Ön
açıklama
Post-Marksizm
denince aklıma Avrupa'nın 1968 gençlik kuşağı ve 1970-1980
dönemi geliyor. Eylemci, eylem içinde o gününün koşullarında
devrimcileşen ve anladığı kadar devrimciliğin hakkını veren
gençlikten bahsetmiyorum. O gençlik mücadele ederken, kısmen onun
içinde, ama sürekli dışında kalan ve “tartışma
kulüpleri“inde dünyayı ben yarattım tartışmalarını yapan
“entel“ takımından bahsediyorum. Gençlik mücadelesi,
“komünist parti“ örgütlenmeleriyle örgütlenmesinin doruk
noktasına vardı; sonrasında Anadolu coğrafyasının da tanıdığı
görüş ayrılıkları, bölünmeler, parçalanmalar derken geriye,
bugünlere pek fazla bir şey kalmadı. Ama “entel“ takımı
Marksizmi başkalaştırma; Marksizm diyerek Marksizmin içini
boşaltma mücadelesini sürdürdü. Bu süreçte “üstat“lar,
öğrencilerini yetiştirdiler ve yaşama veda ettiler, ama
öğrencileri Marksizmin içini boşaltma davalarını inatla
sürdürdüler. Gündüzleri amfilerde sürdürülen şiddetli
tartışmalar akşamları tartışma kulübüne çevrilen “kırmızı
şaraplı, biralı“ salonlarda, öğrenci yurtlarının
“kafe“lerinde, “komün“lerde (öğrenci evleri) devam
ettirildi. Burjuvazi uyanıktır, bu tartışmaların önderlerinin
önünü açtı. Üniversiteleri, bir biçimde “K“cı olanlardan
(“komünist“ olanlardan) temizledi, ama “Marksizmi
yenileyenler“e; Marksizmi yeni koşullara göre geliştirenlere
dokunmadı. Bu arada dünyanın “hal ve gidişi“ de değişti.
Kapitalist dünyada bu değişimin kaçınılmazlığı 1974/75
ekonomik krizi sürecinde görüldü; Keynescilik artık gereksizdi
ve yerini 1980'li yıllarla birlikte neoliberalizm almaya başladı
(ABD, İngiltere). Sonra '90'lı yılların hemen başında Sovyetler
birliği ve revizyonist blok dağıldı. Emperyalist burjuvazinin
yoğun antikomünist saldırısı, aynı zamanda yönlendirmeyi de
içeriyordu. Teori dünyası altüst oldu; Marksizm-Leninizm her
alanında tarihinde görülmemiş bir bombardımana tutuldu; ortalık
Markizm-Leninizmi değil, ama nedense sadece Marksizmi
geliştirenlerden, ona katkıda bulunanlardan geçilmez oldu. Bu
uğraşının toplamına Post-Marksizm deniyor.
“Ezilenler”
ve “ezilenlerin Marksizmi” sıkça sorulan sorunların bir
kısmını oluşturuyor. Şunu baştan söylemek isterim (Ayrıca,
sorulan çoğu soru da bununla ilgilidir): Dün ve bugün
uluslararası komünist hareketin; komünistlerin,
Marksist-Leninistlerin, Marksist Leninist Komünistlerin dünya
görüşünde, teorisinde “ezilenler” ve “ezilenlerin
Marksizmi” kavramlarının hiçbir zaman yeri olmamıştır. Tabii
bu, bundan sonra da yeri olmayacağı anlamına gelmez. Esas olan,
kapitalizme karşı mücadelede sınıfsal perspektifin sürekli
belirleyici olmasıdır; değişmeyen budur. Ne bu mücadelede ne de
sosyalizmin kuruluşu mücadelesinde ve ne de ideoloji olarak
Marksizm-Leninizmde “ezilenler”in sınıfsal içerikli bir
tarihsel misyonu vardır. Sınıf olmadıkları için böyledir. Bu
nedenle, “ezilenleri” sınıf yerine koyma çabası, Marksist
sınıf analizi konusunda tasfiyeciliktir.
“Ezilenler”
kavramı en fazlasıyla ajitasyon ve propaganda faaliyetlerinde
kullanılabilir, ama ona bunun ötesinde bir anlam yüklenemez. Hele
hele “ezilenlerin Marksizmi” kavramını ajitatif anlamda dahi
kullanmak, resmen ideolojik tasfiyeciliktir. Birkaç makalede bu
kavramları sınıfsal ve ideolojik içerikli kullananların kimler
olduklarını ve hangi cephede Marksizm-Leninizme karşı
tasfiyecilik mücadelesi yürüttüklerini göstermeye, aynı zamanda
Post-Marksizmle ilişkisinin ne olduğunu açıklamaya çalışacağız
ve Anadolu coğrafyasında bazı yansıma biçimlerini
tanımlayacağız. Bu nedenle de Marksizmle bağlam içinde tarihte
biraz gezinti yapacağız ve Marksizm diye diye Marksizmi tasfiye
etme yöntemlerinden bahsedeceğiz.
“Marksizmin
krizi”nden, “yapısal kriz”den, Marksizmin
çatallaştırılmasından, “mezhep”lerinden bahsedilmeksizin ne
“ezilenlerin Marksizmi” ne de Post-Marksizm anlaşılır. Sorun
buraya gelince Louis
Pierre Althusser
“üstat”tan
ve onun coğrafyamızdaki yaman savunucusu Teori ve Politika (Bundan
sonra TP) dergisinden bahsetmeden olmaz. Tabii, İmparatorluk
kurucusu A. Negri'yi de unutmayacağız. Ne de olsa “çokluk”-”ezilen”
onsuz ele alınamaz.
Kaynaklarla
ilgili olarak: Eleştiri konusu olan yazılardaki alıntılarda
düzeltme yapılmamıştır. Bu nedenle kullanımı yanlış olan
örneğin “emek” gibi kavramlar aynen kalmıştır.
Ayrıca
belirtilmediyse kaynaklar Almancadır.
1.
makale
1-Post-Marksizmin
Gelişme Zemini
Post-Marksizmin
gelişme zemini hakkından çok şey söylenebilir. Giriş yapmak
için Georg Lukacs (1885-1971) ile başlayabiliriz. Şüphesiz ki,
Marksizmin gelişmesinden rahatsız olan “Marksist“lerin
oluşturduğu “rahatsızlar kervanı” Lukacs'tan önce de vardı.
1923'te yayımlanan “Tarih ve Sınıf Bilinci“ çalışması,
“yeni Marksizm“in temel yapıtı olarak görülür. Macar
devrimci iktidarında, 1919, eğitim alanında yardımcı Halk
Komiseri görevini de yapmış olan G. Lukacs, aslından söz konusu
çalışmasıyla akademik eğitim almış o zamanın komünist ve
sosyalist hareketleri içinde ve dışında yer almış idealist
felsefe alanında eğitim görmüş bir kısım rahatsız aydına yol
gösteriyordu. Hem Marksisttiler hem de Marksizmin içini
boşaltıyorlardı; örneğin felsefede diyalektiği, materyalizmin
karşısında koyuyorlardı. Lenin'in “Gerici Felsefe Üzerine
Eleştirel Yorumlar“ alt başlığını taşıyan “Materyalizm ve
Ampiryokritisizm“ eserini “Kaba
Materyalizm“ olarak tanımlayacak kadar ileri gidebiliyorlardı.
Onları rahatsız eden, Lenin'in, kendilerini Marksist diye
tanımlayanların Marksizme saldırılarını teşhir etmesiydi. Öyle
ki, Lenin daha sonra, 1914-1915 döneminde Hegel'in diyalektiğini
ayrıntılı inceledikten sonra bu çalışmasını bizzat
reddetmiştir diyebiliyorlardı. Tahrif edilenler, görüşleri,
eserleri çarpıtılanlar listesine Marks ve Engels'ten sonra Lenin
de girmişti. Son kertede idealist felsefenin bu aydın
savunucularının dile getirdikleri diyalektiğin, Lenin'in savunduğu
”gelişme öğretisi“ diyalektikle hiçbir bağı yoktu. Bunların
diyalektiğinde, insandan bağımsız olarak var olan doğanın ve
maddi evrenin yeri yoktu. Bunların diyalektiği,
Pseudo-diyalektikti; bu diyalektik anlayış, rahatsız aydınların
ve sosyal çevrelerinin öznel etkilenişimini ifade ediyordu; birey,
dünyayı işine geldiği gibi “yaratırken“ doğanın, toplumun
ve bilincin gelişmesini belirleyen nesnel yasaların etkisi altında
değildir; istediği dünyayı yaratmakta özgürdür diye
düşünüyorlardı.. Burada her renkten idealist felsefe ve
materyalist felsefe karşı karşıya geliyordu; diğer bir ifadeyle
burjuvazi ve işçi sınıfı.
Söz
konusu bu aydınların rahatsızlığı sadece felsefe alanıyla
sınırlandırılamaz. Daha doğrusu onlardaki rahatsızlığın esas
nedeni materyalist felsefenin geliştirilmesiyle sınırlı değildi.
Sorunun kaynağı Ekim Devrimi ve sonrasında Sovyetler Birliği'nin
kurulması ve kapitalist dünyaya ve iç düşmanlara karşı
mücadele içinde gelişmesidir. SSCB'nde sosyalizmin, sosyalist
üretim biçiminin nesnel ekonomik yasalarını ortaya çıkartacak
derecede kurulması, sadece salt ekonomik bir gelişme olarak
görülemez. Sosyalist sistem, bu mücadele içinde yaşamın her
alanında kadrolarını da yetiştirmişti; örneğin Marksist
tarihçiler, Marksist iktisatçılar, Marksist filozoflar vs.
Sosyalist sistemin kurduğu akademilerde yetişen bilim insanları,
yaşamın her alanında, örneğin felsefede, biyolojide her renkten
burjuva idealizmine karşı mücadele edebiliyorlardı. Tabii
sosyalist sistemde genel anlamda bilimin gelişmesi SSCB'inde
sosyalizmin inşasına başka gözle bakanlar tarafından “bilimin
çarpıtılması“, ”Stalinist rejim“in çıkarlarına uygun
hale getirilmesi vb. türden yorumlanmıştır, hala da öyle
yorumlanmaktadır. Bu doğaldır. SSCB'inde sosyalizmin inşasına
kimler başka gözle bakıyorlardı sorusunu açmadan cevap verelim:
Bunların başında ülke içinde Troçkistler gelir. Ülke dışında
karşımıza Batı-Marksizmi diye çıkacak olan akımlar gelir. Bu
akımların ilk kuşağının öne çıkan temsilcileri arasında
örneğin Antonio Gramsci (1891-1937), Karl Korsch (1886-1961), Georg
Lukacs (1885-1971), Anton Pannekoek (1873-1960), Paul Mattick
(1904-1981),
Amadeo Bordiga (1889-1970) yer alırlar.
Bunlar
niye rahatsızdılar? Bu sorunun cevabı başlı başına bir çalışma
konusu olur. Burada cevabını vermeyelim, ama yazı içinde bunların
neden rahatsız olduklarını göreceğiz. Açık olan şu ki,
bunları çevre yapan, SSCB'inde sosyalizmin inşasıdır.
SBKP
(B)'nin 20. kongresinde siyasi iktidarın Kruşçev revizyonistleri
tarafından gasp edilmesi ve ülkede proletarya diktatörlüğünün
yıkılması yeni yol ayrımlarını; yeni şekillenmeleri
beraberinde getirmiştir. Bunlardan birisinin başını da Louis
Pierre Althusser (1918-1990) “üstat“ çekmiştir.
Althusser'i diğer birçok ”entel“ felsefe çevrelerinden;
tartışma kulüplerinden ayıran en önemli özellik, “üstat”ın
aynı zamanda siyasi gelişmelere; o zamanın Fransız komünist
(sonradan revizyonist) hareketine aktif katılımıdır. II. Dünya
Savaşı ve hemen sonrasındaki koşulları düşünelim: SSCB'nin,
sosyalizmin dünya çapında kazanmış olduğu prestij, dünya işçi
sınıfı ve emekçileri için kurtuluşun meşalesi olması, Alman
faşizminin işgal ettiği ülkelerde komünistlerin faşizme karşı
direnişi örgütlemeleri, bütün bunlar sayısız aydının
komünist örgütlere yönelmelerini beraberinde getirmiştir.
Fransa'da da böyle olmuştur. II. Dünya Savaşı sonrasında
Fransız Komünist Partisine (FKP) üye olan Althusser, bugün de
Fransız burjuva seçkinlerinin yetiştiği “École Normale
Supérieure“de eğitim gördü. “Üstat”, hem bu okulun
seçkinleri tarafından sürdürülen tartışmalara hem de Fransa'da
komünist harekete aktif olarak katılıyordu. Yani hem burjuva
dünyanın hem de komünist dünyanın insanıydı.
Stalin'in
ölümü ve 1956'da revizyonizmin iktidara gelmesiyle SSCB'inde
proletarya diktatörlüğünün yıkılması Althusser'in kendine
göre bir yol ayrımına girmesine vesile oldu. “Üstat”,
hümanizmden, “yapılar”dan bahsetmeye başladı. (Althusser'i
aşağıda ayrıca ele alacağız).
Marksizmin,
Marksizm olma sürecinden bu yana her dönem eleştireni olmuştur.
Aslında Marksizm, bu eleştirilere cevap içinde toplum da dahil
maddi dünyanın sorunlarına cevap vererek gelişmiş ve işçi
sınıfının bilimi olmuştur. Bilim olarak Marksizmin gelişmesinde
Lenin'in katkısı belirleyici olduğu için de çağımızda
Marksizme, Marksizm-Leninizm denmiştir. Marksizm-Leninizm kavramını
kullanmayanlar ve sadece Marksizm kavramını kullananlar 20.
yüzyılda Marksizmin her alanda katettiği mesafeyi görmek
istemeyenlerdir veya yanlış bulanlardır. İnsanlar, istedikleri
yöne çekebilecekleri bir Marksizm istiyorlar; istedikleri gibi eğip
bükebilecekleri bir Marks ve Engels istiyorlar. Marksizm-Leninizm
dendiğinde Marks ve Engels döneminde oluşan Marksizmi öyle
istediğin gibi eğip bükemiyorsun, gelişme, değişim, dönüşüm,
yeni koşullar adına onun ilkelerinin içini boşaltamıyorsun.
Marksizm-Leninizm boşaltma-doldurmaya pek uygun değil. Bu nedenle
katışıksız Marksizm aranıyor. O da Marks ve Engels'in
kişiliğinde temsil ediliyor.
Bu
arayış içinde olanlar, arayışlarını her dönem
sürdürmüşlerdir. Ama en çok sosyal hareketlerin gelişme
gösterdiği dönemlerde gelişmişlerdir; gelişen sosyal hareketler
onlar için konjonktür olmuştur. Böylesi dönemlerde sosyal
hareketlere katılan genç insanlar, tarihin, toplumsal gelişmelerin,
kapitalist üretimin seyrini ve gelişim yasalarını öğrenmeye
daha çok ilgi duyarlar. İdeoloji, sınıf (proletarya), parti,
devrim, felsefe, sınıf mücadelesi, devrimin öznesi yeniden ve
yeniden tartışılmak için masaya yatırılır. Kaynaklara inilir,
bu da yetmez esas kaynağa gidilir. Esas kaynak da Marks ve
Engels'tir. Marks ve Engels sonrası gelişmenin zaten yanlış
olduğunu göstermek için Marks ve Engels'e gidilmiştir.
Bunun
neden böyle yapıldığını Post-Marksist düşünce tarzında
aramak gerekir. Bu nedir? Marks'ı masaya yatıracaksın. Yaptığı
olağanüstü entelektüel hizmetlerini tespit edeceksin ve bunları
kategorik bir eleştiriye tabi tutacaksın. Bunu yaparken, güya
hiçbir şey ifade etmeyen veya yanlış olan birtakım düzeyler,
yapılar vb. keşfedeceksin. İşte tam da o noktalarda Marksizmi
geliştirmeye başlayacaksın; yani Marks'ı, Marks olmaktan
çıkartmaya, onu Post-Marks yapmaya başlayacaksın. Marks'ın neyi
anlamadığını veya yanlış anladığını veya “genç” Marks
ile “olgunlaşmış” Marks arasındaki çelişkiyi, onun
eksikliğinin ne olduğunu formüle edeceksin, teorileştireceksin.
İşte Post-Marksizm budur. Bunu yapmıyorsan; Marks ve Engels'in
eserlerinden geriye teorik bir örenin, harabenin kaldığını
göremiyorsan sen bir dinozorsun. Hele Marks ve Engels'in yanına
Lenin ve Stalin'i de katıp Marksizm-Leninizmden bahsediyor ve orada
da bir teorik harabe göremiyorsan bu sefer iflah olmaz bir
dinozorsun.
