. Birtakım sosyal, ekonomik, demokratik haklar vardı. Bu haklar, sermayenin bir ihsanı değil, sınıf mücadelesinin, SBKP-20. Kongresine kadar sosyalizmin prestijinin bir sonucuydu. “Refah devleti” 1980'lerden itibaren tarihe karışmaya başladı ve neoliberal uygulamalara geçildi. “Mahşer günü” ajitatörleri neoliberal uygulamaları ve sonuçlarını, anlaşılan o ki, kapitalizmin sonu olarak görüyorlar. Oysa bu, kapitalizmin “normal” işlerliğinin sonuçlarından başka bir şey değildir.
Bir taraftan kapitalist üretim biçimine barbarlık diyeceksin, diğer taraftan da onun içselliği olan barbarlığı, “çöküşü” olarak açıklayacaksın. Bunu böyle düşüneceğinize, kapitalist sistemin normal barbarlığını, bu sistemi sınıf mücadelesiyle yok etmenin temel nedeni olarak görseniz ne kaybederiz? Doğru düşünmüş olursunuz. Ama bunun için önce kapitalizmin alternatifi olarak sosyalizmi görmeniz, işçi sınıfını yok saymamanız ve ancak sınıf mücadelesiyle sonuç alınacağına inanmanız gerekir.
Yoksa öyle değil mi?
Sermayenin fiziki kıyımı...
Hem üretim araçlarının (aynı zamanda tüketim araçlarının da) hem de sömürülebilir işgücünün devletler arası savaşlarda veya iç savaşlarda zor yoluyla fiziki kıyımı, kapitalizmin hakim olduğu toplumlarda bir özgünlüğün ifadesi değildir. Kapitalizmin hakim olmadığı toplumlarda da bu vardı, ama kapitalizmde savaş, aynı zamanda sermaye imha biçimini de alır. Marks, “kendiliğinden anlaşılacağı gibi savaş, ekonomik olarak, ulusun sermayesinin bir kısmını suya atmasıyla aynı anlama gelir” der (Marks; Grundrisse, Berlin, 1953 s. 47).
Bunun ötesinde sermayeler arasındaki rekabet, zor kullanma ilişkilerine yol açar; yani bir taraftan devletler arası rekabete; yabancı pazarların, hammaddelerin ve işgücünün zor yoluyla (savaşla) fethine ve diğer taraftan da rakibin sermayesinin yok olmasına yol açar. (Bkz.: Kapital, C. I, s. 779-781). Ama militarizm aynı zamanda “sermaye birikim alanı” olur: “Militarizm, sermayenin tarihinde tamamen belli bir işlev görür. Bütün tarihsel aşamalarında birikimin adımlarına eşlik eder...Militarizm, yeni dünyanın,...Hindistan'ın fethinde, sonraları modern sömürgelerin fethinde,...Avrupa dışı bölgelerde Avrupa sermayesinin oluşumunda ve yaygınlaşmasında ... belirleyici bir rol oynar.
Buna ilaveten başka önemli bir işlevi de var: Militarizm, safi ekonomik olarak da sermaye için artı değerin gerçekleştirilmesinde, yani birikimin alanı olarak birincil derecede önemli bir araçtır”(R. Luksemburg, Sermaye Birikimi, Toplu Eserleri, C. 5, s. 398).
Moral yıpranma...
“İş aletleri, sanayinin ilerlemesiyle her zaman geniş ölçüde değişikliğe uğrarlar. Bu nedenle, ilk biçimleriyle değil, bu değişikliğe uğramış biçimleriyle yenilenir. Bir yandan, belli bir maddi biçim içerisinde yatırılmış ve bu biçimiyle belli bir ortalama ömre sahip bulunan sabit sermaye kitlesi, yeni makinelerin vb. ancak yavaş yavaş kullanıma sokulmasının bir nedenini oluşturur ve bu yüzden gelişmiş iş aletlerinin hızla genel kullanıma sokulmasını engeller. Öte yandan da, rekabet, eski iş aletlerinin, özellikle kesin değişiklikler olduğu zaman, doğal ömürlerini daha tamamlamadan, yenileriyle değiştirilmelerini zorunlu kılar. Fabrika araç ve gereçlerinin oldukça geniş toplumsal boyutlarda bu gibi vaktinden önce yenilenmelerini esas olarak afetler ya da krizler zorlar” (Marks; Kapital, C. II, s. 171).
Demek ki, iş aletleri, makineler; bir bütün olarak sabit ve değişmeyen sermaye, sanayi üretiminin, teknolojinin ilerlemesiyle her zaman geniş ölçüde değişime uğruyorlar; her değişim belli bir zaman sonra eskimiş oluyor ve yenide değişime uğruyor. Rekabet bunda belirleyici bir rol oynuyor. Ötesinde, afetler ve krizler de aynı doğrultuda etkide bulunuyorlar. Yani kriz dönemleri, doğal afet dönemleri, rekabet, sermayeyi kaçınılmaz olarak imhaya, yenilenmeye zorlamaktadır.
Sermaye fiziki yıpranmasının yanı sıra bir de “moral yıpranma”ya maruz kalıyor:
“Ne var ki, bir makinenin maddi aşınma ve yıpranmasının yanı sıra, bir de moral yıpranma diyebileceğimiz bir aşınması vardır. Ya aynı türden daha ucuz başka makinelerin üretilmesiyle ya da daha iyi makinelerin rekabete girmesiyle, değişim değerini yitirir. Bir makine, ne kadar genç ve yaşam dolu olursa olsun, her iki durumda da, değeri, artık, onda fiilen maddeleşen emek ile değil, onu ya da daha iyisini üretmek için gerekli çalışma zamanı ile belirlenir. Bu durumda, az çok bir değer kaybına uğramış demektir” (Marks; Kapital, C. I, s. 426/427).
Tabii bir makinenin “Toplam değerinin yeniden üretimi için gerekli zaman ne kadar az olursa, moral yıpranma tehlikesi o kadar az ve iş günü ne kadar uzun olursa bu süre o kadar kısa olur”
(Marks; agk., s. 427). Ve tam da bu nedenle makineler, “kısa bir zaman içinde...değerini yeniden üretsin diye ...gece ve gündüz vardiyalarıyla çalışma süresi ölçüsüz uzatılır” (Marks; Kapital, C. III, s. 123).
