YENİ
BİR FAZLA ÜRETİM KRİZİNE DOĞRU (V)
VI-EKONOMİK
KRİZ TEORİLERİ
1-Burjuva
Kriz Teorileri
230'dan
fazla kriz nedeni sayıp da gerçeği söyleyememek ancak burjuvaziye
özgüdür!
Burjuva
kriz teorileri başlığını kullandığımız için, burjuvazinin
ekonomik krizler üzerine bütünsellik arz eden bir anlayışının
olduğunu ifade ettiğimiz anlaşılmamalıdır. Burjuvazi, her
dönem, kapitalizmin o andaki gelişmesine (ekonomik yükselişe-krize)
kafa yoran, sorunun nedenlerini açıklamaya çalışan
ekonomistlerini, filozoflarını çıkartmıştır. Bunlar her
seferinde sorunun nedenini bulduklarına inanmışlardır. Ama patlak
veren her ekonomik kriz, tespit edilen nedenlerin yanlışlığını
açığa çıkartmıştır.
Marks
ve Engels tarafından sosyalizm bilim seviyesine çıkartıldıktan,
Marksist politik ekonomi anlayışı oluşturulduktan sonra
burjuvazi, işçi sınıfının elindeki bu “silahın”
tehlikesini kavramakta gecikmemiş ve ona karşı da teoriler
üretmiştir. Ama her konuda olduğu gibi, ekonomik kriz konusunda da
tarih, Marksist anlayışın doğruluğunu, doğru olduğu için de
çürütülemeyeceğini, buna karşın burjuva teorileri hayatın
çürüttüğünü ortaya koymuştur. Bu nedenle, bizim burada bu
çürümüş kriz teorilerini tek tek ele almamızın hiç bir anlamı
yok. Ekonomik kriz veya fazla üretim krizi veya da mali kriz
konusunda burjuvazinin ne dediğine şöyle bir bakalım diye
düşünüyorum.
Burjuvazinin
230'dan fazla kriz açıklaması var. Bu, bilinen, kayıtlara geçmiş
kriz açıklamalarıdır. Biz burada sadece birkaçından
bahsedeceğiz. Burjuva (aynı zamanda sosyal demokrat, revizyonist)
kriz teorilerini a) çeşitli nedenlere dayandırılan kriz teorileri
ve b) tarihisel gelişme içinde kriz teorileri başlıkları altında
iki noktada toplayacağız ve bunlar içinde gerekli gördüğümüz
anlayışları tanımlayarak geçeceğiz.
1.1-
Farklı Nedenlere Dayandırılan Kriz Teorileri
(167)
Kriz
çevriminin fiziki süreçlere dayandırılması:
H.
St. Jevans:“On
senelik kriz çevrimi, aynı dalga uzunluğundaki meteorolojik
yalpalamalara dayanır. Bu yalpalamalar da kozmik nedenlerden
kaynaklanır ki, bu nedenlere güneş lekesinin, şafak sökümünün
ve sihirli tedirginliğin sıklığından varılabilir”.
H. St. Jevans’a göre, güneş ışınının ve basıncın 3,5
yıllık çevrimleri benzeri hasat çevrimlerine ve böylece yedi
veya on yıllık kriz çevrimlerine neden olur. (Çalışması; “The
Sun’s Heat and Trade Activity”, London 1910).
W.
St. Jevans:
H. St. Jevans’ın babası olan W. St. Jevans’a göre de ticari
krizlerin her on senede bir tekrarlanmalarıyla yine her on senede
bir görülen güneş üstündeki lekelerin nedeni aynıdır. (“The
Solar Period and the price of corn” 1875. Bu alandaki çeşitli
yazıları “Investigations in Currency and Finance”de
toplanmıştır. 1884 London).
H.
L. Moore: Venüs'ün,
güneşe 8 senede bir yaklaşması –bu periyot- havanın, hasatın
ve konjonktürün aynı uzunluktaki çevrimine neden olur (“Economic
Cyeles: their Law and Cavse” New York 1914).
E.
Huntington:
Hava çevrimleri sağlıkta yalpalanmalara neden olur. Sağlık, ruh
halini etkiler ve ruh hali de konjonktürü etkiler.
Kriz
çevriminin hissi yalpalanmalara dayandırılması:
A.
C. Pigou:
“Yanlış
iyimserlik gündeme gelirse, iki nedenden dolayı büyür ve
yaygınlaşır. İş adamları, sadece mali olarak birbirlerine
bağımlı değildirler, bilakis hissi olarak da. Herhangi bir yerde
üslup değişirse, bu, ekonominin en uzaktaki bölümleri üzerinde
telkin edici etkide bulunur. Bundan sonra, iyimserliğin hakimiyeti
altında gerçekten artan siparişler ve daha iyi ticari seyir
beklenir”.
J.
St. Mill:
“İyi
ticari seyir iyimserliği doğurur. İyimserlik de düşüncesizliğe,
düşüncesizlik de felakete (neden olur). Kriz, kötümserliği
doğurur, kötümserlik de durgunluğu. Yükseliş, insanlar
düşündükleri kadar dert çekmediklerini gördükleri anda yeniden
başlar”.
B.
M. B. Hexter:
“Ruhi
durumdaki yalpalanmalar, toptancı fiyatlarındaki (yalpalanmalardan)
8 ay önce (başlar), doğum artışındaki yalpalanmalar ise
işsizliktekinden 17 ay önce (gelir), ölüm sayılarındaki
yalpalanmalar, toptancı fiyatlarındaki (yalpalanmalardan) 17 ay,
işsizliktekinden ise tahminen 10 ay önce gelir”
Böylelikle
iyimserlik ve kötümserlik (Pigou) ticaret dünyasındaki hissi
hatalar (J. St. Mill) ve ölüm ve doğum sayısındaki dalgalanmalar
iyimserliğe ve kötümserliğe, bu da dolaylı olarak ekonomik
yükselişe ve durgunluğa neden olduğu için krizin çevrim
nedenleri açıklanmış olur!
Bu
fantastik anlayışlar karşısında Marksist kriz teorisi ne
yapabilir ki?!
Kriz
çevriminin hammaddesel üretim koşullarına dayandırılması:
W.
Sombart:
Organik ve anorganik hammadde ile çalışan üretim yerlerinin
dengesiz bir üretim ritmi vardır. Bundan doğan aksaklıklar ve
ekonomik dengenin yeniden sağlanması kriz çevrimine neden olur.
J.
A. Schumpeter: Üretim
faktörlerinin yeni kombinasyonları dalgalar halinde açığa
çıkarlar. Bu dalgalar yükselişe neden olurlar ve bunu da krizler
ve durgunluk takip eder.
Kriz
çevriminin iktisadi kurumlara dayandırılması:
S.
S. Kuznets:
Para ekonomisi, hammadde ve mamul madde üretiminde sipariş
durumunda yalpalanmalara neden olur. Bu yalpalanmalar giderek,
tüketim malları talebindeki yalpalanmalardan daha güçlü olurlar.
Th.
W. Mitchell:
Bir iktisadi sektör, tüketimden ne kadar uzaklaşırsa o kadar çok
yalpalanmalara maruz kalır. Bu, pazarın kontrol edilemezliğinden
doğan hayale bağlıdır.
R.
E. May:
Ücretlerdeki yalpalanmalar belli zaman aralıklarıyla fiyatlardaki
dalgalanmaları takip ederler ve böylelikle tüketim araçları
talebi, arzdan büyük veya küçük olur.
A.
B. Adams:
Tüketicilerin geliri, tüketim maddeleri arzını ancak, üretim
araçları çoğaldıkça aşabilir ve buna kredi genişlemesiyle
ulaşılır. Kredi ve üretim tesislerinin genişlemesi yükselişi
ifade eder, ama bizzat bunlar da gerilemeye neden olurlar.
W.
Catchings-H. B. Hastings- W. T. Foster:
Bireyin işletmelerden aldığı gelir, üretimin toplam değerinden
duruma göre büyük veya küçük (az) olur. Böylelikle
yalpalanmalar doğar ve bu, bireyin tasarruf hareketiyle
güçlendirilir.
J.
A. Hobson: Büyük
gelirler, yükseliş aşamasında çok hızlı büyürler. Bundan
dolayı büyük miktarda tasarruf edilir ve bu miktar yeni
fabrikalara yatırılır. Böylelikle arz, talebi aşar. Bu süreci
takiben gelen durgunluk döneminde büyük gelirler azalır, aşırı
derecedeki tasarruf hareketi durur, tüketim üretime yaklaşır ve
böylece, ekonominin rayına oturması için yol açılmış olur.
G.
H. Hill: Üretim
araçlarının üretim masrafları ve tüketim araçları
bağlamındaki nispeten az yalpalanma, üretim birimlerinin
(fabrikaların) genişlemesinde oldukça şiddetli yalpalanmaya neden
olur. Bu hareket, tüketim araçları bazında talepteki yalpalanmayı
güçlendirir ve hızlandırır.
Tugan-Baranovski:
Tüketim, tasarruf faaliyeti ve yeni üretim birimlerine sermaye
yatırımı denge halindedir. Yükseliş aşamasında tasarruftan
ziyade sermayeye ihtiyaç duyulur. Sermaye darlığı gündeme gelir
ve bu da krize neden olur. Durgunluk döneminde tasarruf edilenden
daha az yatırım yapılır. Kullanılmayan ödünç sermaye çoğalır
ve bu, yeni yatırımların yeniden yükselişe neden olmasına kadar
devam eder.
A.
H. Hansen:
Bankacılık, kriz çevriminin kaynağıdır. Ortamın iyi olduğu
durumlarda bankalar, kredilerle kapitalistlerin alım gücünü
yükseltirler; yükseliş başlar ve bu, bankalar kredi kısıtlamasına
gitmek zorunda kalana kadar devam eder. Bundan sonra kriz gelir.
Durgunluk döneminde kullanılmayan para (sermaye) bankalarda
toplanır ve bankalarda yeni bir genişlemeyi sağlar.
R.
G. Hawtrey:
Bankalarda önemli miktarda rezerv birikir. Bu durumda bankalar faizi
düşürürler ve böylelikle krediyi genişletirler ve ekonomide
genel yükselişe neden olurlar. Bu durum, nakit para talebinin
artmasına ve bankaların likidite rezervlerinin tehlikeye girdiği
anlayışına varana kadar devam eder. Bankalar bu anlayışa
varınca, faizi yükselterek krediyi kısarlar. Bu da toplam ekonomik
işleyişte daralmaya neden olur. Bunun sonucu olarak yeniden hazır
para (sermaye) birikir ve çevrim yeniden başlar.
Burjuvazinin
teorisyenleri bu anlayışlarıyla kriz çevrimini, para-kredi banka,
arz-talep mekanizmalarının, kurumlarının işleyişiyle açıklamaya
çalışıyorlar.
Burjuva
modern kriz teorileri:
John
Maynard Keynes:
“Yatırım
şansını tahminde (yatırımı yapacak olanların) sinirlerini ve
histerilerini ve hatta hazım (durumlarını) ve hava (şartlarına)
bağımlılıklarını dikkate almak zorundayız. Çünkü yatırım
çoğu kez onların ani faaliyetine bağımlıdır”
(“Allgemeine Theorie der Beschäftigung, des Zinses und des
Geldes”-”Paranın, Faizin ve Faaliyetin Genel Teorisi”).
Wilhelm
Röpke:
“Son
on yılın (1929-32
krizi kast ediliyor -çn.)
ekonomik krizinin nedenlerini sadece ekonomik alanda arayan az veya
çok akıllı açıklamalar, ... ana noktayı gözden kaçırıyorlar;
ekonomik sistemimizin ruhi-siyasi-temellerinin yıpranması”
(“Güncel
Ekonomik Kriz”).
