deneme

18 Mayıs 2018 Cuma

ERKEN SEÇİM VE EKONOMİ



ERKEN SEÇİM VE EKONOMİ

Bu sefer iş ciddiye benziyor. Ufukta bir ekonomik kriz bulutları gözüktü. “Teğet” geçer mi orası bilinmez. Aynı zamanda bu krizin ne zaman patlak vereceği de bilinmez. Ama bizde, bu coğrafyada dövizdeki iniş ve çıkışa göre, enflasyondaki gelişmeye göre hemen kriz patlatıp Erdoğan'ı saraydan kovanlar hiç de az değildir. Erdoğan’ı, kriz patlatarak, ipe sapa gelmez söylemlerle koltuğundan etmeyi meslek edinmişlerin sayısı gerçekten hiç az değildir. Tabii, ekonomiyi hiç krizden çıkartmayanlar da var. Onlar da ayrı bir sorun. Varılan sonuç, soruna nasıl bakıldığıyla doğrudan ilişkilidir. Soruna Marksist kriz teorisi açısından bakanların analizleriyle diğerlerinin analizleri arasında sınıfsal bir duruş farkı vardır. Diğerleri derken, sadece burjuva ekonomistleri değil, Marksist olma iddiasında olanları da kast ediyorum. Ama bu sefer, bu yazıda onları rahat bırakacağım.

Ekonomide kriz belirtilerini (semptomları), ekonominin iyiye gitmediğini, kırılganlığını gösteren, birtakım belirtileri kriz göstergesi kabul etmek ve ona göre değerlendirme yapmak burjuva ekonomistlerin işidir. Aslında aklı başında, ekonomiye gerçekten vakıf bir burjuva aydın, bir ekonomist bunu yapmaz; krize doğru bir gidişin olabileceğine işaret eden göstergeler ile krizin kendisi arasında ayrım yapar. Bırakalım bunları bir kenara, bu memlekette devrimci, sosyalist veya Marksist renkli olanlar, en pespaye burjuva düşüncelerden hareketle, devrimcilik, sosyalistlik ve de Marksistlik adına, günlük burjuva basında çıkan haberlere dayanarak ekonominin ne denli ağır bir kriz içinde olduğunu, değilse de birtakım verilere dayanarak krizde olduğunu; bu krizin Erdoğan'ı götüreceğin anlatmakta bir türlü usanmadılar, usanmıyorlar ve yorulmadılar, yorulmuyorlar. Bu değerlendirmeleri, kriz patlak verdiğinde ayrıca ve gerekirse ayrıntılı olarak ele alırız. Bir fazla üretim krizi gerçekten patlak verdiğinde ne derler bilemem, ama herhalde krizin derinleştiğinden bahsedeceklerdir.

Erken seçimle ekonominin gidişatı arasında sıkı bir bağın olduğunu görüyoruz. Gerçekten de diktatör Erdoğan’ın, seçimler normal zamanında, 2019'da yapılsaydı, bu işin altında kalkması; seçimleri kazanması kolay olmayacaktı. Bunu gördü ve seçimleri de mümkün olanı zorlayarak en erken zamana aldı:

Ekonomi konusunda iktidarın öyle pek cahil olduğunu, plansız programsız hareket ettiğini düşünmek pek doğru olmaz. Başkanlık referandumunu kazanmak için Erdoğan, kapitalistlere ve dolayısıyla da halka birtakım teşviklerle destek çıktı; amaç, iç talebi olduğundan daha fazla canlandırmaktı. Bu nedenle kamu harcamalarını abartarak pompaladı. Teşvikler, 200 milyarı aşan garantili krediler ekonomiyi; daha doğrusu üretimi coşturdu. Bu destek-pompalama sonucunda 2017 itibariyle ekonomide oldukça yüksek bir büyüme sağladı. İstediği gibi de oldu. Ekonomi yüzde 7'nin üzerinde büyüdü, ama ortaya istemediği ve ekonomide, özellikle döviz fiyatlarında, enflasyonda yaşanan sorunlar erken çıktı. Seçimlerin normal zamanında, yani Kasım 2019’da yapılması durumunda, hükümet kesinkes bu sorunlarla açıktan boğuşmak durumunda kalacaktı ve böyle bir ortamda da seçimi kazanmak zor olacaktı.

