ERKEN
SEÇİM VE EKONOMİ
Bu
sefer iş ciddiye benziyor. Ufukta bir ekonomik kriz bulutları
gözüktü. “Teğet” geçer mi orası bilinmez. Aynı zamanda bu
krizin ne zaman patlak vereceği de bilinmez. Ama bizde, bu
coğrafyada dövizdeki iniş ve çıkışa göre, enflasyondaki
gelişmeye göre hemen kriz patlatıp Erdoğan'ı saraydan kovanlar
hiç de az değildir. Erdoğan’ı, kriz patlatarak, ipe sapa gelmez
söylemlerle koltuğundan etmeyi meslek edinmişlerin sayısı
gerçekten hiç az değildir. Tabii, ekonomiyi hiç krizden
çıkartmayanlar da var. Onlar da ayrı bir sorun. Varılan sonuç,
soruna nasıl bakıldığıyla doğrudan ilişkilidir. Soruna
Marksist kriz teorisi açısından bakanların analizleriyle
diğerlerinin analizleri arasında sınıfsal bir duruş farkı
vardır. Diğerleri derken, sadece burjuva ekonomistleri değil,
Marksist olma iddiasında olanları da kast ediyorum. Ama bu sefer,
bu yazıda onları rahat bırakacağım.
Ekonomide
kriz belirtilerini (semptomları), ekonominin iyiye gitmediğini,
kırılganlığını gösteren, birtakım belirtileri kriz göstergesi
kabul etmek ve ona göre değerlendirme yapmak burjuva ekonomistlerin
işidir. Aslında aklı başında, ekonomiye gerçekten vakıf bir
burjuva aydın, bir ekonomist bunu yapmaz; krize doğru bir gidişin
olabileceğine işaret eden göstergeler ile krizin kendisi arasında
ayrım yapar. Bırakalım bunları bir kenara, bu memlekette
devrimci, sosyalist veya Marksist renkli olanlar, en pespaye burjuva
düşüncelerden hareketle, devrimcilik, sosyalistlik ve de
Marksistlik adına, günlük burjuva basında çıkan haberlere
dayanarak ekonominin ne denli ağır bir kriz içinde olduğunu,
değilse de birtakım verilere dayanarak krizde olduğunu; bu krizin
Erdoğan'ı götüreceğin anlatmakta bir türlü usanmadılar,
usanmıyorlar ve yorulmadılar, yorulmuyorlar. Bu değerlendirmeleri,
kriz patlak verdiğinde ayrıca ve gerekirse ayrıntılı olarak ele
alırız. Bir fazla üretim krizi gerçekten patlak verdiğinde ne
derler bilemem, ama herhalde krizin derinleştiğinden
bahsedeceklerdir.
Erken
seçimle ekonominin gidişatı arasında sıkı bir bağın olduğunu
görüyoruz. Gerçekten de diktatör Erdoğan’ın, seçimler normal
zamanında, 2019'da yapılsaydı, bu işin altında kalkması;
seçimleri kazanması kolay olmayacaktı. Bunu gördü ve seçimleri
de mümkün olanı zorlayarak en erken zamana aldı:
Ekonomi
konusunda iktidarın öyle pek cahil olduğunu, plansız programsız
hareket ettiğini düşünmek pek doğru olmaz. Başkanlık
referandumunu kazanmak için Erdoğan, kapitalistlere ve dolayısıyla
da halka birtakım teşviklerle destek çıktı; amaç, iç talebi
olduğundan daha fazla canlandırmaktı. Bu nedenle kamu
harcamalarını abartarak pompaladı. Teşvikler, 200 milyarı aşan
garantili krediler ekonomiyi; daha doğrusu üretimi coşturdu. Bu
destek-pompalama sonucunda 2017 itibariyle ekonomide oldukça yüksek
bir büyüme sağladı. İstediği gibi de oldu. Ekonomi yüzde 7'nin
üzerinde büyüdü, ama ortaya istemediği ve ekonomide, özellikle
döviz fiyatlarında, enflasyonda yaşanan sorunlar erken çıktı.