Paul
Anthony Samuelson: “Toplam
yatırıma veya para harcamaya gelince... on yıllar boyu yatırımlar
çok yüksek olabilir: Bu kronik enflasyona götürür. Diğer
yıllarda veya on yıllarda yatırımlar belki de azdır. Bu,
deflasyona, zarara, kapasite kullanamamaya, işsizliğe ve ekonomik
sıkıntıya götürür. Verimli yılların verimsiz olanları
dengelemesini sağlayacak ne bir “görünmez el” garantisi vardır
ne de sistemi dengede tutmak için bilim adamlarımızın aklına,
gerekli zamanda, kafi derecede yeni ürünler ve yöntemler
keşfetmede doğru olan gelecektir... Bu durumda, en önemli iktisadi
kavrayışlarımızdan birisi şudur: Toplam yatırıma gelince;
sistemimiz tanrının kucağında yatıyor, şanslı olabiliriz, ama
şanssız da olabiliriz. Şans üzerine söyleyebileceğimiz yegane
şey, onun değişikliğe uğramasıdır”
(“İktisat Öğretisi”).
Tabii
ki bu kadar aktarmayla, ne burjuva ekonomistlerin sayılarının bu
kadar olduğunu ne burjuva vulger ekonomi teorilerinin bu
alıntılardan ibaret olduğunu ve ne de bu şahısların ekonomi
üzerine öğretilerinin bu anlayışlardan ibaret olduğunu savunmuş
olmuyoruz. Amacımız, burjuva ekonomistlerinin anlayışlarını;
burjuva vulger ekonomiyi eleştirmek olmadığı ve bizi
ilgilendirenin, burjuvazinin kriz sorununa nasıl yaklaştığı
olduğu için bu kadar aktarmayla yetiniyoruz. Ama diğer taraftan
buraya aktardığımız anlayışları küçümsememeliyiz. Bu
anlayışlar ne de olsa, burjuvazinin ekonomik krizler üzerine olan
“teorileri”ni oluşturuyorlar.
Bu
anlayışların yegane ve belirleyici ortak özelliği vardır:
Ekonomik krizlerin gerçek nedenini kapitalist sistemin dışında
aramak: Bu teorisyenler için kapitalizmin temel çelişkisi diye bir
gerçeklik yoktur. Tam da bunun için onlar, ekonomik krizlerin
nesnel yasallığını, krizlerin gerçek nedenini bir çırpıda
reddediyorlar. Ekonomik krizlerin nedenleri olarak ciddi ciddi
savundukları anlayışları şöyle toparlayabiliriz:
a-
Ekonomik krizlerin nedenini ve çevrimini doğa olaylarında aramak.
b-
Ekonomik krizlerin nedenini ekonomi dışı olgularda aramak.
c-
Bu iki nedenden dolayı ekonomik krizi, engellenemez, üstesinden
gelinemez doğa yasası olarak kabul etmek ve
d-
Ekonomik krizlerin nedenini, ekonomik krizlerden kaynaklanan ekonomik
görünümlerde aramak ve bu görünümleri krizlerin esas nedeni
olarak kabullenmek.
Belirttiğimiz
bu nedenlere dayandırılan kriz teorilerini tarihi gelişme, yani
kapitalizmin gelişme seyri çerçevesinde de ele alabiliriz. Sorunu
böyle ele alırsak:
1.2-
Tarihi gelişme ışığında burjuva kriz teorileri
Burjuva
kriz teorisinin tarihi:
David
Ricardo (1772-1823):
Burjuva
politik ekonominin son temsilcisidir. Ricardo, teorik olarak, sanayi
burjuvazisinin çıkarlarını savunuyordu. Burjuva bilimsel ekonomi
düşüncesini en gelişmiş noktasına çıkartmıştı. Ama
Ricardo, sanayi devriminin gelişmesini yaşamamıştır. Onun yaşam
süreci aynı zamanda, kapitalizmin manüfaktür aşamasından
makineli üretim aşamasına geçme süreciydi.
Ricardo’nun
ekonomi üzerine düşünceleri, Marksizm’in en önemli
kaynaklarından birisini oluşturur. Ricardo 11.9.1823’te ölür ve
iki sene sonra da (1825) İngiltere’de veya da o zamanın
kapitalist dünyasında ilk fazla üretim krizi patlak verir.
Kapitalizm, sanayi kapitalizmi aşamasına geçiyor burjuvazi sanayi
ve banka burjuvazisi olarak iktidara geliyor. Kapitalizmin temel
çelişkisi, fazla üretim ilişkileri, yine gelişen üretici
güçlerin karakteriyle çelişkiye düşüyordu.
Bu
gelişme, fazla üretim krizi olarak ilk ifadesini 1825’te
buluyordu ve burjuvazi de aynı dönemlerde Fransa ve İngiltere’de
siyasi iktidara geliyordu; daha önceki dönemde olduğu gibi siyasi
iktidarı toprak sahipleriyle paylaşmak zorunda değildi artık. Bu
süreci başka türlü ifade edecek olursak: 1825 fazla üretim
krizi, kapitalizmin sanayi kapitalizmi aşamasına geçtiğini,
üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çelişkinin
artık sanayi kapitalizmi temelinde gündeme geldiğini ve
burjuvazinin artık siyasi iktidarda tek başına belirleyici güç
olmasıyla burjuvazi ve işçi sınıfı arasındaki uzlaşmaz
çelişkinin bütün çıplaklığıyla ortaya çıktığını
gösteriyor. Bu konuda Marks şöyle diyor:
“Bu
yandan, büyük sanayi, 1825 bunalımı ile modern yaşamının
devresel çevrimini ilk kez açarak kendini gösterdiği gibi,
çocukluk çağından kurtulmak üzereydi. Öte yandan, sermaye ile
emek arasındaki sınıf mücadelesi, siyasal bakımdan, bir yanda
Kutsal İttifak çevresinde toplanan hükümetler ve feodal
aristokrasi, öte yanda burjuvazinin öncülük ettiği halk
kitleleri arasındaki uyuşmazlık; ekonomik bakımdan, sanayi
sermayesi ile aristokrat toprak mülkiyeti arasındaki çatışma …
arka plana itilmiş bulunuyordu… 1830 yılıyla birlikte tam bir
kriz patlak verdi.
Fransa
ile İngiltere'de burjuvazi, siyasal iktidarı ele geçirmişti.
Bundan sonra sınıf mücadelesi, pratik olduğu kadar teorik olarak
da gitgide daha açık ve tehdit edici biçimler aldı”
(168).
Böylelikle
Marks, burjuva politik ekonominin bilim olarak miadını doldurmuş
olduğunu, ömrünün sonuna gelmiş olduğunu ilan ediyordu.
Ricardo,
1823’te ilk fazla üretim krizinin patlak vermesinden önce
ölmüştü. Dolayısıyla, bilimsel burjuva ekonominin Marks’ın
ifade ettiği gibi, “kişisel çıkar gözetmeyen” objektif
araştırma yapma şartları da ortadan kalkmıştı. Böylelikle
kapitalizmde fazla üretim krizinin araştırılması, kalemşorların,
parayla satın alınmış unsurların, sermayenin çıkarına göre
hareket eden kötü niyetlerin, yani “kuru kuruya” savunucuların
eline kalmıştı. Burjuva politik ekonomi gerçek bir bilim olarak
doğmuştu, ama burjuva fazla üretim krizi teorileri savunuculuk
(apologetik) olarak doğmuşlardı.
İlk
çevrimli krizden (1825 fazla üretim krizinden) önce kriz
teorileri:
Sanayi
kapitalizm öncesi krizler (1825 öncesi krizler)
fazla üretim krizleri değildi, patlak vermeleri başka nedenlerden
kaynaklanıyordu.
O
dönemde de burjuvazi bu krizlerin nedenleri üzerine kafa yormuş,
burjuva politik ekonomi konuyla ilgilenmiş, birtakım kriz teorileri
öne sürmüştür. Ama bunların hiçbirisi fazla üretim krizi
üzerine teoriler değildi.
Burjuva
politik ekonominin son temsilcisi olan Ricardo da fazla üretim
krizlerini açıklayacak durumda değildi. Çünkü böylesi krizleri
yaşamamıştı.
“Bizzat
Ricardo’nun kendisi esasen krizleri, genel, bizzat üretim
sürecinden kaynaklanan dünya pazarı krizlerini tanımıyordu.
1800-1815 krizini kötü hasattan dolayı tahılın pahalanmasıyla,
kağıt paranın değer kaybetmesiyle, sömürge mallarının değer
kaybetmesiyle vs. açıklayabildi. Çünkü kıta ablukasından
dolayı pazar, zorla, ekonomik değil, siyasi nedenlerden
birleşmişti. 1815’ten sonraki krizleri de kısmen kötü hasat
yılıyla, tahıl ihtiyacıyla, hububat fiyatlarının düşmesiyle
açıklayabildi”
(169).
Charles-Léonard
Simonde de Sismondi (1773-1842):
Şüphesiz ki Sismondi’yi burjuva politik ekonominin temsilcisi
olarak göremeyiz. Sonuç itibariyle ekonominin sorunlarına küçük
burjuva açıdan yaklaşan ve kapitalizmi de bu açıdan eleştiren
biriydi. Ekonomik romantizmin ateşli savunucusu ve sanayi
kapitalizminin ideologlarına karşı ateşli bir mücadeleci olarak
ekonomik kriz üzerine de düşünceler dile getirmiştir.
Sismondi
hakkında Marks şöyle diyor: “Kapitalist
üretimin kendisiyle çeliştiği hakkında Sismondi ...temel
çelişkiyi hissediyor. Bir taraftan üretici gücün zincirden
boşanmış gelişmesi ve aynı zamanda paraya çevrilmesi gereken
metalardan oluşan zenginliğin çoğalması; diğer taraftan temel
olarak üreticiler kütlesinin zorunlu gıda maddeleriyle
sınırlanması. Bundan dolayı onun nezdinde krizler, Ricardo’da
olduğu gibi tesadüfler değil, bilakis iç çelişkilerin büyük
basamaklarda ve belli dönemlerde güçlü patlak vermeleridir”(170).
Lenin
de Sismondi'yi, klasiklerden bütün noktalarda ayıran, kapitalizmin
çelişkilerini vurgulamasıdır diye tanımlar.
Bu
tanımlamalardan da anlaşıldığı gibi, Sismondi’nin kriz
teorisi, aynı zamanda kapitalizmi eleştirmek anlamına gelir.
Sismondi,
az tüketim/yetersiz tüketim teorisinin savunucusudur ve o, krizden
kaçınmanın yolunu, tüketim, dağıtım ve gelir ilişkilerinin
değiştirilmesinde bulmaktadır. Tabii ki bu, krizlerin nedenini
açıklamada yanlış olan bir teoridir.
Engels,
Sismondi’nin fazla üretim krizinin nedenini az/yetersiz tüketimde
aramasını belli bir noktaya kadar anlayışla karşılar (171).
Sonuç
itibariyle, Sismondi, kapitalizmi eleştirmesine rağmen fazla üretim
krizinin nedenini yanlış yerde aramıştır.
Malthus,
Thomas Robert (1776-1834):
Daha ziyade gerici nüfus teorisiyle tanınmış olan Malthus,
papazdı ve aynı zamanda burjuva ekonomisti. Malthus, İngiltere’de
vulger ekonominin kurucusudur ve büyük toprak beylerinin, toprak
aristokrasisinin çıkarlarının amansız savunucudur. Malthus,
burjuvazinin çıkarları toprak aristokratlarının çıkarlarıyla
çakıştığı oranda burjuvazinin çıkarlarını da savunmuştur.
