KRİZ
KARŞILAŞTIRMASI (II)
EKONOMİK
KRİZ VE KAPİTALİZMİN GELECEĞİ ÜZERİNE FANTEZİLER
II-DÜNYA
ÇAPINDA GENEL VE KAMU BORÇLANMASI – BORÇLANMA KRİZİ
Borçlanma konusunda durum tespiti
yapmakla yetineceğiz. Zaten bir biçimde yazı içinde borçlanmanın
nedenlerine değinilmiştir.
IMF
verilerine göre dünya çapında toplam borç (özel + kamu) miktarı
1990'da 18 trilyon dolardı. Bu miktar 2000 yılında 35 trilyon
dolara çıkar; 10 senede yaklaşık 2 misli artar. 2010 yılında
ise dünya borç tutarı 95 trilyon dolara çıkar; 10 sene içinde
2,78 misli artar. 1990'dan 2010'a, sadece 20 sene içinde dünya borç
miktarı yüzde 427 oranında -yaklaşık 5,3 misli- artar. Bu ve
aşağıdaki veriler dünya ekonomisinin borç üzerine kurulmuş
olduğunu değil, ama çarkın borçlanarak ancak çevrilebildiğini
göstermektedir. Dünya ve ülkelerin borçlanma boyutu bizdeki halk
deyimi “borç yiğidin kamçısıdır”ın öyle pek geçerli
olmadığını göstermektedir. Belki de meydanda “yiğit”
olmadığı için geçerli değildir. Şüphesiz, borçlu hiçbir
devlet ve şirket, borcun “üzerine yatmıyor”, borcu borçla
kapatıyor; yani eski borcu, daha doğrusu çoğu kez eski borcun
faizini ödemek için yeniden borçlanıyor (Ama bu, borç miktarını
düşürmek için hile yapılmadığı -enflasyon-, iflas ettim
denmeyeceği vb. anlamına gelmez. Bunlar yapılıyor). Bugüne kadar
çark böyle döndü, şimdi de bazı ülkeler ve işletmeler için
oldukça zorlaşmasına rağmen hala dönüyor. Ama bu arada iflas
edenler de oldu. Sorun işletme olunca iflas kavramı kullanılıyor,
ama bir de devletlerin iflası var. Orada iflas kavramı pek
kullanılmıyor.
Niye
borç alınır sorusunun en sade cevabı, söz konusu olabilecek,
saymakla bitmeyecek ve her bir ülke açısından farklı olan
faktörleri/nedenleri bir kenara bırakırsak şudur: “Olanakların
üstünde yaşamak”; gelirinden çok harcamak!
Borçlanma
dendiğinde aklımıza hep emperyalizme bağımlı ülkeler gelir.
Şüphesiz bu ülkelerde de borçlanma veya bu ülkelerin
borçlandırılması bağımlılığın bir ifadesidir. Bu ülkelerin
borçlanması kendi koşullarında oldukça önemlidir, ama tekil
ülkeler veya bağımlı ülkeler toplamı olarak alındığında
dünya borç krizinde pek de bağlayıcı bir öneme sahip
olmadıkları görülür. Başka bir ifadeyle: Dünya borçlanmasının
ve yaşanmakta olan borç krizinin nedeni “gelişmiş” ülkelerde
aranmalıdır. Dünya borçlanması akıl almaz boyutlarda ve borçlu
ülkeler sıralaması yaparsanız ilk sıralarda Türkiye gibi
ülkeleri değil “sanayileşmiş” ülkeleri, çoğu emperyalist
ülkeyi görürsünüz.
Siyasi
açıdan bunun bir sonucu da şudur: Örneğin Türkiye'de borçlanma
sorunu üzerinden devrimci politika oluşturmak, ülke ekonomisini
tanımamanın, ezbere konuşmanın bir ifadesidir. Türkiye'de
borçlanma, devrimci politika oluşturulacak konuların en alt
sıralarında yer alır. Ama bir Japonya'da, ABD'de, Fransa'da,
İtalya'da durum tamamen başkadır; bu ülkelerde borçlanma,
devrimci politika oluşturulacak konuların başında gelir. Diğer
bir ifadeyle: Türkiye bir borçlanma kriziyle karşı karşıya
değildir, ama Japonya, İtalya, İspanya, ABD, İngiltere borçlanma
kriz batağındadır.
Aşağıdaki
grafiklerde 21. yüzyılda dünya çapında ve önde gelen en çok
borçlu ülkelerde borçlanmayı farklı açılardan göstermeye
çalışacağız.
1-
Dünya çapında toplam kamu borçlarının gelişme seyri
Yukarıdaki grafikte dünya
çapında kamu borcunun 12 sene içinde yüzde 142 oranında -2,4
misli- arttığını görüyoruz. Yıllar itibariyle borçlanma
2001'de 18,243; 2002'de 19,263; 2002'te 22,250; 2004'te 25,492;
2005'te 26,682; 2006'da 27,041; 2007'de 29,119; 2008'de 31,915;
2009'da 35,832; 2010'da 39,620 ve 2011'de de 42,325 trilyon dolara
çıkıyor. 2008-2011 arasında borçlanma oranının daha önceki
yıllara göre artış nedeni, krizden dolayı ekonomiyi kurtarma
paketleri için yapılan harcamalarda aranmalıdır. Tek tek
ülkelerde kamu borçlanmasındaki gelişmeyi burada açmaya gerek
yok. Bazı ülkelerdeki duruma aşağıda değineceğiz. Yıllara
göre ülkelerde kamu borçlanmasının gelişmesini ayrıntılı
olarak ele almak isteyen verileri “The Economist”in web
sayfasında bulabilir
(http://www.economist.com/content/global_debt_clock).
2-
Toplam borcun GSYİH'ya oranı bakımından bazı ülkelerin durumu
Durumu
“en iyi” diyebileceğimiz dört ülke var: Rusya, Hindistan,
Brezilya ve Çin. BRIC ülkeleri diye tanımlanan bu ülkelerde
toplam borçların GSYİH'ya oranı diğer ülkelerle
karşılaştırıldığında kapitalizm koşullarında nispeten kabul
edilebilir bir seviyede. Grafik, Japonya ve Britanya'nın borç
batağına gömülmüş olduğunu; İspanya, Fransa, İtalya ve
Kore'nin de geleceğinin Japonya ve Britanya'dan farklı olmayacağını
gösteriyor. Kore hariç bu üç ülkenin yaşanmakta olan kriz
sürecinde borçlanma bakımından oldukça sorunlu olmaları;
açıklanmasa da oldukça derin bir borçlanma krizi içinde
oldukları bu verilerde de görülüyor. ABD, Almanya ve Kanada,
durumu şimdilik idare edebilecek güçteler (Bkz.:
The Economist; “The debtors' merry-go-round“, 19 Ocak 2012).
3-
Bazı ülkelerde kamu borçlarının GSYİH'ya oranı
GSYİH'ya oranı bakımında kamu
borcu oldukça az olan üç ülke var: Rusya (%7); Çin (%28) ve Kore
(%33). Hindistan da bu çerçevede görülebilir. Brezilya da dahil
diğer ülkeler, devlet çarkını döndürebilmek için sürekli
borçlanıyorlar. Kamu borçlarının GSYİH'ya oranı İtalya'da
yüzde 100'ün, Japonya'da da yüzde 200'ün üzerine çıkmış
durumda (Bkz.: The Economist; “The debtors' merry-go-round“, 19
Ocak 2012).
Kamu borçlanmasının hangi
boyutlara vardığını Avro Alanı ülkelerinde kamu borçlanmasının
GSYİH'ya oranında da görüyoruz.
Kendi koydukları kıstas
çerçevesinde (% 60) kalabilen sadece üç ülke var: Luksemburg (%
17,2), Slovenya (% 42,8) ve Finlandiya (% 44,8). Dört ülkenin kamu
borcu, GSYİH'nın, beş ülkenin kamu borcu da Avro Alanı
ortalamasının üzerinde. Bazı faktörler (kamu borcunun GSYİH'ya
oranı, bütçe açığı, işsizlik, maddi değerlerin üretimi vb.)
bakımından iflasın eşiğinde olan beş ülke öne çıkmaktadır:
Yunanistan, İtalya, İrlanda, Portekiz ve İspanya. Yunanistan'ın
ne hale getirildiği ortada. İrlanda ve Portekiz de Yunanistan'ın
haline getirilebilir. Ama İtalya ve İspanya, buna Fransa'yı da
ekleyebiliriz, büyük “lokma”. İspanya 2012'de 16,623; 2013'de
75,567; 2014'te 67,988 milyar dolarlık kamu borcu ödemek zorunda.