Seçimlerin normal zamanında, yani Kasım 2019’da yapılması
durumunda, hükümet kesinkes bu sorunlarla açıktan boğuşmak
durumunda kalacaktı ve böyle bir ortamda da seçimi kazanmak zor
olacaktı.
Başkanlık
referandumunu kazanma adına o teşvikler, arkası kesilmeyecekmiş
gibi dağıtılan garantili krediler, freni patlamış kamyon gibi
hareket eden cari harcamalar, kaçınılmaz olarak Türk ekonomisinin
medarı iftihar olan mali disiplinini bozdu. Bu, ekonominin normal
seyrine müdahaledir. Bugünkü durum; belki de yarın, görülebilir
gelecekte göreceğimiz gelişmeler, bugün gündeme oturdu.
Hükümetin bu müdahalesi ve Merkez Bankası'nın siyasi baskı
altında kalarak hareketsizliği, döviz kurunun olağanüstü
tırmanmasını, enflasyonun çift hanelere çıkmasını, faizlerin
yükselmesini kaçınılmaz olarak beraberinde getirecekti, öyle de
oldu.
Bu
gelişmeye dur demenin tek yolu, mali disiplin olabilirdi ve Merkez
Bankası’nın da para politikasını sıkı tutması gerekirdi. Ama
bu sefer de ekonominin seyri, büyümesi olumsuz etkilerdi; bir
taraftan büyümede küçülme olurken, işsizlik normal seyrinden
daha fazla artabilirdi. Kasım 2019 beklenseydi bu ve benzeri
sorunlarla karşılaşılacaktı Erdoğan. Diktatör, Kasım 2019’da
seçimi kazanmakta bayağı zorlanabileceğini gördü. Normal
zamanında yapılması gereken seçimler, baskın seçime
dönüştürüldü. Erdoğan ve şürekası seçimlerin zamanı
konusunda; erkene alma konusunda yapılması gerekeni yaptı. Şimdi
yeniden teşviklerden, oy toplamaya yönelik paketlerden
bahsediyorlar ve açıklıyorlar da. Örneğin emeklilere verilen
1000 liralık bayram parası.
Bakıma muhtaç hale gelmiş ve geçim sıkıntısı yaşayanların
emekli maaşına 100 liralık zam, ödenmemiş vergi, sigorta primi,
trafik cezası vb. alanlarda vatandaşı rahatlatan, oy getiren
düzenlemeler torba yasasıyla halledildi. 2.
nefes kredisini açıklayan da Başbakan'dan başkası değildi.
Açığa
çıkmış bu sorunların kısa zamanda kontrol altına alınması
mümkün değildi. Bu durumda bir taraftan erken seçim kaçınılmaz
olurken, ekonomik kriz patlatmaktan çok hoşlananlar için de gün
doğmuş oluyordu.
Peki,
tek başına bunlar mıydı; döviz fiyatlarındaki artış mıydı,
enflasyonun çift haneye çıkması mıydı Erdoğan'ı seçimleri
erkene almaya zorlayan?
Dolar
karşısında TL'nin değer kaybetmesi değildi. Bu, ancak sıradan
bir neden olabilir.
Üretimin
gerilemesi ve durması hiç değildi. Böyle bşr durum zaten yok.
İhracatta
rekor üstüne rekor kırdıklarını hükümet ve çevreleri
ballandıra balladıra anlatıyorlar. Bu da bir neden değil. Tabi bu
arada ithalatta da rekor üzerine rekor kırılıyor ama bundan
bahseden pek yok.
Cari
açık olabilir mi? Mümkündür, bu da bir neden sayılabilir. Ama
Türk ekonomisi cari açığa dayanıklıdır!
Hatta
enflasyondaki gelişme de bir neden olarak gösterilebilir.
İşsizlik
olabilir mi? Pek olmaz. Oransal olarak artmıyor, az da olsa
geriliyor.
İç
piyasada tüketimin gerilemesi, yani halkın alım gücünde bir
gerileme bir neden olabilir mi? Halkımız bir biçimde üretileni
tüketiyor. Öyleyse bu da bir neden değil. Zaten yüzde 7,3’lük
büyüme daha ziyade iç tüketime dayanmıyor muydu?