Tarihin
cilvesidir ki, tam da bu gerici, ilk kez kriz teorisini geliştiren
ekonomisttir. Malthus kriz teorisini, belli krizler üzerine yaptığı
araştırma temelinde geliştiriyordu. İngiltere’de 1815-1819
dönemindeki kriz sorunlarını inceliyor ve genel fazla üretimin
olabileceği ve bunun da krize yol açabileceği sonucuna varıyordu.
Malthus
her şeyden önce kapitalizmin körü körüne bir savunucusu
değildi, kapitalizm öncesi dünyanın savunucusuydu.
“Burjuva
üretimin çıkarlarını gizlemekte Malthus’un çıkarı yoktur;
tersine, onları ön plana çıkartmakta (çıkarı vardır), bir
taraftan çalışan sınıfların yoksulluğunu zorunlu olarak
göstermek için, yani o zenginliğin devamlı ilerlemesi için ne
nüfusun büyümesinin ne sermaye birikiminin ne toprağın
verimliliğinin ne iş tasarruf eden buluşların ne de dış pazarın
genişlemesinin kafi geleceğini gösteriyor” (172).
Burjuva
politik ekonominin klasiklerinin aksine Malthus, kapitalizmin bazı
önemli çelişkilerini tanıyor ve dile getiriyordu. Bu özelliğinden
dolayı kriz teorisinde de kapitalizmin körü körüne
savunucularından ayrılıyordu.
Jean
Baptiste Say (1767-1832):
Say’e göre genel fazla üretim olmaz. Çünkü metalar metalara
karşı mübadele edilirler ve para, sadece “aracı rolü” oynar.
Malthus
ve Sismondi’nin aksine Say, ilk fazla üretim krizini araştırmış
ve bu krizin nedenlerini para safhasında bulmuştur, parayı metaya
karşı meta mübadelesinde sadece “aracı rolü”nü üstlenmiş
bir faktör olarak görmesine rağmen!
Smith’in
taklitçisi olan Say, klasik burjuva politik ekonomi sonrasında
vulger (kaba, evrimci, kaderci) ekonominin yaratılmasında önemli
rol oynamış bir “pejmürde” (Marks) dir.
Kapitalizmin
serbest rekabetçi döneminde (ilk çevrimli fazla üretim krizinden
sonra) fazla üretim krizleri:
Bu
dönem zarfında burjuva kriz teorisi anlayışında bir nokta hariç
hiçbir ilerleme olmadı. 1825 krizinden sonraki dönemde tek
ilerleme, krizlerin periyodik karakter taşıdığı gerçeğinin
kavranmasıydı.
Overstone,
Blangui, Clarke, Wilson ve Briaune krizlerin periyodikliğini
nispeten daha tam belirlemeye çalışırlar. Bu dönemde kriz
gerçeğini açıklayan teori olmadığı için, sanayi kapitalizmi
öncesindeki, 1825 öncesindeki krizler de periyodik krizlerden kabul
edilir. Öyle ki krizlerin periyodiklik nedenlerini aramak için yola
çıkanlar, politik ekonominin sınırlarını aşarlar ve işi
kozmonolojik nedenlere bağlarlar.
Artık
çağ, körü körüne savunucular (apologetler) vulger ekonomistler,
vulger tarihçiler çağıdır. Bu çağda burjuva ekonomisinin kriz
teorisi konusunda geliştirmeye çalıştığı, bu konuda da iflasın
açıklanmasından başka bir anlam taşımamıştır. Eskiden farklı
olarak yapılan neydi? Yeni olan, ekonomik verilerin somut
araştırılmasına yönelmekti. Ama en azından Malthus kadar,
araştırıcı olunup, belli bir kriz temelinde, krizlerin nedenleri
üzerine ilkesel tespitler yapılmadı. Tersine, kriz teorisi, tarihi
ekonomik seyrin gayretkeş, ama anlamsız araştırması içinde
kaybolup gitti.
Bu
alanda belirtmeye değer ilk araştırmacı Juglar’dır (173).
Juglar'a
göre “Herhangi
bir teori ve hipotez kullanmaksızın, sadece gerçekleri izleme,
krizlerin ve onların periyodikliğinin yasasını keşfetmek için
yeterlidir. Yani, devamlı krizle sonuçlanan aktifliğin, yükselişin
ve borsa fiyatlarının yükselişinin dönemleri vardır, bunları,
ticaretin gerilediği, az veya çok sanayi ve ticareti zor durumda
bırakan, fiyatların düştüğü yıllar izler”.
Sorun,
bu kadar basit. İnsanların yürümesini, kuşların uçmasını,
balıkların suda yaşıyor olduklarını izleyeceksin; bakacaksın,
göreceksin ve bu “derin” araştırma sonunda insanlar yürür,
kuşlar uçar ve balıklar da suda yaşar yasasını “herhangi bir
teori ve hipotez kullanmaksızın” keşfedeceksin!
İşte
Juglar’ın metodu, bilimi buydu: Belli aralıklarla tekrarlanan
olayı (kriz) izlemek ve bunu bir yasa olarak tespit etmek.
Juglar’ın
bu ampirik çalışma tarzına Mentor Bouniatian, Tugan-Baranovski,
Mitchell, Spiethoff vb. de katılırlar.
İngiltere’de
kredi ve bankacılığın rolünün artması, burjuva kriz
teorisyenlerini ileriye doğru adım atmaya zorlar ve bu adım atılır
da. “Currency School” ve “Banking School”un gelişmesi, bu
alanda burjuvazinin teorik ve pratik politik zavallılığını
sergiler: Her iki ekol sorunu, üretim ve tüketim safhasından
çıkartarak para ve kredi safhasına aktarır.
Kısaca:
“Burjuva
kriz teorisinin temelleri, burjuva politik ekonominin klasikleri gibi
yükselen genç burjuvazinin ileri düşünen, akıllı, anlayışlı
temsilcileri tarafından değil, ilk çevrimli fazla üretim krizinin
patlak vermesinden önce ya körü körüne savunucuları ya da
kapitalizmin eleştiricileri tarafından atılmıştır.
Bu
nedenle, 1825’ten önceki bazı teoriler, 1825’ten sonra da
burjuva politik ekonominin genel olarak körü körüne savunuculuk
(apologetiklik), ücretli kalemşorluk seviyesine düştüğü
(dönemde) çevrimli fazla üretim krizlerinin “açıklanması”
için temel olarak hizmet etmeye uygundular”(J.
Kuczynski).
Bu
dönemde öne sürülen burjuva kriz teorisinin içeriğini şöyle
sıralayabiliriz.
a-
Krizlerin periyodikliğini kavramak ve bunu ara sıra, tamamen yanlış
da olsa açıklamaya çalışmak.
b-
Krizleri veya çevrimliliği tarihi-istatistik olarak anlatmak, ki
bunun teoriyle bir ilgisi yoktur.
c-
Para, kredi ve krizler üzerine tamamen yanlış teorik düşünceler
temelinde, para ve kredi hareketi sorunlarının açıklanmasına
bazı katkılarda bulunmak.
d-
Krizlerden kaçınmak veya onları yumuşatmak için ilk
pratik-politik denemelere girişmek.
“Periyodik
fazla üretim krizlerinin gelişmesinden beri kriz teorisinde
ilerlemelerden esas itibariyle bahsedilemez” (J.
Kuczynski) (174).
Emperyalist
çağda burjuva kriz teorileri:
Emperyalist
çağla ilgili olarak burjuva kriz teorileri üzerin söylenecek
fazla bir şey yok. “Çeşitli nedenlere dayandırılan kriz
teorileri” altında verilen liste genellikle bu çağdaki burjuva
kriz anlayışını yansıtıyor.
1.3-
Bazı kriz teorilerinin eleştirisi
Bilimsel
burjuva politik ekonomi için esas olan, kapitalizmi eleştirmek
değil, onun üstünlüğünü, ebediliğini ilan etmekti. Klasik
burjuva politik ekonomi, sanayi burjuvazisinin çıkarını
savunuyordu. Ama klasik burjuva politik ekonominin teorisyenleri
satın alınmış kalemşorlardan değil, kişisel çıkar
gözetmeden, nesnellik zeminini terk etmeden araştıran unsurlardan,
çağına göre ilerici unsurlardan oluşuyorlardı. Burjuva klasik
politik ekonominin Marksist politik ekonominin önemli kaynaklarından
birisi olması, onun bu özelliklerinden ileri gelmekteydi.
Bu
ekonomi, tarihsel olarak, en son temsilcisi Ricardo nezdinde de
kapitalizmin, sanayi (makineli) üretim aşamasına geçişini ve
fazla üretim krizlerinin patlak vermesini inceleme olanağı
bulamamıştır. Zaten kapitalizmde kriz, burjuva politik ekonomi
için önemli bir konu da olmamıştır.
Kapitalizm,
sanayi kapitalizmi aşamasına geçtiğinde burjuva politik
ekonominin de sonu gelmiş, onun bilim olarak var olma koşulları
ortadan kalkmıştı.
Sanayi
kapitalizmi aynı zamanda fazla üretim krizleri ve de o zamana kadar
örtülü olan sınıf mücadelesinin, sınıf olarak burjuvazi ile
proletarya arasındaki uzlaşmaz çelişkilerin bütün şiddetiyle
açığa çıkması demektir. Bu, klasik burjuva ekonomisi için
“ölüm çanlarının çalması” (Marks) demekti ve öyle de
oldu.
Bilim
olarak klasik burjuva politik ekonomi, kapitalist ekonomide kriz
sorununa çözüm bulamadan tarihe karıştı.
Artık
burjuva bilim ölmüş, yerine satın alınmışlık gelmişti,
ortalık, “bilim” adamı pozunda dolaşan körü körüne
savunuculardan geçilmiyordu. Çağ, bilim adına, satın alınmış
kalemşorların işledikleri cinayetler (gerçekleri çarpıtma ve
proletaryaya karşı mücadele), körü körüne savunucular ve körü
körüne savunuculuk çağıydı. Bu körü körüne savunuculuktan
(apolgetik) ve körü körüne savunuculardan (apologetler) bilimsel
gelişme beklemek abes olurdu. Ve gerçekten de onlar, burjuva
politik ekonomiyi de vulgerize ettiler. Bu konuda Marks:
“Vulger
ekonomi…
yalnızca görünüşleri ele alır, bilimsel ekonominin uzun süre
önce sağladığı malzemeyi durup dinlenmeden ağzında geveleyip
durur ve burjuvazinin günlük kullanımı için en münasebetsiz
olayların en akla uygun açıklamalarını arar, bunun dışında da
tuzu kuru burjuvazinin onlar için dünyaların en iyisi olan kendi
dünyaları ile ilgili bayağı düşüncelerini bilgiççe
sistemleştirir ve bunları ebedî gerçeklermiş gibi ilan etmeye
kalkışır”
(175).
Körü
körüne savunuculuk, işçi sınıfı düşmanlığı,
antisosyalistlik demektir. Böyle bir anlayışın politik ekonomisi
de yüzeyselliktir, metafiziktir, tarihsellik dışıdır. Yani
vulgerdir. Körü körüne savunuculuk (Apologetik), vulger (kaba,
kaderci, evrimci) ekonomiyi doğurdu.