İtalya'nın ödemek zorunda olduğu miktar ise 2012'de 259,671;
2013'te 147,582; 2014'te de 110,901 milyar dolardır. AB'nin sonunu
getirebilecek derecede önemli olan bu ülkelerde sorunun nasıl
çözüleceğini göreceğiz
(Bkz.:http://www.spiegel.de/fotostrecke/grafiken-die-wichtigsten-fakten-zur-schuldenkrise-fotostrecke-71336-4.html).
OECD'de
de durum pek farklı değil. 34 üye ülke arasında kamu borçlarının
GSYİH'ya oranı ortalamanın altında olan 18 ülke var. Dünya
ekonomisinde ve politikasında önemli olan OECD üyesi bütün
ülkelerde kamu borcunun GSYİH'ya oranı ortalamanın üzerinde.
(Grafik için bkz.:
IMF;
World Economic and Financial Surveys, Global Financial Stability
Report, April 2012, s. 108).
4-
Sektörel borçlanmanın GSYİH'ya oranı
Borcun
GSYİH'ya oranı OECD'nin en önemli 18 ülkesinde 30 sene içinde;
1980'den 2010'a yüzde 160'dan yüzde 321'e çıkıyor; 2 mislinden
fazla artıyor. Enflasyon faktöründen arıdırıldığında bu
ülkelerde işletmelerin yüzde 300; hükümetlerin yüzde 425 ve
hanelerin de yüzde 600 oranında borçlandığını görüyoruz. Bu
durumda GSYİH'ya göre borçlanma oranı en az olan işletme
borçlanmasıdır, onu devlet borçlanması takip ediyor.
Yukarıdaki
grafikte OECD'nin en çok borçlu 10 ülkesinde borçlanma türlerinin
toplam borçtaki payını görüyoruz. Bu 10 ülkede borçların ve
karşılığı olmayan sosyal yükümlülüklerin genel toplamı 233
trilyon dolara varıyor (Bkz.:
http://www.jjahnke.net/rundbr88.html#2576).
2010'da
dünya GSYİH'sı 63 trilyon dolardı. Sadece bu 10 ülkeden
kaynaklanan borç ve karşılığı olmayan yükümlülük miktarı
aynı yıldaki dünya GSYİH'sının yaklaşık yüzde 270'ine (3,7
misline) denk düşüyordu.
5-
Borçlanma ve devlet harcamalarının artışı (GSYİH'ya oranı)
1888'de ekonomistler arasında
devlet harcamalarının optimal düzeyi üzerine bir tartışma
vardı. Fransız ekonomisti Paul Leroy-Beaulieu, GSYİH'nın yüzde
beşi ila altısına denk düşen devlet harcamasını optimal düzey
olarak görüyordu. Yüzde 8-10 arasında bir oranı “normal”
karşılıyor, ama yüzde 12'nin üstünde bir oranı da “yüksek”
harcama olarak görüyordu. O dönemin gerçekliğini yansıtan bir
değerlendirme: Fransa ve İtalya'da devlet harcamaları GSYİH'nın
yüzde 13 civarındaydı. ABD'de ise bu oran daha düşüktü.
1870-1913 arasında devlet harcamalarının GSYİH'ya oranında fazla
bir değişme olmadı. Ama I. Dünya Savaşından sonra devlet
harcamaları şişti. Burjuva devletin savunma, bireyi ve mülkünü
koruma, yönetim, hukuk, eğitim gibi merkezi görevleri genişledi
ve dolayısıyla harcamalar olağanüstü arttı. Bu artışta
sermayenin uluslararası arenada çıkarlarını korumak için
yapılan harcamaların (silahlanma) rolünün olduğu gibi ekonomik
krizin üstesinden gelmek için yapılan harcamaların da önemli bir
rolü olmuştur. Öyle ki, OECD, “kamu harcamaları, maliyesi
sürdürülemez bir aşamaya gelmiştir” düşüncesine varmıştır.
Aşağıdaki grafikte 1870-2011
arasında bazı ülkelerde devlet harcamalarının GSYİH'ya oranının
hangi boyutlarda arttığını görüyoruz.
Sonuç itibariyle:
Burjuva iktisatçılar arasında
krizden kurtulmanın yol ve yöntemleri üzerine tartışma devam
ediyor: Bir taraf, devlet iflaslarını engellemek için tasarruf
politikasının uygulamasından yana. Böylece borçlanma krizinin
kontrol dışına çıkması engellenmiş olacak.
Diğer taraf ise krizin önünü
almak için devletin harcama yapmaya devam etmesi gerektiği
görüşünde. Birinci tarafa Alman hükümetinin tavrı, ikinci
tarafa da Amerikan hükümetinin tavrı örnek olarak gösterilebilir.
Tartışma,
burjuva politik ekonominin çıkmazını; sistem kaynaklı
çelişkisini yansıtmaktadır: Tasarruf politikasına devam etmek,
devlet borçlanmasını sonlandırmak demektir, ama bu da kaçınılmaz
olarak ekonomide yeni bir durgunluğa neden olacaktır. Devlet
borçlanmasına devam etmek, kaçınılmaz olarak devletin iflasına
veya hiper enflasyona neden olacaktır.
Burjuva politik ekonominin bu iki
kanadı (muhafazakar, neoliberal kesim ve Keynesçi kesim) arasındaki
kriz politikası üzerine tartışma, burjuvazinin çözemeyeceği,
kapitalist sistemden kaynaklı iç çelişkiyle karşı karşıya
kaldığını göstermektedir: Ya borçlanma yolunu seçeceksin ya da
tasarruf yolunu seçeceksin. Böylece borçlanmadan dolayı ya
devletin iflas etmesi veya hiper enflasyon yolunu seçmiş olacaksın
ya da olağanüstü tasarrufla deflasyonu beraberinde getiren yeni
bir durgunluğu seçmiş olacaksın. Burjuva politik ekonomi üçüncü
bir yol tanımıyor veya üçüncü bir yol yok.
Küçük
burjuva “Marksist”ler, burjuvazinin bu çıkmazından hareketle
kapitalist üretim sisteminin yolun sonuna geldiği, artık kendi
kendine çöküş sürecine girdiği sonucunu çıkartıyorlar;
“sistem krizi”nden, “var oluş krizi”nden bahsediyorlar.
Hikayeyi biliyoruz: Artı değer üretiminin olanakları kalmamıştır,
“emek” ile sermaye arasındaki diyalektik bağ kopmuştur veya
kopmak üzerdir; yani kapitalizm kapitalizm olmaktan çıkmaktadır,
sermaye yeni bir yükseliş atılımı, kâr
oranlarını yükseltme olanağı bulamayacaktır vb.
Böyle midir, değil midir,
kapitalizm çöküyor mu yoksa kendiliğinden çökmeyecek mi vb.
soruların cevabını aşağıda vermeye çalışacağız.
III-
SİSTEM KRİZİ Mİ, “VAR OLUŞ KRİZİ” Mİ YOKSA GÜÇ MERKEZİ
KAYMASI MI?