Sermaye
girişinde bir gerileme mi var, veya giren para normal çıkış
yapmıyor da, arkasına bakmadan kaçıyor mu? Öyle bir durumda yok.
Bana
göre Erdoğan ve şürekası, dün hiç sorun olmayanın, bugün de
pek sorun olmayanın, yarın, büyük bir ihtimalle seçimlerin
normal zamanında yapıldığı zaman diliminde, 2019'da sorun
olacağını görmüştür. Bu sorun, Türkiye'nin borçlanma
sorunudur. Türk devletinin, diğer bir ifadeyle kamunun borçlanması
sorun olmaktan çok uzaktır. Esas sorun, özel sektörün
borçlanmasında. Devletin garantisi olduğu için ve Varlık
Fonu'yla da garanti verme mesajları verildiği için, özel sektör
borçlanmadan dolayı sorunla karşılaşacağının hesabını
yapmadı. Ama şimdi, hem devlet hem de özel sektör bunun hesabını
yapmakla meşguller.
Bahsettiğimiz
sorunlar yumağı ekonomiyi zorlayabilir, hatta çok zorlayabilir,
ama bu sorunları içinden çıkılmaz hale getiren üretmek için
dış kaynağa ihtiyacı olan özel sektörün borçlanma hacmidir.
Bunun ötesinde bu durumun, diktatör Erdoğan'ın birtakım
çıkışları nedeniyle ondan kurtulmak isteyen emperyalist ülke ve
uluslararası sermaye tarafından kullanıldığı ve kullanılacağı
da açıktır. Özellikle kredi değerlendirme kurumları bunu
açıktan yapıyorlar.
Borçlanmanın
seyrine bakalım. Aşağıdaki verilerden hangi sonuçları
çıkartabiliriz?
Kaynak: Borç
Göstergeleri , Hazine Müsteşarlığı , Nisan 2018.
Türkiye'nin
brüt dış borç stokunda 2002-2017 arasında, AKP hükümetleri
döneminde üç farklı dönem görüyoruz: İlk dönemde, 2002-2005
arasında brüt dış borç stoku yüzde 54,8'den yüzde 34,2'ye
kadar düşüyor; ikinci dönemde, 2005-2011 arasında brüt dış
borç stokunun dengesiz, ama genelde giderek arttığını görüyoruz;
bu oran 2005'te yüzde 34,2'den 2009'da yüzde 41,5'e çıkıyor
(kriz yılı) ve 2011'de de yüzde 36,7'ye düşüyor. Üçüncü
dönemde, 2001-2017 arasında brüt dış borç stoku sürekli
artıyor; 2011'de yüzde 36,7'den 2017'de yüzde 53,3'e çıkarak 6
yıl içinde 16,6 puan artıyor. (1990'dan itibaren hesap edilirse bu
oranda sürekli bir artış olmuştur; bu oran 1990'da yüzde
26,1'den 2000'de yüzde 43,6'ya ve 2001'de yüzde 56,5'e çıkmıştır.
2000-2001 arasındaki 12,9 puanlık sıçramalı artış, 2001
krizinin bir sonucudur. Benzer bir sıçramalı artış 1994 krizi
döneminde de görülmüştür. Bu oran 1993'te yüzde 29,6'dan
1994'te yüzde 38,8'e çıkarak 9,2 puan artmıştır).
2008
krizden sonraki duruma bakalım:
Kaynak:
Borç Göstergeleri , Hazine Müsteşarlığı , Nisan 2018.
2010-2017
arasında toplam brüt dış borç yüzde 55,4 oranında artıyor.
Aynı dönemde kamu borcu yüzde 52,9 oranında artarken, özel
sektör borcu yüzde 65,7 oranında artıyor. Özel sektör borçları
hem genel borca hem de kamu borcuna göre daha hızlı bir artış
gösteriyor. Her üç kalemde de uzun vadeli borçların toplamdaki
payının kısa vadeli olanlara göre oldukça büyük olması borcun
yönetilmesinde Türk ekonomisi açısından bir avantaj olabilir.