Böyle
bir ekonomi de kapitalizmin krizlerine çözüm getiremedi veya çözüm
getiriyoruz diye kapitalizmde ekonomik krizlerin nedenlerini,
kapitalistlerin keyiflerinde –moral durumlarında- doğa
olaylarının hareketinde aramaya kadar gitti.
Bilimsel
klasik burjuva ekonomiye vulger ekonomi en büyük kötülüğü
yaptı, onu yıktı, yozlaştırdı. Vulger ekonomiye de nihai,
ölümcül darbeyi Marksist politik ekonomi vurdu.
Marksist
politik ekonomi, vulger ekonomiye ölümcül darbe vururken, aynı
zamanda, vulger ekonominin yozlaştırdığı klasik burjuva politik
ekonomiyi tarihi koşulları içinde pozitif değerlendirdi, onu,
kendi gelişmesinin önemli bir kaynağı olarak gördü ve sadece bu
temelde onun miadının dolduğunu açıkladı.
Kapitalizmde
fazla üretim krizlerinin nedenlerini
Marksizm
açıkladı ve aynı zamanda antimarksist kriz teorilerini de belli
anlayışlar altında toparlayarak eleştirdi. Belli anlayışlar
diyoruz, çünkü vülger ekonomide her araştırmacı neredeyse
kendine özgü bir kriz teorisi geliştirmişti. Ama bunların
hepsinde göze çarpan ortak nokta, krizleri, kapitalizmin temel
çelişkisinden hareket ederek açıklamaya çalışmak olmamıştır.
Bu ortak noktanın yan ısıra bu kriz teorilerinde gördüğümüz
iki temel akım/yön vardır. Ekonomik krizi oransızlık ve az
tüketim olgularından hareket ederek açıklamaya çalışmak.
Oransızlık
teorileri:
Tugan-Baranovski:
“Üretimin
genişlemesi fiilen sınırsız ise, pazarın genişlemesini de keza
sınırsız olarak kabul etmemiz gerekir. Çünkü pazarın
genişlemesi için toplumsal üretimin oranlı taksimatında,
toplumun tasarrufunda olan üretici güçlerin dışında başka bir
engel yoktur” (176).
Hilferding:
“Meta
fazla üretimi sözü, “az tüketim” sözü gibi aslında hiçbir
şey ifade etmiyor. Çok dar anlamıyla sadece psikolojik anlamda az
tüketimden bahsedilebilir. Sadece (şunu) ifade edebilir: Toplum,
ürettiğinden daha az tüketiyor. Ama şayet doğru oran içinde
üretildiğinde, bunun neden mümkün olacağı anlaşılmıyor...
Üretim, meta fazla üretimine varmaksızın, sonsuz
genişletilebilir”(R.
Hilferding).
Tugan-Baranovski
ve Hilferding’e göre:
Kapitalizmde
fazla üretim krizi, ekonominin yükseliş döneminde farklı üretim
dalları arasında doğan oransızlıktan kaynaklanır.
Farklı
üretim dalları arasındaki (toplumsal üretimdeki Bölüm I -üretim
araçlarının üretimi- ve Bölüm II -tüketim araçlarının
üretimi- kast ediliyor) oranlılık korunduğu müddetçe a)-
kitlelerin yoksulluğu kapitalist üretimin kapsamını sınırlayamaz
ve b) dolayısıyla kapitalist üretim, krize girmeksizin sınırsız
gelişir.
Marksizm,
söz konusu her iki bölüm arasındaki oransız gelişmeyi tanır ve
bunu, ekonomik krizin bir unsuru olarak görür. Ama sadece bu kadar.
Marksizm ekonomik krizi her iki bölüm arasındaki oransızlığa
dayanarak açıklamaz.
Lenin
şöyle diyor:
“Nihayetinde
üretim araçlarının üretimi, zorunlu olarak tüketim araçlarının
üretimiyle bağlam içindedir. Çünkü üretim araçları, üretim
aracı üretmiş olmak için üretilmezler. Bilakis sadece, tüketim
araçları üretmek için sanayi dallarında devamlı, daha çok
üretim araçları zorunlu olduğu için” (177).
Bunun
anlamı şudur:
Toplumsal
üretimin/sermayenin I. Bölümünde, yani üretim araçları üreten
bölümünde üretim artar, artmak zorundadır. Çünkü bu bölümdeki
üretim, sonuç itibariyle tüketim araçları üreten bölümde
(Bölüm II) gereklidir. Tüketim araçları için üretilen üretim
araçları (makineler vs.) ne kadar artarsa, bu, tüketim araçları
üretiminin de o kadar genişlemesi anlamına gelir. Böylelikle
pazar, tüketim araçlarıyla dolup taşar. Ama tüketim araçlarının
kitleler tarafından tüketildiğini ve bu kitlelerin alım gücünün
sürekli sınırlı olduğunu göz önüne getirirsek, artan oranda
tüketim aracının pazarda kalacağını, yani satılamayacağını
ve böylelikle fazla bir üretimin doğmuş olacağını görürüz.
Bunların
hepsi doğru, Lenin de bunu anlatıyor. Ne var ki, Lenin ekonomik
krizi oransızlıkla açıklamıyor. Oransızlık teorisinin
savunucuları ise tam da bunu yapıyorlar: Onlar, krizin nedenini
sadece, üretim dalları arasındaki oransızlıkta arıyorlar ve bu
oransızlığı da kitlelerin yoksulluk durumundan bağımsız
olarak, tecrit edilmiş olarak ele alıyorlar.
Böyle
bir durum mümkün müdür veya bu teorinin savunucularının talep
ettikleri gibi, krizden kaçınmak için üretimin orantılı
yapılması mümkün müdür? Hayır. Kapitalizm şartlarında bu
mümkün olamaz. Çünkü kapitalist üretim, aynı zamanda üretimde
anarşi demektir. Bu teorinin savunucuları, kapitalist üretimdeki
anarşiyi unutuyorlar. Onlara göre durum şundan ibaret: Her
kapitalist, kar oranını azamiye çıkartmayı amaçlar. Ama bunu
yaparken pazardaki genel gelişme seyrini hesaba katmadan yatırım
yapmış olur. Bu doğrudur. Bu teorisyenler bu doğru anlayıştan,
kapitalizmin karakterine, üretimdeki anarşiye tamamen ters düşen
bir sonuç çıkartarak şöyle diyorlar. O halde yapılması gereken
kapitalistin, pazar durumunu göz önüne alması ve “rasyonel”
yatırım yapmasıdır, yani satabileceği kadar üretmesidir.
Böylelikle söz konusu her iki üretim bölümü arasındaki denge
sağlanmış olur ve kriz de patlak vermez, krizsiz kapitalizm
gerçekleşir.
Tugar-Baranovski
ve R. Hilferding, aynen bunu vaaz ediyorlar.
Tugan-Baranovski
ve R. Hilferding, kapitalizmde dengenin değil, tam tersine, söz
konusu bölümler arasında dengesizliğin; kapitalist üretimin her
iki bölümü arasında oranlılığın –uyumluluğun- değil de,
oransızlığın -uyumsuzluğun- esas olduğunu unutuyorlar.
Oransızlık
teorisi ile krizin nedenleri tam anlamıyla açıklanmış olmuyor.
Bu teori aynı zamanda işçi sınıfını sosyalizm için,
kapitalist düzeni yıkmak için mücadelesinde yanıltmayı da
amaçlamaktadır. Çünkü bu teori, kapitalizm organize edilebildiği
taktirde, krizlerin ortadan kalkacağını ve krizsiz bir
kapitalizmin yaşamak için ideal bir sistem olduğunu savunur. Bu
anlamda bu teorinin savunucuları arasında Hilferding gibi sosyal
demokratların, Tugan-Baranovski gibi “legal” Marksistlerin
olması hiç de tesadüfi değildir.
Tugan-Baranovski
ve Hilferding’den başka Otto Bauer (gençlik yazıları), Henryk
Grossman,
Albert Aftalion, Arthur Spiethoff ve Joseph Schumpeter gibi yazarlar
da bu teorinin savunucuları arasındadırlar.
Yetersiz
tüketim teorisi:
Az
tüketim teorisinin esas savunucusu Sismondi’dir. Aynı teori daha
sonra biraz değişikliğe uğratılarak J. Karl Rodbertus
(1805-1875) tarafından savunulmuştur.
Marks,
bu teoriyi mahkum etmiştir, ama Kautsky, savunmuştur. Kautsky,
Marks’ın mahkum ettiği bu teoriye ele almış ve Marksist kriz
teorisini bu teoriye adapte etmeye, diğer bir ifadeyle, Marksist
kriz teorisi ile az/yetersiz üretim teorisini kaynaştırmaya
çalışmıştır. Örneğin, ilk çalışmalarında “Kriz...
az üretimden kaynaklanır. Krizlerin esas nedenini Marks ve
Engels... az üretimde görüyorlardı”
diye yazıyordu (178).
Oransızlık
teorisi gibi, bu teoride ekonomik krizin nedenini kapitalizmin iç
mekanizmasına, temel çelişkilerine dayanarak açıklamıyor. Bu
teoriye göre tüketim, üretimden geri kalmaktadır. Yani ürünün
hepsi tüketilmemektedir. Bundan dolayı da kriz patlak vermektedir.
Engels
şöyle diyor:
“Ne
yazık ki yığınların yetersiz tüketimi, yığın tüketiminin
yaşama ve çoğalma bakımından zorunlu asgariye indirgenmesi, hiç
de yeni bir olay değil. Sömüren ve sömürülen sınıflar var
olduğundan beri, bu olay da vardı...
Öyleyse
yetersiz tüketim, binlerce yıldan beri devam eden tarihsel bir olgu
olduğuna, oysa pazarın üretim fazlalığı sonucu olan krizlerde
patlak veren durgunluğu ancak elli yıldan bu yana duyulur bir
duruma geldiğine göre, yeni çatışmayı yeni aşırı üretim
olayıyla değil, ama binlerce yıllık yetersiz tüketim olayı ile
açıklamak için, bay Dühring'in tüm bayağı iktisat yavanlığı
gerek”
(179).
Devamla
Engels şöyle der:
“Yığınların
eksik-tüketimi, sömürüye dayanan bütün toplum biçimlerinin,
öyleyse kapitalist toplumun da zorunlu bir koşuludur; ama yalnızca
kapitalist üretim biçimi krizlere yol açar. Buna göre,
eksik-tüketim de krizlerin bir ön koşuludur ve bu işte uzun
zamandan beri bilinen bir rol oynar; ama krizlerin bugünkü
varlığının nedenlerini, bize geçmişteki yokluğunun nedenlerini
açıkladığından daha çok açıklamaz”
(180).
Kitlelerin
yetersiz tüketimi, ekonomik krizlerin nedeni olamıyor. ücretler,
ekonominin yükseldiği dönemlerde artar. Öyleyse, işçi ücretleri
arttığına göre, tüketim de artar. Tüketim arttığına göre,
az tüketimin olmaması ,dolayısıyla krizin patlak vermemesi
gerekir. Ama tam tersi oluyor, ekonominin yükseliş aşamasında,
ücretlerin nispeten yüksek olduğu bir dönemde kriz patlak
veriyor.