Önce
krizin başlanıcı üzerine bir not:
Krizin
ne zaman patlak verdiği aslında pek de önemli değildir. Ama kriz
ne zaman patlak verdi sorusuna verilen cevap, cevabı verenin kriz
anlayışını ve değerlendirmesini de ele verir. Bu bakımdan
krizin ne zaman patlak verdiği önemlidir. Kendi
kendine Marksistler, emperyalist burjuva ideologlarının,
yazarlarının, “post Marksist”, “post modern” unsurların
krizi Amerikan yatırım bankalarının battığı dönemle (2008'in
son ayları) başlatmalarını doğru buluyorlar. Kendi kendine
Marksistlere veya “en Marksist”lere 'kriz ne zaman patlak verdi'
diye sorsanız, Amerikan bankalarının batış dönemini; 2008'in
Eylül-Ekim aylarını veya son çeyreğini işaret ederler ve kriz
bu zaman başladı derler. Demek ki, krizle mali sermaye arsında
doğrudan bir bağ kuruyorlar. Marksizm-Leninizme göre ekonomik
krizin maddi değerlerin üretim sürecinde patlak vermesi veya
kapitalizmde kapitalist üretim biçimine özgü olan sadece bir kriz
türünün olduğu, bu krizin de fazla üretim krizi olduğu, mali,
spekülasayon, kredi, banka vb. krizlerin kapitalist üretim
biçimine özgü olmadıkları; kapitalizmden daha önce de
görüldükleri gibi, kapitalist çağda da patlak verdikleri
bunları fazla ilgilendirmiyor. Mali sermayeyi, sanayi sermayesinden
kopartmak, mali sermaye hakimiyetinden ona bağlı bir kriz çevrimi
üretmek bunların iliklerine işlemiştir. Buradan ancak ve ancak
mali sektör tarafınından yönlendirilen bir kapitalizme
varılabilir. Yani sermaye hareketinde
mali
sektörün belirleyici olduğunu savunuyorlar.
Krizin
ne zaman patlak verdiğini maddi değerlerin üretim seyrine bakarak
belirleyebiliriz. Bütün veriler, dünya
çapında krizin 2008/I-2008/II arasında veya 2008'i I.
çeyreğinde patlak verdiğini göstermektedir (Bu konuyla ilgili
açıklamalar için bkz.: İ. Okçuoğlu;
http://www.ibrahimokcuoglu.blogspot.com:
Kriz
Karşılaştırması ve Krizden Çıkış Senaryoları (I), Aralık
2009 ve
Dünya Ekonomisinde Güncel Durum-Krizin Seyri ve Güçler
Dengesinde Değişim, Nisan/Mayıs 2001).
Aşağıdaki
iki grafikle bunu açıklamaya çalışalım.
Ekonomik
kriz demek, hangi biçimde olursa olsun sermaye kıyımı demektir.
Sabit ve değişmeyen sermaye olarak, fabrika binalarının,
makinelerin, ürünlerin yok edilmesidir. Ekonomik kriz demek üretim
siparişlerinin gerilemesi demektir. Yukarıdaki grafikte bu sürecin
Almanya ve Avro Alanı'nda 2008'in ilk çeyreğinde, ABD'de de ikinci
çeyreğinde başladığını; sabit ve değişmeyen sermaye
kıyımının bu dönemlerde başladığını görüyoruz. 2008'in
son aylarına gelindiğinde sermaye kıyımı başlamamıştı,
“bayağı” derinleşmişti.
Grafik, aynı zamanda gerçekleştirilen destek programlarının 2009un ikinci yarısından itibaren konjontürde iyileşmeyi beraberinde getirdiğini de göstermektedir.
Aşağıdaki
grafikte de Alman sanayisinin aldığı siparişlerin seyrini
görüyoruz. Sipariş azalması 2007'nin son ayında başlıyor, ama
2008'in ilk aylarında inişli-çıkışlı olsa da sürekli düşmeye
başlıyor. Bu, krizin başladığı, patlak verdiği dönemdir.
2008'in son aylarında ise hızlı bir düşüş oluyor. Bu da krizin
hızla derinleşmesinden başka bir anlam taşımaz.
1-Ekonominin
gelişmesinde iki farklı eğilimler - Durgunluk eğilimi ve
yükseliş eğilimi
Önce yukarıda belirttiğimiz
kriz sürecinde ülkelerin sergilediği gelişme eğilimlerine
bakalım.
En
hızlı küçülen ve en hızlı büyüyen ülkeler:
En hızlı
daralan ve büyüyen ekonomiler * - % olarak
|
|||
2009'da En Hızlı Daralan
İlk 10 Ekonomi
|
2010'da En Hızlı Büyüyen
İlk 10 Ekonomi
|
||
Finlandiya
|
-8,3
|
Singapur
|
14,5
|
Rusya
|
-7,9
|
Tayvan
|
10,8
|
Macaristan
|
-6,7
|
Çin
|
10,3
|
Meksika
|
-6,5
|
Arjantin
|
9,1
|
Japonya
|
-6,3
|
Türkiye
|
8,9
|
Danimarka
|
-5,2
|
Hindistan
|
8,6
|
İsveç
|
-5,1
|
Tayland
|
7,8
|
İtalya
|
-5,1
|
Brezilya
|
7,5
|
İngiltere
|
-5,0
|
Malezya
|
7,2
|
Türkiye
|
-4,7
|
Hong Kong
|
6,9
|
Kaynak: tepav
(Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı); “Büyüme
Rakamları Üzerine Karşılaştırmalı Bir Değerlendirme “,
s. 1, Mart 2011).
*)Buradaki tüm
karşılaştırmalı analizler küresel üretimin (GSYİH) yüzde
91’ini gerçekleştiren 40 ülke için yapılmıştır. Analizde
yer alan ülkeler: ABD, Almanya, Arjantin, Avustralya, Avusturya,
Belçika, Brezilya, Çek C., Çin, Danimarka, Endonezya,
Finlandiya, Fransa, G. Afrika, G. Kore, Hindistan, Hollanda, Hong
Kong, İngiltere, İspanya, İsrail, İsveç, İsviçre, İtalya,
Japonya, Kanada, Macaristan, Malezya, Meksika, Norveç, Peru,
Polonya, Rusya, Singapur, Şili, Tayland, Tayvan, Türkiye,
Venezuela, Yunanistan.
|
Burada dikkati çeken, en hızlı
küçülen ve en en hızlı büyüyen ülkeler arasında sadece
Türkiye var; 2009'da en hızlı küçülen ilk 10 ülke arasında
10. sırada, bir sene sonra da en hızlı büyüyen ilk 10 ülke
arasında da 5. sırada yer alıyor. Buradan şu sonuç da
çıkartılmalıdır; bir ülkenin krize girmesine neden olan
faktörler, kısa zamanda etkisiz hale getirilebilirler ve ekonominin
büyümesini tetikleyen faktörler etkili olabilirler. Bunun böyle
olduğuna Türkiye ekonomisinin sergilediği gelişime bir örnektir.
Büyüme
performansına göre ülke grupları:
- Büyüme performansına göre ülke kategorileri -2010KrizdeBüyüyenlerHızlıToparlananlarYavaşToparlananlarToparlanamayanlarÇinSingapurKanadaRusyaHindistanArjantinİsveçJaponyaEndonezyaPeruİsviçreDanimarkaPolonyaİsrailMeksikaİspanyaTürkiyeABDİngiltereBrezilyaNorveçFinlandiyaTayvanBelçikaİtalyaMalezyaAlmanyaVenezuelaKoreFransaMacaristanHong KongÇek C.YunanistanŞiliHollandaAvustralyaTaylandG. AfrikaAvusturyaKaynak: tepav (Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı); “Büyüme Rakamları Üzerine Karşılaştırmalı Bir Değerlendirme “, s. 3, Mart 2011).
Dünya HSYİH'nın yüzde 91'ini
gerçekleştiren söz konusu bu 40 ülkenin kriz sürecindeki
konumları, kapitalizmin öyle hiç de kendiliğinden çökmediğini,
var oluş krizi içinde olmadığını da göstermektedir.
Kriz dünya ekonomisini kasıp
kavuruyor, ama 4 ülkede ekonomi, krize rağmen büyümeye devam
ediyor. Nerede kaldı sermayenin artı değer elde etme koşullarının
artık kalmadığı esprisi!
Kapitalizm “var oluş krizi”
içinde, “kendiliğinden çöküyor”, ama 15 ülke hızlı
toparlanabiliyor. Bunlar, krizden hızlı çıkan ve GSYİH’larını
kriz öncesi düzeyinin üstüne çıkarmış olan ülkelerdir. Demek
ki, üretim yapıyorlar, artı değer elde ediyorlar!