Teknolojik gelişmeye paralel olarak makineler; makine sistemleri giderek daha karmaşık oluyor; böylece değişmeyen sermaye de giderek büyüyor ve böylece bu sermayenin uzun dönem kullanım zorunluluğu da sorun oluyor; bu durum, “fiziki olarak ömrünü doldurmasa da moral aşınmadan dolayı” üretim araçlarının sürekli yenilenmesi zorunluluğunu teşvik eden üretici güçlerin gelişmesinin hızlandırılmasıyla çelişkiye düşüyor; “Sabit sermayenin gelişmesi, bir yandan bu ömrü uzattığı halde, öte yandan da, bu ömür, kapitalist üretim tarzının gelişmesiyle aynı şekilde devamlı olarak hız kazanan üretim araçlarındaki sürekli devrimler ile kısalır” (Marks; Kapital, C. II, s. 185).
“Kullanılan sabit sermayenin değer büyüklüğü ile dayanıklılığı, kapitalist üretim biçiminin gelişmesiyle birlikte geliştiğine göre, sanayi ile sanayi sermayesinin ömrü her belirli yatırım alanında, birçok yılı, diyelim ki ortalama on yılı kapsayacak şekilde uzar. Sabit sermayenin gelişmesi, bir yandan bu ömrü uzattığı halde, öte yandan da, bu ömür, kapitalist üretim tarzının gelişmesiyle aynı şekilde devamlı olarak hız kazanan üretim araçlarındaki sürekli devrimler ile kısalır. Bu, üretim araçlarında bir değişiklik ve bunlar fiziki olarak tükenmeden çok önce manevi değer kaybı nedeniyle, sürekli yenilenmeleri zorunluluğunu getirir. Modern sanayinin temel dallarında bu yaşam çevriminin ortalama on yıl olduğu varsayılabilir... Şu kadarı açıktır: bu süre içerisinde sermayenin sabit kısmı tarafından hareketsiz tutulduğu birkaç yılı kapsayan birbiriyle bağıntılı devirler çevrimi, devresel krizlere maddi bir temel sağlar. ... Sermayenin yatırılmış olduğu dönemlerin birbirlerinden çok farklı olduğu ve zaman bakımından çakışmaktan çok uzak bulundukları doğrudur. Ama bir kriz, daima geniş yeni yatırımların çıkış noktasını oluşturur. Bu nedenle, bir bütün olarak toplumun bakış açısından, bir sonraki devir çevrimine az çok yeni bir maddi temeli sağlarlar” (Marks; Kapital, C. II, s. 185/186).
Demek oluyor ki, kapitalizmde krizlerin kaçınılmazlığı sermaye kıyımını ve yeni yatırımların kaçınılmazlığını da beraberinde getiriyor; yani genişletilmiş yeniden üretimin ve dolayısıyla artı değer üretimin kaçınılmazlığını beraberinde getiriyor. Bu zorunluluk kapitalizme özgüdür; sabit sermayenin sürekli yenilenmesi, kapitalizmin olmazsa olmazıdır. Sabit sermayenin, dönemsel olarak da sürekli yenilenmesi sermaye kıyımından ve yeni yatırımlardan başka bir anlam taşımaz. Kriz dönemlerinde bu gelişme göze batacak bir biçimde görülür ve tam da kriz dönemlerinde kapitalizmin kendiliğinden çökeceğini savunanlar bu gerçeği reddederler; yeniden üretimin koşullarının kalmadığından, yeni teknoloji üretme şevkinin kırıldığından, “üretim araçlarındaki sürekli devrimler”in karşı devrime dönüştüğünden, artık artı değer üretiminin imkansız olduğundan bahsederek kapitalizmin sonuna geldiğini ilan ederler. Krizin bir sonraki çevrim için maddi temel teşkil ettiğini görmezler. Kriz, bir sonraki dönem çevriminde yeniden üretimin, artı değer üretiminin koşullarını yeniler. Ama Marksizm adına konuşan, Lenin'in deyimiyle filisten, avanak küçük burjuva bunu anlamaz.
Kriz döneminde sermaye kıyımı...
Kapitalizmin kendiliğinden çökeceğini savunanlara göre; kapitalizmin aşırı sermaye birikiminden artık kurtulamayacağını savunanlara göre, krizlerin bu sorunda oynadıkları rol önemsizdir. Bu unsurlar, aşırı sermaye birikiminin ekonomik krizler döneminde olamayacağını anlamazlar. Sorun tam da burada. Bir aşırı sermaye birikimi durumu, kriz süreciyle dengelenebilir; özellikle “her ne olursa olsun, şu ya da bu miktarda sermayenin çekilmesi ya da hatta yok olması ile ancak kurulabilir. Bu hal, kısmen, sermayenin maddi varlığına kadar uzanabilir, yani bir kısım üretim aracı, sabit ve döner sermaye, çalışamaz, sermaye olarak iş göremez duruma düşer; işlemekte olan kuruluşlardan bazıları işlerini durdururlar. Bu bakımdan, zaman, bütün üretim araçlarına (toprak hariç) saldırır ve bunları bozarsa da, işlerin durması, gerçekte üretim araçları için çok daha büyük zararlara yol açar. Bununla birlikte, bu durumda asıl önemli olan, bu üretim araçlarının üretim aracı olarak işlevlerini yerine getirememeleri, bu işlevin kısa ya da uzun bir dönem için kesintiye uğramış olmasıdır” (Marks; Kapital, C. III, s. 264).