Marks:
“Krizlere,
fiili tüketim ya da fiili tüketici azlığının neden olduğunu
söylemek, boş bir yinelemeden başka bir şey değildir. Kapitalist
sistem yoksulların tüketim türü dışlanırsa, fiili tüketim
biçiminden başka bir tüketim biçimi, ya da dolandırıcılık
dışında bir tüketim biçimi tanımaz. Metaların satılamaması,
ancak, bunlar için fiili satın alıcı, yani tüketici bulunmaması
anlamına gelir… Bir kimse, eğer, işçi sınıfının kendi
ürününden çok küçük bir kısım aldığını, bundan daha
büyük bir pay aldığı zaman ve dolayısıyla ücretleri yükselir
yükselmez bu kötülüğe bir çare bulunacağını söyleyerek bu
boş yinelemeye derin bir gerekçe görüntüsü vermeye kalkışırsa,
krizlerin, daima ücretlerin genellikle yükseldiği ve işçi
sınıfının, yıllık ürünün tüketime ayrılan kısmından daha
büyük bir pay aldığı bir dönemde hazırlandığına işaret
etmek yeterli olacaktır”
(181).
Görüyoruz
ki, Marks, bu teoriyi bırakalım ciddiye almayı, biraz da alaylı
olarak eleştiriyor.
Sismondi’yi
eleştirirken Lenin, Marksist kriz teorisi ve az üretim teorisi
hakkında şöyle der:
“Birinci
teori (az
üretim teorisi -çn.)
krizi, üretim ile işçi sınıfının tüketimi arasındaki
çelişkiyle, ikincisi ise (Marksist
kriz teorisi -çn.) üretimin
toplumsal karakteri ile ona el koyuşun özel karakteri arasındaki
çelişkiyle açıklar. Öyleyse birincisi, görünümün kökünü
üretim dışında görürken, ... ikincisi, onu tam da üretimin
koşullarında görür. Her iki teori, krizleri ekonomik düzen
içindeki çelişkiyle açıklarlarken, bu çelişkinin
belirlenmesinde birbirlerinden tamamen ayrılırlar. Sorulması
gereken (şudur): acaba ikinci teori (Marksist
teori -çn.)
üretim ile tüketim arasındaki çelişki gerçeğini, az tüketim
gerçeğini inkar mı ediyor? Elbette ki hayır. Tabii ki bu gerçeği
tanıyor. Ama ona,...hakkı olan tali yeri veriyor. Marksist teori,
bu gerçeğin, modern iktisat sisteminin başka bir derin, temel
çelişkisi vasıtasıyla ortaya çıkan krizleri açıklayacak güçte
olmadığını öğretiyor...”
(182).
Az
üretim krizi veya da tüketimin üretimden geri kalması
açıklanırken, kapitalist üretim biçiminin temel çelişkisi
çıkış noktası olarak ele alınmıyor. Bu kriz teorisinin
savunucuları, ekonomik krizlerin nedenlerini üretim sürecinde
değil, pazarda, mübadele sürecinde arıyorlar.
Ekonomik
krizleri bu teoriye göre açıklamak aynı zamanda şu anlama gelir:
Kapitalist sistem, iyi bir sistemdir. Önemli olan, krizin patlak
vermesinin engellenmesidir ve bu da engellenebilir. Çünkü sorun,
krizin nedeni, kapitalist sistemin temel çelişkisinde değil, onun
pazar, mübadele alanındaki işleyişinin tıkanmasıdır. Bu
tıkanma kaldırılınca, sistemin kendisi de krizlerden kurtulur.
Sosyal demokratların bu kriz teorisine sarılarak kapitalizmi
kurtarmaya çalışmaları boşuna değildir!
R.
Luxemburg gibi bir Marksist de bu kriz teorisini savunur.
Belirttiğimiz gibi Sismondi, Rodbertus dışında Kautsky, Fritz
Sternberg, O. Bauer (son çalışması), Nathalie Moszkowska, P.
Sweezy, Hobson, Keynes vb. bu krizin savunucularının önde
gelenleridir.
Kapitalizmin
gelişmesi ve “uzun dalgalar” sorunu:
Sorunu
bütün boyutlarıyla ele almak başka bir araştırmanın konusu
olur. Bunun için kast edilenin ne olduğundan kısaca bahsedelim.
Sermaye
birikimi, sanayi çevrimi sürecinde inişler ve çıkışlar
gösterir. Yükseliş döneminde karın hem kütlesi hem de oranı
artar. Böylelikle birikimin kapsamı ve ritmi artar. Kriz ve
durgunluk döneminde ise tersi olur. Yani kar ve kar oranı düşer,
birikimin kapsamı daralır ve ritmi düşer. Buna göre, sanayi
çevrimi, birikimin hızlandırılmış ve yavaşlatılmış bir
sonucudur.
Sorun,
Marksist ekonomi çevriminin yanı sıra başka bir çevrimin varlığı
sorunudur. Marksist ekonomi çevrimi, “uzun dalgalar” içinde
gerçekleşir deniyor. Bu anlayışa göre hızlandırılmış büyüme
ve yavaşlamış büyüme devreleri şöyledir.
1823’e
kadar hızlanmış büyüme
1824-1847
arası: yavaşlamış büyüme
1848-1873
arası: hızlanmış büyüme
1874-1893
arası: yavaşlamış büyüme
1894-1913
arası: hızlanmış büyüme
1914-1938
arası: yavaşlamış büyüme
1940
(1945 veya 1948)-1966 arası: hızlanmış büyüme
1966-?
arası: yavaşlamış büyüme (183).
Uluslararası
alanda kapitalizmin tarihi sadece 7 ve 10 senelik çevrimi ile değil,
birbirini takip eden uzun, yaklaşık 50 sene süren periyotla
karakterize oluyormuş ve şimdiye kadar dört “uzun dalga”
biliniyormuş.
“Şimdi
yeniden (1966’dan
sonra -çn.) ikinci,
yavaşlamış sermaye birikimiyle karakterize olan, II. Dünya
Savaşıyla başlamış “uzun dalga” dönemindeyiz”. Önemli
emperyalist ülkelerdeki durgunluklar (Fransa 1962, İtalya 1963,
Japonya 1964, Almanya 1966-1967, ABD 1919-1971, B. Britanya
1970-1971, İtalya 1971, Almanya 1971-1972) bu hipotezi doğruluyor
gibi”.
Uluslararası
alanda kapitalizmin tarihi sadece 7 ve 10 senelik çevrimi ile değil,
birbirini takip eden uzun, yaklaşık 50 sene süren periyotla
karakterize oluyormuş ve şimdiye kadar dört “uzun dalga”
biliniyormuş:
1-
18. yüzyılın sonundan 1847 krizine kadar süren uzun dalga. Bu
dönemin özelliği buharlı makinenin önemli sanayi dallarında
yaygınlaşmasıdır. Bu dönem, aynı zamanda sanayi devriminin uzun
periyodudur.
2-
1847 krizinden başlayarak 1890’lı yılların başına kadar süren
uzun periyot. Bu dönemin özelliği: makine ile üretilen buharlı
motorlar, bütün sanayi dallarında esas hareket makinesi olmuştur.
Bu dönem aynı zamanda, ilk teknolojik devrimin periyodudur.
3-
1890’lı yıllardan II. Dünya Savaşına kadar devam eden uzun
periyot. Bu dönemin özelliği: Elektro ve patlayıcı motorlar,
bütün sanayi dallarında yaygın olarak kullanılmaktadır. Bu,
aynı zamanda, ikinci teknolojik devrimin uzun periyodudur.
4-
Bu uzun periyot kuzey Amerika’da 1940 yıllarında diğer
emperyalist ülkelerde ise 1945-1948 yıllarında başlar. Bu
periyodun özelliği: elektronik aksamlı makinelerin yaygınlaşması,
atom enerjisine geçiş. bu, aynı zamanda III. teknolojik devrimin
uzun periyodudur (184).
Başka
bir “uzun dalga”cının “dalga”larına bakalım:
Profesör
Kondratjew’in yükselen ve inen “dalga”ları şöyledir:
İlk
çevrimin yükselen dalgası 18. yüzyılın ‘80’li yıllarının
sonunda ve 90’lı yıllarının başında başlar ve 1810-1817
periyoduna kadar sürer.
İlk
çevrimin inen dalgası (alçalan dalga) 1810-17’den 1844-1851’e
kadar sürer.
İkinci
çevrimin yükselen dalgası 1844-1851’den başlayarak 1870-1875’e
kadar sürer.
İkinci
çevrimin alçalan dalgası 1870-1875’ten başlayarak 1890-1896’e
kadar sürer.
Üçüncü
çevrimin yükselen dalgası 1891-1896’dan başlayarak
1914-1920’ye kadar sürer.
Üçüncü
çevrimin muhtemel düşen dalgası 1914-1920 döneminde başlar.
Prof.
Kondratjew’in “uzun dalga”larını tespitinde çıkış noktası
fiyatlardaki dalgalanmalardır; inişler ve artışlardır (185).
Şimdi
yeniden Mandel’a dönelim. Mandel’dan bahsettiğimize göre, işin
nereye dayandırılacağı biliniyordur sanırsak! Sözün kısası:
Sanayi kapitalizminin tarihinde uzun dalgaları ilk defa teşhis eden
Parvus olmuş. Parvus, bu konudaki anlayışını önce, 1896’da
Saksonya İşçi Gazetesinde dile getirir ve 1901 yılında
yayınlanan ticaret krizleri ve sendikalar broşüründe kapsamlı
olarak ele alır. Kautsky tarafından övülen Parvus’un bu
düşüncesinin yeniden ele alınması ve işlenmesi için 10 seneden
fazla bir zaman geçer. (Anlaşılan o ki, hazmedilmesi çok zor bir
düşünce! Bizim ilavemiz). Bu sefer I.
van Gelderen (Hollandalı),
“de Nieuwe Tijd” dergisinde, J. Fedder imzasıyla üç makale
yayınlar (1913) ve bu makalelerde kapitalist ülkelerde 19. yüzyılın
ortalarından bu yana uzun dalga tespitinde bulunur. İlave edelim,
bu arada Kautsky’de uzun dalga tespitinde bulunur.
I.
Dünya Savaşının hemen sonrasında bu sefer Sovyetler Birliği’nde
uzun dalga tartışılır. Yukarıda belirttiğimiz profesör bu
tartışmanın öncüsüdür.
Bu
arada, boş durmayan Troçki, savaş sonrasında kapitalizmin
gelişmesini 1914’ten öncesiyle incelerken, aynı sorunu ele alır.
Tabii ki “muhtemelen Gelderen” den bağımsız olarak”. Sözün
kısası, Troçki, bu anlayışında eski arkadaşı Parvus’a
dayandığını gizlemez ve sorunla uğraşmaya devam eder (Bu
sözlerin hepsi E. Mandel'a aittir; agk.).
Uzun
dalga anlayışını burada eleştirmeye niyetimiz yok. Bu, başka
bir çalışmanın konusu olur.
Mandel’ın
da belirttiği gibi 1966’dan sonra yavaşlamış sermaye birikimi
söz konusu olduğu için uzun dalganın yavaşlamış büyüme
aşamasındayız (ve Mandel başka bir yazısında hızlanmış
büyüme aşamasına geçildiğini açıklamadıysa, hala o
aşamadayız).
Ve
Mandel anlatıyor: “Genişleyen
zeminli uzun dalgadan durgun zeminli uzun dalgaya (1966-67) geçiş,
artı değer oranı için mücadele ile sıkı bağ içindedir. Geç
kapitalizm için ekonomik genişlemenin görece yavaşlamış bir
periyodu, şayet bu kapitalizm, ücrete bağımlı olanların
direncini kırmayı ve artı değer oranının yeniden görece
yükselmesini elde etmeyi başaramazsa, kaçınılmazdır. Ama bu,
durgunluk olmaksızın, hatta reel ücretin geçici bir düşmesi
olmaksızın düşünülemez. Bunun içindir ki, '60’lı yılların
ortasında bütün emperyalist ülkelerde sınıf mücadelesinin bir
yoğunlaşma aşaması başlamıştır” (186).