Marksizm-Leninizmi,
koşullardan, değişimden, gelişmeden bahsederek revizyona uğratmak
Post-Marksizmin yaşam kaynağını oluşturur.
2-Althusser
ve Marksizm - Althusser'in Marksizmi Çarpıtması ve Sonuçları
Althusser'i
okumak ve anlamak her ne kadar oldukça zor olsa ve çok fazla eser
bırakmasa da o, başlı başına bir ekoldür, bir okuldur. O,
1960'lı ve '70'li yıllarda batı dünyasının özellikle Avrupa
kaynaklı üniversite ”solu“ içinde gerçekten de bir stardı.
Bakmayın bugün onu hatırlayanların sayısının yok denecek kadar
az olmasına. Ama tek star değildi. Onun kadar olmasa da, onun
yolunda giden veya başka yollarda yürüyen nice alt starlar vardı;
Çin devrimine, Küba devrimine tapan; Mao'ya, Che'ye, Kastro'ya,
Lenin'e kıyafetleriyle (şapka, palto, parke) öykünen nice
“kızıl“ profesörlerin bir kısmı bugün Post-Marskizmin
geliştiricileri olarak karşımıza çıkıyor.
Althusser
veya başka Post-Marksistlerin kime ne hayrı dokunmuştur diye
soruluyor. Aslında soru yanlış. Çünkü Marksizm-Leninizme karşı
mücadelesinde onlara burjuva ideolojisi yol göstermiştir. Bu
nedenle onların Marksizm-Leninizmin içini boşaltma bakımından
burjuvaziye hayrı dokunmuştur. Hiçbir şey yapmasalar da
ideolojiyi, sınıfsal bağından kopartarak, sınıfların ve sosyal
tabakaların ideolojisine dönüştürerek burjuvaziye hizmet
etmişlerdir. “Üstat” bu yolu açanların başında gelmektedir.
E.
Bernstein, Marksizmi burjuvazinin kabul edeceği hale getirmeye
çalıştı; onun devrimci içeriğini boşaltmaya ve
reformistleştirmeye çalıştı. Kruşçev revizyonizmi veya modern
revizyonizm (Sovyet revizyonizmi) Marksizm-Leninizmi mezara gömmeye
çalıştı. Modern revizyonizmin gölgesinde, onun
Marksizm-Leninizme saldırısından cesaret alarak başkaları da
Marksizm-Leninizmi değil, Marksizmi ameliyat masasına yatırmakta
gecikmediler. Bunlardan birisi Sartre ise diğeri de Althusser'dir.
Bu iki “üstat“, Marksizmi mezara gömmek için ”diyalektik“
üzerinde oynamaya başladılar; onu kendine tamamen
yabancılaştırmayı amaç edindiler
Diyalektik
ve yapısalcılık:
Yapısalcılık,
“sistemler“in tekil parçalarından oluşan iç bağlarını
arar. Sistem dendiğinde akla toplum düzenleri gelebileceği gibi
örneğin biyoloji de, dilbilimi de gelebilir. Marksizm de
sistemlerin tekil parçalarından oluşan iç bağlarını arar.
Buraya kadar yapısalcılıkla Marksizm arasında soruna bakışta
bir fark yoktur. Belirleyici fark şudur: Yapısalcılık şeylere,
olgulara durağan, hareketsiz bir bakış açısıyla yaklaşır.
Aradığı bağlar, ilişkiler görünür ve tanımlanabilir
olmalıdır. Yapısalcılık, bir bütünün özünü onu oluşturan
tek tek yapılardan -parçalarından ve bu parçaların
bağlamlarından hareketle açıklamaya çalışır. Bu bakış
tarzı, yapısalcılığın biçimsel mantıkla bağını gösterir.
Marksizm,
bir bütünü karmaşık bir sistem olarak görür; sistem tekil
parçalardan oluşur; öyle ki, sistem ne tekil parçaların
özellikleriyle ne de bu parçalar arasındaki görülebilir
bağlamlarla açıklanamayan özellikler ortaya çıkarabilir.
Bütünün, parçalarının toplamından daha fazla; daha değişik
olmasına neden olan özellikler, bütün sistem parçalarının
bütün sistem parçalarıyla karşılıklı etkilenme içinde
olmalarından kaynaklanır. Bir örnek (bu konuya ileride de
değineceğiz): TP sürekli “geleneğimiz”den bahsediyor,
birilerine “mavi boncuk” dağıtıyor. TP'nin bahsettiği
geleneğin de bir bileşeni olan parti, çok sayıda geleneğin bir
araya gelmesinin, kaynaşmasının sonucudur. Artık ortada TP'nin
aradığı bir gelenek yok. Yapısalcılığa, burada TP'ye göre söz
konusu parti, kendisini oluşturan geleneklerin toplamıdır. Hiç de
öyle değil. Söz konusu parti, bir bütün olarak bileşenlerinden,
kendisini oluşturan geleneklerden daha fazla olan, daha değişik
olan bir bütündür.
Yapısalcılık,
bütünü onun tekil parçalarının, yapılarının, yüzeysel
bağlarının toplamı olarak anlar. Buna karşın Marksizm ise
bütünü oluşturan parçaları, yapıları, yüzeysel bağlarını
o bütünün özelliklerinden; yani bütünün özünden hareketle
açıklar. Bu durumda bütünü oluşturan yapılar, parçalar
bütünün özüne inmekle, onu kavramakla açıklanabilir. Ama
yapısalcılık bunun tam da tersinden hareket ettiği için
olguların özünü tanıyamaz.
Yapısalcılık,
bir bütünü, bir sistemi parçalarının toplamı olarak görür;
örneğin bir bütünlüklü sistem olarak kapitalist düzeni,
parçalarının toplamı olarak algılar. Bu durumda parçaların,
yapıların ve basit bağlamların/ilişkilerin özelliklerini
belirleyen sistemin özellikleri, yapısalcı mantıkla kavranamaz,
anlaşılamaz. Yani yapısalcı mantık, nedenselliğin, dinamiğin
veya sistemin iç hareket eğilimlerinin anlaşılabilmesinin önünde
engel olur. Yapısalcılık, araştırdığı yapıların bağlam ve
yapılanışına neden olan yasalarına ilgi duyar, ama nedensellik
ve dinamiğe ilgi duymaz. Onu ilgilendiren, araştırılan nesnenin
anatomik kesitidir.
1960'lı
yılların Fransa'sında varoluşçuluk çekiciliğini kaybetmeye
başladığında onun yerini yapısalcılık aldı ve aydınlar ve
“entel”ler arasında bir tür moda oldu. Hemen bütün bilim
alanlarında, örneğin felsefede, dilbiliminde, antropolojide
yapısalcı düşünce tarzı oldukça çekici olmuştu.
Bu
“akım”ın başını L. Althusser çekiyordu. “Üstat”,
Marksizmi yapısalcı öğretilerle birleştirerek yeni bir Marksizm
oluşturmaya çalışıyordu; yani “bilimsel olmayan”
unsurlarından arındırılmış, bu durumda devrimci özünden
arındırılmış bir Marksizm oluşturmaya çalışıyordu. “Üstat”
yeni bir Marksizm oluşturma iddiasındaydı. Onun öğrencileri de
Türkiye'de “Solduyu”ya aykırı bir Marksizm
ortaya koyduk” diye
yeni bir Marksizm oluşturma iddiasıyla yola çıkmışlardı. Bu
konuya geleceğiz.
Althusser'in
yazılarında devlet önemli bir yer tutar. Devlet aygıtlarının
teorisi onun belki de en çok tanınmış yazısıdır. Önce
“üstat”ın üzerinde çok oynadığı devletin sınıfsal
karakterine bakalım.
İnsanlık
tarihinde devlet, her zaman var olmamıştır; tarihin devletsiz
olduğu dönemler de vardı. Ancak sınıfların oluşmasıyla devlet
gündeme gelmiştir. Bu nedenle devlet, sınıflı toplumun ürünüdür.
Onu, sınıf çatışmaları, rekabet, mülkiyeti koruma vb.
kaçınılmaz kılmıştır. Görünüşte devlet, sınıflar
üstüdür, sınıflar arasındaki çatışmaları, çelişkileri
yumuşatan bir kurumdur. Ama devletin asıl görevi, oluşturduğu
baskı mekanizmasıyla hakim sınıfın varlıklarını;
zenginliklerini gerekirse zor kullanarak korumaktır. Köleci ve
feodal düzende ve günümüzde de böyledir. Devletin bu
karakterinde değişen bir şey olmamıştır. Örneğin dün
kölecilikte ve feodalizmde üretim araçlarının özel mülkiyetini
koruyan devlet, bugün de üretim araçlarının özel mülkiyetini
korumaktadır; yani kapitalizmi korumaktadır. Ama devlet her zaman
“eli sopalı zebani” olarak gözükmez. Eğitim, din, STK,
reformist partiler vb. üzerinden burjuva ve küçük burjuva
ideolojilerin geniş yığınlara; işçi sınıfı ve emekçi
yığınlara taşınmasının aracı olur. Bu, devletin “gülen”
yüzünün, “baba”lığının bir yansımasıdır. Ama toplumsal
çelişkiler keskinleştiğinde, işçi hareketi ve başka toplumsal
kesimlerin hareketi değiştiğinde devlet, gerçek yüzünü
gösterir, kimin yanında olduğunu açıklar. Hafta sonu Taksim'e
giden, devletin bu yüzünü görür. İnsanları coplatan, gazlatan,
Kürdistan dağlarını bombalatan generaller ve polis şefleri hakim
sınıfın unsurlarıdır; devlettir. Hiçbir zaman seçilmemişlerdir,
baskı mekanizmasını yönetmek için atanmışlardır.
Burjuva
devletin gerçek karakterini, kimin devleti olduğunu görememek,
tanıyamamak, vahim, telafisi güç hata ve sonuçlara yol açar.
Tarihte görünüşün yanıltıcılığına kananlar, yanılanlar
çok olmuştur. Bir örnek: 19. yüzyılın sonunda 20. yüzyılın
başında gelişen ekonomiyi ve Avrupa'da gelişen/büyüyen sosyal
demokrasiyi görüyoruz. Emperyalizm oluşuyor ve bu oluşum sosyal
demokrat önderliğin devlete yedeklenmesinin koşullarını da
oluşturuyor. Devlete yedeklenmek, kaçınılmaz olarak ideolojik
alanda tahribata, tasfiyeciliğe yol açıyor ve parlamenter mücadele
“her şey” oluyor. Bu da yine kaçınılmaz olarak Marksizmin
reformizm yönünde değişimini; başkalaştırılmasını gündeme
getiriyor. Koşullar değişmiştir! “Eskimiş”, “miadını
doldurmuş” Marksist devlet teorisinin bir kenara atılma zamanı
gelmiştir. Görünüşte parlamenter demokrasi sürecinde sosyalist
iktidarlar kurulabilir, artık bu yol açılmıştır!
Devletin
hakim sınıfların baskı aracı olduğunu unutturan, göz ardı
eden veya burjuva devleti kullanarak iktidar olunacağını vaaz eden
teoriler geliştirilmiştir. Ama gelişmeler, gelişimden,
değişimden, yeni koşullardan bahsedenlerin istedirikleri
doğrultuda olmamış, örneğin I. Dünya Savaşı hemen bütün
Avrupa'da fiilen devrimci durum oluşmasının yolunu açmıştır,
nedeni olmuştur. Bu dönemde devlet gerçek yüzünü bir kez daha
göstermiştir. Öyle ki, “Avusturya-Marksizmi” Dollfuss'un
iktidarı ele geçirmesini; faşist darbeyi anayasa mahkemesine
götürecek kadar yaşamdan kopmuş, antidiyalektik düşünür
olmuştur.
Althusser
“üstat”ın burjuva devleti nasıl sunduğunu yazı boyunca
göreceğiz.
”Çelişki
ve Üstbelirleme“ yazısında “üstat”ın yöntemi hakkında
biraz bilgi sahibi olabiliyoruz: Althusser'in temel tezi şundan
ibaret: İfadesini emek ile sermaye arasındaki çelişkide bulan
üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çelişki,
kendi başına devrime neden olmaz. Devrimin gerçekleşmesi için;
kapitalizm ile bir kopuşun sağlanması için “kopuşun
birliğine“ ihtiyaç
vardır.
Bunun
ne anlama geldiğini örneğin şu sözlerinden anlıyoruz:
“Bütün
bu pratik denemeleri ve yorumları, devrimin “gündemde olmasını”,
ama temel çelişkinin doğrudan yalın gücüyle bir “devrimci”
duruma, daha az ihtimalle de olasa bir devrimci kopuş durumuna ve
devrimin zaferine yol açabileceği bir durumu tanımlamak için onun
(temel
çelişkinin -ç.n) genel
anlamda yeterli oluşu, bütün devrimci Marksist tecrübenin
kanıtlıyor olduğu tespitinden başka nasıl özetlenebilir. Bu
çelişkinin kopuşun ilkesi anlamında... “aktif” olması için
hangi menşeden ve yönden olurlarsa olsunlar kopuşun bütünlüğüne
“beraberce akan” birtakım “koşullara” ve “akımlara”
ihtiyaç vardır”
(1).
Burada;
devrimci durumlarda temel çelişkinin hiç de genel değil;
tanımlanmış durumda oması; iki antagonist sınıf -burjuvazi ve
proletarya- arasındaki çelişkide ifadesini bulan üretici güçlerle
üretim ilişkileri arasındaki çelişki olarak etkide bulunması
Althusser'i hiç ilgilendirmez.
Bu
anlayışına göre “üstat“ şunu diyor: temel çelişki bir
ülkenin kendine özgün koşulları (örneğin devletin yapısı,
ulusal gelenekler vs.), üst yapı eğilimleri tarafından
“üstbelirleme“ye tabi kılınır. Bu durumda sınıf mücadelesi
devrime, devrimci kopuşa götürse bile devrim gerçekleşmeyebilir,
çünkü devrim, üst yapı görünümlerinin üst belirlemesiyle
engellenir.
Althusser,
Marks'tan aktardığı tekil alıntılarla “teorik pratiğin”
soylu şövalyesi gibi, Marksist düşünce tarzını yerle bir
etmek için yola çıkar. Bunu nasıl yaptığının örneklerini
verdik ve vereceğiz de.
“Üstbelirleme”
işbaşında:
“Üstbelirleme”
ile “üstat”, önemli süreçleri, gelişmeleri ilerleten temel
çelişkinin üst yapı görüngüleri veya tali çelişkiler
tarafından üstbelirlenebileceğini kast etmektedir. “Üstat”a
göre üst yapı görüngülerinin, tali çelişkilerin etkisi, temel
çelişkinin etkisini, onun özünü etkisizleştirebilir. Şüphesiz,
üst yapı görüngülerinin, tali çelişkilerin belli bir dönem
temel çelişkinin etiksinin üstünü örtmesi mümkündür.
Althusser'in Marksizmden, öncelikle de Marksist diyalektikten
tamamen kopuşu, temel çelişkinin üst yapı görüngüleri, tali
çelişkiler tarafından üstbelirlenmesinin kronik olması, sürekli
olması anlayışında aranmalıdır. Öyle ki, temel çelişki
patlak vermiş olsa ve bütün toplumu kendi etkisi altına almış
olsa da, üst yapı görüngülerinin üstbelirlenmesi kroniktir,
süreklidir. Althusser, açığa çıkan tali çelişkilerin temel
çelişkinin toplumun bütün alanlarında kapsamlı olarak etkide
bulunmasının bir ifadesi olduğunu anlamaz.
Althusser,
toplumda önemli süreçleri; genel anlamda görüngüleri tam
anlamda temel ve tali çelişkiler diye kesin ayrıma tabi tutar;
yapısalcı düşüne tarzının bir yansıması olarak süreçlerden
bahsetmez, aksine hareketsiz, kesin ayrıştırılmış yapılardan
bahseder. Bu, “üstat”ın düşünce tarzının temel
özelliğidir. Althusser'de öz, hiçbir zaman “su yüzüne”
çıkmaz, kendini göstermez. Örneğin Althusser'e göre Rusya'da
devrim, farklı çelişkilerin bir araya gelmesinden dolayı mümkün
olmuştur; ona göre bu farklı çelişkiler, temel çelişkiden
kaynaklanmazlar. “Üstat”, bu çelişkilerin nereden
kaynaklandığını açıklamaz. Tarihselliğin yaman düşmanı
olarak bu, onu hiç ilgilendirmez. Çünkü yapısal düşünce
tarzına göre olguların, çelişkilerin gelişmesini sorgulamak
kabul edilemez bir şeydir.