“Esas zarar”, “esas tahribat”, üretim araçlarının kullanım değeri karakteriyle ilgili değildir, daha ziyade “değer özelliği taşıyan sermaye” ile ilgilidir:
“Ama asıl zarar en şiddetli nitelikte olanı, sermaye ile ilgili olarak meydana gelir ve bu sermaye, değer niteliğini taşıdığı ölçüde, bu kayıp sermayelerin değerleri bakımından meydana gelmiş demektir. Sermayenin değerinin yalnızca gelecekteki artı değerden pay talebi biçimindeki kısmı, yani aslında, çeşitli şekillerdeki üretimden bono biçiminde kâr talebi, hesaplandıkları gelirlerdeki düşme nedeniyle hemen değer kaybına uğrar. Altın ve gümüşün bir kısmı atıl kalır, yani sermaye olarak işlev yapmazlar. Piyasadaki metaların bir kısmı, dolaşım ve yeniden üretim süreçlerini, ancak, fiyatlarında büyük düşme olması yoluyla, dolayısıyla, temsil ettikleri sermayede değer kaybıyla tamamlayabilirler” (Agy.).
“Bu aksaklık ve durgunluk, paranın ... ödeme aracı işlevini felce uğratır; belirli tarihlerde vadeleri dolan ödemeler zinciri yüzlerce yerinden kopar. (Bu) aksaklık, sermaye ile birlikte gelişen kredi sistemindeki çökmeyle daha da büyür ve şiddetli, ağır krizlere, ani ve zoraki değer kayıplarına, yeniden üretim sürecinde fiili durgunluklara ve kesintilere ve böylece de yeniden üretimde gerçek bir düşmeye yol açar” (Agk., s. 264/265).
Bu krizdir; yukarıdaki gelişme hemen her kriz sürecinde görülür. Bu kriz sürecinde başka gelişmeler de olur: “Üretimdeki durgunluk”, “tıkanma” “işçi sınıfının bir kısmını işsiz bırakır”; böylece çalışan işçilerin ücretlerinin ortalamanın altına düşmesine neden olur. Bu durumun; çalışan işçilerin ücretlerinin ortalama ücretin altına düşmesinin “sermaye üzerindeki etkisi, tıpkı, ortalama ücretlerde nispi ya da mutlak artı değerde bir artma olduğu zaman yaptığı etki gibidir” (Agk., s. 265). Sorun burada bitmez: “Nihayetinde, değişmeyen sermaye ögelerinin değer kaybı, bizzat kâr oranının yükselmesine yol açabilir. Kullanılan değişmeyen sermaye kitlesi, değişene oranla yükselmiş olabilir, ama değeri düşebilir. Böylece üretimde meydana gelen durgunluk -kapitalist sınırlar içerisinde- gene üretimde daha sonraki bir genişlemeyi hazırlamış olabilir” (Agy.).
Marks'ın burada krizler üzerine söylediği 2008 dünya krizi için de geçerlidir. Bunu bir filisten, bir avanak küçük burjuva, evet nesnel gerçekliği analiz ederek sonuç alma yerine R. Luksemburg'u gizemleştirerek; “gizli, gizemli bilimlere” büründürerek bir okültist edasıyla hareket edenler anlamazlar. Onlarda, ideolojik duruşlarından kaynaklı bir algılama sorunu vardır.
Marks, kriz, artı değer üretiminin; sermayenin yenide üretim koşullarının tıkanan sürecini açar diyor:“Krizler, daima, mevcut çelişkilerin ancak geçici ve zora dayanan çözümleridir. Bunlar, bir süre için bozulmuş dengeyi tekrar kuran şiddetli patlamalardır” (Agk., s. 259).
“Mahşer günü” ajitatörleri ise bundan kapitalizmin kendiliğinden çökeceği sonucunu çıkartıyorlar.
Sorun oldukça basit, ama kapitalizmin kendiliğinden çökeceğini savunanlar tarafından anlaşılması zor. Marks'ın bu kriz düşüncesini takip edelim: “Kısacası, apaçık aşırı-üretim olayına karşı öne sürülen bütün itirazlar (oysa bu olgu, bu itirazlara aldırış bile etmemektedir), kapitalist üretimin engellerinin, genel olarak üretimin engelleri olmadığı ve bu nedenle, bu, özgül, kapitalist üretim biçiminin engelleri bulunmadığı tartışmasına gelir dayanır. Oysa, kapitalist üretim biçiminin çelişkisi, sermayenin içerisinde hareket ettiği ve tek başına hareket edebildiği, özgül üretim koşulları ile sürekli çatışma içerisine giren, üretici güçleri mutlak bir biçimde geliştirmeye doğru bir eğilim taşımasından doğar” (Agk., s. 268).
Devamla şöyle oluyor: “Bu çelişkiler çalışmanın aniden durduğu ve sermayenin büyük bir kısmının tahrip edildiği patlamalara, felaketlere, krizlere neden olur ve bu yolla sermaye, intihar etmeden üretici güçlerini tam kullanabilecek bir noktaya kadar zor yoluyla küçültülür... Ama bu, düzenli olarak tekrarlanan felaketler, her seferinde daha büyük çapta yinelenerek nihayetinde sermayenin zor yoluyla devrilmesine neden olur” (Marks; Grundrisse, Berlin, 1953, s. 636- Türkçesi, s. 684/685).
Demek oluyor ki Marks, kapitalizm ne kadar gelişirse gelişsin;
1-Artı değer ürütme olanağının ortadan kalkmayacağından;
2-Yeniden üretimin imkansız olamayacağından;
3-Kapitalizmin kendiliğinden çökmeyeceğinden ve
4-Nihayetinde zor yoluyla devrileceğinden bahsetmektedir.
Demek ki kriz, sermayeyi yeniden artı değer üretecek duruma getiriyor; yeniden üretimin tıkanmış yollarını açıyor.
Sorun bu kadar açık. Ama buna rağmen filisten küçük burjuva, sermayenin aşırı birikiminin nedenini anlamadığı; bunun mutlak bir birikim olmadığını kavramadığı ve üstelik devrimden de umudunu kestiği için kapitalizmin kendiliğinden çökeceği teorisine sarılıyor.