Yani,
sınıf mücadelesinin gelişmesi uzun dalgaların hangi aşamasında
olduğumuza bağlıdır. Bu anlayış, şunu diyor: Uzun dalganın
yükseliş aşamasındaysak sınıf mücadelesi gevşer/geriler. Uzun
dalganın alçalan aşamasındaysak sınıf mücadelesi yoğunlaşır.
Yani, sınıf mücadelesi, uzun dalganın seyrine göre seyir alır.
Bu
troçkist anlayışa göre, Marksizm’in ekonomik kriz teorisi
hikayedir! Her ne kadar uzun dalgalar Marksist ekonomik çevrimi
reddetmiyorsa da ona önem de vermiyor. Çünkü kapitalist
gelişmede; sermayenin birikiminde, yatırımların gelişmesinde
belirleyici olan Marksist ekonomik çevrimlilik değil, Parvus-vari
ve troçkist uzun dalgacılıktır!
Yorumumuz:
Bu anlayış teorik olarak tutarsız ve saçmadır. İster
Schumpeter gibi burjuva ekonomistler tarafından da ele alınsın
(business Cycles) isterse de Parvus, Troçki, Mandel vs. tarafından
ele alınsın, sonuç itibariyle kapitalizmi temize çıkartmaya
hizmet eden apolegetik bir anlayıştır; gericidir, antimarksisttir.
“Bir
o yana, bir bu yana”!
Kimileri
kapitalizmi kendiliğinden çökerttirir, kimileri krizi
süreklileştirir, kimileri de “dalga” teorisinde olduğu gibi
işçi sınıfına “surfing” yaptırır. Bu işlerin uzmanı
vardır. Düşünebiliyor musunuz, işçi sınıfı bu “dalga”cılara
göre “uzun dalgalar”- kısa “dalgalar” üzerinde bir o yana
bir bu yana “surfing” yapıyor; sınıfın mücadelesi
“dalgalar”ın uzunluğuna ve kısalığına bağlanıyor.
Marksizm'in bu konuda başka düşüncede olması, bu “Marksist”leri
hiç mi hiç ilgilendirmiyor.
Marksist
kriz/konjonktür teorisi, sadece burjuva kriz teorilerini değil,
aynı zamanda küçük burjuva kriz teorilerini de can evinden
vuruyor.
Sürekli
kriz teorisi:
Sürekli
kriz teorisinde zaman süresinin göreceli olması veya olmaması
sorunun özünde hiçbir şey değiştirmez. Uluslararası veya
ulusal çapta sürekli kriz teorisi savunuluyor. Bu krizi, ne
hikmetse hep 1970’li yıllarla başlatılıyor.
Periyodik
krizler neden kaçınılmazdır? Ekonomik krizler neden devrevidir
ve neden sürekli olamazlar? Kapitalizmde ekonomik krizlerin
periyodik olmaları neden kaçınılmazdır? Kapitalizmde bütün
ürünler; insanlar arasındaki ekonomik ilişkiler, hatta hizmetler,
meta formunu alırlar. Ürünlerin, ilişkilerin ve hizmetlerin
kendilerine özgü pazarları vardır. Her şey bu pazarlarda
üretilir. Ve orada satılır. Bütün ürünler pazarda meta
formundan para formuna dönüşüm sürecinden geçerler. İşgücü
de aynı süreçten geçer.
Kapitalist
üretimde amaç, insanların ihtiyaçlarını karşılamak değildir,
aksine sermayeyi değerlendirmek; artı değer, kâr ve daha fazla
kâr elde etmektir. Belli ürünlere olan talep büyük olabilir, ama
kâr elde edilemiyorsa kapitalist, o alana yatırım yapmaz.
Kapitalist
üretim biçiminin, toplum yapısının sayısız iç çelişkileri
vardır. Ama
kapitalizmde, diğer bütün çelişkilerin
de
kaynaklandığı temel çelişki, üretimin toplumsal karakteri ile
ürüne özel el koyuş arasındaki çelişkidir.
Kapitalizmde üretim, toplumsal karakter taşır, ama ürünler
toplum için üretilmezler. Kapitalizmin bahsettiğimiz temel
çelişkisi, periyodik fazla üretim krizlerinin (ekonomik krizlerin)
çıkış noktasını ve esas nedenini oluşturur.
Söz
konusu bu temel çelişki, tek tek krizlerin somut, doğrudan
nedenini değil, sadece, krizlerin genel temel nedenini oluşturur.
Marksizmin abc’sine göre üretimin toplumsal karakteriyle ona özel
el koyuş arasındaki temel çelişki süreklidir. Yani her koşul
altında etkide bulunur. Şayet bu çelişki, krizlerin doğrudan,
somut nedeni olsaydı, işte o zaman küçük burjuva çevreler gibi
sürekli krizden bahsetmemiz gerekirdi. Ne var ki Marksizme
göre ne
sürekli
kriz ne de göreceli sürekli kriz vardır.
Bu çevreler, göreceli de olsa sürekli krizi
savunabilirler.“Kapitalist
üretim, bütün sahalarında aynı zamanda ve aynı ölçüde
gelişseydi, asla mümkün olmazdı” (Marks).
Marks,
krizlerin periyodik olduğunu tespit ediyor ve bu tespitini de sabit
sermayenin dönüşümüyle açıklıyor. Sürekli kriz teorisini
savunanlar ise Marksist kriz teorisini, ekonomik krizlerin periyodik
karakterini reddedip, sürekli veya göreceli sürekli kriz teorisini
savunurken hangi yüzeysellik içinde olduklarının farkında
değiller:
Toplumsal
üretimin ve bu üretimin her iki bölümünün, yani üretim
araçları üretimi bölümünün (Bölüm
I) ve
tüketim araçları üretimi bölümünün
(Bölüm II) 1970’lerden
beri, yani 35-40 seneden beri kriz içinde olduğunu; yeni
yatırımların yapılmadığını, ama aynı zamanda sabit sermaye
kıyımının/yok ediminin devam ettiğini düşünebiliyor musunuz?
Aklım almıyor, düşünemiyorum. Siz düşünebiliyor musunuz?
Düşünemiyorum,
çünkü bu çevreler, bu anlayışlarıyla sermaye birikimini,
sermaye birikiminin itici gücü/dürtüsü olarak reddediyorlar. Bu
reddin ne anlama geldiğini kısaca açıklayalım:
Kapitalistler,
kapitalist sistemin iç yasallığını göz önünde tutmazlar.
Pazarı yüzeysel olarak incelerler ve hangi malı ucuza
üretebilirsem çok satarım diyerek hareket ederler. Bu anlayıştan
hareketle kapitalist, kriz döneminde para formunda birikmiş ve
adeta “nadas”ta duran sermayesini verimli sermayeye dönüştürür.
Yani yatırım yapar. Yatırım, sabit sermayenin yenilenmesinden ve
genişletilmesinden başka bir şey değildir. Yatırım, aynı
zamanda üretimde canlanma ve yükselişe doğru gidiştir. Buna
göre, küçük burjuva çevrelerin reddetmelerine rağmen sermaye
birikimi, ekonomik canlanmanın ve yükselişin itici gücü oluyor.
Bir
kapitalisti örnek alalım. (Bu Koç da olabilir, Siemens de
olabilir) Kapitalist, kapitalist olarak var olmak istiyorsa,
sermayesini verimli olarak yatırmaya devam etmek zorundadır; yani
üretime yatırım. Böylelikle toplumsal üretimin birinci bölümünde
-üretim araçları üretimi-sabit sermayenin yenilenmesi ve
genişletilmesi yeni boyutlarda canlılık kazanır: Bu bölümdeki
kapitalistler birbirlerine üretim araçları (makineler vs.)
satarlar. Böylelikle birikim, somutta da üretim araçları
üretiminin genişletilmesi, sadece, genel olarak alım gücünü
(Bölüm I’deki) kapitalistler arasında büyütmez, aynı zamanda
toplumun tüketim gücünü de büyütür. Yani çok sayıda işçi,
yeniden çalışmaya başlar. Çalışan işçi sayısının artması,
değişken sermayenin büyümesi demektir. Değişken sermaye
büyüyünce işçilerin tüketim/alım gücü de büyür. Böylelikle
tüketim araçları üreten bölümde de
(Bölüm II) fevkalade
bir canlılık başlamış olur. Bu, kriz döneminde sabit sermaye
kıyımı yapan her iki bölümün, ekonomik çevrimin bu (kriz)
aşamasından çıkarak durgunluk, giderek de canlanma aşamalarına
doğru geliştiğini gösteren süreçtir. Bu süreç, gelişmesinin
belli bir aşamasında kesintiye uğrayacak ve ekonomik çevrim
yeniden kriz aşamasına girecektir.
Bu
gelişme, sürekli kriz savunucuları tarafından reddedilir ve
böylece sermaye birikiminin çelişkili bir süreç olduğu da
reddedilir. Birikim devam ettiği müddetçe; yeni, modern
fabrikalar, yollar, başka üretim kapasiteleri yapıldığı, eski
teknolojinin yerine yenilerinin alındığı müddetçe ekonomik
çevrimin canlanma/yükseliş aşaması devam eder. Ne var ki bu
çevreler bu anlayışta değiller; Onlara göre 1970’lerden
beri veya sürekli krizi ne zaman başlatıyorlarsa o tarihten bu
yana yeni fabrikaların yapılmaması, makinelerin değiştirilmemesi
gerekiyor.
Üretim
süreci belli bir noktaya gelindikten sonra, üretim araçları
üretiminde
(Bölüm I’de)
doyumluluk gündeme gelir. Hemen hemen her şey yenilenmiştir,
büyütülmüştür. Yenilenmiş ve büyütülmüş üretim sürecinin
belli bir aşamasına gelindiğinde Bölüm I’in ürünlerine
duyulan talep düşer. Bu bölümdeki işçiler, yeniden sokağa
atılırlar. Ama modern işletmelerle üretime devam edilir ve bir
anda pazar, satılması gereken, ama alıcı bulamayan metalarla
dolup taşar. Artık üretim fazlalığı gündemdedir. Toplumun
tüketme gücünden fazla üretim yapılmıştır ve aynı zamanda
toplumun alım/tüketim gücü düşmüştür.
Bu
süreç, gelişmesinin belli bir aşamasında kesintiye uğrayacak ve
ekonomik devrevilik yeniden kriz aşamasına girecektir.
Birikim
devam ettiği sürece her şey yolunda gider; alım gücü genişler
ve bu çerçevede toplumun tüketim gücü de artar. Ama gelişmenin
belli bir noktasına gelindiğinde birikim, sağladığı bu gelişme
süreciyle çelişkiye düşer. Bu,
üretimin sınırsız genişletilmesiyle toplumun alım/tüketim
gücünün sınırlı oluşu arasındaki çelişkidir.
Kapitalist
üretimin bu nesnelliğinden dolayı sürekli
kriz anlayışı, bir “deli
saçması”dır.
Sonuç:
Ekonomik kriz, her zaman olmamıştır. Onun nedeni kapitalizmdir ve
kapitalizmin yok olmasıyla da yok olacaktır. İlk fazla üretim
krizi İngiltere’de patlak verdi. (1825), o günden bu güne
kapitalist üretim belli aralıklarla; krizlerle kesintiye
uğramıştır. Bu gelişmeyi Engels anlatır (187).