Kapitalizm “final krizi”nde,
ama 11 ülke yavaş da olsa toparlanıyor. Bu grupta yer alan
ülkelerde GSYİH kriz öncesi düzeyini ancak yakalayabiliyor;
büyüme oranları -, + olarak yüzde 2 civarında seyrediyor.
Son grupta yer alan 10 ülke,
kendiliğinden çöküşün, kapitalizmin “var oluş krizi”nin
temsilcileri oluyorlar; yani dünya kapitalist sistemini belirleyen
ülkeler oluyorlar. Anlaşılan o ki, bu ülkelere bakılarak gelecek
okunuyor. Niye ilk üç gruba bakılarak kapitalizmin geleceği okun
muyor?
Demek ki, bu durumda sadece 10
ülke, yaşanan krizin sadece bir fazla üretim krizi olmadığını,
artı değer üretmenin koşullarının kalmadığını; kapitalizmin
“var oluş krizi” içinde olduğunu temsil etmiş oluyor. Aynen
böyle oluyor.
Şimdi
söz konusu bu dört eğilimi grafikleştirelim.
2008'in ilk çeyreğinden
(yaşanmakta olan krizin başlangıcı) 2010 sonuna kadarki kriz
sürecinde hiç de öyle “kıyamet günü” ajitatörlerinin
“öngörüsü” türünden bir gelişme olmuyor; dünya
ekonomisinin yüzde 91'ini temsil eden bu ülkelerde Nelte'lerin
dediği gibi kapitalizmin çöktüğüne dair veya çöküyor
olduğuna dair herhangi bir işaret görülmüyor. Dört ülke dolu
dizgin büyüyor; 15 ülke kısa bir “sendeleme”den sonra adeta
dolu dizgin büyüyor; 11 ülke sürünerek büyüyor ve geriye kalan
10 ülke ise “kıyamet günü”nün temsilcileri oluyorlar!
(Ekleyelim: Süreci 2011 sonuna
uzatırsanız bazı ülkelerin konumlarının olumlu değiştiğini
görürsünüz (örneğin Rusya).
Yukarıda
söz konusu ülkelerin veya ülke gruplarının kriz sürecinde
sergiledikleri performans, dünya ekonomik krizinde
bütün ülkeler krize girer diye bir kuralın olmadığını
göstermektedir. Kapitalizmin hiçbir dünya krizinde bütün
ülkeler krize girmemiştir. Ne 19. yüzyıldaki krizlerde ne 20.
yüzyıldaki krizlerde ve ne de 21. yüzyıldaki krizlerde bütün
ülkelerin krize girdiği görülmemiştir. Dünya krizi denmesinin
nedeni, dünya ekonomisinde ağırlığı olan ülkelerin krizde
olmasından dolayıdır. Dünya ekonomisinde ağırlığı olmayan
çok sayıda ülkenin krizde olmasından dolayı, çok sayıda ülke
krizdedir diye dünya ekonomik krizinden bahsedemeyiz.
Aşağıdaki grafikte kriz
dönemlerinde krizde olan ülkelerin toplam ülke sayısına oranını
görüyoruz.
1974/75
dünya krizi döneminde ülkelerin yüzde 55 kadarı; 1980-83
krizinde yaklaşık yüzde 45 ila yüzde 50'si; 1990-94 krizinde
yüzde 55'e yakını, 2000-2004 krizinde yaklaşık yüzde 30'u ve
şimdiki krizde de -2008 itibariyle- yaklaşık yüzde 65'i
krizdeydi.
Dünya ekonomik krizleri
dönemlerinde krizde olan ülkelerin toplam ülkelere oranı oldukça
yüksektir. 1974/1975 ve 1990-1994 ekonomik krizlerinde dönemlerinde
krizde olan ülkelerin oranları yaklaşık aynı. 2008 krizinde bu
oran daha da yükselmiştir. Sadece 2000-2004 krizinde bu oran
diğerlerine göre belirgin bir biçimde düşüktür.
Dünya krizi sürecinde krizde
olan-olmayan ülkeler esprisini çok farklı açılardan
değerlendirebiliriz. Bunlardan birisi de dünya krizi sürecinde
kriz, bazı ülkeleri kasıp kavururken bazı ülkeler de, olanakları
var ise kriz “fırsatı”ndan yararlanabilirler. Yukarıdaki
grafiği bir de böyle okumak gerekir.
Özellikle krizi sürecinde
kapitalizmde eşitsiz gelişme yasasının etkisi bütün şiddetiyle
ekonomiye ve onun üzerinden de politikaya yansır. Bir kısım
ülkelerde büyüme, yerini küçülmeye bırakırken, bir kısım
ülkeler “dolu dizgin” büyüyebilirler. Aşağıdaki grafikte
böyle bir gelişmeyi görüyoruz.
21. yüzyılın ilk 10 senesi
içinde ekonomi Rusya'da yaklaşık 5,8; Çin'de 5; Hindistan'da 3,7;
Brezilya'da 3,2 misli büyümüştür. Aynı dönemde dünyanın önde
gelen ekonomilerinde büyüme oldukça düşük: Ekonomi Fransa'da
yüzde 100; Almanya'da yüzde 73,7; İngiltere'de yüzde 53,3; ABD'de
yüzde 47,5 ve Japonya'da da ancak 17 oranında büyümüş. Şüphesiz
ki, bir çiçek açmakla bahar gelmez. Yukarıdaki ve aşağıdaki
veriler belli ülkelerin sergiledikleri büyüme oranlarının geçici
bir durumun ifadesi olmadığını, belli bir eğilimi ifade ettiğin
göstermekteler. Ama bunu kime anlatacaksın! Biz, devrimcilikle
tanıştıktan bu yana Türkiye ekonomisini hiçliğe mahkum eden;
gelişmeyi hep ülke dışında aramış olan gelenekten geliyoruz.
Bu nedenle de Türkiye'nin bugünkü geldiği noktayı, Türk
burjuvazisinin jeopolitik açılımlarını anlayacak durumda
değiliz. İşte tam da bundan dolayı kapitalizmin varlığını
birkaç emperyalist ülke ile sınırlıyoruz: Bu ülkeler çökerse
kapitalizm çöker deme cüretini gösterebiliyoruz ve bunların
hepsini bilim adına, teori adına yapabiliyoruz!
Yukarıda belirtilen birkaç
ülkeyi bir kenara bırakalım ve ülke gruplarına bakalım.
Gelişmiş
ve gelişen ülkelerin dünya GSYİH'ndaki payı:
Aşağıdaki grafikte gelişmiş
ülkelerin ve yükselen ve gelişen ülkelerin dünya GSYİH'ındaki
paylarının 1980-1990 arasında hemen hemen aynı kaldığını
görüyoruz. Ama 1990-1994 krizi sürecinde durum değişiyor.
1991'den 1992'ye gelişmiş ülkelerin dünya GSYİH'ndaki payı
yüzde 68,93'ten yüzde 64,19'a düşüyor (4,74 puanlık bir
azalma). Gelişmiş ülkelerin payı 2004'te yüzde 60'ın altına
düşüyor ve düşüş hızlanıyor.
Yükselen ve gelişen ülkelerin
dünya GSYİH'ndaki payı 1991'den yüzde 31,07'den 1992'de yüzde
35,81'e çıkıyor (5, 26 puanlık bir artış). Bu pay artışı
2000'den itibaren hızlanıyor.
Gelişmelerin normalliği içinde
her iki ülke grubunun dünya GSYİH'ndaki payı 2013'te yüzde 50'ye
yüzde 50 olacak.
Diğer taraftan yukarıdaki grafik
son üç dünya kriz sürecinden (1990-1994, 2000-2004, 2008...)
yükselen ve gelişen ülke grubunun dünya ekonomisindeki payını
arttırarak çıktığını, gelişmiş ülkelerin kriz sürecinde
güç kaybettiklerini ve kriz sorasında da bu kaybı telefi
edemediklerini göstermektedir.
Gelişmiş
ülkeler ve gelişen ülkeler arasında güç dengesinin ne denli
hızlı değiştiğini aşağıdaki grafikte görüyoruz.
Yukarıdaki
grafikteki trendi burada da görüyoruz. Dünya krizleri döneminde
ülke grupları arasında denge hızla değişiyor.