Marksizm, üretici güçlerin gelişmesini, teknolojik ve üretim yöntemlerinde yenilenmeyi ve bunlarla bağlam içinde sermaye kıyımını ve değersizleştirilmesini, kapitalist mekanizmayı harekete geçiren yapısal/temel itici güç, evet bir motor olarak görür. Yukarıda Marks'tan aktardığımız birçok anlayış bu bağlamda değerlendirilmelidir. Bu süreçte kapitalist, ekonomik yapıyı içsel olarak sürekli devrimcileştirir/alt-üst eder; sürekli eski yapıları yıkar ve yeni olanların kurulmasına ve işlevsel olmasına yol açar. Bu, kapitalizmin kendi kendini yenileme özelliğidir; kapitalist üretim biçiminin içsel özelliğidir. Her yeni meta; her yeni ürün, her yeni üretim yöntemi, her yeni teknoloji rekabet içinde gündeme gelir ve bu da tüketim maddeleri ve üretim araçları biçiminde olsun bir kısım sermayenin yok edilmesiyle gerçekleşir. Tam da bu nedenle kapitalizm, bir krizinden gelecek krizine kadar güçlenerek çıkar. Onun tarihsel olarak ömrünü doldurmuş olması, kapitalizmin her krizinden gelecek krizine kadar yenilenerek çıktığı gerçeğini karartamaz. Avanak küçük burjuva kapitalizmin bu diyalektiğini anlama yeteneğine sahip değildir; onun aklı-fikri kapitalizmin kendiliğinden çökeceğindedir. Üstelik bu anlayışını, hiç savunulmaması gerektiği bir dönemde; ekonomik krizler döneminde özellikle savunur.
Ekonomik kriz ile aşırı sermaye birikimi ve kâr oranının düşmesi arasında diyalektik bir bağ var ise; kriz dendiğinde aşırı sermaye birikimi ve kâr oranının düşmüş olması akla geliyor ise, bu durumda krizden çıkış süreci genişletilmiş yeniden üretimin; yeniden büyümenin koşullarının oluştuğu süreç demektir; bu süreç içinde aşırı birikmiş sermaye yok edildiği için kâr oranı da yeniden artmaya başlar. Toplam sermaye bakımından bu böyledir. Ama tek tek sermayeler açısında durum farklı olabilir; şu veya bu tekil sermaye iflas eder; sermaye yok olur vb.
Kriz, kapsamlı yeni yatırımların, aynı zamanda kapsamlı sermaye kıyımının gerçekleştirilmesi demektir...
Marksist kriz teorisine göre kriz çevriminde sabit sermayenin yenilenmesinin ve genişletilmesinin anlamı-krizden çıkış...
“Kapitalist üretimin tüm niteliği, yatırılmış bulunan sermaye-değerin kendisini genişletmesi ile belirlenir; yani önce, elden geldiğince fazla artı değer üretimiyle…” (K. Marks; Kapital, C. II, s. 83).
Bunun anlamı şudur: Kapitalizmde yatırılan sermayenin değerlendirilmesi, daha fazla üretim, daha fazla kâr; azami kâr amacından başka bir anlam taşımaz. Üretimin belirleyici amacı, artı değer, kâr, daha fazla kâr üretimidir.
Aynı yerde Marks devamla şöyle der:
“Kapitalist üretimin niteliği…ikinci olarak….sermaye üretimiyle, böylece de artı değerin sermayeye dönüşmesiyle belirlenir. Durmadan daha fazla artı değer üretmesinin -dolayısıyla, kişisel amaç olarak kapitalistin zenginleşmesinin- aracı olarak görülen ve kapitalist üretimin genel eğiliminde bulunan birikim ya da geniş ölçekli üretim, … gelişmesi gereği, her bireysel kapitalist için bir zorunluluk halini alıyor. Sermayesindeki devamlı büyüme, bu sermayenin korunmasının koşulu haline geliyor” (Agk., s. 83/84).
Buna göre tek tek kapitalistler veya tekeller, sermaye grupları, var olmak istiyorlarsa, sürekli genişletilmiş aşamada üretim yapmak, birikim yapmak zorundadırlar. Bu, onların var olmaları veya konumlarını korumaları için kaçınılmaz koşuldur.
Böylelikle, kapitalist üretimin birbirini tamamlayan iki temel karakterini gösterdik:
1-Yatırılan sermayeyi değerlendirmek (daha fazla artı değer, daha fazla kâr, azami kâr) ve
2-Bunu gerçekleştirmek için sürekli genişleyen aşamada üretim ve birikim.
Kapitalist, kapitalist olarak kalmak istiyorsa -ki başka türlü de olamaz- artı değer, kâr, en fazla kâr peşinde koşmak zorundadır. Bu nedenle birikim yapmak ve sermayesini genişletilmiş yeniden üretim sürecine sokmak zorundadır. Ama bu süreç, dikensiz gül bahçesi değildir. Çünkü ondan başka kapitalistler de vardır ve onlar da aynı amacı güderler.
Öyleyse; sermaye birikimi ve genişletilmiş yeniden üretim, ancak ve ancak giderek keskinleşen rekabet şartlarında gerçekleştirilmek zorundadır. Tek tek kapitalistler, tekeller için geçerli olan bu gerçek, başka boyutlarda ve biçimlerde ülkeler için de geçerlidir.
Sermaye birikimi sonuç itibariyle, diğer şeylerin yanı sıra esas olarak neyi kaçınılmaz olarak beraberinde getirir?
1-Soruna nicel miktar olarak baktığımızda sermaye birikimi sonuç itibariyle tek tek kapitalistlerin, tekellerin sermayesinin ve nihayet toplumsal toplam sermayenin artmasını/çoğalması beraberinde getirir.
2-Soruna nitel açıdan yaklaştığımızda sermaye birikiminin, toplam sermayede sabit sermaye payının artmasını beraberinde getirdiğini görürüz. Yani nitel açıdan sermaye birikimi, sermayenin organik bileşimini yükseltir. Sermayenin organik bileşiminin yükselmesi ise, bir taraftan işgücüne duyulan ihtiyacı azaltırken, diğer taraftan da böylece işçilerin bir kısmının sokağa atılmasıyla belli bir “sanayi yedek ordusu”nun doğmasını ve zamanla kronik olarak var olmasını beraberinde getirir.
Sermayenin organik bileşiminin artması, bunun ötesinde kâr oranının eğilimli düşmesine neden olur. Kapitalistler de kâr oranının eğilimli düşmesine karşı koymak için, kâr miktarını arttırmaya çalışırlar. Kâr miktarının arttırılması ise üretimin genişletilmesini, rekabetin daha da keskin sürdürülmesini beraberinde getirir.