Kapitalizmin
kendiliğinden çökeceği teorisi:
Göreceli
de olsa sürekli krizi savunmak, öznel niyet ne olursa olsun, nesnel
olarak kapitalist sistemin, içine girdiği sürekli krizin sonucu
olarak kendiliğinden çökeceğini otomatikman savunmak anlamına
gelir. Bu çevrelerin savundukları kriz anlayışının, mantıksal
nihai sonucuna göre emperyalist ekonominin çoktan çökmüş olması
gerekiyordu. Çökmediğine göre ortada bir sakatlık var. Bu
sakatlık, kapitalist ekonominin işlerliğinde değil, bu çevrelerin
konuyla ilgili antimarksist anlayışlarında aranmalıdır.
Modern
revizyonistler, “sosyalist” SB’de “sosyalizm”in yükselişini
ve bu yükseliş karşısında kapitalist dünyanın kriz içinde
yoğrulduğunu kanıtlamak için kriz konusunda oldukça “şıpsevdi”
olmuşlardı. Ve II. Dünya Savaşından sonra, daha doğrusu,
iktidarı gasp ettikten sonra bolca “kriz” üretmişlerdi. Onlara
göre ekonominin her konjonktürel hareketi/gerilemesi bir krizdi ve
bu türden krizler de giderek çoğalıyordu. Yani “sosyalizm”
dünya çapında gelişiyor, kapitalizm büyük bir istikrarsızlık
içine giriyor ve bu istikrarsızlığın kanıtı da krizler
oluyordu. Ekonominin/krizlerin çevrimi ise giderek sıklaşıyor,
her birkaç yılda bir kriz patlak veriyordu.
İnansak
da, inanmasak da burada söz konusu olan anlayış, son kertede
sürekli krizlere ve dolayısıyla kapitalizmin kendiliğinden
çökeceği anlayışına götürüyor.
Kapitalizm,
bu yüzyılın başından beri de emperyalizm aşamasında sayısız
“badireler” atlatmıştır. Ama her seferinde ayakta kalmasının
ve hakimiyetini sürdürmesinin bir yolunu bulmuştur. Çünkü
kapitalizmin ayakta kalmasının ve hakimiyetini sürdürmesinin
nesnel koşulları vardır. Bu koşullar var olduğu müddetçe de
emperyalizm kendiliğinden çökmeyecektir ve emperyalizm var olduğu
müddetçe de bu nesnel koşullar var olacaktır.
Kapitalizm,
ne devrevi olarak gelen ekonomik krizlerinden dolayı ve ne de genel
krizinden dolayı çöker. Bu krizler, ne denli ağır olurlarsa
olsunlar, kendiliğinden çöküntü asla ve asla olmaz. Çünkü ne
en ağır ekonomik kriz ne de genel kriz, sermaye birikimi yasasını;
en daralmış haliyle dahi olsun sermaye hareketini yok etmiyor. Ve
sermayenin birikim yasası işlediği müddetçe de kendiliğinden
çöküş olmayacaktır.
Ayrıca
emperyalizm, kendi sistemsel
işlerliği
içinde hiçbir
zaman ve
asla son
sınırına varmaz. Emperyalist sistemin, kendini bağlayan sınırı
yoktur. Bunun nedeni de sermayenin, hangi kapsam ve boyutlarda olursa
olsun, kendini yenilemesi için nesnel koşulların sistem içinde
devamlı var olmasıdır. Demek oluyor ki kapitalist sistem, kendi
çelişkilerinden dolayı kendi kendine çökmez.
Sonuç
itibariyle şunu diyebiliriz: Küçük burjuvazinin fantastik kriz
teorileri karşısında Marksist kriz teorisi ne yapabilir ki?!
Günümüzde
kriz teorileri:
Burjuva
modern kriz teorileri en azından burjuvazi kadar eskidir. Günümüz
burjuvazisinin ekonomik kriz teorileri, yukarıda bahsedilen
teorilerden farklı değildir. Spekülasyon, borsa krizlerinin,
banka ve kredi krizlerinin ve ekonomik krizlerin açıklanışına
bakın. Yukarıdaki anlayışlara benzer anlayışlar görürsünüz.
Hükümetlerin, devletlerin, şu veya bu uluslararası mali kurumun,
bankaların, sermaye sahiplerinin yanlış politikaları, kar hırsı
vb. krizin nedenleri olarak gösterilir. Yani burjuvazi, sayısı
230'a varan kriz açıklamasına yenilerini eklememiştir, koşullara
uygun hale getirmiştir. Ancak yeni olan bazı anlayışlar da
vardır. Bu anlayışlar, doğrudan ekonomik krizle ilgili olmasa da
kapitalizmin geleceğiyle ilgili kriz anlayışlarıdır.
Burjuvaziyi
bir kenara bırakalım ve “sol” olanlara, “Marksist” olanlara
bakalım. Bu alanda öne sürülen temel üç teori vardır. Bir
grup, sürekli kriz teorisini savunur. Geriye kalan iki grup ise
kapitalizmin çökeceğini savunur. Ama bu grup, sorunun ele alınışı
bakımından iki ana akıma ayrılır. Akımlardan birisi, R.
Luksemburg'un anlayışını temel alarak 'dünyada kapitalizm dışı
bir çevre kalmazsa, sermaye birikimi de sağlanamayacağı için
kapitalizm kendiliğinden çöker” merkezli düşünceler savunur.
Burada yeni bir şey yok. Bu teori yukarıda belirttiğimiz teoriler
arasındadır. Yeni olan, bu teorinin “ilhak ekonomisi”
anlayışıyla birleştirilmesidir. Deniyor ki, kapitalizm çökmemek
için, sermaye birikimini sağlamak için geri kalmış, emperyalizme
bağımlı ülkeleri, yani yeni sömürge ülkeleri ilhak eder. Ama
bu ilhakın, yüz senelik emperyalizmin ilhak anlayışından hiçbir
farkının olmaması ve ilhakla yeni değerlerin yaratılmaması;
yani artı değer çoğalmasının olmaması ve bu anlamda da sermaye
birikiminin olmaması bu bayları fazla ilgilendirmiyor.
Diğer
akım ise “evlere şenlik” türündendir. Bu akım insanlığın
varlığını sorgulayan bir akımdır ve kapitalizmi çoktan
öldürmüştür. Bu baylar, „Emeğe
Karşı Manifesto“da bir taraftan artık işçi hareketi olmayacak,
bu hareket tarihe karışmıştır diyerek bu hareketi toplumu
değiştirmek için örgütlenmesi gereken güç olarak görenlere ve
diğer taraftan da burjuva kurumları, demokrasiyi, parlamentoyu
kullanarak sermaye hakimiyetini geriletmek için mücadele edenlere
yaptığınız iş saçmalıktır diyerek gönderme yapıyorlar. Bu
göndermeler yapılırken esas hedef olarak „emek“ görülüyor.
Evet bu yeni toplum dizayncıları, şu veya bu anlayışa, yanlışa
karşı mücadele etmiyorlar, „emeğe“ (işe, çalışmaya) karşı
mücadele ediyorlar. Yanlış anlaşılmasın, emeğin şu veya bu
tarihsel biçimine, örneğin feodalizmde „emeğe“ (toprak rant,
ürün rant, para rant, angarya) ve kapitalizmde de ücretli emeğe
(işe) karşı mücadele etmiyorlar, emeğin kendisine karşı
mücadele ediyorlar. Emeği temel alan her türden toplum yapısını
reddediyorlar. Çünkü insan iş gücüne dayalı üretim; emeğin
hakim olduğu toplum artık mutlak sınırına dayanmıştır. Çünkü
“mikro-elektronik devrim sürecinde ...üretim, insan iş gücü
kullanımından sürekli kopmaktadır”. Bu, 'geriye dönüşü
olmayan bir gelişmedir' deniyor. Hiçbir toplumun, hangi koşullarda
olursa olsun insan iş gücü kullanımı olmadan var olamayacağı
bu unsurları ilgilendirmiyor. Bu işi teknoloji yapıyormuş.
Toplum
ve üretimdeki çelişkiler ve onların çözümü böyle ele
alınıyor.
Bir
de Engels, insanı insan yapan emektir, insanın hayvanlar aleminden
çıkmasında emek belirleyici rol oynamıştır diye öğretiyordu!
Demek ki Engels'in öğretisi buraya kadarmış! Şimdi emeğin
insan toplumunun gelişmesi önünde bir engel olduğu ve bunun
yıkılması gerektiği savunuluyor. Yani insanlığı barbarlığa
mı, hayvanlar alemine mi katılmaya davet ediyorlar, bunu
bilmiyorum ama çelişkiler böyle ele alınıyor.
“Emeğe
Karşı Manifesto“ gerçekten, insanlığa karşı bir mücadele
manifestosudur. Üretimin gelişmesinden ve özelliklerinden ne
anladıkları bunu göstermektedir: Mikro-elektronik devrim insan iş
gününün maddi değerlerin üretiminden kopartıyor. Artık
üretimde emeğin bir rolü yok. İnsanlığın kurtuluşu emeğe ve
emeğe önem verenlere karşı mücadeleden geçmektedir. Burjuvazi,
iş gücünü sömürdüğü için emeğe „önem veriyor“ ve
komünistler de insan emeği olmaksızın bir toplum düşünemedikleri
için emeğe önem veriyorlar. O halde, insanlığın kurtuluşu
için, hangi açıdan olursa olsun emeğe önem verenlere karşı
mücadele edilmelidir!
Bu
unsurlar, kapitalist sömürünün, değer ve artı değer üretiminin
insan iş gücünden, bu gücün sömürüsünden kopartılamayacağını
görmüyorlar. Her insan toplumunun insan iş gücü harcamasına
dayandığını anlamıyorlar. Onlar üretimi çoktan beri makinelere
havale etmişler.
Şu
veya bu toplum formasyonunda harcanan emeğin şu veya bu biçimine
karşı değil, hangi biçimde olursa olsun bizzat emeğin kendine
karşı olduklarından, insan türünün varlık nedenine karşı
mücadele etmiş oluyorlar. Eğer böyle değilse neye karşı
mücadele ediyorlar?
Bu
unsurların savundukları kapitalizmin çöküş teorisi, her ne
kadar eski bir teori olsa da, “emeğe” karşı mücadele
eklemiyle bu alandaki -yaklaşık 10 seneden bu yana savunulsa da-
son modadır: Bunlara göre değer üretiminin tarihsel gelişmesi
artık durma noktasına gelmiş ve geriye dönüş eğilimi
içindedir. Yani kapitalizm artık çöküyor.
Teknolojik
gelişmeden hareketle üretimde/artı değer üretiminde iş gücü
artık belirleyici olmaktan çıktı ve kapitalizm çökecek diye
10-15 seneden bu yana “kıyamet günü” tellallığı yapıyorlar.
Bu toplum dizayncıları, “Bütün ülkelerin işçileri birleşin”
sloganını “Bütün ülkelerin işçileri bırakın bu işi”
çağrısına dönüştürerek Marksist teoriyle güya alay
ediyorlar.
2-Marksist
Kriz Teorisi
Marksizm,
birbirinden bağımsız bir dizi kriz tanımıyor.
Marksizm, üretimin toplumsal karakteri ile ona özel/kapitalist el
koyuş arasındaki temel çelişki üzerinde yükselen dönemsel
(devrevi/periyodik) fazla üretim krizlerini; kapitalist yeniden
üretim sürecinden kaynaklanan krizleri tanıyor. Para-kredi mali
krizleri, spekülasyon krizleri, ticaret krizleri vb. ise fazla
üretim krizlerini gölge gibi takip ederler. Bütün bu krizler,
fazla üretim krizinin ne nedenini
oluştururlar ne de kapitalist
yeniden üretim sürecinden kaynaklanırlar.