“Üstat“ın
bu anlayışına göre örneğin Rusya'da sadece sermaye ile emek
arasında çelişki yoktu. Bu çelişkiye ek olarak daha bire dizi
faktörler de vardı, etkiliydi; örneğin toprak sorunu, ulusal
sorun vs. Bu faktörlerin temel çelişki üzerinde üstbelirlemede
bulunmalarından dolayı devrim mümkün olmuştur. Demek ki,
Althusser'in anlayışına göre üst yapı “yapıları“, devrim
veya yenilgi üzerine veya devrimin seyri üzerinde belirleyici
oluyorlar. Bu anlayışa göre Türkiye'de temel çelişki değil,
temel çelişkiyi üst belirleyen örneğin alevilik sorunu, Kürt
sorunu, toprak sorunu -sanki bunlar temel çelişkinin birer
yansıması değil- devrimin geleceği; zaferi veya yenilgisi üzerine
belirleyici oluyorlar. Çünkü bunlar, temel çelişkiyi
üstbelirleyen faktörlerdir; üst yapının “yapıları“dır.
“Üstat“
temel çelişkiyi, sınıf mücadelesini diğer bütün faktörlerden;
daha doğrusu temel çelişkiden kaynaklanan faktörlerden yalıtıyor
ve “temel çelişki“ ayrı bir şeydir, ondan kaynaklanan
faktörler, onun deyimiyle üst yapının “yapıları“ ayrı bir
şeydir diyor. Rusya'da hakim sınıfın parçalanmasını devrimin
zaferi için bir neden olarak örnekliyor. Ama “üstat“
söylediğini sonuna kadar düşünmeden söylüyor. İyi de Rusya'da
hakim sınıfın parçalanmasının nedeni nedir? Tarihsel olarak
bakarsak, hakim sınıfın her devrim öncesinde parçalanmaya
uğradığını görürüz. Ama bu sadece bir üst yapı sorunu;
hakim sınıf fraksiyonlarının salt kendi aralarındaki sorunlardan
kaynaklanan bir parçalanma olarak görülemez. Bu parçalanma ülke
genelindeki etkili sınıf mücadelesinin bir ürünüdür. Ülkeyi
yönetenler yönetemez hale gelmişlerdir, (burjuvazinin bir kısmı
sadece ve sadece zora dayanan bir yönetimden yana, bir kısmı da
birtakım tavizler vererek ortamı yumuşatmaktan yana olabilir)
yönetilenler de öyle yönetilmenin devamını istememekteler; bütün
bunlar hakim sınıfın parçalanmasına neden olur. Bütün bunlar
ülkede yükselen sınıf mücadelesinin göstergeleridir.
Althusser'in örnek olarak gösterdiği Rusya'da da böyleydi. Ama
“üstat“ bunları; devrimin zaferini veya yenilgisini üst
yapının birtakım özellikleriyle, özgünlüğüyle açıklamaya
çalışmıştır.
“Üstat“ın
bu konudaki görüşünü toplarsak karşımıza şu çıkıyor:
Ekonomik temel çelişki sürekli olarak üst yapı unsurları
tarafından “üstbelirleniyor“. Bu düşünce tarzı bizi son
kertede şuna götürüyor: Tarihin seyri sadece ve sadece üst yapı
görüngülerine (fenomenlerine) bağlıdır. Böylece “üstat“,
bu fenomenler tamamen bağımsız bir iktidardır diyor. Althusser,
temel çelişkinin, örneğin üst yapı fenomenleriyle patlak
verebileceğini görmüyor.
Althusser, insanları sınıf mücadelesinin ister temel çelişkisi biçiminde, ister yan çelişkileri veya nesnel yapıları biçiminde olsun nesnel determinantların aracı haline getiriyor; onun tasavvur dünyası mekaniktir. “Üstat“, tarihin insanlar tarafından yapıldığını unutuyor.
Althusser'in
devlet teorisi reformizmdir. “İdeoloji
ve Devletin İdeolojik Aygıtları“ çalışmasında bu açıkça
görülür.
Althusser,
altyapı-üst yapı modelinin üst yapının işleyiş tarzını
anlamaya yetmeyeceği görüşündedir. Bu nedenle bu modeli aşmayı,
kendi deyimiyle ifade edersek “geliştirmeyi” amaçlamıştır.
Onun bu çabasından, anlayışından ortaya çıkan ne olmuştur?
Üst yapının, bütünle ilişkisi kurulamayan çeşitli “yapıları”,
farklı parçaları ortaya çıkıyor. Bunlar, altyapıyı
üstbelirleyen görüngüler oluyorlar.
Althusser'in
ideolojik devlet aygıtları anlayışı statiktir; üstbelirleme
teorisinin bir sonucu olarak üst yapıyı, gelişimi ve değişimi
içinde değil, hareketsizliği içinde, statik olarak görür. Dini
kurumlar, okullar, medya vb. ideolojik işlevleri olan kurumlardır.
Üst yapının farklı kurumları, sermaye düzeninin kurumlarıdır,
bu düzenin varlığının ve geleceğinin sağlama alınmasında
görevi olan kurumlardır. Hakimler, din adamları, burjuva
gazeteciler, sanatçılar, bilim insanları sermaye düzeninin
varlığının devam etmesi için çalışırlar. “İdeolojik
devlet aygıtları”nın
var oluş halleriyle kalmalarının, değiştirilmemelerinin toplumun
geleceği için iyi olacağı sürekli işlenir. Bu alanda burjuva
olana karşı ideoloji ve felsefe düzleminde mücadele
kaçınılmazdır. Ama “üstat” aynı görüşte değildir.
Althusser'e göre ideoloji, bağımsız bir güçtür. “Üstat”,
burjuva ideolojisinin gücünü göremez, kavramaz ve ona karşı
mücadeleye de önem vermez. Şüphesiz, kapitalizmde idealizme ve
burjuva düşüncelere karşı mücadele nihai olarak kazanılamaz.
Kapitalizm var olduğu müddetçe ideologların çoğunluğu,
bilinçli veya bilinçsiz, kendilerini besleyenleri ideolojik alanda
savunacaklardır. Ama ideolojik devlet aygıtlarına rağmen
devrimler gerçekleştirilmiştir. Tarih bunun örnekleriyle doludur.
“İdeoloji
ve İdeolojik Devlet Aygıtları” yazısında esas itibariyle
kapitalizmin yeniden üretimi ele alınır. “Marsk
her toplumu, özgün belirlemeyle birbirine bağlamlanmış farklı
“düzlemler”den veya “merciler”den oluşturulmuş yapı
olarak kavradığını ...söylemiştir; ekonomik altyapı ... ve iki
“düzlemi” ve
“mercii” kapsayan üstyapı; hukuksal-politik ve ideoloji...”
(2).
“Üstat”
her tarafta son kertede “yapı”
olan “düzlemler”
ve “merciler”
görüyor ve bu antidiyalektik anlayışla altyapı-üst yapı
ilişkisini açıklamaya kalkışıyor. Bunun, üst yapının bütün
görünüleri son kertede alt yapıyı yansıtır oluşuyla;
altyapı-üst yapı üzerine bu Marksist anlayışla hiçbir ilişkisi
yoktur.
Althusser'e
göre “aynı
zamanda hegemonyasını ideolojik devlet aygıtları üzerinde ve
içinde icra etmeksizin hiçbir sınıf sürekli olarak devlet
iktidarına”
sahip olamaz (3).
Bunu
söyleyen “üstat” şunu da söylüyor:
“...Neden,
çoğu kez sınıf mücadelesinin çetin biçimleri olan ideolojik
devlet aygıtları, sınıf mücadelesinin sadece icrası değil,
bilakis yeridir?...Çünkü sömürülen sınıfların direnci orada
ya orada var olan çelişkileri kullanarak veya mücadele konumları
ele geçirerek kendini ifade etmenin araç ve fırsatını
bulabilir”.
Bunun
ne anlama geldiği ve kapitalizmde ideolojik devlet aygıtlarının
(okullarının, medyanın vs.) nasıl ele geçirileceği üzerine bir
şey demez. Ama ne demek istediği oldukça açıktır: “Üstat”,
kapitalizmde burjuvazinin ideolojik devlet aygıtları; okulları,
medyası vb. ele geçirilebilir; sömürülen sınıflar oralara
sızmalıdır ve kullanmalıdır diyor. “Marksist” Althusser bunu
söylüyor. Yani bu durumda Türkiye'de devrimciler, örneğin Milli
Eğitim Bakanlığını, şu veya bu üniversiteyi, şu veya bu
burjuva gazeteyi veya televizyon kurumunu -örneğin TRT- oralara
sızarak ele geçirebilir.
İdeolojik
devlet aygıtlarının görünüşte tarafsızlığına inanan
Althusser, devrimci güçlerin bu alanda hegemonya elde
edebileceklerini savunuyor; bu alanı tarafsız, uğruna mücadele
edilebilecek alan olarak görüyor.
“Üstat“ın devlet teorisini şöyle özetleyebiliriz: Leninist devlet teorisini reddetmez; bu anlamda Marksist teoriyi baskıcı devlet aygıtlarını “açıklayıcı“ teori olarak doğru bulur. Ama buraya kadar. Marksist devlet teorisinde buraya kadar doğru bulduğunu ideolojik devlet aygıtlarına taşımaz. Bu durumda Marksist devlet teorisi, baskıcı devlet aygıtları (hükümet, ordu, polis, yönetim, mahkeme, hapishane) söz konusu olduğunda doğru oluyor, ama ideolojik devlet aygıtları (okullar, kiliseler, partiler, sendikalar, medya, kültür) olduğunda yanlış oluyor. Althussser devleti bu aygıt ayrımıyla ikiye bölüyor, her bir aygıtın kendi mantığına göre işlevsel olduğunu savunuyor. “Üstat“, ideolojik devlet aygıtlarını, işçi sınıfının mücadele ederek ele geçirmesi ve nüfuzunu genişletmesi gerektiği alan olarak görüyor. Bu anlayışın mücadele eden örgütlü işçi sınıfı açısından taktiksel anlamı şudur: Baskıcı devlet aygıtlarına, örneğin polise “sızılamaz“. Bu anlamda Bolşeviklerin taktiğini doğru bulur. Ama söz konusu, devletin ideolojik aygıtları olunca durum değişir; bu aygıtlar reformist bir taktiğe; adım adım etkinin genişletilebilmesine uygun alan olarak görülür. Althusser neden böyle düşünür? Cevap oldukça basit: İdeolojik devlet aygıtları şimdiki, mevcut modern biçimiyle temel çelişiyi üstbelirlediği için bu alanlar sınıf mücadelesinin ana muharebe meydanları olur; devrime falan gerek yok, belirtilen üstbelirlemeden dolayı zaten olamaz. O halde bu alanlar ele geçirilmelidir. “Üstat“ reformizmi böyle haklı çıkartıyor.
İdeolojik
devlet aygıtlarında çalışma nasıl olmalıdır diye sorarsanız
“Üstat“tan cevap alamazsınız. Onun ideolojik haleflerinden
birisi olan Nicos Poulantzas bu soruya oldukça açık bir cevap
vermiştir. Ona göre devlet, “kendi
içine kapalı bir varlık olarak kavranmamalıdır. Tersine
(devlet), sınıflar ve sınıf fraksiyonları arasında, kendini
devlette özgün biçimde ifade eden bir ilişki, daha doğrusu bir
güçler ilişkisinin maddi sıkıştırılması“
olarak görülmelidir (Aktaran; Faktor 04/ 06). “Üstat“ devletin
baskıcı olmayan aygıtlarını, ideolojik aygıtlarını “uğruna
mücadele edilmesi gereken alan“ olarak görürken, öğrencisi
devletin kendisini “uğruna mücadele edilmesi gereken“, ele
geçirilmesi gereken alan olarak görmektedir. Nicos Poulantzas,
burjuva devletin giderek daha çok, daha büyük alanları mücadele
eden işçi sınıfı tarafından ele geçirilmelidir ve burjuva
devletin sosyalist devlete dönüşümü için kullanılmalıdır
diyor. Böylece Nicos Poulantzas, devrimde burjuva devlet mekanizması
yıkılmalıdır talebine karşı gelerek, o ele geçirilmelidir
diyerek Marksist devlet teorisinin içini boşaltıyor. Devrimde
devletin yıkılmasını sosyal devletin, birtakım demokratik
hakların yıkılması olarak görüyor. Hal böyle olunca Nicos
Poulantzas devrimden ne anlıyor diye sormak gerekir. Burjuva devleti
yıkarak kurulan sosyalist devletin, burjuva devletten bin kere daha
sosyal olduğunu, bin kere daha fazla demokratik hakların olduğunu
bilmiyor mu? Bilmesine biliyordur da...
“Üstat“ın
ve öğrencisinin teorilerinin, en azından devletle ilgili olarak,
devrimci bir durumda gerçek reformist karakteri hemen açığa
çıkar. Çünkü her devrimin temel sorunu iktidar sorunudur. Bu
baylar da, devrim yapmayı değil, burjuvazinin iktidar araçlarını
ele geçirmeyi önermekteler.
Althusser,
Marks'ı anti-hümanizmle suçluyor. “Üstat“ nezdinde insan
somut, hareket eden; işlevli özne olarak yok oluyor. Onun nezdinde
geçerli olan üretim ilişkileri, üretim biçimi gibi
kategorilerdir; “üstat“ bu kategorileri, insanlardan bağımsız
var olan yapılar olarak bağımsızlaştırıyor, nesnelleştiriyor.
Felsefede
tarihselcilik, bütün fenomenler sadece tarihleriyle açıklanabilir
anlayışıyla eş anlamlıdır, aynı anlama gelir diyebiliriz.
Böylece tarihselcilik Marksizmin özüdür demiş oluruz. Bu durumda
tarihselciliği reddeden diyalektiği reddetmiş olur. Bu bir
antimarksizmdir.
Ama
“üstat“ buna karşı çıkıyor, iş bildiğiniz gibi değildir,
yanlış öğrenmişsiniz diyor:
“Önceden
söyleyeyim ki, Marksizm teorik olarak ne tarihselciliktir ne de
hümanizmdir...Ama Marksizm, kendine özgü (benzersiz,
çn)
epistomolojik kopuşu sayesinde teorik olarak ifade edilirse
antihümanizmdir, antitarihselliktir“
(4).
“Üstat“a
göre açık ki Marks, kendi eserinin içeriğini anlayacak durumda
değildi ve tam da bundan dolayı tarihselciliği olumlamıştır!
“Üstat“
bu, bir bildiği vardır, onun bildiğini biz bilecek durumda değiliz
diyecek halimiz yok. Althusser, diyalektiğin, tarihsel materyalizmin
hem nalına hem de mıhına vuruyor! Ortaya çıkan durum şu:
Marksizmin
kurucuları tarihi reddetmiyorlar, ama Althusser reddediyor veya
tarihi Marksizmin kurucularının (Marks, Engels) anladığı gibi
anlamıyor. Peki, o zaman ”üstat“ bundan ne anlıyor? Onun
düşünce tarzını, hareketi inkar eden, görmezlikten gelen ve
bunu tarihselliği redde kadar götüren düz, basit bir
yapısalcılık sarmalamıştır. “Üstat“ın “eser“lerinde
tarihsellik kavramını tam olarak ne anlamda kullandığı pek açık
değildir.
Öyleyse
Althusser ne demek istiyor veya neyi açıkça söyleyemiyor?
“Üstat“, biraz yumuşatarak ifade edecek olursak, ister farkında
olsun isterse de olmasın diyalektiğe, harekete ve böylece tarihe
veda ediyor. “Üstat“, “yapı”yı, dinamiğin önüne
koyuyor.
“Tarihin
yapısını bizzat kavrayabilmek... için yansımaların sıralamasını
tersine çevirmek ve önce bütünselliğin özgün yapısını
bizzat düşünmek gerektiğini anladık“ (5).
İş
bu noktaya gelince diyecek bir şey kalmıyor.
1960'lı
yıllarda “üstat“, Marksizm “bilimsel“ olarak yenilemek
iddiasıyla ortaya çıktığında bayağı heyecan uyandırmıştı.
Ama Althusser bunu, Marksist kavramların ve tarihsel-materyalist
felsefenin seçilmiş teoremlerinin bütün tarihsel bağlarını yok
eden güya bilimsel bir düzen şemasına implantasyonu olarak
anladı. “Üstat“, Marks'ı geliştireceğim derken onu bir
Platon felsefesi savunucusuna dönüştürdü.