Sermayenin birikim sürecinde daha neler olur?
Sermayenin birikim süreci aynı zamanda, sermayenin ve de üretimin hem yoğunlaşmasına hem de merkezileşmesine neden olur. Bu süreç de, sonuç itibariyle tekellerin doğmasını beraberinde getirir (emperyalizmin oluşma süreci); tekeller, ekonominin çeşitli dallarında üretime ve pazara hakim olmaya başlarlar. Bu, son kertede toplam toplumsal sermayenin önemli bir kısmının bir avuç, sayıları oldukça sınırlı tekelin elinde toplanması demektir. Bu süreç aynı zamanda, tekellerin ekonomik ve siyasi iktidarı ellerine almaları sürecidir.
Tekeller doğuyor ve gelişiyorlar; yoğunlaşma ve merkezileşme giderek daha yüksek bir seviyede gerçekleşiyor. Ama bu, rekabetin ve sermaye yoğunlaşmasının ve merkezileşmesinin ortadan kalktığı anlamına gelmez. Tam tersine rekabet, daha şiddetli/keskin ve kapsamlı boyutlarda sürer. Sermayenin yoğunlaşma ve merkezileşme süreci devam eder ve nihayet bu süreç çok az sayıda tekeli, ekonomi ve devlet üzerinde hakim olan güç konumuna getirir. Bu, tekelci devlet kapitalizmi demektir.
Akla şu soru gelebilir: Bütün olarak yatırımlar/sermayenin birikim süreci, hiç kesintiye uğramayan, sürekli büyüme içinde olan bir gelişmeye mi tekabül eder? Hayır, yatırım hareketi ve sermayenin birikim süreci, belli dönemlerde kesintiye uğrar. Bu, kriz çevrimi ile kesintiye uğrayan bir süreçtir. Başka türlü de olmaz. Çünkü kapitalizm koşullarında sermayenin genişletilmiş yeniden üretimi, sürekli yükselen düz bir hat izleyerek gelişmez. Bu, kapitalizme, ekonomik kriz olgusunun doğasına aykırıdır. Marks’ın Kapital’de dediği gibi, kapitalist gelişme, kendisini yenileyen, birbirini takip eden aşamaları, yılları kapsamına alan ve devamlı, bir çevrim sonu ve yeni birinin başlangıcı olan genel krizle sonlanan çevrim içinde gerçekleşir.
Öyleyse, en fazla kâr uğruna sürdürülen sabit sermayenin yenilenmesi ve genişletilmesi nasıl gerçekleşir ve bunun kapitalist ekonomi/üretim biçimi üzerindeki etkileri nasıldır?
Kapitalist ekonominin toplam (genel) çevriminde kriz, belirleyici aşamayı ve aynı zamanda çevrim için yeni bir çıkış noktasını oluşturur. Kriz, kapitalist yeniden üretim sürecinde çevrimin yükseliş aşamasında yığılan, stoklanan meta kütlesini ve aynı zamanda sabit sermaye kütlesini kıyıma uğratmada; yok etmede ve böylece yeni yatırımlara yol açmada belirleyici işlev üstlenmiş aşamadır. Böylelikle kriz, kapitalist ekonomide çevrimin işlemesini, kapitalist üretim biçiminin devamını sağlar. Kriz, kapitalizmin temel çelişkisini ortadan kaldırmaz, ama yeni bir krizin temelini hazırlar.
Kriz, yatırım faaliyeti üzerinde belirleyici bir rol oynar. Kriz, meta ve sabit sermaye kıyımına neden olurken veya kriz döneminde sabit sermaye kıyımı yapılırken, aynı zamanda yeni yatırımlar için de yol açılmış olur; aşırı birikmiş sermaye yok edilir. Böylelikle kriz, yeni yatırımların da maddi temelini hazırlar ve her ekonomik krizin şiddetini/derinliğini yatırım hareketindeki gelişmeye bakarak da çıkartabiliriz.
Sabit sermaye kıyımı ve yeni yatırımlar açısından kriz döneminin anlamını birkaç noktada toparlayabiliriz:
1-Kriz döneminde sermaye yatırım faaliyeti, özellikle de maddi üretim alanında güçlü bir şekilde geriler. Yeni yatırım faaliyeti olmadığı gibi, tamamlayıcı yatırım faaliyeti de geriler. Ve yatırım faaliyetindeki en derin nokta, aynı zamanda krizin en derin noktası olur.
2-Kriz döneminde yatırım faaliyetinin gerilmesi, mevcut işletmelerin modern teknoloji ile donatılması faaliyetini de kesintiye uğratır.
3- Ne denli modern teknoloji temelinde gerçekleştirilmiş olursa olsun kriz döneminde sabit sermaye yatırımları, kriz olgusundan dolayı moral değer kaybına uğrar; daha yeni teknolojiye dayanan tesislerin gündeme gelmesiyle aslında eskimemiş olan tesislerin değer kaybı esprisi budur.
3-Kriz döneminde yatırım faaliyetinin gerilmesinden dolayı toplumsal sermaye kıyımı, sadece mevcut kapasitelerin, sabit sermayenin imhasıyla gerçekleşmez. Bu, aynı zamanda mevcut firmaların; işletmelerin iflasa sürüklenmeleriyle de gerçekleşir. Bunun yanı sıra o fırtınalı kriz yıllarını atlatan birçok işletme/kapasite, geçici olarak ya tamamen ya da kısmen üretim dışı kalır.
Öyleyse kriz döneminde ve kriz vasıtasıyla muazzam boyutlarda sabit sermaye kıyımına gidilir; hem üretim hem de dolaşım alanında birçok tesis kıyıma uğramazsa da faaliyet dışı bırakılır. Bu dönemde sabit sermaye kıyımı dışında meta biçiminde de sermaye kıyımı yapılır (stokların yok edilmesi, çürümeye terk edilmesi vs.). 1929-32 krizi döneminde ürün biçiminde sermaye kıyımı ve devam eden 2008 krizinde de daha ziyade sabit sermaye biçiminde sermaye kıyımı gerçekleştirilmiştir.