Başkanlık referandumunu kazanma adına o teşvikler, arkası kesilmeyecekmiş gibi dağıtılan garantili krediler, freni patlamış kamyon gibi hareket eden cari harcamalar, kaçınılmaz olarak Türk ekonomisinin medarı iftihar olan mali disiplinini bozdu. Bu, ekonominin normal seyrine müdahaledir. Bugünkü durum; belki de yarın, görülebilir gelecekte göreceğimiz gelişmeler, bugün gündeme oturdu. Hükümetin bu müdahalesi ve Merkez Bankası'nın siyasi baskı altında kalarak hareketsizliği, döviz kurunun olağanüstü tırmanmasını, enflasyonun çift hanelere çıkmasını, faizlerin yükselmesini kaçınılmaz olarak beraberinde getirecekti, öyle de oldu.

Bu gelişmeye dur demenin tek yolu, mali disiplin olabilirdi ve Merkez Bankası’nın da para politikasını sıkı tutması gerekirdi. Ama bu sefer de ekonominin seyri, büyümesi olumsuz etkilerdi; bir taraftan büyümede küçülme olurken, işsizlik normal seyrinden daha fazla artabilirdi. Kasım 2019 beklenseydi bu ve benzeri sorunlarla karşılaşılacaktı Erdoğan. Diktatör, Kasım 2019’da seçimi kazanmakta bayağı zorlanabileceğini gördü. Normal zamanında yapılması gereken seçimler, baskın seçime dönüştürüldü. Erdoğan ve şürekası seçimlerin zamanı konusunda; erkene alma konusunda yapılması gerekeni yaptı. Şimdi yeniden teşviklerden, oy toplamaya yönelik paketlerden bahsediyorlar ve açıklıyorlar da. Örneğin emeklilere verilen 1000 liralık bayram parası. Bakıma muhtaç hale gelmiş ve geçim sıkıntısı yaşayanların emekli maaşına 100 liralık zam, ödenmemiş vergi, sigorta primi, trafik cezası vb. alanlarda vatandaşı rahatlatan, oy getiren düzenlemeler torba yasasıyla halledildi. 2. nefes kredisini açıklayan da Başbakan'dan başkası değildi.

Açığa çıkmış bu sorunların kısa zamanda kontrol altına alınması mümkün değildi. Bu durumda bir taraftan erken seçim kaçınılmaz olurken, ekonomik kriz patlatmaktan çok hoşlananlar için de gün doğmuş oluyordu.

Peki, tek başına bunlar mıydı; döviz fiyatlarındaki artış mıydı, enflasyonun çift haneye çıkması mıydı Erdoğan'ı seçimleri erkene almaya zorlayan?
Dolar karşısında TL'nin değer kaybetmesi değildi. Bu, ancak sıradan bir neden olabilir.
Üretimin gerilemesi ve durması hiç değildi. Böyle bşr durum zaten yok.
İhracatta rekor üstüne rekor kırdıklarını hükümet ve çevreleri ballandıra balladıra anlatıyorlar. Bu da bir neden değil. Tabi bu arada ithalatta da rekor üzerine rekor kırılıyor ama bundan bahseden pek yok.
Cari açık olabilir mi? Mümkündür, bu da bir neden sayılabilir. Ama Türk ekonomisi cari açığa dayanıklıdır!
Hatta enflasyondaki gelişme de bir neden olarak gösterilebilir.
İşsizlik olabilir mi? Pek olmaz. Oransal olarak artmıyor, az da olsa geriliyor.
İç piyasada tüketimin gerilemesi, yani halkın alım gücünde bir gerileme bir neden olabilir mi? Halkımız bir biçimde üretileni tüketiyor. Öyleyse bu da bir neden değil. Zaten yüzde 7,3’lük büyüme daha ziyade iç tüketime dayanmıyor muydu?
Sermaye girişinde bir gerileme mi var, veya giren para normal çıkış yapmıyor da, arkasına bakmadan kaçıyor mu? Öyle bir durumda yok.