Kaynak: Borç
Göstergeleri , Hazine Müsteşarlığı , Nisan 2018 (Kaynak:
Eurostat, (Güncelleme Tarihi: 24.01.2018);
Hazine Müsteşarlığı,
(29.12.2017 itibarıyla).
Kamu
borçlarının GSYH'ya göre oranı bakımında Türkiye'nin durumu
hem bütün olarak AB'den hem de AB'nin birçok ülkesinden
karşılaştırılamayacak kadar iyidir. Bu, dışarıda borç bulma
bakımından önemli bir avantajdır, ama bu avantajın kullanılması
için ekonomik görünümlü siyasi ve askeri ödünler istenebilir
ve avantaj dezavantaja dönüşebilir. Bu, göz ardı edilmemesi
gereken bir ihtimaldir.
Diktatör
Erdoğan her bakımdan durumu kurtarmak için; her konuya bir çözüm
bulmak için dış güçlerin saldırısından bahseder. 15 Temmuz
darbe girişimi ve sonrasındaki gelişmeler göz önüne getirilirse
bu genel anlamda doğrudur. Ama bazı veriler Erdoğan'ı
doğrulamamaktadır. Örneğin, döviz fiyatlarındaki anormal
yükselişte dış ekonomik güçlerin bir etkisi olabilir, ama bu,
döviz fiyatlarındaki olağanüstü artışı açıklamaya yetmiyor.
Tamam, Türkiye'den çıkan yabancı yatırımcılar var, ama bunlar
tası tarağı toplayıp kaçmıyorlar. Duruma göre çıkıyorlar,
duruma göre giriyorlar.
Döviz
fiyatlarındaki olağanüstü artışın esas nedeni iç piyasada
dövize olan taleptir. Bunlar, yurt dışında borçlanmış olan ve
ödeme yapmakla karşı karşıya olan şirketlerdir. Bu şirketlerin
net yükümlülükleri, örneğin Şubat 2018 itibariyle 223 milyar
dolara varıyordu. Bir sene öncesinde ise bu miktar 189,5 milyar
dolardı. Yani özel sektörün, daha ziyade bankaların döviz
türünden net yükümlülükleri bir sene içinde yüzde 17,7
oranında artmıştır. Yüksele kur, bunların borcunu (ek
zararlarını) arttırıyor. Daha fazla zararı önlemek için
yükümlülüklerini azaltma amacıyla iç piyasada döviz toplayan
bu şirketler, aynı zamanda döviz fiyatlarının fırlamasına da
neden oluyorlar.
Yeni
Teşvikler, Varlık Fonu vs. Çare Olabilir mi?
24
Hazirana kadar bir şey olmaz, ama sonrası için bir şey
söylenemez; ne olacağı bilinmeyen bir süreçle karşı
karşıyayız. 2018 itibariyle ekonomide bir fazla üretim krizinin
patlak verme ihtimali zayıftır; bunun için olağanüstü
denebilecek gelişmelerin olması gerekir. Ekonominin; sanayi
üretiminin seyri bunu gösteriyor. Ama diğer taraftan da dönemsel
olarak patlak veren fazla üretim krizinin de zamanı geliyor;
krizin patlak vermesi için nedenler olgunlaşıyor.
Son
krizden bu yana Türk ekonomisi açısından 8 sene geçti. Krizin
patlak vermesini öne çeken durumlarla karşı karşıya
kalabileceğimiz gibi, birtakım tedbirlerle krizin patlak vermesini
öteleyen, geciktiren durumlarla da karşı karşıya kalabiliriz.