G-7
ülkeleri 2007 yılında geçiliyor. AB ve Avro Alanı'nın gelişen
ülkeler karşısında dünya GSYİH'ndaki pay bakımından iddialı
bir konumları yok.
Uluslararası tekellerin ülkelere
veya ülke gruplarına göre dağılımı da aynı eğilimi aşağıdaki
grafikte (Fortune, IMF) göstermektedir.
Amerikan, AB ve Japon tekel sayısı
düşerken, Çin ve diğer ülkelerin tekel sayısı artmıştır.
Öyle ki, 2005'ten 2012'ye Çin tekel sayısı 16'dan 73'e çıkarak
Japonya'yı geride bırakmıştır.
Sorunu yaşanmakta olan kriz
süreciyle sınırlandıralım. Bu durumda, sadece bir kriz sürecinde
ülke grupları arasındaki farklılaşma aşağıdaki grafikte
görülmektedir.
Ülke grupları arasında büyümede
farklılaşma oldukça belirgin değil mi? 2008/I = 100 bazında
-yılın çeyreklerine göre- sadece üç sene içinde “gelişen”
ve “yükselen” ülkeler yüzde 10 oranında mutlak büyürken,
“sanayileşmiş” ülkeler yüzde 15-10 oranında mutlak
küçülüyor. (Yukarıdaki grafik için bkz: ifo Institut für
Wirtschaftsforschung an der Universität München ; “Erholung setzt
sich fort – Risiken bleiben groß Gemeinschaftsdiagnose Frühjahr
2010”).
Ülke gruplarında sanayi
üretiminin mevsimlik etkilerden arındırılmış aylık gelişmesine
bakalım:
İki eğilimi görüyoruz:
Birinci
eğilim:
“Gelişen” ülkelerde sanayi üretimi artarken, “sanayi”
ülkelerinde mutlak geriliyor.
İkinci
eğilim:
Çin ekonomisi “gelişen” ülke ekonomileri toplamında lokomotif
rolü oynayabilecek durumda; Çin ekonomisi dahil olduğunda bu ülke
grubunda sanayi üretimi oldukça hızlı büyüyor. Dahil olmadığı
durumda bir taraftan büyüme oranları küçülürken, diğer
taraftan da kriz sürecinde kalma süresi uzuyor.
Soruna bir de bölgeler açısından
bakalım. 2000 = 100 bazında sanayi üretimindeki farklı gelişmeyi
aşağıdaki grafikte görüyoruz.
Kriz
sürecinde tekil bölgelerin birbirinden oldukça farklı gelişme
içinde olduklarını görüyoruz: Krizin patlak verdiği merkezlerde
(ABD ve AB) ve bu merkezlerin etkisinde kalan Latin Amerika'da
sanayi üretimi oldukça geriliyor. Ama Asya'da krizden etkilenme o
kadar önemli değil. Asya, “hemen” diyeceğimiz, Latin Amerika
da “kısa zaman zarfında” diyeceğimiz bir zaman diliminde
krizden çıkarken ABD'de ve Avro Alanı'nda kriz bütün şiddetiyle
devam ediyor.
Bu durumda, diyelim ki, ABD ve
Avro Alanı'nda kapitalizm çöküyor. Peki, Asya ve Latin Amerika'da
da mı çöküyor? Çöküyorsa neden çöküyor? Yoksa ekonomi,
krizden çıktığı için mi çöküyor?
Yukarıdaki verileri/grafikleri
şöyle okuyalım:
Ampirik olarak çok kolay
kanıtlanacağı gibi, kapitalizmin tarihinde bazı sanayi
merkezlerinin yok olduğu, başka yerlerde yeni sanayi merkezlerinin
kurulduğu görülmüştür. Yani bir taraftan belli sanayi
merkezleri, evet ülkeler “sanayisiz”leşirken dünyanın başka
bölgeler sanayileşmiştir. Bunun böyle olmasının bir dizi nedeni
vardır. Ama bu değişimden kapitalizm çöküyor sonucunu çıkartmak
için insanın “aklından zoru” olması gerekir.
Bir
şehrin, bölgenin, hatta bir ülkenin sanayisizleşmesi, orada kâr
oranlarının;
yüksek kâr
elde etme koşullarının başka yerlere nazaran daha düşük
olmasından kaynaklanır; neden budur. Marks'ın
“Sermaye
eğer dışarıya gönderiliyorsa, bu, mutlaka içeride
kullanılmadığı için değil, dış bir ülkede daha yüksek bir
kâr oranı ile kullanılabildiği içindir” (K. Marks, Kapital
III. METE, C. 25, s. 266) sözünden anlaşılması gereken budur..
Kapitalizmi her gün sözel olarak
çökertenler -zaten başka bir işe de yaramazlar- düşünce
ufuklarını başka alanlara çevirerek gelişmiş kapitalist
ülkelerde; emperyalist ülkelerde bir zamanlar ekonominin motoru
olan sanayi komplekslerinin arka arkaya yok olduklarını, ama başka
yerlerde, ülkelerde, bölgelerde kurulduğunu görürlerdi. Bir
bölge sanayisizleşirken başka bir bölgenin sanayileştiğini
görürlerdi. Kapitalist sanayinin yok olmadığını ama üretim
yerini değiştirdiğini görürlerdi. Bugün, bundan 40-50 yıl
öncesinden daha az mı kömür, demir, çelik tüketiliyor? Daha çok
tüketiliyor. Ama dün çelik üretimin, belli sanayi ürünlerinin
merkezi konumunda olan bölgeler bugün o özelliklerini
kaybettikleri için bu sektörler yok mu oldu? Yoksa başka yerlerde
kurulan yeni işletmelerle ihtiyaç duyulan ürünleri üretiyorlar.
Bilgisayar
tekniğinin kullanılmasından dolayı son yıllarda dijital olmayan
makineler büyük ölçüde değer kaybettiler. Artık
“konvansiyonel” olan bu makinelerle üretim yapılamadığından
dolayı değil, ortalama verimlilik ve kârlılıkla
üretim yapılamadığından dolayı değersizleşmişlerdir. Örneğin
emperyalist merkezlerde bilgisayarlaşmamış teknolojiyle üretim
yapmanın bir olanağı artık yoktur. Ama “gelişen” ülkelerde
bu olanak vardır. Bir yerde sabit sermaye değersizleşirken, başka
yerler de değerini koruyabilmektedir.
Bu
işin diyalektiği nedir sorusuna Marks'ın şu anlayışıyla cevap
vermiş olalım:
“...değer
kaybı sorunu için genel önemi olan noktalar şunlardır:
Mevcut
makinelerin, binaların, vb., kullanım değerlerini ve dolayısıyla
değerlerini düşüren sürekli iyileşmeler. Bu sürecin, yeni
kullanılmaya başlayan makinelerin başlangıç dönemleri boyunca,
belli bir olgunluk aşamasına ulaşmadan önce, henüz kendi
değerini yeniden üretmeye vakit bulamadan, sürekli olarak modası
geçmesi halinde kötü bir etkisi olur.
Makineler,
binaların donatımı ve genellikle sabit sermaye, belli bir
olgunluğa ulaştıktan sonra ve böylece hiç değilse temel
yapıları bakımından uzunca bir süre kaldıkları zaman, bu sabit
sermayenin yeniden üretim yöntemlerindeki iyileşmeler nedeniyle
benzer bir değer kaybı ortaya çıkar. Makinelerin, vb. değeri bu
durumda, makineler hızla bollaştığı ve yeni ve daha üretken
makineler tarafından bir dereceye kadar değer kaybına uğradıkları
için düşmez, bunlar artık daha ucuza yeniden üretilebildikleri
için değer kaybetmiş olurlar.
Bu,
büyük girişimlerin, çoğu kez, bir başkasının eline geçene
kadar, yani bunların ilk sahipleri iflas ettikten sonra bunları
ucuza satın alanların, bu nedenle, daha başlangıçta daha az bir
sermaye ile işe başlamaları ile başarıya ulaşmalarının
nedenlerinden biridir“(METE;
C. 25, s. 123/124).
“Bu
işin diyalektiği”, iktisadi açıdan durgunluk içinde olan veya
çöken/gerileyen ülkeler ve sektörler için değil, gelişen,
yükselen ülkeler; oradaki kapitalizm için daha ziyade geçerlidir.