Böylelikle kriz; kapitalist gelişmenin nesnel bir koşulu olarak kriz, yeni yatırım hareketi için yolu açar; kapitalizmin ekonomik yasaları yeniden işlerlik kazanır ve yeni bir krizin temelleri de atılmış olur.
Marks’ın dediği gibi, “kriz, devamlı büyük yeni bir yatırımın çıkış noktasını oluşturur” (Kapital, C. II, s. 186).
Yenileme ve genişletme amacıyla yatırılan sermaye, yani sabit sermaye (makinelere, tesislere, binalara vs. yatırılan sermaye), toplumsal üretimin her iki bölümünde (Bölüm I ve Bölüm II) üretim kapasitelerinin genişletilmesine, modernleştirilmesine neden olur. Böylelikle kapsamlı bir üretim için teknik-maddi temeller atılmış olur. Diğer taraftan sabit sermayenin büyümesi, tekellerin ekonomik (ve de) siyasi güçlerinin büyümesine de neden olur.
Yeni tesisler; yenileme ve genişletme karakterini taşıyan yatırımlar; yani sabit sermayenin daha ziyade bu amaçlarla yenilenmesi ve genişletilmesi, toplumsal üretimin her iki bölümünde de üretim araçlarına artan talebi ifade eder.
II. Dünya Savaşının yıkıcı sonuçlarını düşünelim. Bombalanmış, yıkılmış üretim kompleksleri, kullanılmaz hale gelmiş tesisler, daha ziyade savaş ekonomisine yönelik üretim kapasitelerinden geriye kalanların “normal” üretime geçmesi, yıkılan konutlar, köprüler, binalar, okullar, hastahaneler vs. Bunun ötesinde kitlelerin tüketimi için gerekli maddeler vs. Bütün bunlar neyi beraberinde getiriyordu? Sabit sermayenin yenilenmesini ve genişletilmesini beraberinde getiriyordu.
Savaş sonucu, üretim araçlarına muazzam boyutlardaki talep, kaçınılmaz olarak toplumsal üretimin I. Bölümündeki (üretim araçları üretimi) üretimi, bu alandaki ürünleri teşvik etmiştir.
Süreç nasıl gelişiyordu? Üretim araçlarına talep artıyor, bu alandaki ürünlerin pazarı genişliyor; bu alandaki ürünlerin üretimi, giderek genişleyen kapasitelerde üretiliyor.
Üretim araçları üretiminin büyümesi, işgücüne olan ihtiyacı da artırır. İş gücüne olan ihtiyacın artması, sonuç itibariyle ücretlerde belli bir artışı beraberinde getirir ve bunun sonucu olarak da tüketim mallarına talebi artar. Tüketim mallarına talebin artması, toplumsal ürünün II. Bölümünde genişlemeyi beraberinde getirir.
Toparlarsak:
Görüyoruz ki kriz, sermaye yatırımlarının yenilenmesini ve genişletilmesini teşvik ediyor. Sabit sermayenin yenilenmesi ve genişletilmesi hızlanıyor ve muazzam boyutlara varıyor. Bu süreçte üretim araçları üretimi özellikle hızlı büyür.
Ekonominin yükseliş döneminde, üretim araçları üretimi giderek doruk noktasına ulaşır.
Üretim araçları üretiminin hızlı gelişmesi ve muazzam boyutlara varması, ilk bakışta bu sürecin sınırsız olduğu kanısını uyandırır. Öyle ya her şey yolunda gidiyor, talep büyük, siparişlerin arkası gelmiyor, kapasiteler büyük oranlarda çalışıyor, fiyatlar artıyor vs.
Ne var ki, üretimin genişlemesinin büyük ölçüde nedeni olan üretim araçları üretimi sınırsız olarak süremez. Bu yükselişin bir sınırı vardır. Bu sınırı, üretim ile pazar arasındaki çelişki oluşturur. Üretim bu noktaya geldiğinde, artık sermayenin yeniden üretim şartları, değerlendirilme şartları kötüleşmeye başlamıştır. Kapitalist üretim, kitlelerin tüketim sınırına gelip çatmıştır. Bu, pazar ile üretim, tüketim ile üretim arasındaki çelişkinin yeniden keskinleşmeye başladığı sürecin başlangıcıdır.
Sözün kısası: Bay N. Nelte 4 Mart 2009 tarihli makalesinde sanal dünyasında havai fişekler patlatarak kapitalizmin çöktüğünü ilan etmişti. Yani üretim araçları sektöründe üretim fazlalığı doğarsa ve bu tüketim sektörüne aktarılamazsa (Bölüm I'in fazlalığı Bölüm II'ye aktarılamazsa) olan olur ve kapitalizm çöker demişti. Tabii bu arada yaşanan krizden uçuk “teori”lerini kanıtlamak için yararlanmaya çalışanlar da hiç eksik olmadı; R. Luksemburg'u karikatürleştiren bu unsurlar, “en Marksist”ler, nihayetinde genişletilmiş yeniden üretimin, artı değer üretiminin artık imkânsız olduğundan bahsetmeye başladılar. Aslında bunlar, “harika” N. Nelte'nin kapitalizmin kendiliğinden çökeceği teorisini savunmaya çalışanlardır. Ama Marks hiç de bu Nelte'ler gibi düşünmüyor. Bölüm I'de veya Bölüm II'de olsun kriz sürecinde ister makine, ister ürün biçiminde olsun, sermaye kıyımı gerçekleştiğini ve böylelikle olası fazlalığın eritildiğini açık olarak anlatıyor. Demek oluyor ki kriz, bu özelliklerinden dolayı yeni yatırımlara da maddi zemin oluşturduğu için genişletilmiş yeniden üretim yollarının tıkanmasını engelliyor. Böyle bir gelişme kapitalist üretim biçiminin nesnelliğidir; onun yasallığından kaynaklanan bir sonuçtur.
“Gözlerimizin önünde... Kendi üretim, değişim ve mülkiyet ilişkileri ile modern burjuva toplumu, böylesine devasa üretim ve değişim araçları yaratmış bulunan bu toplum, ölüler diyarının büyüleriyle harekete geçirdiği güçleri artık kontrol edemeyen büyücüye benziyor” (Komünist Manifesto).