Althusser
mekanik düşüne aşılmalıdır iddiasındaydı, ama mekanik
düşünceyi başka bir tarzda devam ettirmeyi başardı: “Üstat“,
insanları, soyut yapı ilkelerinin melodisine göre dans eden
kuklalara dönüştürdü. Toplum ve bireyin ilişkilenişinin,
insanların dünyasal ilişkilerinin aynı düşünce tarzına göre
ele alınışı yok sayıldı; böylece “üstat“ bu
belirlemeleriyle Marksist düşüncenin kurtuluşçuluğunu,
özgürleştiriciliğini geri itti; Marksist düşünceyi dünyayı
açıklama -değişimi için ön koşuldur- yeteneğinden yoksun
kılmaya çalıştı. “Üstat“, özgürlük-zorunluluk ilişkisi
belirlemesinde diyalektiği topa tutarak uzaklaştırdı. Geleneksel
dogmatizme yakın duran, insan aktivitesini soyut zorunlulukların
bir ifadesi olarak anlamak istediği bir teori tipi ortaya koymaya
çalıştı. “Üstat“, ortaya Alman klasik felsefesinden,
hümanizmden, tarihsellikten, fanteziden, öznel faktörden mahrum
bir Marksizm çıkartmaya çalıştı.
“Üstat“ın
Marksizme katkı çabaları saymakla bitmez. Bir örnek vererek
geçelim: Althusser, “maddi mekanizma olarak çalışma
sürecinin teknoloji ve doğanın fiziksel yasallıkları tarafından
belirlendiğini“ savunur; çalışma süreci böyle
kavranmalıdır der. Böylece “üstat“, çalışan insanı veya
çalışma sürecindeki insanı Marks'a dayanarak makine ile
eşitler. Demagoji oldukça açık: Marks, çalışan insanı makine
ile eşitlediği için böyle bir sonuca varıyorum der “üstat“.
Tabii Marks'ın tam da bunun tersini söylüyor olması “üstat“ı
pek ilgilendirmez.
Örnek
olsun diye Marsk'tan konuya ilişkin bir değerlendirme aktaralım:
“İş,
her şeyden önce, hem insanın hem doğanın katıldığı ve
insanın kendisi ile doğa arasındaki maddi tepkimeleri dilediği
şekilde başlattığı, düzenlediği ve denetlediği bir süreçtir.
Doğanın ürünlerini kendi gereksinmelerine uygun bir birimde ele
geçirebilmek için... doğa güçlerinden birisi olarak onun
karşısına geçer. Dış dünya üzerinde bu şekilde etki yaparak
onu değiştirmekle, aynı zamanda kendi doğasını da değiştirir.
Uyuklamakta olan güçlerini geliştirir ve bunları dilediği gibi
hareket etmeye zorlar. ...Her çalışma sürecinin sonunda, daha
önceden işçinin imgelerinde başlangıç halinde var olan bir
sonuç elde ederiz“ (6).
“Üstat“ın
kendi pozisyonunu Marks'a dönüş olarak lanse etmesi hiç
inandırıcı değildir. Açık ki bu çabanın altında yatan,
kendini Marksist olarak göstermektir. Otobiyografisinde “Marks'ın
otoritesine dayanmayı“ parti-taktiksel bir manevra olarak
açıklar ve kendi bakış açısının “hiç de Marks'ınkıyle
aynı olmadığı“ tespitini de yapar. Böylece “üstat“
nasıl bir “Marksist“ olduğunu da açıklamış olur.
Althusser'in açıktan açığa Marks'ı referans alması ve Marks'a
“katkısı“ göz önüne getirildiğinde şöyle bir durum ortaya
çıkıyor: “Üstat“, Marks'ın düşüncesini ifade eden ne
varsa ya inkara ya da üstünü örtmeye kalkışmıştır.
“Yapısalcı
Marksizm“, toplumsal olguyu/gelişmeyi “öznesi olmayan güç,
nesnel güç, başından beri kimseye ait olmayan güç“
(Althusser) olarak görür. E. Balibar da hocasını izleyerek
toplumsal olguyu “insanların etkileyemeyeceği... bağımsız
bir hareket“ olarak tanımlar. Bizzat Marks'ın -hem genç
Marks olarak Marks'ın hem de Kapital'i yazma olgunluğuna varmış
Marks olarak Marks'ın- toplumsal olguyu/gelişmeyi”insanların
karşılıklı faaliyetlerinin ürünü“ olarak görmesi
“üstat“ı ve öğrencilerini; bir bütün olarak “yapısal
Marksizm“i pek ilgilendirmez.
Marks'ı
anlamak, Marks'ı çürütmek, Marks'a bir şeyler eklemek, Marks'ı
geliştirmek üzerine tartışmalara baktığınızda ortaya bir
gerçek çıkıyor (İstiyorsanız birden çok gerçek
çıkartabilirsiniz). O da şu: Marks bütün yazılarında “11.
Feuerbach tezi“ne göre hareket ediyor. Yani Marks, sadece dünyayı
yorumlamak istemiyor, onu değiştirmek istiyor. Marks'ın bu
tavizsiz tavrı; sorunlara bakışı, kaçınılmaz olarak
karşıtlarını da harekete geçiriyor. Marks'ın görüşlerini
inkar etmek, olmuyorsa zamanı geçmiş ilan etmek, o da olmuyorsa
değiştirmek (geliştirmek) için dünya çapında sürdürülen,
örgütlü örgütsüz çaba hiçbir zaman eksilmemiştir. Öyle ki
burjuvazi, salt bu işle uğraşsın diye üniversitelerinde,
akademilerinde ”Marksolog“lar yetiştirmiştir. Komünist hareket
geleneğinden gelenlere yol göstermiştir. Dışarından saldırlara
içten çürütme eşlik etmiştir. Dış saldırı sınıf
düşmanından geldiği için biliniyor, orada bir kuşku yok. Ama iç
saldırı hep “geliştirme“, “ekleme“, “yeni koşullar”,
“yeni tezler“ adına yapılmıştır. Bu saldırıların hepsi
Marks'ı, görüşlerini ve son kertede de Marksizmi dogmalaştırmak,
devrimci ruhunu öldürmek, işe yaramaz hale getirmek için
yapılmıştır. Bunlardan birisi de Althusser'dir. “Üstat“
Marksizmi, diyalektiği neredeyse hiç değişmeyen yapılara
dönüştürmek ve Marks'ı “11. tez“ anlamında yok etmek için
bayağı uğraşmıştır.
O
dönem bu yoldan kimler geçmedi, burjuvazi hangi galon figürlerini
öne sürmedi ki; 19. yüzyıl sonunda Nietzsche'yi gelişen
Marksizme karşı felsefe alanında mücadele alanına sürdü. Ona
Bernstein-revizyonizmi eşlik etti.
Althusser
“üstat“, Marks'ı ikiye bölen “kahraman”dır!
1960'lı
yılların ortasında “Marks İçin“ ve “Kapital'i Okumak“
kitaplarıyla “üstat“ bayağı bir heyecan uyandırmış ve
etrafında çok sayıda öğrenci toplamıştı. “Üstat“,
düşüncede akrobasi konusunda da bayağı ustaydı. Onun teori
üretiminin kenarında köşesinde değil de merkezinde duran ne
vardır diye sorarsak aklımıza hemen düşüncede akrobasi yeteneği
geliyor. (Akrobasi kavramından başka bir kavramla durumu izah
edememeyi eksikliğim olarak görmenizi isterim). “Üstat“, bir
Marks'tan iki Marks yapmayı veya Marks'ı ikiye bölmeyi kafasına
koymuştu. Althusser, erken yazıları dönemindeki Marks (genç
Marks) ile Kapital analizini yapan Marks (olgunlaşmış Marks)
arasında hiç bir bağ yoktur diyor. Marks, gökten yere inmedi, her
dünyalı gibi onun da bir gelişme çizgisi olmuştur ve onun
gelişmesi kaçınılmaz olarak düşüncesine de yansımıştır.
Yani genç Marks ile olgun Marks arasında birtakım geçiş
kanalları olmalıdır. Ama “üstat“ın bununla ilgilenmemesi
oldukça düşünürcüdür. Althusser sadece bir tespit yapıyor:
Marks gençlik dönemindeki eserlerinin merkezi görüş açısından
uzaklaşmıştır; örneğin yabancılaşma teorisi anlayışına,
materyalist diyalektik anlayışına mesafeli yaklaşmaya
başlamıştır. Kapital'den buraya birtakım alıntılar aktararak
Marks'ın gençlik döneminde kullandığı formülasyonları aynen
kullanmaya devam ettiğini kanıtlamayı gereksiz görüyorum.“Üstat“,
Marks'ı ikiye bölüp ortaya tek Marks'tan iki Marks çıkarınca,
onun öğrenci çevresi neler yapmazdı ki! Bu, ”imamla cemaat“
ilişkisine benziyor biraz da. Nihayetinde öğrenci çevresi,
Marks'ın kendi düşünce devriminin temel karakterini bizzat
kavramadığı sonucuna vardı. İş bu sonuca varmakla kalsa, o
kadar önemli değil diyebilirsiniz. Ama hiç de öyle değil;
sonuçtan sonuç çıkartılmaya veya sonuç yorumlanmaya başlandı:
Kapital, katışıksız mantıksal yapılandırılmış bir
kategoriler ağı oluşturmaktadır ve bu ağ ancak kendi bağlamı
içinde kavranabilir ve bu ağla; bu durumda Kapital'in içeriği ile
toplumsal pratik arasında hiçbir şekilde bağlantı kurulamaz.
Kapital'in içini boşaltmanın bir yolu da böyleydi. Yukarıda
”üstat“ın toplumsal olguyu/gelişmeyi nasıl gördüğünden
bahsetmiştik: Althusser, toplumsal gelişmeyi son kertede yapıların
gizemli öz dinamiğinin bir dışa vurumu olarak görüyor. Bu
nedenle “bu yapılar, öznesi olmayan güçtür“ diyordu.
Buna karşın Marks da toplum insanların karşılıklı faaliyetinin
ürünüdür diyordu. Marks'a göre insanlar toplumu üretiyor,
toplum da insanları üretiyor. Böylece Marks, insanların tarihsel
öz etkinliğinden bahsediyor. Bizim “üstat“ ise bu “öz
etkinlik“ öznelerini; yani insanları teorik tasavvur ufkundan
da aforoz ediyor.
“Üstat“ın
bu özelliklerini bilmek lazım. Belki de bu özelliklerinden dolayı
öğrenci çevresi onu “Marksizm-yenileyicisi” olarak
tanımlamıştır.
Althusser'in
teori çalışması, bütün temel noktalarında Marksizmden
uzaklaşan, toplumsal değişim teorisi olmayan bir çabadır.
Örneğin günümüzde kapitalizmi anlamak için Marksizmde var olan
teorileri, anlayışları ondan uzaklaştırmak, böylece onun içini
boşaltmak “üstat“ın temel sorunu olmuştur. Tabii ki bunu
Marks'ı geliştirmek adına yapmıştır. “Üstat“, Marksist
olmayan bir Marksizm oluşturmak için çaba harcamıştır. Aşağıda
göreceğimiz gibi onun Anadolu coğrafyasındaki öğrencileri de
Marksist olmayan bir Marksizm oluşturmaya çalışıyorlar.
“Üstat“,
“Marks İçin“ ve “Kapital'i Okumak“ kitaplarında
Marksizm-Leninizm tarafından Marksist felsefenin geliştirilmesin
meydan okuyor; “Marksizm“in Stalin tarafından dondurulmasını,
dogmalaştırılmasını lanetliyordu. Althusser'e göre Stalin
önderliğinde Bolşevikler, diyalektik ve tarihsel materyalizmin
yasal bütünlüğünden bahsetmekle bu konuyu işlemekle neredeyse
cinayet işlemişlerdi. “Üstat“, bu yasal birliği paralamayı
ve felsefeyi ayakları üzerine oturtmayı tarihi görev olarak
görmüştü. Althusser'e göre ne de olsa “Marksizm, pratiğin
felsefesi değildi, aksine felsefenin pratiğiydi“.
Althusser'in
çalışmaları dikkate alınmaksızın günümüzde
Post-yapısalcılık pek anlaşılamaz.
3-Marksizmin
krizi, çatallaştırılması ve mezhepleştirilmesi
“Üstat“,
1977'de “Nihayet Marksizmin krizi patlak verdi“
diyerek “Marksizmin Krizi“ni
bütün dünyaya ilan etti. Althusser'e göre Marksizmin krizi, bir
taraftan Marksizm, devlet ve SSCB'de sosyalizm/Marksizmin bütün
yönleriyle analiz edilmemiş olmasından ve diğer taraftan da yeni
sosyal hareketlerin ortaya çıkmasından kaynaklanıyordu.
Marksizmin
krizinden ilk bahseden tabii ki, bizim “üstat“ değildi, bu
krizin bir asırlık tarihi vardı. Althusser'in anlayışına
gelmeden önce bu tarihe bir bakalım:
Marksizmin
krizi sorunu, Marksizm-Leninizmden kopmuş aydın çevrelerin,
partilerin özellikle ekonomik ve toplumsal çelişkilerin
keskinleştiği dönemlerde 'Marksizm veya çeşitli Marksist akımlar
ne ölçüde toplumsal özgürlükçü, yol gösterici teori olmayı
hak ediyorlar veya bu yönlü temel savlarını ne derece yerine
getiriyorlar' sorularıyla bağlam içinde gündeme getirilmiştir.
Sorunun ele alınış tarzı ve içeriklendirilme çabası bu
çevrelerin “Marksizmin krizi“nden Marksizmi yok etmeyi,
Marksizmi, Marksizm yapan temel ilkeleri, anlayışları geçersiz
kılmayı veya reformlaştırmayı, burjuvazinin kabul edebileceği
hale getirmeyi hedef edindiklerini göstermektedir.
Aslında “Marksizmin krizi“ sorunu ideoloji, teori, felsefe,
diyalektik materyalizm veya “sorun“ hangi alandaysa o alanda
burjuva ve küçük burjuva ideolojisini, tasfiyeciliğe karşı
oldukça önemli bir ideolojik mücadele sorunudur. Karşı tarafın
“senden gözüken“ kesimleri, değişim, dönüşüm, yeni
koşullar, geliştirme, gündemdeki sorunlara cevap verecek duruma
getirme adı altında Marksizmi, Marksizm olmaktan çıkartma
masasına yatırıyorlar. E. Bernstein böyle bir yol izleyerek
Marksizmi revizyona tabi tutmaya çalışmadı mı? Gelişen
kapitalizmin gündeme getirdiği yeni sorunlardan ve buna cevap
verilmesinden bahsetmiyor muydu?
Özellikle
Almanya ve Rusya'da gelişen sınıf mücadelesi, giderek
radikalleşen grevler, direnişler; toplumsal çelişkilerin
keskinleşmesi; devrimcileşmesi emperyalist çağın başlangıcında
II. Enternasyonal partilerinin stratejik ufkunu zorluyordu, aşıyordu.
Emperyalist çağın başlangıcında revizyonizm sorunu, Marksizmin
o zaman gündemde olan sınıf mücadelesinin acil sorunlarına cevap
verememesinden kaynaklanmamıştı. Sorun gelişme, yeni koşullar
adı altında Marksizmi tasfiye etmek isteyen güçler tarafından
Marksizmin krizi olarak gündemleştirilmeye çalışılmıştır.
Leninizm
ulusal (Rusya) ve uluslararası alanda Marksizmi tasfiye etmek
isteyen güçlere karşı mücadele içinde gelişmişti. Bu mücadele
II. Enternasyonal'in çökmesiyle, örgütsel ayrışmayla, devrimci,
komünist örgütlerin kurulmasıyla sonuçlanmıştır. Olması
gereken de buydu. Amaç ortaklığının kalmadığı bir yerde amaca
giden yol (reform, devrim) ve yöntemi üzerine tartışmanın da bir
anlamı olmayacaktı.
Post-Marksist
ve revizyonist bir çok çevre, Bernstein revizyonizmini “kaba
Marksizm“e bir cevap olarak görür. Uzun süren ”büyük
durgunluk“tan sonra (1873-1895) kapitalist yükselişin sosyalizme
doğru “doğal gelişme“yi geçersiz kıldığı anlayışındadır.
Yani krizden sonra yükselen kapitalist konjonktür, değişim, yeni
durum, yeni koşullar olarak sunulmaktadır. Bu yeni koşullar da
toplumun, insanlığın sosyalizme doğru ilerleyişi anlayışını
eskitmiş oluyor. “Kaba Marksizm“ bu yeni duruma, değişime
cevap veremediği için, daha doğrusu sosyalizmde ısrar ettiği
için “Marksizmin kriz“ patlak veriyor!