Kapitalizm, merkezlerinde; ABD, Avrupa ve Japonya'da hiç de
yükselişte değil, durgunluk ve gerileme sürecindedir. Ama
Türkiye'de, Endonezya'da, Kore'de, Meksika'da, BRIC ülkelerinde
yükselmektedir. Yoksa değil mi?
Bu
durumda gerileyen, çöken ne? ABD'de, Avrupa'da, Japonya'da
kapitalizme bakarak kapitalist sistemin kendiliğinden çöküğünü
savunanlar, Türkiye'deki, Endonezya'daki, Meksika'daki, Kore'deki,
BRIC ülkelerindeki kapitalizmi nereye koyuyorlar?
2-
İki farklı eğilim - Çökenler/gerileyenler ve yükselenler
Kapitalizmde eşitsiz gelişme
yasası
Şimdi
bire de çöken/ gerileyen ülkelerle ”yükselen” ülkeleri
karşılaştıralım.
Aşağıdaki
grafikte AB, Avro Alanı ve G-7 ülkeleri ile “yükselen” diye
tanımlanan ülkelerin bir kısmını (Kore, Hindistan, Polonya,
Türkiye, Meksika) kriz sürecinde sanayi üretiminin gelişme seyri
bakımından karşılaştıralım.
2008/I
= 100 bazında (Hindistan: 2008/II = 100) 2011'in sonunda AB'de,
Avro Alanı'nda ve G-7 ülkelerinde sanayi üretimi kelimenin tam
anlamıyla sefil haldeyken, “yükselen” ülkelerde hiç de öyle
bir durum yok. Kriz, bir tarafta gerilemeyi/çöküşü, diğer
tarafta da yükselişi tetikliyor. Eşitsiz gelişme yasasının bu
sonucunu; bir taraftan gerileme söz konusuyken diğer tarafta
yükselişin olmasını sanal dünyalarında kapitalizmi
kendiliğinden çökertenler, sistem krizi veya var oluş krizi
üretenler nasıl açıklayacaklar?
3-Emperyalist
ülkeler- bazı gelişenler karşılaştırması
Yukarıda
emperyalist birliklerle “gelişen” ülkeleri karşılaştırdık.
Burada da krizin başlangıcı itibariyle emperyalist ülkelerle
“gelişen” bazı ülkeleri karşılaştıralım.
Ne
görüyoruz? 2008/I = 100 bazında (Hindistan: 2008/II = 100)
krizden önce üretimin en yüksek olduğu çeyreğe göre grafikteki
ülkeler, iki ayrı dünyayı temsil ediyorlar; emperyalist ülkeler
gerileyen kapitalizmi, yükselen ülkeler de gelişen kapitalizmi
temsil ediyorlar.
Bu
mu kapitalist sistemin kendiliğinden çökmesi? Veya emperyalist
ülkelerde kapitalizm gerileyince, çökünce diğer ülkelerde de mi
geriliyor, çökmüş oluyor? Hadi diyelim ki, emperyalist ülkeler
kapitalizmin “var oluş krizi” içinde kıvranıyorlar, kurtuluş
yok, çökecekler. Peki. Diğer ülkeler hangi kriz içinde
kıvranıyorlar? Herhalde “yükseliş krizi” içinde
kıvranıyorlardır!
4-Yurt
dışı varlıklarında ülke gruplarının payı
“Bank
of England”ın bir araştırmasına göre önümüzdeki birkaç on
yıl içinde dünya ekonomisinin dengesi veya güçler dengesi
değişecek:
a)
Yaşanmakta olan krizin de neden olduğu küresel dengesizlikler
oldukça artacak; Çin, Brezilya, Rusya ve Hindistan gibi ülkeler
(BRIC) sürekli artan artı değere sahip olacaklar ve bu
olanaklarını yurt dışında, özellikle de sanayileşmiş
ülkelerde (AB, ABD, Japonya) işletmeler satın almak için
kullanacaklar.
b)
2050'ye doğru gelindiğinde bütün yurt dışı varlıklarının
yüzde 40'tan fazlası BRIC ülkelerinin elinde olabilir. G-7
ülkeleri dışındaki ülkelerin sermaye ihracı, G-7 ülkelerinin
sermaye ihracının iki misline çıkabilir (Bkz.:
http://www.jjahnke.net/rundbr88.html#257)
Aşağıdaki
grafikte bu gelişmeyi görüyoruz.
Ne
kaldı ki, şunun şurasında 38 yıl var! O zamana kadar kapitalizm
kendiliğinden çökmezse, yukarıda tahmin edilen gelişme,
kapitalizmde eşitsiz gelişme yasasının etkisinin bir sonucu
olacaktır. Yoksa değil mi?
5-
Kapitalist sistem çökmüyor, Anglosakson kapitalizmi geriliyor
1914'te
dünya çapında sanayisel yabancı sermayenin neredeyse yarıya
yakını (%54) İngiltere'ye aitti.
1960'lı
yıllarda ise dünya çapında sanayisel yabancı sermayenin yarısı
(%50) Amerika'ya aitti.
I.
Dünya Savaşı döneminde ve sonrasında 1929-32 krizine kadar olan
dönemde İngiltere (Avrupa) dünya mali sermayesinin merkeziydi.
Sonrasında
ABD, dünya mali sermayesinin merkezi oldu.
ABD
ve İngiltere'nin yurt dışı sermayesini topladığımızda bu iki
ülkenin 1936'da dünya çapında uluslararasılaşmış sanayi
sermayesinin yüzde 70'ine sahip olduğunu görüyoruz.
2009'da
ise bu oran yüzde 30'a düşüyor.
Demek
ki, bu iki ülkenin payı azalırken başka ülkelerin payı artıyor.
Nitekim Çin'in payı kısa zamanda sıfırdan yüzde 6'ya çıkıyor.
Yukarıdaki
grafikte bu gelişmeyi; güç dengesindeki değişimi görüyoruz.
İngiltere'nin yerini ABD alıyor. Bugün ise ABD'nin geleceğini
dünkü İngiltere temsil ediyor. Şayet kapitalizm kendiliğinden
çökmezse, mücadeleyle yıkılmazsa onun yerini de başka bir güç
alacaktır.
“Kıyamet
günü” ajitatörleri bundan; güç denesi değişiminden hangi
sonucu çıkartıyorlar? Kapitalizm kendi kendine çökecektir,
yaşanmakta olan kriz sadece bir fazla üretim krizi değildir, bir
sistem krizidir vb. sonucunu çıkartıyorlar.
6-Kendiliğinden çöküş yok
Bu durumu açıklamak için
1929-32 krizi dönemindeki ve şimdiki kriz sürecinde dünya
ekonomisinin önde gelen bileşenlerine bakalım.
19. yüzyılda ve 20. yüzyılın
son çeyreğine kadar kapitalist dünya ekonomisi demek ABD,
İngiltere, Almanya, Fransa, İtalya, Japonya ekonomileri demekti (Bu
nedenden dolayı “Rekabetin Tarihi” çalışmasında dünya
ekonomisini oluşturdukları için bu ülke ekonomileri ele
alınmıştır). Örneğin, 19. yüzyılda ve 20. yüzyılın ilk
yarısına kadarki dönemde dünya çelik üretimi denince İngiltere,
Almanya ve ABD'den başka bir ülke pek düşünülmezdi. Ama bugün
durum tamamen değişmiştir.
Her
iki kriz sürecine bakalım: 1929'da dünya çapında üretilen ham
demir ve çelik miktarı 196 milyon tondu. Bunun 98 milyon tonluk
kısmı Avrupa'da, 89 milyon tonluk kısmı ABD'de ve geriye kalan 9
milyon tonluk kısmı da Avrupa ve ABD dışında kalan dünyada
üretiliyordu. Bu durumda dünya ham demir ve çelik üretiminde
Avrupa'nın payı yüzde 50; ABD'nin payı da yüzde 45,4 idi. Her
ikisinin payı ise yüzde 95,4 idi. Yani geriye kalan dünyanın payı
da ancak yüzde 4,6 idi.