Bana göre Erdoğan ve şürekası, dün hiç sorun olmayanın, bugün de pek sorun olmayanın, yarın, büyük bir ihtimalle seçimlerin normal zamanında yapıldığı zaman diliminde, 2019'da sorun olacağını görmüştür. Bu sorun, Türkiye'nin borçlanma sorunudur. Türk devletinin, diğer bir ifadeyle kamunun borçlanması sorun olmaktan çok uzaktır. Esas sorun, özel sektörün borçlanmasında. Devletin garantisi olduğu için ve Varlık Fonu'yla da garanti verme mesajları verildiği için, özel sektör borçlanmadan dolayı sorunla karşılaşacağının hesabını yapmadı. Ama şimdi, hem devlet hem de özel sektör bunun hesabını yapmakla meşguller.

Bahsettiğimiz sorunlar yumağı ekonomiyi zorlayabilir, hatta çok zorlayabilir, ama bu sorunları içinden çıkılmaz hale getiren üretmek için dış kaynağa ihtiyacı olan özel sektörün borçlanma hacmidir. Bunun ötesinde bu durumun, diktatör Erdoğan'ın birtakım çıkışları nedeniyle ondan kurtulmak isteyen emperyalist ülke ve uluslararası sermaye tarafından kullanıldığı ve kullanılacağı da açıktır. Özellikle kredi değerlendirme kurumları bunu açıktan yapıyorlar.

Borçlanmanın seyrine bakalım. Aşağıdaki verilerden hangi sonuçları çıkartabiliriz?

Kaynak: Borç Göstergeleri , Hazine Müsteşarlığı , Nisan 2018.

Türkiye'nin brüt dış borç stokunda 2002-2017 arasında, AKP hükümetleri döneminde üç farklı dönem görüyoruz: İlk dönemde, 2002-2005 arasında brüt dış borç stoku yüzde 54,8'den yüzde 34,2'ye kadar düşüyor; ikinci dönemde, 2005-2011 arasında brüt dış borç stokunun dengesiz, ama genelde giderek arttığını görüyoruz; bu oran 2005'te yüzde 34,2'den 2009'da yüzde 41,5'e çıkıyor (kriz yılı) ve 2011'de de yüzde 36,7'ye düşüyor. Üçüncü dönemde, 2001-2017 arasında brüt dış borç stoku sürekli artıyor; 2011'de yüzde 36,7'den 2017'de yüzde 53,3'e çıkarak 6 yıl içinde 16,6 puan artıyor. (1990'dan itibaren hesap edilirse bu oranda sürekli bir artış olmuştur; bu oran 1990'da yüzde 26,1'den 2000'de yüzde 43,6'ya ve 2001'de yüzde 56,5'e çıkmıştır. 2000-2001 arasındaki 12,9 puanlık sıçramalı artış, 2001 krizinin bir sonucudur. Benzer bir sıçramalı artış 1994 krizi döneminde de görülmüştür. Bu oran 1993'te yüzde 29,6'dan 1994'te yüzde 38,8'e çıkarak 9,2 puan artmıştır).

2008 krizden sonraki duruma bakalım:

Kaynak: Borç Göstergeleri , Hazine Müsteşarlığı , Nisan 2018.

2010-2017 arasında toplam brüt dış borç yüzde 55,4 oranında artıyor. Aynı dönemde kamu borcu yüzde 52,9 oranında artarken, özel sektör borcu yüzde 65,7 oranında artıyor. Özel sektör borçları hem genel borca hem de kamu borcuna göre daha hızlı bir artış gösteriyor. Her üç kalemde de uzun vadeli borçların toplamdaki payının kısa vadeli olanlara göre oldukça büyük olması borcun yönetilmesinde Türk ekonomisi açısından bir avantaj olabilir.