“Marksizmin
krizi“nden, daha doğrusu “Ortodoks Marksizmin krizi“nden
bahsedenler, Marksizmi “kaba Marksizm“ olarak damgalıyorlar;
revizyona tabi tutuyorlar, burjuvazinin cephaneliğinden aldıkları
bazı teorilerle, anlayışlarla “geliştiriyorlar“ ve buna
karşın da burjuvazi, Bernsteinlaştırılmış “Marksizmi“,
yani revizyonizmi kabul edilebilir görüyor.
“Marksizmin
krizi“ hikayesi böyle başlamıştır ve onun tarihi Post-modern
saldırılarla, Post-Marksizmle başlatılamaz.
“Marksizmin
krizi“ tarihi; Marksizmi başkalaştırma, revizyona tabi tutma
tarihi, aynı zamanda Post-Marksizmin tarihidir.
O
dönem Post-Marksizm, Marks ve Engels döneminde oluşan “Marksizmin
krizi“nden bahsediyordu ve doğrudan Marks ve Engels'e
saldırıyordu. Günümüzde Post-Marksizm ise Marksizm-Leninizmden
bu yana Marks ve Engels dönemindeki Marksizme “sahip çıkarak”
Leninizme saldırıyor. Bu nedenle Marksizm-Leninizm kavramını
değil, Marksizm kavramını kullanıyorlar.
“Marksizmin
krizi“ ikinci defa 1931'de Karl Korsch tarafından
gündemleştirilmiştir. İkinci defa krizden bahsetmenin nedeni
SSCB'inde sosyalizmin inşası eksenindeki tartışmalar ve
Marksizm-Leninizmin gelişmesi olmuştur. Tabii burada SSCB'nde
ekonomik ve toplumsal gelişmenin “Stalinistleştirilmesi“ esas
sorun olmuştur. Bu anlamda Marksizm-Leninizm, sosyalizmin inşası,
“Stalinistleştirilmiş“ bir Marksizm-Leninizm ve sosyalizmin
inşası olarak algılandığı için “Marksizmin krizi“ patlak
vermiş ve bunun sonucunda Bolşevik partiden kopuşlar (Troçkizm)
ve özellikle Avrupa'daki komünist partilerindeki ayrışmalar
gündeme gelmiş oluyordu. Açık ki, dünya devriminin ilk adımı
olarak Ekim Devriminin başarılı sonuçları; sosyalizmin inşası,
günümüzde Marksizm olarak Marksizm-Leninizmin gelişmesi yeni bir
yol ayrımını kaçınılmaz kılmıştır. Sosyalizmden, devrimden,
komünizmden Marksizm-Leninizmden farklı anlayışlara sahip olanlar
farklı yerlerde toplanmışlar; yeni bölünmeler olmuştu. Bu da
kaçınılmazdı. Kavramlara farklı anlamlar yüklenince beraber
yola devam etmenin de koşulları kalmamış olur.
Post-Marksistlere
göre Marksizmin ilk “krizi“ne uzun durgunluktan sonra
kapitalizmin yükselişi neden olmuştu. Sonuç: Marksizm adına
konuşan farklı akımların ortaya çıkmasıdır.
Anlaşılan
o ki ikinci “kriz“in nedeni de SSCB'nde sosyalizmin inşası
sorunları ve Marksizm-Leninizmin gelişmesi neden olmuştur. Sonuç:
Marksizm adına konuşan yeni akımların ortaya çıkmasıdır.
Üçüncü
“kriz“ SSCB'nde Kruşçev revizyonizminin siyasi iktidar gasp
etmesi (1956, SBKP (B) 20. Kongresi) ile patlak vermiş olması
gerekir. Ama sosyalizmin yenilgisini ifade eden bu tarihsel gelişme
genel olarak Post-Marksistler tarafından bir kriz nedeni olarak
görülmez. Kruşçev revizyonizminin iktidara gelmesi; proletarya
diktatörlüğünün yıkılması sonuç itibariyle daha önceki
“kriz“lere göre daha derin, köklü parçalanmalara, yeni
akımların ortaya çıkmasına neden olmuştur.
“Marksizmin
krizi“ uzmanları, Marksizmin üçüncü “krizi“ni “üstat“ın
1977'de “Nihayet Marksizmin krizi patlak verdi“ ilanıyla
başlatırlar.
“Üstat“,
Kasım 1977'de “İl Manifesto” tarafından Venedik'te düzenlenen
“Devrim sonrası
toplumlarda iktidar ve muhalefet”
kongresinde “Marksizmin
krizi”nin patlak
verdiğini ilan etmişti.
Revizyonizm
ve Post-Marksizm, Marksizmi bir ikilemle karşı karşıya
bırakmaktadır: İddiasızlaşmak istemiyorsak Marksizmi
yenilemeliyiz; ya yok olmak ya da yenilenmek! “Marksizmin
krizi“nden anlaşılanın bu olması istenmektedir ve Marksizme
“katkı“ da hep bu amaçlı olmuştur. Marksizmin, günümüzde
de Marksizm-Leninizmin bütünselliğini; işçi sınıfının bilimi
oluşunu sürekli soru götürür hale getirenler de revizyonistler
ve Post-Marksistler olmuştur. Onlar Marksizmi bu amaçlı tartışmak
isterler; parçalarına bölmek, bütünselliğini yok etmek, şu
tarafına bu tarafına gelişme adına birtakım ekler yapmak ve
sonrasında onu tanınmaz hale getirmek esas amaçtır. Her seferinde
“yeniden Marks“a dönmenin amacı budur. Önemli olan, sınıf
mücadelesinde devrimci teori olarak Marksizmin içini boşaltmaktır;
mücadelenin sorunlarına cevap veremez hale getirmektir, bir
dogmalar yığınına çevirmektir. Ama Post-Marksizm bunu Marksizmi
bir dogmalar yığınına çevirmemek adına yapar; Marksizmi,
Marksizm-Leninizmden arındırmak için yapar.
“Üstat”,
Fransız Komünist Partisinin (FKP) revizyonistleşmesini
revizyonizmde aramıyor, Leninizmin “Stalinist” deformaysyona,
çarpıtılmaya uğratılmasında arıyor. Althusser, bir komünist
partisi iç yaşamında, pratiğinde “kitlelerin siyasi
pratiğinde parti ile ilişkisini” temelden değiştirmek için
“kaleyi terk etmelidir” (7) “komünistin
özgürlüğünü sağlamalıdır” diyordu. Aslında
Althusser 1968-gençlik hareketinin tetiklediği dünya çapında
kitlesel hareketlerin, İtalya ve Fransa gibi emperyalist ülkelerde
canlanan işçi hareketinin, Portekiz ve Şili gibi ülkelerde
“devrimci durumlar”ın, ulusal kurtuluş hareketlerinin zaferinin
gündeme getirdiği sorunlara cevap arıyordu. Ama yanlış yerde
arıyordu. Marksizm-Leninizm veya Leninist düşüncenin “Stalinist”
çarpıtılması mı bu arayışın önünde engeldi? Sovyet modern
revizyonizminin, “Avrupa komünizmin”nin ceremesini
Marksizm-Leninizme çektirmek esas amaçtı. Bu nedenle
Marksizm-Leninizm hedef alınmıştı.
“Üstat”,
“Marksizmin krizi” ile “önemli ve yaygın olarak
henüz tam bilinmeyen bir gerçekliğe” dikkati çekmek istemiş
(8). Althusser pek bilinmeyen bu gerçekliği bir taraftan
“emperyalizm ile işçi ve halk kitleleri arasındaki sınıf
mücadelesinin temel çelişkisinde ve bu çelişkinin paradoks
biçimlerinde (Uluslararası komünist hareketin krizi)” arar
(9).
“Üstat”,
“temel kriz”den “bugün, sınıf mücadelesinin
Marksist geleneğe sahip devrimci örgütlerinin içinde
bulundukları (fiili) zorluklar, çelişkiler ve çıkmaz sokaklar”
olarak kavrar (10).
Revizyonizmin tahribatını Marksizm-Leninizmde, Stalin dönemindeki
SBKP(B) ve sosyalizmin inşasında aramakta ısrarlı olan Althusser,
birçok işçi açısından “işçi
hareketi tarihinde geçmişi ile geleceği arasından bazı şeylerin
sakatlandığı” anlayışındadır
(11). “Kitleler”in
“gerçekleşmiş bir
idealinin olmadığı”,
“artık sosyalizme
canlı bir bağlarının kalmadığı”(12)
anlayışındadır.
“Üstat”, Avrupa komünizminin bir cevap olmadığı
anlayışındadır, ama aynı zamanda sosyalizme SSCB'indekinden
farklı yolla da varılacağı anlayışındadır; neden başka
yolların aynı sonuca götürmeyeceği, “niçin
ve neden dolayı Sovyet sosyalizmi Stalin'e ve şimdiki rejime
(revizyonist
SB kastediliyor, çn)
neden olabilmiştir”
(13) sorularının cevaplandırılmasını ister.
Balibar,
Bois, Labica und Lefèvre gibileri de sosyalizme geçişte somut
yönlenme ve stratejinin gerekliliğini işlerler; siyasi tespitlerde
o zaman için yaşanmakta olan kapitalist krizin ortaya koyduğu
“belirleyici yeniliklerin” 'treni kaçırmamak' için
mutlaka hesaba katılması gerektiğinden bahsederler. Direniş gücü
olarak var olmanın imkansızlaşacağı konusunda uyarırlar (14).
Yeni olan, incelenmesi gereken üç durumdan bahsederler:
1-
Dünyanın emperyalist güçler tarafından yeni bir işbölümüne
dayanan yeni bir paylaşımının oluşması.
2-
Özellikle o zamanki yaşanmakta olan krizde açığa çıkan krizin
gelişmesinde emperyalistler arası çelişkilerin önemi ve
3-
Sosyalist ülkelerin dünya pazarına yeniden entegrasyonu eğilimi.
Bu
kriz teoriyi etkiler; “Marksist teori, teori olarak kendi adına
yapılan tarihten sorumlu olduğu için değil” (15),
aksine teori üzerine pratiğin öncelliği Marksist tezinden
dolayı; “üstat“, Marksistler için siyasi pratiklerinin”biçim
ve sonuçları“, “bizzat teorik bir kapsama“ (anlama)
sahiptir anlayışındadır (16).
Althusser,
bu kriz tarihseldir der; bir başlangıcı bir de sonlanması vardır
der; “üstat”, bu kriz “bizim
açımızdan '30'lu yıllarda başlamıştır ve başlarken de
boğulmuştur”(17)
anlayışındadır.
“Üstat” açık konuşur; emperyalizm '30'lu yıllardaki dünya
çapındaki krizinden yeni yapılanmalarla çıkarken, yeni bir dünya
savaşıyla (II. Dünya Savaşı kastediliyor) çok güçlü bir
yükseliş gerçekleştirirken Marksizm “teorik” formülerle
bloke edilmiştir, dogmalaştırılmıştır, “Stalinizm
önderliğinde işçi hareketi”
belli bir çizgi ve pratiklere zorlanmıştır anlayışındadır
(18).
Krizin
sonlanması da patlak vermesiyle birlikte başlamıştır; bunda
uluslararası komünist hareketin “Stalinizm”den arındırılma
sürecinde ortaya çıkan krizinin öncelikli bir rolü olmamıştır.
Bu krizin nedeni (yani “Marksizmin üçüncü krizinin”
nedeni) “yeni güçlere ve potansiyellere sahip işçi ve
halk yığınlarının şimdiye kadarki emsalsiz hareketinin gücünde
aranmalıdır. Bugün, olası kurtuluş ve yenilenme anlamında
Marksizmin krizinden bahsediyorsak, bu kitle hareketinin tarihsel
olasılığından ve gücünden dolayı” bahsediyoruz (19).
Demek
ki, teorik olarak Marksizmin krizi her şeyden önce kitlelerin
pratik sorularına cevap verememeden kaynaklanmaktadır.
“Üstat”,
“şimdiki kriz ... bizi Marksizme olan ilişkimizde ve bundan
dolayı da bizzat Marksizmde bir şeyleri değiştirmeye
zorlamaktadır” anlayışına varır (20).
“Üstat“
neyin değiştirilmesi gerektiğine de cevap veriyor: “Tarihi
geleneğimiz asla 'safi' değildir, 'çatışmalı'dır. Marksizm
teorik bir birliği ifade eden bir bütünlük değildir; teorik
ilkelerin, güvenilir analizlerin yanı sıra zorlukları,
çelişkileri, eksiklikleri olan bir eserdir”(21).
“Üstat”
hangi zorluklardan, çelişkilerden bahsediyor, ilan ettiği
“Marksizmin krizi”nde hangi çelişkiler, güçlükleri ön
plana çıkartıyor diye sorarsak cevabını şöyle veriyor; iki
temel çelişkiden bahsediyor:
-”Gerçek
Marksist devlet teorisi yoktur”.
-Marksist
miras, “sınıf mücadelesinin örgütlerinin, her şeyden önce
de siyasi partilerin ve sendikaların gerçek bir teorisini”
içermemektedir (22).
Şimdi
“gerisi yalandır”, “demagojidir” diyebiliriz:
Demek
ki, Marksizm bir devlet teorisine sahip değildir; Sosyalist devlet
şöyle de böyle de olabilir; mutlaka SSCB'inde olduğu gibi olmak
zorunda değildir; mutlaka sınıf diktatörlüğü olmak zorunda
değildir; “çokluk”un, “ezilenler”in devleti de sosyalist
devlet olabilir.
İşçi
sınıfının partisi mutlaka Leninist örgütlenme olmak zorunda
değildir; hemen herkesin; “çokluk”un, ezilenlerin de üye
olduğu parti de olabilir.
Bir
teori olmadığına göre “ezilenlerin partisi”ni
teorileştirebilirsin!
“Üstat”,
Marksizmi Marksizm olmaktan çıkardığı için yeni Marksizm
oluşturmanın da yolunu açmış oluyor. Bu nedenle olsa gerek onun
Anadolu'daki yansıması bir tür Marksizm oluşturabiliyor.
Sonuç
itibariyle:
Althusser,
günümüzde yapısalcılığın en önemli temsilcilerinden
birisidir; Marksist felsefe ile yapısalcılığı birleştirmeyi
denemiştir. Tarihte bir şeyler oluşturmaya çalışan çok insan
gelmiş geçmiştir. “Üstat“ ise yeni bir Marksizm oluşturma
çabasına girişmiş ilk “kahraman“dır. Ortaya tamamen tarih
dışı bir “Marksizm“ çıkmıştır; gerçek diyalektikten,
teoriyi pratikte kanıtlama gibi can sıkıcı sorunlardan
arındırılmış bir “Marksizm“. ”Üstat“ın istediği,
“teorik pratik“te kanıtlanan bir “bilim“dir.
“Üstat”,
Marks'ın deneyciliğe (amprizm) eleştirisine dayanarak, şeylerin
“özü” görünümlerinde değil de “teorik pratik”te
aranması gerekir anlayışında olduğu için deneyciliğin olumlu
içeriğini tamamen reddetmiştir. Üst yapıya aşırı bir iktidar
gücü vermiş; onu altyapıdan bağımsızlaştırmış, üst yapıyı
alt yapı yanında var olan, onunla değişmeyen bir ilişki içinde
görmüştür. “Üstat” işini bilir -başka türlü de “üstat”
olamazdı- kendisine Marksizmden kopuyor denmesin diye “son kertede
ekonomi” belirleyicidir diye sık sık vurgulama ihtiyacını
duymuştur. Ama yaptığı demagojiden başka bir şey değildi;
bizzat kendisi birçok yerde (23) “son kertede ekonominin
belirleyici” olduğunu
reddetmiştir; “ne şimdi ne de son anda son mercinin
zamanı gelmeyecek”.
“Üstat”, “teorik pratiğin” lekesiz, bakir bir “Marksizm”ini yapılandırmayı, oluşturmayı kafasına koymuştur. (Anadolu'da ona öykünenler de var). Diyalektiğin tekil yasalarının geçerli olduğunu dönem dönem kabul etmiştir. Ama onu da düşüncenin yasaları olarak , teori olarak ilgili olduğu kadarıyla.
Marksizmin
şu veya bu konudaki görüşlerini, ondan alıntıları, genel
çerçevesinden koparmak ve anlamını başkalaştırmak bakımından
gerçekten bir “üstat”tı; Marksizmi geliştirmek adına onu tam
bir revizyona tabi tutmak, Marksizmle bağdaşmayan görüşlerini
Marksist kılıfa sokarak Marksizmi yenilemek bakımından oldukça
ustaydı.