Bu
durumda ABD ve Avrupa demek, o zamanki dünya ekonomisi demekti.
Dolayısıyla ABD ve Avrupa'da ekonomik kriz demek bütün dünya
ekonomisinde kriz demekti.
Veya:
1930'da ABD ve Avrupa kapitalist dünya ekonomisinin yüzde 90'ını
temsil ediyordu. Bunun ne anlama geldiğini göstermek için bir
örnek verelim. 1925'te dünya çapında elektriğin yüzde 50,5'i
ABD'de, yüzde 40'ı Avrupa'da, yüzde 8,2'si Japonya'da ve sadece
yüzde 1,3'ü dünyanın geriye kalan kısmında üretiliyordu. Bugün
durum tamamen değişmiştir. Sadece elektrik üretiminde değil,
daha birçok sektörde bu değişim görülmektedir (Kapitalizmde
eşitsiz gelişme ve sonuçlarıyla ilgili olarak: Bkz.: İbrahim
Okçuoğlu; “Rekabetin Tarihi, 1, 2, 3, 4, 5).
Bu
değişimden dolayı şimdi ABD ve Avrupa, “tek dişi kalmış
canavar” durumuna düşmüştür.
Bu
gelişmeyi aşağıdaki grafiklerde de görüyoruz.
1970'den
bu yana ”yaşlı” kapitalist ülkelerin dünya GSYİH'ndaki payı
yüzde 68'den yüzde 52'ye düşüyor. Geriye kalan dünyanın payı
yaklaşık yüzde 23'ten yüzde 26'ya, bunların arasında E7
ülkelerinin payı ise yaklaşık yüzde 9'dan yüzde 21,7'ye
çıkıyor.
Demek
ki, bazı ülkeler gerilerken bazıları gelişiyor.
Başka
bir değerlendirme:
Aşağıdaki
grafikte güç dengesindeki değişimi görüyoruz.
Kapitalist
merkez ülkelerin işi oldukça zor. Bu ülkelerde bir taraftan
yaşanmakta olan krizin de etkisiyle ekonomik büyüme adeta felç
olmuş, büyümede durgunluk hakim durumda. Diğer taraftan da
gelişen ülkelerin rekabeti artık sadece emperyalizme bağımlı,
“gelişen” ülkelere özgü klasik ürünlerle sınırlı değil;
emperyalist ülkelerin karşısında rekabeti, giderek hem nicel hem
de nitel olarak güçlenen ülkeler var.
Bu
durum ve yukarıdaki grafik şunu gösteriyor: ABD ve Avrupa
kapitalizmi artık eski sömürgecilik dönemlerinde olduğu gibi,
bağımlı ülkelerin sırtına dayanarak büyüme olanağını pek
bulamayacaklar. Bildiğimiz klasik batı emperyalizminin hakimiyet
tarihi artık kapanma sürecine girmiştir. Sorun bu. Ama bu
sorundan, akıl almaz bir genelleme yapılarak kapitalizmin sistem
krizinden, kendiliğinden çökeceğinden, var oluş krizinden
bahsedilebiliyor.
Sistem
kriziyle, var oluş kriziyle, kapitalizmin çöküşü kriziyle yatıp
kalkanlara Marks'ın şu tespitini hatırlatmak isteriz:
”Dünya
pazarı krizleri, burjuva ekonominin tüm çelişkilerinin gerçek
yoğunlaşması ve zorla çeki düzene sokulması olarak
görülmelidir. Bu krizlerde tıka basa yoğunlaştırılmış olan
tekil etmenler, demek ki burjuva ekonominin her alanında ortaya
çıkma durumundadır ve tanımlanmalıdır ve bu tekil etmenleri
incelemekte ilerleme sağladığımız ölçüde, bir yandan bu
çatışmanın daha çok yönünün izini sürmek gerekecektir, öte
yandan, krizin daha soyut biçimlerinin birbirini izlediğinin ve
daha somut biçimlerin içinde yer aldığının gösterilmesi
gerekecektir“
(K.
Marks; Artı Değer Üzerine Teoriler, METE, C. 26/2, s. 510/511).
Marks'ın bahsettiği bu etmenler,
çelişkiler ABD'de, Japonya'da, AB'de ortaya çıkmıştır. Peki
Çin'de, Hindistan'da, Rusya'da, Brezilya'da, Endonezya'da,
Türkiye'de de ortaya çıkmış mıdır?
Çıkmamıştır,
ama yarın, gelecekte mutlaka çıkacaktır diye düşünüldüğü
için sistem krizinden vb. bahsediliyorsa buna diyeceğimiz bir şey
olamaz!
Bitirelim:
Açık
ki, dünya ekonomisinde bileşenlerinin payı değişiyor. Tam da bu
değişimden dolayı artık bugün ABD ve Avrupa demek mutlaka dünya
ekonomisi demek anlamına gelmez.
Kapitalist dünya ekonomisinin önde gelen bazı bileşenlerinin gerilemesi ve onların yerini yükselen bileşenlerinin alması, kapitalizmin sistem krizi, var oluş krizi içinde olduğu ve çökeceği anlamına gelmez. Güç dengesinde değişim kapitalizmin sonu değildir veya onun sonu böyle gelmez. Kapitalizm ancak yıkıldığı ve yerine sosyalizm kurulduğu zaman yok olmuş olur.
Kapitalist dünya ekonomisinin önde gelen bazı bileşenlerinin gerilemesi ve onların yerini yükselen bileşenlerinin alması, kapitalizmin sistem krizi, var oluş krizi içinde olduğu ve çökeceği anlamına gelmez. Güç dengesinde değişim kapitalizmin sonu değildir veya onun sonu böyle gelmez. Kapitalizm ancak yıkıldığı ve yerine sosyalizm kurulduğu zaman yok olmuş olur.
Daha
bugünden en güçlü ekonomiye sahip 15 ülke içinde 9'u
Asya-Pasifik alanında yer alıyor (Bunların arasında 1., 2. ve 3.
sırada gelen ülkeler de var -ABD, Çin ve Japonya).
Nüfusu
en kalabalık 15 ülkeden 11'i Asya-Pasifik alanında bulunuyor.
(sıralamada ilk dört ülke de bu alanda bulunuyor).
Sistem krizi, var oluş kriz
derken bir de “kapitalizmin final krizi” çıktı ortaya. Bir de
Gramsci 'nin “organik kriz”inin, savunuculuğunu yapanların
(örneğin TKP) elinden alıp marksist-teorileştirirlerse hiç
şaşmam. Ne de olsa bunlar Troçki'nin cephaneliğinden beslenmeyi
“erdem”leştirmiş olan unsurlardır. (Piyasada dolaşan kriz
teorileriyle neyin kastedildiğini başka bir yazının konusu
yapacağız).
Kapitalizmin “final krizi” ile
kast edilen, sistemin var oluş koşullarının artık tükendiği,
kendini devam ettirecek olanaklarının kalmadığı; bir var oluş
krizi içinde olduğudur.
Böyle
midir, değil midir, yanlış mıdır, doğru mudur sorularının
cevabını soruna bakış açısı dışında aramak yanlış olur.
Ama bazı gerçekler vardır ki, onları atlayarak değerlendirme
yapamazsınız, yaparsanız da hiçbir işe yaramaz. Tıpkı sistem
krizi, var oluş krizi, kapitalizmin kendiliğinden çöküyor oluşu
vb. işe yaramadığı gibi.
Burada
100 yıllık sermaye hareketi tarihindeki değişimi göstermek için
bir karşılaştırma yapalım. Belki bir faydası olur.
19.
yüzyılın son çeyreğinden itibaren Hindistan'ın dünyanın en
büyük pazarı ve İngiliz ürünlerinin en büyük ithalatçısı
olmaya başladığını görüyoruz.
1910'da
Hindistan'dan İngiltere'ye toplam 60 milyon sterlin tutarında
sermaye akışı oluyor. Avustralya, Çin' ve Japonya kaynaklı
akışlarla birlikte bu miktar 86 milyon sterline çıkıyor.
Yani
Doğu'dan Batı'ya bu miktarda bir sermaye akışı oluyor.
Aynı
yılda İngiltere'den Kanada'ya akan sermaye miktarı 25; ABD'ye akan
miktar 50 ve Kıta Avrupa'sına akan miktar da 45 milyon sterlindi.