Kaynak: Borç Göstergeleri , Hazine Müsteşarlığı , Nisan 2018 (Kaynak: Eurostat, (Güncelleme Tarihi: 24.01.2018);
Hazine Müsteşarlığı, (29.12.2017 itibarıyla).

Kamu borçlarının GSYH'ya göre oranı bakımında Türkiye'nin durumu hem bütün olarak AB'den hem de AB'nin birçok ülkesinden karşılaştırılamayacak kadar iyidir. Bu, dışarıda borç bulma bakımından önemli bir avantajdır, ama bu avantajın kullanılması için ekonomik görünümlü siyasi ve askeri ödünler istenebilir ve avantaj dezavantaja dönüşebilir. Bu, göz ardı edilmemesi gereken bir ihtimaldir.

Diktatör Erdoğan her bakımdan durumu kurtarmak için; her konuya bir çözüm bulmak için dış güçlerin saldırısından bahseder. 15 Temmuz darbe girişimi ve sonrasındaki gelişmeler göz önüne getirilirse bu genel anlamda doğrudur. Ama bazı veriler Erdoğan'ı doğrulamamaktadır. Örneğin, döviz fiyatlarındaki anormal yükselişte dış ekonomik güçlerin bir etkisi olabilir, ama bu, döviz fiyatlarındaki olağanüstü artışı açıklamaya yetmiyor. Tamam, Türkiye'den çıkan yabancı yatırımcılar var, ama bunlar tası tarağı toplayıp kaçmıyorlar. Duruma göre çıkıyorlar, duruma göre giriyorlar.
Döviz fiyatlarındaki olağanüstü artışın esas nedeni iç piyasada dövize olan taleptir. Bunlar, yurt dışında borçlanmış olan ve ödeme yapmakla karşı karşıya olan şirketlerdir. Bu şirketlerin net yükümlülükleri, örneğin Şubat 2018 itibariyle 223 milyar dolara varıyordu. Bir sene öncesinde ise bu miktar 189,5 milyar dolardı. Yani özel sektörün, daha ziyade bankaların döviz türünden net yükümlülükleri bir sene içinde yüzde 17,7 oranında artmıştır. Yüksele kur, bunların borcunu (ek zararlarını) arttırıyor. Daha fazla zararı önlemek için yükümlülüklerini azaltma amacıyla iç piyasada döviz toplayan bu şirketler, aynı zamanda döviz fiyatlarının fırlamasına da neden oluyorlar.

Yeni Teşvikler, Varlık Fonu vs. Çare Olabilir mi?

24 Hazirana kadar bir şey olmaz, ama sonrası için bir şey söylenemez; ne olacağı bilinmeyen bir süreçle karşı karşıyayız. 2018 itibariyle ekonomide bir fazla üretim krizinin patlak verme ihtimali zayıftır; bunun için olağanüstü denebilecek gelişmelerin olması gerekir. Ekonominin; sanayi üretiminin seyri bunu gösteriyor. Ama diğer taraftan da dönemsel olarak patlak veren fazla üretim krizinin de zamanı geliyor; krizin patlak vermesi için nedenler olgunlaşıyor.