Değiştirmek,
geliştirmek, değiştirilmesi, geliştirilmesi istenenden tamamen
koparak yapılamaz. Bu nedenle “eski“yene atıfta bulunmak
gerekir. Örneğin E. Bernstein, Marksizmden, Marks'tan bahsetmeden
Marksizmi nasıl geliştirebildiyse Althusser de aynı yöntemi
kullanmıştır; Marksizmi geliştirmek, yenilemek için
Marksizm-Leninizme saldırmıştır; SSCB döneminde sosyalizmin
inşasına, Leninist parti örgütlenmesine vb. saldırmıştır.
Bütün bunları Stalin döneminden diyalektiğin donuk
yapılandırılmasına karşı mücadele için yapmıştır!
Althusser'in
öğretisi ne kendi zamanında ve ne de şimdi ilerici bir rol
oynamıştır; toplumun gelişmesinde “yapılar“ın önemini
vurgulamasıyla sosyal ve politik gelişmede üretici güçlerin
oynadığı role karşı mücadelede antimarksist argümanların
önünü açmıştır. “Hegelci Mistizme“
karşı mücadele adı altında materyalist diyalektiğe, bu anlamda da Marksizme karşı acımasız saldıranlardan birisi de bu “üstat“tır. Ama Papa ile görüşme talebinde bulunan ve 1979'da görüşen de odur. Sabit, değişmeyen “yapılar“la diyalektiğin ruhuna saldırmaktan geri kalmamıştır.
karşı mücadele adı altında materyalist diyalektiğe, bu anlamda da Marksizme karşı acımasız saldıranlardan birisi de bu “üstat“tır. Ama Papa ile görüşme talebinde bulunan ve 1979'da görüşen de odur. Sabit, değişmeyen “yapılar“la diyalektiğin ruhuna saldırmaktan geri kalmamıştır.
“Üstat“ın
takipçileri, onun düşüncelerinden hareketle ve geliştirerek yeni
teoriler üretmişlerdir ve teorilerini de bizzat Post-yapısalcı
teoriler olarak tanımlamışlardır. Ve böylece Post-mondernizme
zemin hazırlamışlardır. Nihayetinde L. Althusser, kendi düşüncesi
ve pratiğiyle kendine karşı savaş açmış birisidir; Marks'tan
alıntılarla Marksist olunamayacağını kendi yaşamıyla
göstermiştir.
”Üstat“ın
ideolojik mirasçıları kimlerdir? Şimdi bir de buna değinelim.
4-
Marksizmin Post-Marksistleştirilmesi
Aslında
Post-Marksizm, ”yeni Marksizm” (Neo-Marksizm) oluşturma
çabasıdır. Ama bunun olamayacağını bu çabayı sürdürenler de
biliyorlar. Nihayetinde Post-Marksist düşünceleri geliştirenler
farklı geleneklerden geliyorlar. Bu nedende dolayı da yöntem ve
teorileri bir iç bütünsellik taşımamaktadır. Örneğin Negri
bir Post-Marksisttir, Kurz, Mouffe, Laclau Balibar, da birer
Post-Marksisttir. Ama oluşturdukları bir Post-Marksizm yoktur.
Belki de bunlarda yeni bir Marksizm oluşturma konusunda Althusser'in
Anadolu'daki öğrencilerinin sahip oldukları cesaret yoktur.
Post-Marksizm
dendiğinde akla ilk gelenler Chantal Mouffe ve Ernesto Laclau'dur.
1985'te yayımlanan “Hegemonya ve Sosyalist Strateji; Radikal
Demokratik Bir Politikaya Doğru” kitabında “sol” politikayı
teorik olarak temellendirmeye çalışmışlardır. Aslında bu
yazarlar, “Marksizmin krizi” adı altında gündemde olan “modern
revizyonizmin krizi” ile açığa çıkan çaresizliğin
sorunlarına cevap vermeye çalışmışlardır. Marksist kriz
teorisine, siyasi mücadelelere iktisadi ve sosyal sınıf konumu
açısından bakılmasına karşı çıkmışlardır. Sınıfı,
insanların üretim ilişkilerindeki yerine göre tanımlama yerine
siyasi tartışmaların ve mücadelelerin bir sonucu olan politik bir
kategori olarak görmüşlerdir. Örneğin onların anlayışına
göre ezilenler pek ala bir sınıftır.
Mouffe
ve Laclau, radikal politikanın artık proletaryanın veya sınıf
mücadelesinin hakimiyeti altında olmayacağı düşüncesindeler.
Onlara göre yeni sosyal hareketlerin mücadeleleri sınıf
mücadelesinin Marksist kategorisini havaya uçuracaktır.
“Ezilenler”in kıymeti şimdi anlaşılıyor değil mi? Yeni
sosyal hareketler, ezilenlerin mücadelesi bu Post-Marksistlerin
antimarksist cephaneliğinden alınmıştır; Marksizm-Leninizmi
inkar etmenin işçi sınıfının tarihsel rolünü inkar etmenin
bir kaynağı da Post-Marksizmdir.
Chantal
Mouffe ve Ernesto Laclau, Gramsci ve Althusser gibi “Marksist”
teorisyenlerin düşüncelerini geliştirmeye çalışmışlardır.
Etienne
Balibar, Slavoj Zizek, Alain Badiou, Jacques Ranciere de
Post-Marksizmin önde gelen temsilcileridir.
Ama
burada doğrudan Post-Marksizmin önde gelen temsilcilerinden ziyada
“Üstat”ın tezgahında geçen takipçilerini (Post-Marksist,
Post-yapısalcı) ve ayrıca da Kurz ve Negri'nin anlayışlarını
kısa da olsa açacağız.
Michel
Foucault
(1926-1984) bunlardan birisidir. “Ecole Normale Superièure“de
Althusser ile beraber eğitim görmüştür.
Michel
Foucault akıl hocası Althusser'den daha da ileri gitmiştir; öyle
ki, Althusser'in Marksizmi radikal revizyona tabi tutuşuyla
(yapısalcılık) Marksizme karşı acık düşman tavır alış
arasında belirleyici bağıntıyı oluşturmuştur. Foucault veya
başkaları, bütün Post-Marksistlerin belki de tek ortak yönleri
Marksizm-Leninizme karşı açık düşmanlıktır. Foucault,
Marksizme değil, Nietzsche
”ideoloji“sine
dayanan birisidir, nesnel gerçekliği reddeder (“Gerçekler
değil, sadece yorumlar vardır“
- Friedrich Wilhelm Nietzsche).
M.
Foucault, diyalektiği reddini hocası Althusser'den almıştır.
Onda yeni olan, nesnel gerçeğin, tanınabilir bir dünyanın
varlığının reddidir. Böylece Foucault'nun Post-yapısalcı
düşüncesi Post-modernizm için iyi bir bağlantı noktası
oluşturur. Foucault şöyle der: “İsyanın yer
belirlemesi yoktur, ayaklanmanın ruhu yoktur, ayaklanmaların veya
devrimcilerin katışıksız yasasının kaynağı yoktur. Bunun
yerine, her biri kendine özgü bir durum olan dirençlerin çoğulluğu
vardır“. Böyle düşününce ortada ne ilerici bir toplum
bilimi kalır ne de devrimci özne olarak işçi sınıfı.
Post-modernizm,
felsefede kavrayış (biliş) modellerinin özgür bir
kombinasyonunu savunur. Post-monderizm için kavrayış modellerinde
çoğulluk en doğal olandır. Post-modernizm aydınlanmanın
geleneğine, ilerlemenin bütün konseptlerine karşıdır; bunun
yerine ideolojide çoğulculuğun propagandasını yapar; her şeyi
yapmak serbesttir. Yani bir komünist partisinde birden çok ideoloji
savunulabilir. Bir komünist partisi sınıf partisi değil de birden
çok sınıfın partisi olabilir, olmalıdır. Bu düşünceler çok
tanıdık! Hele bunu sınıf yerine konmaya çalışılan ezilenlerle
birleştirirseniz, durum daha da anlaşılır olur.
“Frankfurt
Okulu“, Post-modern için zemini gübrelemiştir, hazırlamıştır.
Bu “okul“un düşünce tarzı ve görüşleri avanak küçük
burjuvaziyi mest eder. Bu “okul“un, Marksizmin içini boşaltmak
için ondan görünüşte adım adım uzaklaşması, avanak küçük
burjuvazi tarafından Marksizmin geliştirilmesi olarak algılanır.
Örneğin bu “okul“un önde gelenlerinden Horkheimer'in 1969'da
bir söyleşide “belki
de Nietzsche Marks'tan daha büyük bir düşünürdür“ sonucuna
vardığını açıklaması bazı küçük burjuvalarda Nietzsche
hayranlığını körüklemiştir. “Totaliter“ (bütüncül)
Marksizme karşı amansız düşmanlığı körükleyen kaynaklardan
birisinin de bu “okul“ olması “Marksist“ küçük burjuva
avanakları pek ilgilendirmez. “Stalinizm“ öne sürülerek
Marksizm-Leninizme karşı amansız düşmanılığın ilerleme adına
bu “okul“ tarafından yaygınlaştırılması Nietzsche
hayranı “Marksist“ avanak küçük burjuvazinin umurun da bile
değildir. Neden olsun ki? Onlar için; tasfiyeciler için
Marksizm-Leninizmi ideolojide, teoride ve örgütlenmede tasfiye
etmeye hizmet eden her türden düşünce ilericidir; yeni koşullarda
Marksizmdir veya Marksizmin geliştirmesidir. Leninist örgütlenmeye;
sınıf partisine, işçi sınıfına saldırı, “ezilenler”e
onda olmayan özelliklerin atfedilmesi, Marksizm-Leninizmden
vazgeçilerek ve sadece Marksizmden bahsedilerek Marksizmin
“ezilenlerin Marksizmi”ne dönüştürülmesi acaba hangi amaca
hizmettir diye bir kere de olasa kendinize sormanız gerekmez mi?
Marks'ı
Post-Marksist hazırlamanın ve sunmanın “kahraman”larından
birisi de Robert Kurz'tur.
Kurz,
emeğin değerinin kalmadığından bahseder. Aslında emeğin
değerinin kalmadığını en “tumturaklı”, en acımasız, bu
konuda Marksist teoriyi cepheden çarpıtıcı savunanlar, artı
değer üretmenin olanaklarının kalmadığını öne sürenlerdir.
Bu türden düşünceler, mutlaka ve mutlaka Marks'a veya genel
olarak ifade edecek olursak Marksizme dayandırılır. Öyle ki Kurz,
Marks'tan alıntı yapmaktan da geri kalmaz. Böylece, zehir
saçan, kapitalizmi kapitalizm olmaktan çıkartan, işçi sınıfının
tarihsel rolünü reddeden ve onun yerine bireylerin düşünce ve
eylemini koyan bu düşünceler günümüz koşullarında Marksizm
olarak anlatılır. Sınıf ve partinin yerini kendiliğindencilik
almıştır; iradi olarak kapitalizm çökertilmiştir; devrimden
umudunu kesenler kendilerini bireylerin eylemlerine vermişler, her
ezilen antikapitalist ilan edilmiştir. Bu durumda ortaya yeni
düşünceler çıkar, ama bu düşüncelerin sınıf mücadelesiyle
uzaktan yakından ilişkisi yoktur.
R.
Kurz başlı başına bir demagogdu (Birkaç hafta önce öldü).
İşçi hareketini, evet sınıf mücadelesini kapitalizmin ajanı
ilan eden odur. Daha da ileri gidip Marks'ı kapitalizmin bilinçsiz
savunucusu yapan da odur.
Marks'ı,
Post-Marksistleştirerek ortadan kaldırmaya en çok “özen
gösteren“ de odur. Tek Marks'tan iki Marks çıkarmayı her halde
Althusser'den öğrenmiştir; Kurz, Marks'ı gerçek Marks ve gerçek
olmayan Marks diye ikiye böler. Öyle ki, “üreticilerin
birliği”ni “bireylerin birliği”ne çevirerek Marks'ı
Post-Marksistleştirmekten çekinmez.
Negri
de bir Post-Marksisttir. Marksizme “katkı“sından dolayı onu
ayrıca ele alıyoruz.
5-Negri,
“İmparatorluk“ ve “Çokluk“
Althusser
“üstat“ özneyi tarihten aforoz etti, ortalıkta tarihi
değiştirecek, devrim yapacak bir güç kalmadı diye karamsar
olmaya gerek yok! Post-Marksizm işin kolay yolunu buldu; her ne
kadar “üstat“ bir bütün olarak tarihi öznesiz bırakmışsa
da, Post'çular tarihi sadece işçi sınıfından mahrum bırakmayı
doğru buldular. Öznesiz kalan tarih birden bire işçi sınıfı
dışındaki veya artık “önemsizleşen” işçi sınıfıyla
birlikte sayısız öznelerle dolup taşmaya başladı: Hem genel
anlamda hem de her bir ülkenin özgünlüğünün (örneğin
Türkiye'de alevilik) ortaya çıkardığı öznelerden geçilmez
oldu. Birkaçını belirtmek gerekirse: Kadın hareketi, çevre
hareketi, ulusal kurtuluş hareketleri, ezilen inanç hareketleri,
barış hareketleri, savaş karşıtı hareketler, siyahilerin
hareketi, farklı cinsel eğilimli olanların hareketleri vs. Bunlara
“sosyal hareketler“ deniyor. Bu hareketlerin Avrupa ve dünya
sosyal forumlarının bel kemiğini oluşturmaktalar. Bu hareketler
ne iş yaparlar konusuna girmeyelim (24).
Bu
sosyal hareketlerin veya ortalığı kaplayan “yeni“ öznelerin
temel özellikleri üretimle doğrudan bir ilişkilerinin olmaması
ve dolayısıyla üretim ilişkilerindeki konuma göre
oluşmamalarıdır. Yani bunlar, doğrudan işçi sınıfı ile
öznesel bir ilişkisi olmayan hareketlerdir. Negri bunlara “çokluk“
diyor, Ezilenlerin Marksizmcileri de “ezilenler“ diyor. Şimdi bu
hikayenin gelişmesine bakalım. Ama önce şu ”İmparatorluk“
üzerine birkaç gönderme yapalım.
“İmparatorluk“
kitabının neden oldukça popüler olduğunu bir türlü
anlayamamıştım. Burjuvazi okuyor ve heyecanlanıyor. Küçük
burjuvazi okuyor ve heyecanlanıyor. Kendini Marksist sanan avanak
küçük burjuvazi okuyor ve heyecanlanıyor. Bu kitabı okuyup da
heyecanlanmayanlar sadece ve sadece Marksizm-Leninimzin
”dinozorları“dır.
Bu
kitap, Marksizmi reddetmek için yanıp tutuşan tasfiyecilerin,
Marksizmi, içini boşaltarak “geliştirmek“, yani
Post-Marksistleştirmek isteyenlerin önünü açtı.
Alice'in
“harikalar diyarı“ varsa Post-Marksistlerin de “İmparatorluk
diyarı“ var. Masalı hatırlarsınız. İki kız kardeş pikniğe
gider. Onlardan biri olan Alice, "Geç kaldım" diyen bir
beyaz tavşanın arkasından gider ve tavşanın girdiği deliğe
bakarken delikten içeriye düşer. Masal böyle başlar. Küçük
delik bir anda büyür ve Alice'i fantastik bir dünyanın içine
çeker. Alice artık harikalar dünyasındadır. Ama masal bu
büyüleyici hayal dünyasından bir ağacın dibinde Alice'in
uyanması ile sona erer.
Negri
ve Hardt'ın “İmparatorluk“u da bir harikalar dünyası;
fantastik bir dünya. Marksist kalarak Marksizme karşı mücadele
etmek için yol açıcı bir dünya. Bu nedenle Marksist kalarak
Marksizme sırt çevirenler, Marksizmi Post-Marksistleştirerek içini
boşaltmak isteyenler için çok önemli bir kaynak.
Aslında
kitapta öyle pek de yeni denebilecek bir şey de yok; Negri
1970'lerden bu yana savunduğu düşünceleri derlemiş. Ama
anlaşılan o ki, bazıları için ilham kaynağı olabiliyor.
Bu
kitabın Türkçesi yayımlandıktan sonra (sanırsam 1999) siyasi
kimliği, duruşu bilinen birtakım insanların “yeni“
düşüncelere ne kadar açık olduklarını gördüm. Negri'nin bir
açık, örgütlü taraftarları var, bir de, diyelim ki “gizli“
taraftarları var. Coğrafyamızda “gizli“ taraftarlarının ne
kadar çok olduğunu duysa herhalde şaşırır! Kimdir bunlar diye
soracaksınız. Bunların kim olduğunu savundukları düşünceleri
aktararak tarif etmeye çalışayım.