Bunların toplamı 120 milyon sterlin eder.
Bu
durumda İngiltere'ye 86 milyon sterlin tutarında sermaye akıyor,
ama 120 milyon sterlin tutarında sermaye de çıkıyor. Bu durumda
İngiltere'nin ödemeler dengesi negatif. Sermaye akışından
(İngiltere'den çıkan sermayeden) en çok yararlananlar da ABD ve
Kıta Avrupa'sı olmuştur.
20.
yüzyılın başındaki bu sermaye akışından çıkartılması
gereken
bir
sonuç şudur:
Sermaye
Doğu'dan Batı'ya akıyor veya sömürge, yarı sömürge, daha
sonraki kavramla ifade edersek yeni sömürge, emperyalizme bağımlı
ülkelerden merkez ülkeler; kapitalizmin metropollarına akıyordu.
100
yıl sonra bu durum tersine dönüyor: 21. yüzyılın başından
itibaren sermaye akışı yön değiştirmeye başlıyor.
Çin-ABD-Avrupa
arasındaki “ticari üçgen” bize şunu gösteriyor:
2009
itibariyle Batı'dan Doğu'ya akan sermaye miktarı 477 milyar Avro
(Batı'da Çin ürünlerinin satışından elde edilen miktar). Buna
karşın Doğu'dan (Çin'den) Batı'ya akan sermaye miktarı 145
milyar Avro. Aradaki fark 322 milyar Avro.
Denecek
ki, bu bir yılın fotoğrafıdır, uzun vadede gelişmenin nasıl
olacağına bakmak gerekir. Doğru, yukarıdaki veriler bir yılın
fotoğrafıdır, bir an tespitidir.
Bu
yüzyılın başından bu yana, 2000'den bu yana ödemeler dengesinin
gelişimine baktığımızda şunu görüyoruz:
Almanya
hariç kapitalizmin merkez ülkeleri uluslararası alanda borçlu
ülkelerin başını çekiyorlar. Yukarıdaki borçlanma verilerinde
bunun böyle olduğunu görüyoruz.
Bu
durumda tespit edilmesi gereken gerçeklik şu oluyor:
21.
yüzyılın başından itibaren uluslararası sermaye akışı yön
değiştirmiştir. Sermaye artık Doğu'dan Batı'ya değil, Batı'dan
Doğu'ya akmaktadır. Bunun böyle olmasında kapitalizmin merkez
ülkelerinin krizde olması; merkez ülkelerin borçlanma kriziyle,
ekonomide durgunulukla boğuşması bir nedendir, ama bu geçicidir,
bu ilkeler krizden çıkınca durum değişir diye düşünenler
olabilir. Doğru, kriz koşulları bir fırsattır (Tabii Erdoğan'ın
dediği gibi krizi fırsata çevirmesini bilenler açısından). Ama
eşitsiz gelişme de bir nesnelliktir.
19.
ve 20. yüzyılda İngilizler ve Amerikalılar dünyayı satın
almak için seyahat ediyorlardı. 21. yüzyılda onları yerini
Çinliler aldı. Şimdi onlar dünyayı satın almak için seyahat
ediyorlar.
Koşullar
değişiyor; yeni durum yeni koşulları beraberinde getiriyor.
Kapitalizm koşullarında bundan kurtuluş yok. Avrupa ve ABD'de
mücadele sonucu elde edilmiş “refah” olanakları (yeniden
mücadele ile elde edilmezse) artık tarihe karışmıştır; “sosyal
devlet”in, onun “sevimli” görünüşünün sonuna gelinmiştir.
Avrupa ve ABD'de bir veya iki nesil, “sosyal devlet”
kapitalizmini, kapitalizmin kendisi olarak tanıdı. Neoliberalizm
onların dünyasını yıktı; onların düşünce, dünya görüşü
temsilcilerinin de dünyası yıkıldı. Bu nedenden dolayı
kapitalizmin “final krizi”nden, kapitalizmin sistem krizinde
kapitalizmin var oluş krizinden bahsediyorlar. Dünyalarının
yıkılmasını, kapitalizmin sonu geldi ile eş anlamlı görüyorlar.
Bu nedenle “kıyamet günü” ajitatörlüğü yapıyorlar.
Bunlar,
insanlığın geleceğine yön veren açılımlara imza attıklarını
sanıyorlar. Arkalarına dönüp bir baksalar, kısa zamanda
insanlığın önüne ne kadar değişik gelecek koyduklarını
görürler. Ama arkalarına dönüp bakmazlar. Onlara “dün dündür
bugün bugündür” felsefesi yol gösteriyor. Birkaç örnek:
Önce
her mali krizi fazla üretim krizi olarak gördüler.
Sonra
mali krizlerle fazla üretim krizleri arasında farkın olmadığını
savundular.
Hizmet
sektörünün bütününe artı değer ürettirdiler.
Yaşanmakta
olan krizin, ne denli ağır olursa olsun nihayetinde bir fazla
üretim krizi olduğunu reddettiler; yaşanmakta olan kriz sadece bir
fazla üretim krizi değildi, neoliberalizmin iflasının ifadesi
değildi; yaşanmakta olan kriz kapitalizmin sonunu getiren sistem
kriziydi, bir var oluş kriziydi.
Sonra
R. Luksemburg'un hatalı değerlendirmesini dillerine doladılar, ama
olmadı. R. Luksemburg'u karikatürleştirerek “devrimin kartalı”na
yapılabilecek en büyük kötülüğü yaptılar.
Artık
artı değer üretmenin olanaklarının kalmadığından,
genişletilmiş yeniden üretimin imkansızlığından bahsettiler.
“Daha
ne kadar” sürer sorularıyla insanlığı, barbarlığa geçişe
hazırlamak istediler.
Kapitalizme
ömür biçtiler ama tutturmadılar. Bir defa, iki defa, üç defa
denediler, ama tutturamadılar.
Kısaca:
Marksizm-Leninizmin kütüphanesinden “öcü”den kaçar gibi
kaçtılar, “post Marksist”, “post modern”, “otonom
anarşizan” kütüphaneleri; liberal yazarların köşelerini,
Negri'leri, Wallerstein'ları, Kurz'ları dolaştılar ve sonuçta
kurtuluşu Troçkizmin cepheliğinde buldular. Şimdi o teori
çöplüğünde işlerine yarar bir şeyler aramakla meşguller.
(Dünya devrimini, sürekli devrimi, proletarya diktatörlüğünü,
sosyalizmin (SSCB'de de) inşasını, sosyalist devleti, o çöplükten
aldıkları demagojilerle Troçki'nin görüşlerine göre
yorumlamakla meşguller). Kapitalist ekonomiyi de Troçki'ye göre
yorumlamaya başlayabilirler. Tek sorun, Troçki'nin bu konuda bir
iddiasının olmamasıdır.
Kapitalizm
her şeye muktedir değildir; yıkılamaz, yok edilemez değildir.
Unutulmaması gereken kapitalizmin kendi iç çelişkileri sonucunda
yıkılmayacağıdır; kapitalizm, Marks'ın dediği gibi “kaskatı
bir kristal olmayıp, değişebilen ve sürekli olarak değişen bir
organizma” (Kapital,
C. I, s. 16)
olduğu
için kendi iç çelişkilerinden dolayı kendi kendine
çökmeyecektir. Kapitalizmin kendiliğinden çökeceğini
savunanlar, aslında kapitalizmin gücünü abartanlardır, onu yıkma
cesaretini kendinde göremeyenlerdir.
İşçi sınıfı ve müttefikleri,
kapitalizm kendi kendine çökecek teorisiyle, sistem krizi
teorisiyle, var oluş krizi teorisiyle kapitalizmi yıkma mücadelesi
için örgütlenemez. Bu sistem, sosyalizmi kuracak öznenin (işçi
sınıfı ve müttefiklerinin) sınıf bilinçli örgütlenmesi ve
mücadelesiyle yıkılacaktır. Tarihsel gelişme bu yöndedir. Bu
gelişmenin önünde, yanında, arkasında duranlar vardır. Ama
önemli olan içinde olmaktır.