Evet, her şey “gözlerimizin önünde” olup-bitiyor; gelişmeler nesnel, burjuvazi yaratmış olduğu devasa ekonomik ilişkilerin altında eziliyor. Uluslararasılaşmış sermaye hiçbir öznelliği tanımıyor; kendi nesnel yasalarına göre hareket ediyor. Ama sahneye başkaları da çıkıyor, onlar da “büyücüye benziyor”lar. Bu duruma son vermesi gereken özneye; işçi sınıfına, partisine ve dolayısıyla devrime inançları kalmamış, sermayenin nesnel hareketini iradi olarak sonlandırmaya umut bağlamış büyücüler! Eğer yetenek sayılırsa bütün yetenekleri, hayal dünyaları ile nesnel yaşamı birbirine karıştırmaktan ibarettir; bunlar iradeci, tasfiyeci büyücülerdir. Yaşamın seyri başka türlü olabilir, ama onlar kafalarında canlandırdıkları dünya içinde yaşamak isterler, aynen Nelte gibi. Kapitalizm kendi nesnel yasalarının seyri sonucunda kendiliğinden çökmeyebilir, ama bu, onun çöküşünü ilan etmenin önünde bir engel değildir. Belki de şöyle düşünüyor bu büyücüler: Herkes bizim gibi düşünürse kapitalizm çökmese de, çökmüş olur! Herkes bizim gibi düşünürse sermaye ile iş gücü arasındaki diyalektik bağ kompasa da kopmuş olur; işçi sınıfı yok olmasa da yok olmuş olur, artı değer üretmenin kanalları tıkanmasa da tıkanmış olur, üretimin yaşam alevi sönmese de sönmüş olur!
...
Burada sermaye birikimi, kriz ve krizden çıkış koşulları arasında diyalektik bir bağın dolduğunu görüyoruz; birbirini koşullayan ilişkiler zinciri: Bu bağ devam ettiği müddetçe; aşırı sermaye birikimi, kriz ve krizden çıkış koşulları değişmediği; birbirlerini koşulladıkları müddetçe kapitalizm de kendiliğinden çökmez. Ancak bu koşullar değişirse; birbirlerini koşullamalarının maddi temeli kalmazsa, kapitalizm çöker mi orasını bilemem, ama her halükârda kapitalizm, kapitalizm olmaktan çıkmış olur.
Filisten küçük burjuvazinin kendine sorması gereken soru şudur: Marks'ın Kapital'de ve “Grundrisse”de açıkladığı; yapılandırdığı sermaye kıyımı, aşırı birikim, kriz ve krizden çıkış arasındaki diyalektik bağ, kapitalizmin emperyalist aşamasındaki gelişmeler veya 20. yüzyılın son çeyreğinden bu yana gelişmeler göz önünde tutulursa, ne derece değişmiştir? Veya kapitalizmin kendiliğinden çökmesine neden olacak kadar değişmiş midir? Yani kapitalizm, kapitalizm olmaktan çıkmış mıdır?
Nelte ve onun gibileri şunu düşünüyorlar (Aslında sadece düşünmekle yetinmiyorlar, düşüncelerini Rosa Luksemburg'u karikatürleştirerek teorileştirmeye çalışıyorlar): 'Kriz döneminde ve kriz vasıtasıyla muazzam boyutlarda sabit sermaye kıyımına gidilir; hem üretim hem de dolaşım alanında birçok tesis kıyıma uğramazsa da, faaliyet dışı bırakılabilir. Böylece kapitalist gelişmenin nesnel bir koşulu olarak kriz, yeni yatırım hareketi için yolu açabilir; kapitalizmin ekonomik yasaları yeniden işlerlik kazanır ve yeni bir krizin temelleri de atılmış olabilir; kriz, sermaye yatırımlarının yenilenmesini ve genişletilmesini teşvik edebilir; sabit sermaye yenilenmesi ve genişletilmesi hızlanabilir, muazzam boyutlara varabilir ve nihayetinde Marks da, “kriz, devamlı büyük yeni bir yatırımın çıkış noktasını oluşturur” diyebilir. Bütün bunlar bizi ilgilendirmiyor. Bir kere tespit ettik; kapitalizm genişletilmiş yeniden üretim olanağına artık sahip olamayacak; yollar tıkandı; artı değer üretimi tarihe karıştı ve bu nedenle çökecek'.
Burada iki anlayış söz konusu:
1-Marksist anlayış:
-Marks, krizin kapitalist ekonomide genişletilmiş yeniden üretimde; kapitalizmin kendini yenilemesinde oynadığı rolü açıklıyor.
-Marks ve Engels, fazla üretim krizi nasıl aşılır sorusuna Komünist Manifesto'da cevap veriyorlar.
-Kapitalizmin çelişkileri “nihayetinde sermayenin zor yoluyla devrilmesine neden olur”: Marks'a göre, kapitalizm ne kadar gelişirse gelişsin, artı değer ürütme olanağı ortadan kalkmıyor; yeniden üretim imkansız olmuyor; kapitalizmin kendiliğinden çökmüyor; nihayetinde zor yoluyla devriliyor ve bunu, bu devrimi gerçekleştirecek sosyalizme geçişi sağlayacak olan da işçi sınıfı ve müttefikleri oluyor.
2-Kapitalizmin kendiliğinden çökeceğine tapan “mahşer günü” ajitatörlerinin anlayışı:
-Kapitalizmin kendini yenileme; krizden çıkma olanağı artık yoktur.
-Sermaye ve üretimin genişletilmiş yeniden üretimi artık olanaklı değildir.
-”Emeğin” değeri kalmamıştır veya işgücünün değeri kalmamıştır.
-Kapitalizm kendiliğinden çökecektir ve dolayısıyla
-İşçi sınıfı ve müttefiklerinin sınıf bilinçli, örgütlü mücadelesine gerek yoktur.