Bu
kitapta “emperyalizmin miadını doldurduğu“, “İmparatorluk“
diye tanımlanan bir düzende yaşıyor olduğumuz ana tema olarak
işlenmektedir. Tabii bu arada Negri ve Hardt, “değer yasasını“
ortadan kaldırıyorlar ve işçi sınıfını “çokluk“a
dönüştürüyorlar.
Birdenbire
ulus-devletin artık yok olmaya başladığını, dünya cumhuriyeti
kurulduğunu savunanlara bu düşüncelerini nereden aldıklarını
bir sorun.
Sermaye
ve üretimin uluslararasılaşmasını, emperyalist küreselleşmeyi,
yeni bir evre olarak yorumlayanlara, yeni bir düzende yaşadığını
sananlara bu düşüncelerini nereden aldıklarını bir sorun.
Negri
ve Hardt, “İmparatorluk ancak evrensel bir cumhuriyet,
kapsayıcı ve sınırsız bir mimariyle tasarlanmış bir iktidar
yapıları ve karşıt dengeler ağı olarak görülebilir.
İmparatorluğun yayılmasının emperyalist yayılmayla hiçbir
ortaklığı yoktur ve fetih, yağmalama, katliam, halkları
köleleştirerek sömürgeleştirme eğilimindeki ulus devletlere
dayanmamaktadır. Bu emperyalizmden farklı olarak İmparatorluk,
iktidar yapısını genişletir ve pekiştirir …Nihayet,
İmparatorluğun gelişmesinin ve yayılmasının temelinde barış
arayışının olduğu unutulmamalıdır” diye yazıyorlar.
Sermaye
ile emek arasındaki kopmaz diyalektik bağı kopartarak, kapitalizmi
kapitalizm olmaktan, dolayısıyla işçi sınıfını işçi sınıfı
olmaktan çıkartanlara, onun yerine herkesi sermaye tarafından
sömürülenler konumuna getirenlere ve böylece bir ezilen sınıfı
oluşturanlara bu düşüncelerini nereden aldıklarını bir sorun.
Kapitalizmde
eşitsiz gelişme yasasını geçersiz sayarak sermaye ve üretimin
uluslararasılaşmasından neredeyse küresel bir iktidar (mali
oligarşi iktidarı) çıkartanlara bu görüşlerini nereden
aldıklarını bir sorun.
Negri,
“Fethedilen ve sömürgeleştirilen hiçbir dış bölge yoktur”
diyor. Böylece Leninist emperyalizm analizi en azından sömürgecilik
noktasında silinip atılıyor, geçersiz kılınıyor. Peki bundan
ne sonuç çıkartılıyor? Marksizm-Leninizm sömürgecilik
analizinin yetersiz olduğundan hareketle mali sömürgecilikten
bahsedenlere bu görüşlerini nereden aldıklarını bir sorun.
“Çokluk”
ve sınıfsal karakteri:
Negri,
hiçbir yerde, hiçbir yazısında ne “İmparatorluk“ta ve ne de
“çokluk“ üzerine yazdığı “Çokluk“ kitabında bu kavrama
açıklık getirmiştir.
Emperyalist
çağı bitiren, “İmparatorluk“ kuran Negri'nin “çokluk“
kavramını tanımlamaması oldukça ilginç.
Marksizm-Leninizm
toplumsal sınıfları ve tabakaları oldukça ayrıntılı incelemiş
ve tanımlamıştır. Ama bu Negri'de yok ve onun sınıf anlayışı,
çokluk tarifi Marksist-Leninist sınıf analiziyle taban tabana
zıttır.
“Çokluk”la
ilgili olarak Negri, bu “bir sınıfsal kavramdır, sınıfın
yeni bir versiyonudur” diyor. Yani “çokluk” sınıfsal bir
içeriğe sahiptir, işçi sınıfı değildir, ama “sınıfın
yeni bir versiyonudur”. Açık ki Negri, eski sınıfın yerini
alan, ama ona benzemeyen, ondan ileri, ondan daha kapsayıcı bir
sınıftan en azından “versiyon”undan bahsediyor. Öyle ya, her
toplum formasyonunda temel sınıflar olduğuna göre “İmparatorluk”
toplum formasyonunda da “çokluk” temel sınıflardan birisini
oluşturmaktadır.
Negri,
işçi sınıfını ötelemek, önemsileştirmek ve çokluğu onun
yerine koymak, önemlileştirmek için katakulli yapmaktan da
çekinmiyor. Önce sömürüyü değiştiriyor ve sonra da “sömürü
değiştiği için sistem değişti” diyor. Negri, “çalışan”
insanları üretim ilişkilerindeki yerine göre sınıflara
ayırmıyor. Yani kapitalizmde üretim aşamasını öteliyor, onun
yerine yeniden üretim ve tüketim aşamasını ön plana çıkartıyor.
Bu aşamada çalışanların hepsi de işçi değil.
Negri
bunu saflığından dolayı yapmıyor. O da biliyor ki, kapitalizmi
yıkacak ve sosyalizmi kuracak yegane sınıf, işçi sınıfıdır.
Ama siz üretim sürecini önemsileştirirseniz, işçi sınıfını
önemsileştirmiş olursunuz. Yeniden üretim ve tüketim sürecini
ön plana çıkartırsanız, bu alanda çalışan herkese
(ezilenlere) devrimcilik atfetmiş olursunuz.
Negri'de
sınıfsal mücadele yok, birey mücadelesi vardır.
Bu
konuda şöyle der: “Post-modern çağda, ... çokluğun
yaşamını en iyi ifade eden militandır: ... İmparatorluğa karşı
direnişin temsilcisi … Militandan söz ederken, aklımıza Üçüncü
Enternasyonalin donuk, çileci temsilcisi gibi bir şey gelmiyor.
Disiplin ve görev temelinde hareket eden, her hareketinin ideal bir
plandan kaynaklandığını savunan birilerini düşünmüyoruz …
Günümüz militanı bir temsilci olduğunu savunamaz, hatta
sömürülenlerin en temel insani ihtiyaçlarının temsilcisi
olduğunu dahi. Tersine günümüzün devrimci politik militanlığı,
daima alması gereken uygun biçimin ne olduğunu yeniden
keşfetmelidir: temsili değil kurucu aktivite. … Militanlar
emperyal emre yaratıcı bir tarzda direnirler“ (25).
Burada
örgütsüzlük, kendiliğindencilik, bireycilik savunulmaktadır.
Tek başına kahramanlar, militanlar, aktivistler kapitalist sisteme
karşı “yaratıcı“ bir karşı koyuş içindeler. “Cep
telefonu“, Internet, Facebook üzerinden kurdukları “ağ“larla
kapitalist sisteme “yaratıcı“ tarzda ağır darbeler
vuruyorlar. Paris varoşlarının, “öfkeliler hareketi“nin,
“Occupy hareketi“nin neden göklere çıkarıldığını,
buralarda antikapitalizmin
yaygınlaşıp, ortak düşünceye dönüştüğünü şimdi daha iyi
anlıyoruz.
Negri
ve Hardt, ücretli işi ortadan kaldırdırmakla, üretim
koşullarının da kapitalist biçimini yok etmiş oldular, çünkü
”İmparatorluğun yeni dünya düzeni“nde kapitalist üretim
koşulları artık sermayenin doğrudan kendini değerlendirme
koşulları olmaktan çıkarlar. Ücretli iş ortadan kaldırılınca
onun yerini çokluk alır. Çokluk da oldukça değişik, farklı
hizmet sunan “rengarenk“ bir kalabalıktır. Maddi olmayan işi
üç tipini takip ederseniz bunların taşıyıcısı olan çokluğa
varırsınız.
Bunu
yaparken Negri ve Hardt, mülkiyet sorununu önemsizleştirirler.
Sanırsınız ki, “maddi olmayan iş” dünyasında maddi üretim
koşullarının artık pek önemi kalmamıştır.
Negri
ve Hardt, mülkiyet sorununu önemsizleştirirken onun en etkili
yönünü yok ediyorlar. Bunu yapabilmek için maddİ olmayan işe
sarılıyorlar. Anlaşılan o ki, maddi olmayan işte işbirliği
özel bir öneme sahip oluyor: “Maddi olmayan iş, dolaysız bir
biçimde toplumsal etkileşim ve ortak faaliyet
gerektirir...işbirliği çalışma etkinliğine tamamen içkindir”
(26). Çokluk olanlar, ortak olanı üretirler ve bu ortak olan da
gelecekteki üretimin temelini oluşturur. Bu, sarmalımsı biçiminde
giderek genişleyen bir harekettir (27). Ortak olan, biyopolitik
üretimin her iki sonunda ortaya çıkar: Ortak olan “hem nihai
üründür hem de ürünün başlangıç koşuludur. Ortak olan hem
doğal hem de yapaydır... Bu biyopolitik doku üzerinde çokluk
diğer çokluklarla birleşir ve binlerce kesişim noktasından,
çoklu üretimleri birbirine bağlayan binlerce rizomdan...
kaçınılmaz olarak çokluğun yaşamı doğar” (28).
Maddi
olmayan işin güya böylece ilk kez ortaya çıkan ortaklıkçı
karakteri, katışıksız tekniksel olarak egemen özel mülkiyetin
içini oyması ve onu sadece “soyut ve aşkın bir kavrama“
dönüştürmesi gerekir; bu kavram gerçek ekonomik iktidara değil,
sadece “hukuksal bir iktidara“ sahip olmalıdır. “Bugün
üretim araçlarının özel mülkiyeti, ortaklaşa ve maddi olmayan
işin hegemonya kurduğu çağda miadını doldurmuş bir çürümüşlük
ve gaddarlıktan başka bir şet değildir” (29).
Hocalardan
şunu öğreniyoruz: Bütün çokluk üyeleri üretim araçlarına
erişime sahiptirler; yani üretim araçlarından kopuk değiller.
Çalışmak isteyen herkes uygun üretim koşullarına erişebilirler.
Bu
durumda her bir çokluk üyesi, kendi üretim koşullarına sahip
olduğu için ekonomik olarak zaten özgürleşmiştir. Bu nedenle
sadece ve sadece İmparatorluk tarafından ancak işlerinin ötesinde
ezilebilir ve sömürülebilir.
Böylece
hakimiyet ve sömürü doğrudan üretim sürecinden uzaklaştırılır.
Bu uzaklaştırma aslında mülkiyetin yoklaştırılmasından başka
bir anlam taşımaz. Bu oldukça anlamlıdır: Kapitalist, üretim
koşulları üzerindeki koşulsuz, sınırsız hakimiyet hakkını
kaybettiğinde, bu koşulları artık sermaye olarak kullanamaz;
üretim üzerindeki hakimiyetini kaybeder ve böylece canlı emek
üzerindeki hakimiyetini de kaybeder. Burada sermayenin emeği
boşaması, sermaye ile emek arasındaki kopmaz diyalektik bağın
koparılması; işgücünü satmak zorunda olanların
özgürleştirilmesi; sermaye karşısında herkesin ezilen yapılması
anlatılıyor. Çok tanıdık düşünceler değil mi? “Emeğin
sermayeye tabi olmasının koşullarının bizzat sermaye tarafından
ortadan kaldırılması“ diye anlatılan tam da budur. Bu
gelişmenin sunucunu Negri ve Hardt “çokluk, biyopolitik öz
örgütlenmedir“ diye tanımlıyorlar (30). Bazıları da bunu
kapitalizmi kapitalizm olmaktan çıkartmak için, kendiliğinden
çöküşü kanıtlamak ve herkesi ezilen yapmak için argüman
olarak kullanıyor.
Hocalar,
emperyal iktidar makinesinin genel koşulları altında çokluğun öz
örgütlenmesini kurmuş oluyorlar.
Hocalar,
“öz örgütlenme“ kavramıyla işbirliğinin kapitalist biçimine
olan farkı vurgulamış oluyorlar; kapitalist dünyada işletmeci
işgücünü satın alır ve kendi kontrolü altında amacı için
kullanır. İmparatorluk'ta ise üreticiler kendi ürünlerini bizzat
örgütlerler.
Açık
ki, İmparatorluk'ta işbirliği biçimleri sermaye tarafından
harekete geçirilmiyorlar. “Girişimcilik genel zeka çerçevesinde
öznelerin ortak faaliyeti yoluyla örgütleniyor” (31). Burada
“genel zeka” ile kitle entelektüelliği kastediliyor; bu da
öncelikle entelektüel ve iletişimsel biçimlenmiş maddi olmayan
işin ana bileşenidir. Burada sermayenin kendini değerlendirme
sürecine tabi olunmuyor, tersine çokluk kendi işini (emeğini)
kendisi için kullanıyor. Bu sonuca varmanız için mutlaka Negri ve
Hardt'ı okumanıza gerek yok. “Emeğin sermayeye tabi olmasının
koşullarının bizzat sermaye tarafından ortadan kaldırılması“
düşüncesini takip ederek de aynı sonuca varabilirsiniz!
Çokluğun,
menşei bakımından işçi sınıfıyla bir ilişkisi yoktur. Negri,
çokluğu ulusal egemenliğin emperyal egemenliğe dönüşmesiyle
siyasi tutarlılığını kaybeden halkı başkalaştırarak
oluşturmuştur. Çokluk, üretim koşularından koparıldığı için
işgücünü satmak zorunda kalan, sermaye dediğimiz yabancı üretim
koşulları altında çalışmak zorunda kalan kitle (sınıf)
değildir. Bu anlamda çokluğun işçi sınıfıyla bir ilişkisi
yoktur. Çokluk üyelerinin üretim araçlarına özgür erişimi
var. İşgüçlerini değil, hizmetlerini veya ürünlerini
satabilirler. Diğer taraftan çokluk, işgücü satın almıyor; bu
bakımdan da kapitalist işletmeciden ayrılıyor. Yani çokluk ne
işçi ne de kapitalist. İkisinin ortasında bir yerde duruyor.
Maddi olmayan işinin (emeğinin) üretim koşullarıyla bağından
dolayı konumu bir küçük burjuvanın konumuna benziyor. Böylece
İmparatorluk'ta herkes küçük burjuvalaşıyor.
Gerçekten
de klasik küçük burjuva ile hocaların oluşturduğu çokluk
arasında bir dizi paralellik var: Klasik küçük burjuva devlet ve
büyük işletmeler tarafından sömürüldüğüne inanıyor.
Hocalar da İmparatorluk'ta böyle bir durumun olduğunu anlatmaya
çalışıyorlar. Küçük burjuvazinin çalışma sürecinde sömürü
önemli bir rol oynamıyor, bu durumun İmparatorluk'ta da devam
etmesi isteniyor. Klasik küçük burjuvanın açık seçik,
antagonist bir sınıf karşıtı yok; İmparatorluk'ta da çokluğun
açık seçik antagonist bir sınıfsal karşıtı yok. Klasik küçük
burjuvazi kendini sınıf zıtlıklarının ötesine/üstünde görür;
bu zıtlıklar İmparatorluk'ta yumuşatılmıştır, uyuma
dönüştürülmüştür. Klasik küçük burjuvazi, kurtuluşunun
özel koşullarını genel koşullar olduğuna inanır;
İmparatorluk'ta çokluk ise yaşam tarzında kurtuluşun genel
koşullarını görür. Klasik küçük burjuvazi bir geçiş sınıfı
olarak geleceğinin olmadığını görerek kahrolur; İmparatorluk'ta
çokluk geleceğin kendisi olmuştur.
Hocaların
tasarımındaki çokluk üyeleri, esneklikleri, hareketlilikleri,
işbirliğine yatkın olup olmamaları bakımından bir yere bağlı,
geleneksel bilinçli küçük burjuva atalarından ayrılıyorlar.
Çokluk üyeleri ulusal devleti tanımayan küresel ekonominin dünya
vatandaşı olmalıdır. Kurtuluşları sadece küresel olabileceği
için küresel ağlarla işbirliği içinde hareket ediyorlar.
Geleneksel küçük burjuvazinin idealini oluşturan yalıtılmış
özel topluluklar artık amaç olmaktan çıkmıştır.
Hocalar,
İmparatorluk'ta çokluğun yaşamı diye belki de kendi yaşamlarını
anlatıyorlar. Belki de çokluk gibi kendilerini benzersiz, çok
yanlı, özel bir şey olarak hissediyor olabilirler. Alışkanlıkları,
yaşam tarzları, çokluk üyelerini karakterize ediyor olabilir.