Son krizden bu yana Türk ekonomisi açısından 8 sene geçti. Krizin patlak vermesini öne çeken durumlarla karşı karşıya kalabileceğimiz gibi, birtakım tedbirlerle krizin patlak vermesini öteleyen, geciktiren durumlarla da karşı karşıya kalabiliriz. Dünya ekonomisinde şimdiki seyrini değiştirecek olağanüstü gelişmeler, aynı zamanda Erdoğan'ın seçilmesi durumunda diktatörü boğmak için uluslararası sermayenin, ABD'nin birtakım saldırıları, engellemeleri; bir bütün olarak siyasi, askeri ve ekonomik baskıları, içeride ekonomiyi olumsuz etkileyerek krizin erken patlak vermesine neden olabilir. Ama aynı şekilde Erdoğan ve şürekasının yeni tedbirleri, “reformları”, ekonomi bağlamında birtakım reçeteleri, Varlık Fonu'nu kullanması, özel sektörün dış borçlarını doğrudan üstlenmesi krizin patlak vermesini belli bir zaman için geciktirebilir, erteleyebilir. Ama dönemsel krizin, gecikmeli de olsa patlak vermesi engellenemez. Kriz gelecektir, patlak verecektir, çünkü ekonomik kriz, diğer ifadeyle fazla üretim krizi, kapitalizmin nesnel bir yasasıdır. Hiçbir tedbir bu yasanın işlerliğini ortadan kaldıramaz.

Daha önceki ekonomi üzerine değerlendirmelerimde borçlanma açısından burjuvazinin pek sıkıntıya girmeyeceğini; mevcut dış borcu yönetecek durumda olduğunu sürekli vurguladım. Şimdiki dış borç miktarı da önemli değil. Ama Türk burjuvazisi ile dünya önde gelen Batılı emperyalist ülkeler arasındaki ilişkiler, özellikle 15 Temmuz 2016 darbe girişiminden bu yana değişti; gerginlikler resmen çelişkiye dönüştü. Uysal, Batı'dan gelen her talebi kabul eden burjuvazinin yerini saldırgan, kendi çıkarlarını düşünen bir burjuvazi aldı. Türkiye'nin bu gelişmesini Batılı emperyalist güçler ve uluslararası sermayesi baskı altına almak için her olanağı kullanıyorlar, değerlendiriyorlar. Bir ekonomik kriz durumunda, örneğin Türkiye'nin dış borcu çeviremeyecek, yönetemeyecek duruma gelmesi için ellerinden geleni yapacaklardır; aslında yapıyorlar da. Bu nedenle, Türk burjuvazisini eski haline getirmek için her fırsatı kullanacaklardır. Başını kaldıranın, rekabet edecek, rakip olacak potansiyele sahip her ülkenin önünü kesmek, tepesine çullanmak emperyalizmin yeni olmayan taktiğidir. Bu nedenle borçlama seviyesi düşük olsa da önemli olmaya başladığı düşüncesindeyim. Ama bir ihtimal daha var;
1-Varlık Fonu'nu kullanır.
2-Özel sektörün dış borçlarını doğrudan üstlenebilir.
3-”Dost”u ülkelerden, örneğin Katar'dan sermaye sağlayabilir.

Sonuç: 
 


Kaynak: Borç Göstergeleri, Hazine Müsteşarlığı , Nisan 2018.

Yukarıdaki gösterge bir AKP talanı göstergesidir. Özelleştirme adı altında memleketin “ulusal” varlıkları yerli ve yabancı sermayeye peşkeş çekilmektedir. Bu miktar 1985-2003 arasında, 18 sene içinde 8,2 milyar dolardan AKP döneminde 2003-2016 arasında, 13 senede 59,8 milyar dolara çıkmıştır. Talanın tablosu bu.

Seçim propagandası açısından köprü, bölünmüş yolun da fazla getirisi yok artık. Şimdi diktatör Erdoğan sadece ve sadece vaat satıyor. Manifestosu bunu gösteriyor:

Bu toprakları bize vatan yapan aziz milletim…1071 Malazgirt Zaferi’nden beri bu topraklar bize yurt oldu, vatan oldu, Dedem Osman Gazi’nin rüyası hakikat oldu.”

Sina Çölü’nde Resul-ü Ekrem’in ardına düşen, Haremeyn’e hizmetkâr olan Yavuz bizdik.
Kudüs’ü alan Selahattin Eyyübi bizdik”.

Gazi Mustafa Kemal Atatürk “size ölmeyi emrediyorum” dediğinde bir ok gibi siperlerinden fırlayan aslanlar bizdik”, “Kut’ül Amare’de ümmetin zafere inanmış iradesi bizdik”.