Dünya ekonomisinde şimdiki seyrini değiştirecek olağanüstü
gelişmeler, aynı zamanda Erdoğan'ın seçilmesi durumunda
diktatörü boğmak için uluslararası sermayenin, ABD'nin birtakım
saldırıları, engellemeleri; bir bütün olarak siyasi, askeri ve
ekonomik baskıları, içeride ekonomiyi olumsuz etkileyerek krizin
erken patlak vermesine neden olabilir. Ama aynı şekilde Erdoğan ve
şürekasının yeni tedbirleri, “reformları”, ekonomi
bağlamında birtakım reçeteleri, Varlık Fonu'nu kullanması, özel
sektörün dış borçlarını doğrudan üstlenmesi krizin patlak
vermesini belli bir zaman için geciktirebilir, erteleyebilir. Ama
dönemsel krizin, gecikmeli de olsa patlak vermesi engellenemez. Kriz
gelecektir, patlak verecektir, çünkü ekonomik kriz, diğer
ifadeyle fazla üretim krizi, kapitalizmin nesnel bir yasasıdır.
Hiçbir tedbir bu yasanın işlerliğini ortadan kaldıramaz.
Daha
önceki ekonomi üzerine değerlendirmelerimde borçlanma açısından
burjuvazinin pek sıkıntıya girmeyeceğini; mevcut dış borcu
yönetecek durumda olduğunu sürekli vurguladım. Şimdiki dış
borç miktarı da önemli değil. Ama Türk burjuvazisi ile dünya
önde gelen Batılı emperyalist ülkeler arasındaki ilişkiler,
özellikle 15 Temmuz 2016 darbe girişiminden bu yana değişti;
gerginlikler resmen çelişkiye dönüştü. Uysal, Batı'dan gelen
her talebi kabul eden burjuvazinin yerini saldırgan, kendi
çıkarlarını düşünen bir burjuvazi aldı. Türkiye'nin bu
gelişmesini Batılı emperyalist güçler ve uluslararası sermayesi
baskı altına almak için her olanağı kullanıyorlar,
değerlendiriyorlar. Bir ekonomik kriz durumunda, örneğin
Türkiye'nin dış borcu çeviremeyecek, yönetemeyecek duruma
gelmesi için ellerinden geleni yapacaklardır; aslında yapıyorlar
da. Bu nedenle, Türk burjuvazisini eski haline getirmek için her
fırsatı kullanacaklardır. Başını kaldıranın, rekabet edecek,
rakip olacak potansiyele sahip her ülkenin önünü kesmek, tepesine
çullanmak emperyalizmin yeni olmayan taktiğidir. Bu nedenle
borçlama seviyesi düşük olsa da önemli olmaya başladığı
düşüncesindeyim. Ama bir ihtimal daha var;
1-Varlık
Fonu'nu kullanır.
2-Özel
sektörün dış borçlarını doğrudan üstlenebilir.
3-”Dost”u
ülkelerden, örneğin Katar'dan sermaye sağlayabilir.
Sonuç:
Kaynak:
Borç Göstergeleri, Hazine Müsteşarlığı , Nisan 2018.
Yukarıdaki
gösterge bir AKP talanı göstergesidir. Özelleştirme adı altında
memleketin “ulusal” varlıkları yerli ve yabancı sermayeye
peşkeş çekilmektedir. Bu miktar 1985-2003 arasında, 18 sene
içinde 8,2 milyar dolardan AKP döneminde 2003-2016 arasında, 13
senede 59,8 milyar dolara çıkmıştır. Talanın tablosu bu.
Seçim
propagandası açısından köprü, bölünmüş yolun da fazla
getirisi yok artık. Şimdi diktatör Erdoğan sadece ve sadece vaat
satıyor. Manifestosu bunu gösteriyor:
“Bu
toprakları bize vatan yapan aziz milletim…1071 Malazgirt
Zaferi’nden beri bu topraklar bize yurt oldu, vatan oldu, Dedem
Osman Gazi’nin rüyası hakikat oldu.”
“Sina
Çölü’nde Resul-ü Ekrem’in ardına düşen, Haremeyn’e
hizmetkâr olan Yavuz bizdik.
Kudüs’ü
alan Selahattin Eyyübi bizdik”.
“Gazi
Mustafa Kemal Atatürk “size ölmeyi emrediyorum” dediğinde bir
ok gibi siperlerinden fırlayan aslanlar bizdik”, “Kut’ül
Amare’de ümmetin zafere inanmış iradesi bizdik”.
“Onların
küresel efendilerine de eyvallah etmedik” (Vaatten başka bir
şey yok).