Hocalar, kendilerinin ve çokluk üyelerinin iliklerine işlemiş
temel özelliklerden bahsediyorlar. Tanımladıkları küçük
burjuva karakter kendi yaşamlarından alınmıştır. “Çok
kaliteli“ “afektif emek“leriyle (duyusal/duygusal emek) bu
hocalar, çokluğun çekirdek kadrosuna dahiler. Belki de bundan
dolayı bütün küçük burjuva aleme geleceği gösteriyorlar:
“Yapmamız
gereken, İmparatorluğun içinden geçip diğer tarafından
çıkmaktır... Küreselleşmeye karşı-küreselleşme ile,
İmparatorluğa karşı-imparatorluk ile karşı konulmalıdır”
(32).
Hocalar,
çokluk üyelerini üretim araçlarının fiili sahipleri yapıyorlar
ve böylece onları geleneksel küçük burjuva konumuna
getiriyorlar. Ama haksızlık etmeyelim, bazen de proletaryadan
bahsettikleri oluyor. Ama bununla işgücünü satmak zorunda olan
sınıfı, işçi sınıfını kastetmiyorlar. “Emeğin ve devrimin
öznesinin temelli değiştiğini kabul etmemiz gerekiyor,
dolayısıyla bizim bu konudaki anlayışımız da değişmelidir.
Kavramsal olarak proletaryayı biz, işgücü kapitalist üretim ve
yeniden üretim biçimleri tarafından doğrudan ya da dolaylı
olarak sömürülen ve bu biçimlere tabi kılınan herkesi kapsayan
geniş bir kategori olarak alıyoruz...Sömürülen ve kapitalist
tahakküme tabi olan herkesi proletarya kategorisi altında
topluyoruz” (33).
Durum,
tanımlama oldukça açık: Burada işgücünün satılmasından, bu
satıştan doğan ücret bağımlılığından söz edilmiyor. Aynı
zamanda ücretli işi kendine tabi kılan ve amacı için kullanan
sermayeden de bahsedilmiyor. Açık ki, proletaryaya özgü unsur,
horcaların proletarya kavramında yok. Üretim araçlarının
mülkiyeti herhangi bir rol oynamıyor. Proleter olmak için
işgücünün “doğrudan ve dolaylı olarak sömürülmesi” ve
üretim ve yeniden üretimin “kapitalist normlara” tabi olmaları
yetiyor. Bu tanımlama bize sömürünün İmparatorluğun herhangi
bir yerinde gerçekleşiyor olduğunu, ama bunun üretimle bir
ilişkisinin olmadığını anlatıyor. Bu durum İmparatorluk'ta
bütün yaşamı etkisi altına alıyor; herkes bir biçimde
sömürülüyor, eziliyor.
Hal
böyle olunca; herkes bir biçimde ezilip sömürülünce “çokluk”
ezilen, sömürülen sınıf olarak karşımıza çıkar.
İmparatorluk'ta çıkmasa da Anadolu coğrafyasında çıkar.
Diyeceksiniz
ki, hocalar “kapitalist normlar”a (biçimlere) tabi olmaktan
bahsediyorlar. Evet bahsediyorlar, ama “kapitalist normlar”
proletaryaya özgü olanı belirleyen özelliklere sahip değiller.
Herkes orada, “kapitalist normlar”da toplanmış; üreten, meta
satan ve satın alan orada ve kapitalist rekabetin halkalarını
oluşturuyorlar.
“Proletaryanın
geniş kavramı”nda üretimin yanı sıra yeniden üretimi de yer
alıyor ve bu özellikle vurgulanıyor. “Afektif çalışma”yla
birlikte ele alındığında -ki İmparatorluk'ta başka türlü de
olamaz- proletaryanın ve “afektif çalışma”nın kapsamı
herkesi içeriyor, bu kavramlardan dışlanan kimse kalmıyor. Bu
durumda İmparatorluk'ta herkes kendini bir biçimde -ya üretimde ya
da yaşamın yeniden üretiminde faal olarak- horcaların proletarya
kavramı içinde buluyor.
“Çokluksa,
… açık ve kapsayıcı bir kavramdır...Diğer yandan bugün
üretimin sadece ekonomik değil daha geniş anlamda, toplumsal
üretim olarak anlaşılması gerekiyor, yani sadece maddi malların
değil iletişimin, ilişkilerin ve yaşam biçimlerinin de üretimi
olarak. Böylelikle çokluk, potansiyel olarak, toplumsal üretime
katılan tüm figürlerden oluşur“ (34).
Demek
ki, hocalar işçi sınıfı kavramı içinde olmayanları da “geniş
proletarya kavramı” içinde saylıyorlar. Çokluk, sanayi
işçilerini, maddi olmayan işçileri, tarımda çalışanları
göçmenleri, işsizleri vs. kapsamına alan “biyopolitik
figürler”den oluşmaktadır ve bunlar “somut yerlerde farklı
yaşam biçimlerini temsil ederler” (Çokluk).
Hocalar,
bütün ahaliyi aynı kategoriye -çokluk- dahil etseler de, bir
sınıftan bahsediyorlar; “kapitalist ilişki dahilinde”, onu
“ayakta tutan” bir sınıf (35).
Ama
bu sınıfın karşıtı yok, olması gerekir. Hocalar, “sermaye
ilişkisi”ni gerçek sosyal bir ilişki olarak algılamıyorlar;
öyle algılamış olasalardı bu ilişkinin bir tarafında sermaye
sahibinin, diğer tarafında da proletaryanın olması gerekirdi.
Onların “sermaye ilişkisi”nden anladıkları, küresel çapta,
soyut bir hakimiyet yapılanmasıdır. Bu yapılanmada dünya
pazarının anonim, belirlenmemiş gücü ulus devletlerle
birleşiyor. Hocalar, böyle bir imparatorluğu, dünyayı kapsamına
alan bir ağ olarak görüyorlar ve bu ağ da ulusal iktidarlardan,
uluslararası kurumlardan (IMF, BM, tekeller, hükumet dışı
örgütler vs.) oluşuyor. Bu “emperyal iktidar makinesi”ni
ayrıntılı anlatıyorlar, ama ortada bu hakimiyetin taşıyıcısı,
dayandığı ve işçi sınıfının karşıtı olan bir sınıf yok.
Açık
ki ortaya herkesin dahil olduğu bir sınıf çıkıyor, Ama herkesin
dahil olduğu bir sınıf olmaz ki. Negri ve Hardt, sınıf kavramını
böyle yok ediyorlar ve bu İmparatorluk'ta sistematik olarak
işleniyor. Bu nedenle İmparatorluk teorisi sınıf kavramını yok
etme teorisi dersek pek abartmış olmayız. Her şeyden önce sınıf
kavramı, fark gözetmeksizin güya bütün insanları kapsayan
“biyoiktidar” konseptiyle çelişki içindedir. Anonim iktidar
makinesi olarak iktidar öznelleştirilirken, özneler
güçsüzleştiriliyor (iktidarsızlaştırılıyor) ve sonra da bu
iktidarın sultası altında ortaklaşmış bir yaşamı
paylaşıyorlar; bu iktidar karşısında aynılaşıyorlar.
Çokluk
için Negri ve Hardt'ın buldukları, dizayn ettikleri sosyal
varoluş koşulları her türden sınıf bağını dışlamaktadır:
Her şeyden önce çalışmanın (emeğin) koşullarına özgür
erişim, kapitalist/burjuva mülkiyetin iktidar gücünü
yoklaştırıyor. Hal böyle olunca işin (emeğin) sermayeye tabi
oluşu ortadan kalkıyor; yani emek özgürleşiyor ve çokluk
üyeleri spontan ve zorlukla karşılaşmadan komünist ağlar
kurabilecek duruma geliyorlar. Gizemli, görünmeyen bir iktidar
gücüyle maddi olmayan “emek” (çalışma), hakim mülkiyet
sınırlarını sorunsuzca aşıyor. Böylece farkına varmadan yeni
bir toplum düzenine girmiş oluyoruz. Varoluş krizcilerinin yerli
versiyonu sermaye ile “emek” arasındaki diyalektik bağı
koparıp, “emeği” özgürleştirirken böyle bir düzeni tarif
etmeye çalışıyor. Ama Negri kadar cüretkar değil.
“Marks'ın
gelecek olarak gördüğünü bugün yaşıyoruz. İşgücünün bu
radikal dönüşümü ve bilim, iletişim ve dilin üretici güce
katılması bütün bir emek (iş) fenomonolijisini ve üretimin
bütün bir dünya ufkunu yeniden tanımlamaktadır” (36).
Ne
güzel değil mi? Birkaç katakulli ile işler yoluna konuyor,
problem kalmıyor. Dikkat ettiyseniz komünist ağlarda rekabet yok;
hocalar bir kalem darbesiyle rekabeti komünist ağlardan
dışlıyorlar. İşçi sınıfı boşuna örgütlenmiş; sosyal
kurtuluşu için boşuna mücadele etmiş. Hardt ve Negri, bir kalem
darbesiyle sosyal kurtuluş sorununu ortadan kaldırıyorlar; ama
öyle birdenbire değil, yavaş yavaş. Sınıf mücadelesi yok, onun
yerine çokluk üyeleri bireysel ağlarda çalışıyorlar, bunu
yaparken de o zamana kadar kendilerine yabancı olan üretici
güçlerin dünyasına sahip oluyorlar.
Kendiliğinden
çöküşün yerli savunucusu da aynı görüşte. Tek farkla; o bu
işi sermayeye yaptırıyor; adını “emeğin sermayeye tabi
olmasının koşullarının bizzat sermaye tarafından ortadan
kaldırılması” koyuyor. Sonrası malum; sınıf mücadelesi
olmaksızın kapitalist sistem kendi kendine çökmüş oluyor,
“emek” özgürleşiyor ve çalışanlar -bu noktadan sonra çokluk
veya ezilen demenin de bir anlamı kalmıyor- o zamana kadar
kendine yabacılaştırılmış olan üretici güçlerin dünyasına
sahip oluyorlar. Mutlu son böyle geliyor!
Böylece
çokluk, başka bir sınıfı baskı altına almadan, ezmeden sosyal
olarak özgürleşmiş bir sınıf olarak karşımıza çıkıyor.
Bütün sınıflar bu rengarenk kalabalık içinde eriyorlar. Çokluk
sosyal olarak özgürleştiğine göre devrime de gerek kalmıyor.
Aynen öyle oluyor veya hocalar böyle demek istiyorlar ve onların
yerli versiyonu da aynı görüşte, o bu işi sermayeye yaptırıyor.
Siyasal
kurtuluşun tarihsel bir zorunluluk olmaktan çıkartılması böyle
gerçekleştiriliyor.
İmparatorluğa
vasıl olduktan sonra “emek” her türlü dolaysız kösteklerinden
kurtulmuş, özgürleşmiş oluyor. Bu nedenle günümüzde
çokluk'lar veya yerli versiyona göre sermayenin bizzat
özgürleştirerek konumsal eşitliklerini sağladığı unsurlar
-burada ezilenler- artık devrimci özneler olamazlar; buna gerek de
yok. Bunlar artık küçük burjuva liberallerdir ve işleri güçleri
daha fazla demokrasiyi dillendirmektir.
*
2.
makale
ALTHUSSER
“ÜSTAT” SUS, SUS Kİ, “TEORİ VE POLİTİKA” KONUŞSUN!
(Teori
ve Politika dergisi ve coğrafyamızda Post-Marksizme zemin oluşturma
çabaları)
(Sıkça
sorulan sorular)
3. makale
TP
DÜNYASINDA GEZİNTİ
Post-Marksizmin
Post-Marksizme karşı mücadelesi
(Sıkça
sorulan sorular)
4.
makale
POST-MARKSİZM,
MARKSİZMİ SAVUNABİLİR Mİ?
Post-Marksizmin,
Post-Marksizme karşı mücadelesi
(Sıkça
sorulan sorular)
5.
makale
İŞÇİ
SINIFI - “EZİLENLER” ve “ÇATALLAŞAN” MARKSİZM (I)
(Anadolu
coğrafyasında Post-Marksizm savunuculuğu)
(Sıkça
sorulan sorular)
6.
makale
“ÇATALLAŞAN”
MARKSİZM - “ÇAKMA” MARKSİZM (II)
(Anadolu
coğrafyasında Post-Marksizm savunuculuğu)
(Sıkça
sorulan sorular)
*
Kaynaklar:
1)
L. Althusser;
“Für Marx”, Frankfurt am Main, 1986, s. 63.
2)
L. Althusser; ”Ideologie
und ideologische Staatsapparate“, Hamburg/ Westberlin: VSA; s.113.
3)
Agk., s.122.
4)
L. Althusser; ”Das Kapital lesen“, Bd. II, s. 242. Aktaran;
Schaff: ”Strukturalismus und Marxismus“ s. 161.
5)
L. Althusser; “Der Gegenstand des Kapital“, Bd. I, s. 128.
Aktaran; Adam Schaff.
6)
K. Marks; Kapital, C. I, s. 192.
7)
L. Althusser; Die Krise des Marxismus, Reihe Posistionen, C. 6.,
s.135-137, Hamburg, VSA, 1978.
8)
L. Althusser; Die Krise des Marxismus, Reihe Posistionen, C. 6., s.
9, Hamburg, VSA, 1978.
9)
L. Althusser; Die Krise des Marxismus, Reihe Posistionen, C. 6., s.
21, Hamburg, VSA, 1978.
10)
L. Althusser; Die Krise des Marxismus, Reihe Posistionen, C. 6., s.
54, Hamburg, VSA, 1978.
11)
L. Althusser; Die Krise des Marxismus, Reihe Posistionen, C. 6., s.
54-55, Hamburg, VSA, 1978.
12)
L. Althusser;
Die Krise des Marxismus, Reihe Posistionen, C. 6., s. 55, Hamburg,
VSA, 1978.
13)
L. Althusser; Die Krise des Marxismus, Reihe Posistionen, C. 6., s.
55, Hamburg, VSA, 1978.
14)
Etienne Balibar, Guy Bois, Georges Labica, Jean-Pierre Lefebvre:
Ouvrons la jenetre, camarades! (Debats communistes, 4) Paris:
Maspflro 1979 , s. 62: Aktaran; Frieder O. Wolf; Auflösung oder
Erneuerung des Marxismus? Prokla 36, 1979, s. 28.
15)
L. Althusser; Die Krise des Marxismus, Reihe Posistionen, C. 6., s.
56, Hamburg, VSA, 1978.
16)
L. Althusser; Die Krise des Marxismus, Reihe Posistionen, C. 6., s.
57, Hamburg, VSA, 1978.
17)
L: Althusser; Die Krise des Marxismus, Reihe Posistionen, C. 6., s.
59, Hamburg, VSA, 1978.
18)
L. Althusser; Die Krise des Marxismus, Reihe Posistionen, C. 6., s.
59, Hamburg, VSA, 1978.
19)
L. Althusser; Die Krise des Marxismus, Reihe Posistionen, C. 6., s.
60, Hamburg, VSA, 1978.
20)
L. Althusser; Die Krise des Marxismus, Reihe Posistionen, C. 6., s.
60, Hamburg, VSA, 1978.
21)
L. Althusser; Die Krise des Marxismus, Reihe Posistionen, C. 6., s.
62, Hamburg, VSA, 1978.
22)
L. Althusser; Die Krise des Marxismus, Reihe Posistionen, C. 6., s.
65-66, Hamburg, VSA, 1978.
23)
L. Althusser; Bkz.: “Çelişki ve Üstbelirleme, s. 81.
24)
İlgi duyanlar için bkz.: http://www.ibrahimokcuoglu.blogspot.com;
Temmuz 2010, Neoliberalizm ve Sosyal Hareketler: Avrupa Sosyal Forumu
– Cenaze I ve Dünya Sosyal Forumu - Cenaze II.
25)
A. Negri/M. Hardt; Çokluk, s. 410-412.
26)
A. Negri/M. Hardt; İmparatorluk,
s. 305.
27)
A. Negri/M. Hardt; Çokluk, s. 222.
28)
A. Negri/M. Hardt; Çokluk, s. 384, Türkçesi, s. 362/363.
29)
A. Negri/M. Hardt; İmparatorluk, s. 417, Türkçe s. 410.
30)
A. Negri/M. Hardt; İmparatorluk, s. 417, Türkçe s. 410.
31)
A. Negri/M. Hardt; İmparatorluk, s. 417, Türkçe s. 410.
32)
A. Negri/M. Hardt; İmparatorluk, Türkçe, s. 220/221.
33)
A. Negri/M. Hardt; İmparatorluk, Türkçesi, s. 77.
34)
A. Negri/M. Hardt; Çokluk, Türkçesi, s. 12/13.
35)
A. Negri/M. Hardt; Bkz.: İmparatorluk, s. 67; Çokluk, s. 121-123.
36)
A. Negri/M. Hardt; İmparatorluk, Türkçesi, s. 370.