Onların küresel efendilerine de eyvallah etmedik” (Vaatten başka bir şey yok).
Gazze’deki, Arakan’daki, Suriye’deki, Afganistan’daki, Somali’deki, Bosna’daki katliamlara karşı hem gür bir ses verdik, hem taşın altına elimizi koyduk. Katliamları sadece gündeme getirmekle kalmadık, hesabının sorulmasını sağlayacak mekanizmaları da harekete geçirdik”.

Köprüler, tüneller, barajlar, havalimanları, yollar, hızlı tren hatları, eğitim, sağlık, enerji yatırımlarıyla ülkemiz sınıf atladıkça…Bize olan öfke ve tahammülsüzlük daha da kabardı”.

''Tendürek'te Kandil'de biz vardık''
Yaptıklarımız:
Aziz Milletim…”, “Biz Türkiye’nin dünü, bugünü, yarınıyız… Biz Türkiye’nin Kızılırmak’ı, Harran’ı, Sakarya’sıyız... Biz Türkiye’nin Yunus’u, Mevlana’sı, Pir Sultan’ıyız…Biz Türkiye’nin hür iradesi, bölünmez bütünlüğüyüz… Biz Türkiye’yiz…”, “Aziz Milletim…”, “AK Parti’nin hikayesi Türkiye’nin hikayesidir”.
Aziz Milletim…” (Boş laf)
Aziz Milletim…” (Boş laf)
Aziz Milletim…” (Boş laf)
Yapacaklarımız” (Boş laf)
Aziz Milletim…” (Boş laf)
Erdem, irade ve cesaretle Türkiye şahlanacak”tan başka bir şey yok.

Aziz Milletim…” (Boş laf)
Verilen “18 Söz”: (Boş laf)
Aziz Milletim…” (Boş laf)
Aziz Milletim…” (Boş laf)
Sevgili Kadınlarımız…” (Boş laf)
Sevgili Gençler…” (Boş laf)
Akitleşme” (Boş laf)
Ey Milletim…”: “Tek millet, Tek bayrak, Tek vatan, Tek devlet”

Diktatör Erdoğan'ın “Aziz Milletim”den, “Ey Milletim”de, “Malazgirt”ten, dedesi “Osman Gazi”den, “Sina Çölü’nde Resul-ü Ekrem’in ardına düşen, Haremeyn’e hizmetkâr olan Yavuz”undan, torunlarını katlettiği “Kudüs’ü alan Selahattin Eyyübi”den, “Gazi Mustafa Kemal Atatürk”ten, “Çanakkale”den, “Kut’ül Amare”den; kısaca ırkçılıktan, şovenizmden, boş vaatten ve “Tek millet, Tek bayrak, Tek vatan, Tek devlet” başka satacak, “millet”ine verecek bir şeyi kalmamıştır.
*

Türk ekonomisindeki güncel durum böyle. Dünya ekonomisindeki durumda yeni değerlendirme yapmayı gerekli kılan gelişmeler olmasa da tencere akıllılar dünyasında belli bir kıpırdanmanın olduğu görülüyor. Ekonomik kriz dendiği zaman aklıma hep ayrık otu gelir. Baharla birlikte yeşerir, sonbaharda kurur, ama kökleri toprak altında canlı olarak kalır ve bir sonraki baharda yeniden yeşerir. Ekonomik krizin ayrık otları, tencere akıllıları ise krizin kokusunu alır almaz kafalarını kaldırırlar, adeta biz buradayız derler ve yıllarca tekrarladıklarını bir kez daha tekrarlarlar. Bu, ekonomi krizden çıkana kadar sürer ve ekonomi krizden çıkınca bu ayrık otları da ortalıkta görünmez olurlar, tabii ki, bir dahaki krize kadar. Yaklaşık 1920'li yıllardan bu yana bu hep böyle olmaktadır. Sanırsam, pek yakında olmasa da bunlara karşı yeniden mücadelenin zamanı yaklaşmaktadır.