“Gazze’deki,
Arakan’daki, Suriye’deki, Afganistan’daki, Somali’deki,
Bosna’daki katliamlara karşı hem gür bir ses verdik, hem taşın
altına elimizi koyduk. Katliamları sadece gündeme getirmekle
kalmadık, hesabının sorulmasını sağlayacak mekanizmaları da
harekete geçirdik”.
“Köprüler,
tüneller, barajlar, havalimanları, yollar, hızlı tren hatları,
eğitim, sağlık, enerji yatırımlarıyla ülkemiz sınıf
atladıkça…Bize olan öfke ve tahammülsüzlük daha da kabardı”.
''Tendürek'te
Kandil'de biz vardık''
“Yaptıklarımız:
“Aziz
Milletim…”, “Biz Türkiye’nin dünü, bugünü, yarınıyız…
Biz Türkiye’nin Kızılırmak’ı, Harran’ı, Sakarya’sıyız...
Biz Türkiye’nin Yunus’u, Mevlana’sı, Pir Sultan’ıyız…Biz
Türkiye’nin hür iradesi, bölünmez bütünlüğüyüz… Biz
Türkiye’yiz…”, “Aziz Milletim…”, “AK Parti’nin
hikayesi Türkiye’nin hikayesidir”.
“Aziz
Milletim…” (Boş laf)
“Aziz
Milletim…” (Boş laf)
“Aziz
Milletim…” (Boş laf)
“Yapacaklarımız”
(Boş laf)
“Aziz
Milletim…” (Boş laf)
“Erdem,
irade ve cesaretle Türkiye şahlanacak”tan başka bir şey
yok.
“Aziz
Milletim…” (Boş laf)
Verilen “18 Söz”:
(Boş laf)
“Aziz
Milletim…” (Boş laf)
“Aziz
Milletim…” (Boş laf)
“Sevgili
Kadınlarımız…” (Boş laf)
“Sevgili
Gençler…” (Boş laf)
“Akitleşme”
(Boş laf)
“Ey
Milletim…”: “Tek millet, Tek bayrak, Tek vatan, Tek devlet”
Diktatör
Erdoğan'ın “Aziz
Milletim”den, “Ey
Milletim”de,
“Malazgirt”ten,
dedesi “Osman
Gazi”den, “Sina
Çölü’nde Resul-ü Ekrem’in ardına düşen, Haremeyn’e
hizmetkâr olan Yavuz”undan, torunlarını katlettiği “Kudüs’ü
alan Selahattin Eyyübi”den, “Gazi
Mustafa Kemal Atatürk”ten,
“Çanakkale”den,
“Kut’ül
Amare”den; kısaca
ırkçılıktan, şovenizmden, boş vaatten
ve “Tek millet,
Tek bayrak, Tek vatan, Tek devlet”
başka satacak, “millet”ine
verecek bir şeyi kalmamıştır.
*
Türk
ekonomisindeki güncel durum böyle. Dünya ekonomisindeki durumda
yeni değerlendirme yapmayı gerekli kılan gelişmeler olmasa da
tencere akıllılar dünyasında belli bir kıpırdanmanın olduğu
görülüyor. Ekonomik kriz dendiği zaman aklıma hep ayrık
otu gelir. Baharla birlikte yeşerir, sonbaharda kurur, ama kökleri
toprak altında canlı olarak kalır ve bir sonraki baharda yeniden
yeşerir. Ekonomik krizin ayrık otları, tencere akıllıları ise
krizin kokusunu alır almaz kafalarını kaldırırlar, adeta biz
buradayız derler ve yıllarca tekrarladıklarını bir kez daha
tekrarlarlar. Bu, ekonomi krizden çıkana kadar sürer ve ekonomi
krizden çıkınca bu ayrık otları da ortalıkta görünmez
olurlar, tabii ki, bir dahaki krize kadar. Yaklaşık 1920'li
yıllardan bu yana bu hep böyle olmaktadır. Sanırsam, pek yakında
olmasa da bunlara karşı yeniden mücadelenin zamanı
yaklaşmaktadır.