Tabii, Kurz gibi “emeği” ve işçi sınıfını yok sayarsan, Nelte gibi kapitalizmi bir kalemde çökertirsen, Negri gibi “emeği” değersizleştirirsen, “en Marksistler” gibi sermayenin üretim şevkini kırıp, “emeğin” nasıl değersizleştiğini döne döne anlatırsan, sınıf mücadelesine de gerek kalmamış olur. Nelte ve “en Marksistler”in yaptıkları gibi, içini boşalttıktan sonra istediğin kadar Marksizm-Leninizmden, devrimden, sosyalizmden ve de R. Luksemburg'dan bahsedebilirsin.
Kimdir bu Rifkin, Negri, Kurz ve daha nice yerli-yabancı “toplum bilimcileri”?
Uluslararası alanda Rifkin ve Negri ve daha ziyade bölgesel alanda Kurz, geçen yüzyılın '90'lı yıllarında “emeğin” sonu tartışmalarının önde gelenleriydi. J. Rifkin, soruna ampirik yaklaşır ve kötümserdir; umutsuzdur. A. Negri, soruna apriori (önsel) yaklaşır ve iyimserdir; sosyalist olmayan, zaten kapitalist de olmayan başka bir dünyanın kurulacağından emindir. Kurz da soruna apriori yaklaşır ve iyimserdir; sosyalist olmayan, kapitalist de olmaya, ama Luddist, anarşizan bir dünyanın kurulacağından emindir. Her üçünün temel ortak özelliği, kapitalizm ile teknolojik gelişme arasındaki bağı yanlış yorumlamalarıdır. Her üçü de bir biçimde gelişen teknolojinin işçi sınıfını; “emeği” gereksiz kılacağı anlayışındadır. Yani sonuç itibariyle kapitalizm çökecektir. Her üçünün de anlamadığı nokta, kapitalizmin oranlılık ve birbiriyle çelişen eğilimler içinde hem kendi sınırlarını daralttığı ve hem de kendi kendini koruduğu gerçeğidir. Marks'ın “Kapitalist üretimin gerçek sınırı bizzat sermayenin kendisidir” anlayışı, kapitalizmin tek yanlı kendini yok etmesi biçiminde değil, aynı zamanda kendisini koruması biçiminde de yorumlanmalıdır. Şimdiye kadar kâr, faiz, ücret, “emek”, sürekli ama sürekli değişken oranlarda var olmuşlardır; değişkenlikleri kapitalizmin nesnel yasalarından kaynaklanmaktadır. Bütün bunlar; kâr, faiz, ücret, “emek” ve aynı zamanda kapitalizmin nesnel yasaları, kapitalizmin var oluşu için kaçınılmaz koşullardır. Bu nedenle Marks'ın yukarıdaki anlayışından sermaye var oluş sınırına dayandı, yok oluyor sonucu çıkartılamayacağı gibi, birtakım kataküllü ve iradi tespitlerle de yok olmaz.
Bunlardan Negri, kapitalizmi bir parça “Marksist” bakış açısına göre analiz ederken, Rifkin'de böye bir iddia yoktur. Kurz ise Marksizm'e cepheden saldırmaktadır. Ama her üçünde de kapitalizm analizi sorunludur. Negri ve Kurz, soruna ampirik yaklaşmıyorlar; veriler, bu anlamda ayrıntı, onları ilgilendirmiyor. Rifkin'in çalışması ise ampiriktir, verilerle doludur. Rifkin kanıtlamaya çalışıyor, diğerleri ise kanıtlanmışlıktan hareket ediyorlar. Rifkin “emeğin sonu“” ile uğraşırken, Negri ve Kurz, bütün sistemi yok ediyorlar. Negri'ye göre “değer yasası 20. yüzyılın sonunda iflas etmiştir”. Kurz da aynı dönemde kapitalizmi yıkmıştı kendi kendine. Rifkin sistem içinde kalıyor, diğerleri sistem dışına çıkıyorlar.
Geçen yüzyılın '90'lı yıllarındaki “emeğin sonu” üzerine kaynaklar hem teorik, hem de ampirik bakımdan tutarlı değildir; bunlar, siyasal yanlış sonuçlara götüren, neden olan çalışmalardır. Nihayetinde bu yazılar, herkesin gözü önünde kapitalizmin kendi sonuna kendi kendine geldiğini kanıtlamaya hizmet ediyorlar. Bu çalışmaların temel ilkesi, ana sloganı, gösterdiği toplum adresi sosyalizm değildir. Şunu diyorlar: Kapitalizm en gelişmiş teknoloji aşamasında; üçüncü sanayi devrimi aşamasında; üretme şevkinin kırıldığı aşamada; “emeği” değersizleştirdiği bu aşamada kendi sonuna gelmiştir. Artık proletarya, işçi sınıfı da yok. Önemli olan, bu gerçeği görmektir.
Nietzsche “Tanrı öldü” demişti. Bunlar da kapitalizm öldü diyorlar. Milyonlarca insan Tanrı ve sermaye adına gözlerimizin önünde boğazlanırken ne kadar ilham verici, ne kadar umutlandırıcı, ne kadar enerji yüklü, ne kadar yol açıcı bir tespitte bulunmuş oluyorlar!
Yunan halkı; işçi sınıfı ve emekçileri, işgal altındaki ülkeler, ayaklanan Arap ülkeleri her halde kapitalizmin sonu geldi, “emeğin” değeri kalmadı düşüncesinden büyük ilham almış olmaları gerekir!
Yoksa değil mi? Yoksa bu milyonlar, Kurz'un dediği gibi “beyinsizler” mi, ne yaptığını bilmeyen zavallılar mı? Yoksa “günahkârlar” mı? Ne de olsa peygambervari açıklamalarda bulunanlar; işçi sınıfına “siz sınıf olarak yoksunuz”, kapitalizm sonuna geldi, boşuna “kürek sallıyorsunuz” diyenler bunlar değil mi?
Hani, bir Rifkin'i, Negri'yi, Kurz'u anlarım da, kendine Marksistim diyenleri nasıl anlayayım? Marksizm adına ideolojiyi, teoriyi, örgütlenmeyi, sınıf mücadelesini acımasızca tasfiye eden “en Marksistleri” nasıl anlayayım!?
Üçüncü ve son bölümün konusu:
III-POSTMODERN “MARKSİST” FELSEFE VE GELECEĞİN TOPLUM BİÇİMİ