2.1-Mali
krizler
Para-kredi-borsa-spekülasyon
krizleri:
Bu
krizler, fazla üretim krizleri gibi, yeniden üretim sürecinde
doğmazlar. Ve bundan dolayı da fazla üretim (ekonomik) krizlerinin
nedeni olamazlar. Başka türlü ifade edecek olursak; bu krizler,
kapitalist üretim biçiminin yasal görüngüleri değildir.
Her
enflasyonist gelişme de mutlaka kriz değildir.
II. Dünya Savaşı sonrası dönemde emperyalist ülkelerde görülen
enflasyonist süreci göz önüne getirelim. Bu süreç, doğrudan
kapitalist yeniden üretim sürecinden kaynaklanmıyordu. Keza
1919-1923 Almanya’sında görülen enflasyon ve 1970’li yılların
ikinci yarısından sonra hızla tırmanmaya başlayan Türkiye’deki
enflasyon da fazla üretim krizinin nedeni değildi; dolayısıyla
kapitalist yeniden üretim sürecinden kaynaklanmıyordu.
Enflasyon;
paranın değer kaybı, kağıt paranın esas anlamını ve değerini
kaybetmesi anlamına gelir. “Üzerine
1 sterlin, 5 sterlin vs. gibi para ismi basılan kağıt parçaları
devlet tarafından… dolaşım sürecine sokulurlar. Onlar,
gerçekten aynı altın miktarına tekabül ederek dolaşımda
oldukları müddetçe hareketlerinde sadece, paranın dolaşım
yasalarını yansıtırlar. Kağıt paranın spesifik yasası sadece,
kendinin altına olan temsil ilişkisinden kaynaklanır ve bu yasa
şudur; kağıt para basımı, sembolik olarak temsil ettiği altının
(veya gümüşün) dolaşmak zorunda olduğu miktarla
sınırlandırılmalıdır” (Marks).
Enflasyonist
gelişmede böyle bir durum söz konusu değildir. Dolaşımdaki para
miktarı, dolaşımdaki meta değerine tekabül etmemektedir.
Enflasyon, çoğalan kağıt paranın, giderek daha az maddi
değerleri ifade etmesi demektir; fiyatların artması esprisi!
Borsa
krizi:
Bu
kriz de (spekülasyon) yeniden üretim sürecinden kaynaklanmaz. Ama
diğer krizler gibi ekonomik (fazla üretim krizi) krizler üzerinde
etkide bulunur. Kapitalizmin tarihinde görülmüş olan en büyük
borsa krizi, 29 Ekim 1929’da ABD’de patlak vermişti.“Tarihte
görülmüş en büyük… borsa krizi 29 ekimde patlak verdi. 16
milyon hisse senedi New York borsasında, ayrıca 6 milyon hisse
senedi de yan borsalarda… pazara sürüldü. Değer kaybı
korkunçtu...Değer düşmesi; hisse senedinde ifadesini bulan
toplamı fiktif (farazi) sermaye miktarını 50-60 milyon dolar kadar
azalttı”
(E.
Varga)
29
Ekim 1929’da borsa krizi patlak verdiği için 1929-1932 fazla
üretim krizi gündeme
gelmemişti.
Tam tersi söz konusuydu; borsa krizinin patlak vermesinin nedeni,
çelişkileri
olgunlaşmış olan ekonomik krizdi.
Kredi-
para krizi:
“Kredi
olgusu… üretici güçlerin maddi gelişmesini ve dünya pazarının
oluşumunu hızlandırır… Yeni üretim biçiminin maddi
temellerini… belli bir yükseklik derecesine kadar oluşturmak
kapitalist üretim biçiminin tarihi görevidir. Kredi aynı zamanda
bu çelişkinin zora dayanan patlak vermesidir…”(Marks)
Yani,
olgunlaşma sürecinde olan ekonomik kriz, kredi ile
geciktirilebilir; kapitalistlerin hizmetine sunulan kredi ile
üretimin devamı sağlanabilir. Şimdiki krizde iflasla karşı
karşıya olan Ford, General Motors vb. üretim tekellerinin
devletten kredi talebini düşünelim. Bu tekellerin kredi almaları
krizi en fazlasıyla biraz geciktirebilir. Ama bu durumda kredi,
zaten keskinleşen çelişkileri daha da keskinleştirir. Bu da
ekonomik krizin patlak vermesinden, şiddetli olmasından başka bir
anlam taşımaz.
Sonuç
itibariyle bu türden krizler (spekülasyon, para, kredi, borsa)
ekonomik krizlerin nedenleri değildir, olamaz da. Ama bu krizler,
ekonomik krizlerin refakatçi görünümleridir.
Borçlanma
krizleri:
Borçlanma
krizi de para-kredi krizi çerçevesinde görülmelidir. Bu kriz de
doğrudan üretim sürecinde gündeme gelmez. Dolayısıyla borçlanma
krizi, ekonomik krizin patlak vermesinin bir nedeni değildir, ama
ekonomik krizi etkiler. Şayet borçlanma krizi ekonomik krizin bir
nedeni olsaydı hiçbir emperyalist ülke ve hele hele bağımlı
ülkeler, hiçbir zaman ekonomik krizden kurtulamazlardı. Çünkü
emperyalist ülkeler de dahil bütün ülkelerde borçlanma oldukça
büyük boyutlara varmıştır.
2.2-Fazla
üretim krizi/Ekonomik krizi
Çalışmanın
konusunu teşkil ettiği için açıklama yapmaya gerek yok.
2.3-Yapısal kriz
Yapısal
kriz, anlamından farklı olarak ve ‘her derde deva gibi’ olur
olmaz yerde sürekli kullanılıyor.
Bu
kriz ile ekonomik kriz (fazla üretim krizi) birbirine
karıştırılmamalıdır.
Yapısal
kriz, kapitalizmin, bilimsel teknik devrimin gelişmesine paralel
olarak gündeme gelir,
kapitalist üretimin gelişmesinin doğrudan bir ifadesidir. Her
ülkede kapitalist gelişme farklı boyutlardadır ve dolayısıyla
yapısal krizin somut nedeni veya nedenleri de farklıdır. Bu
farklılığa rağmen yapısal krizlerin doğuş nedenlerini belli
kategoriler altında toplayabiliriz.
Yapısal
krizin doğmasında belirleyici olan iki moment vardır. Bu
gözlenemezse, ancak, ne olduğu belli olmayan bir krizden
bahsedilir.
Yapısal
kriz, enerji ve hammadde değişimi temelinde doğabilir (Birinci
moment): Örneğin
bir ülkede o zamana kadar esası oluşturan enerji kaynağı
cinsinin değiştirilmesi, kömürün yerini petrolün alması veya
gaz tüketiminin artışı veya elektrik enerjisinin belirleyici
olması vs. Böylelikle ekonomide enerji veya hammadde değişimi
temelinde bir gelişme olur.
Bunun anlamı şudur; kömür sektörünü örnek alırsak; başka
türden enerji tüketimi gündeme geldiği için veya daha ucuza
kömür ithali mümkün olduğu için ülke içindeki kömür üretimi
düşer. Bu, belli bir sektörün can çekişmesi, krize girmesi ve o
sektörde çalışan binlerce işçinin sokağa atılması demektir.
Zonguldak’taki durum Türkiye’de kömür enerjisi temelinde
gündemde olan yapısal krizin açık bir ifadesidir.
Kömür
sektöründeki bu kriz veya petrol ve yan ürünleri temelinde
sanayinin yeniden yapılanması, yapısal kriz demektir. Bu yapısal
krizin fazla üretim kriziyle ilgisi yoktur. Çünkü bu kriz,
yeniden üretim sürecinden kaynaklanmıyor. Bundan dolayıdır ki,
enerji
ve hammadde değişimi temelinde doğan yapısal kriz, ekonomik
krizle/fazla üretim kriziyle eş anlamlı değildir.
Yapısal
kriz, bilimsel-teknik devrim; teknolojik gelişme ve modern
teknolojiyi kullanma temelinde doğabilir(İkinci moment):
Bilimsel teknik devrimin sonucu olarak baş döndürücü hızla
gelişen teknolojinin üretim sürecine sokulmasıyla sanayide, bir
bütün olarak ekonomide gündeme gelen yapısal kriz, çıplak gözle
bile görülmektedir.
Modern
teknoloji temelinde otomasyon ve elektronik, yeniden üretim sürecini
radikal/kökten değiştirmektedir. Modern teknolojiye dayanan
yapısal kriz, kapitalizmin tarihinde şimdiye kadar görülmemiş
boyutlarda ve derinlikte ekonomiyi etkilemektedir. Örneğin
bilimsel-teknik devrimin bir sonucu olarak yeni teknolojik buluşlar,
doğrudan sermayenin yeniden üretim sürecine sokulur. Öyle ki;
daha önce çok modern olan fabrika binaları, makineler, yeni
buluşlardan dolayı “eski”miş olurlar. İşte bu “eskime”den
dolayı, sermayenin yeniden üretim sürecinde yer alan bütün
üretim araçları (fabrika binaları, makineler vs.) değiştirilir.
Bu, muazzam boyutlara varan sabit sermaye kıyımı ve aynı zamanda
keza muazzam boyutlara varan sabit sermaye yatırımı demektir.
Burada dikkati bir noktaya çekelim; fazla üretim krizi olmadığı
halde sabit sermaye kıyımı yapılıyor. Son 30-35 senelik
kapitalist/emperyalist dünyada teknolojinin gelişmesinden dolayı
yapılan sermaye kıyımı akıl almaz boyutlardadır. (Ekonomik kriz
döneminde bu kıyım daha da kapsamlaşıyor). Bu kıyım,
kapitalizmde yapısal krizin sonucudur. Kitlesel kronik işsizliğin
nedeni de bu krizde aranmalıdır.
Bu
türden yapısal krizle enerji ve hammadde temelinde doğan yapısal
kriz birbiriyle karşılaştırılamayacak kadar farklıdır; enerji
ve hammadde temelinde doğan yapısal kriz, yeniden üretim sürecini
etkilemezken ve yan fenomen olarak kalırken, modern teknoloji
temelinde doğan yapısal kriz, yeniden üretim sürecini doğrudan
etkilemektedir.
Modern
teknoloji temelinde yapısal kriz, mevcut üretim donatımının,
çoğu kez tamamen yenilenmesi, değiştirilmesi anlamına gelir.
Öyle ki fabrika binası yıkılmakta, aynı yere yenisi, yeni
teknolojinin gerek kıldığı temelde inşa edilmektedir. Diğer bir
ifadeyle; sabit sermayenin modern teknoloji temelinde yenilenmesinin
fazla üretim kriziyle doğrudan bir ilgisi yoktur. Yani bu temelde
söz konusu olan sabit sermaye kıyımı -fabrikanın kapatılması-
işçilerin sokağa atılması ekonomik krizin değil, yapısal
krizin bir sonucudur.
Ama
öyle durumlar olur ki; teknoloji temelinde doğan yapısal kriz,
aynı dönemde patlak veren ekonomik krizle iç içe geçebilir. Bu
durumda modern teknolojiye dayanan yapısal kriz, aynı dönemde
patlak veren ekonomik krizle eş anlamlı olur. Burada eş anlamlı
olmanın nedeni, modern teknolojiye dayanan yapısal krizin yeniden
üretim sürecine doğrudan nüfuz etmesidir.
Demek
ki, yapısal krizle fazla üretim krizi her zaman eş anlamlı
değildir. Sanayi ürünleri ihracına yönelmiş her ekonomi, dünya
pazarında rekabet edebilmek için kendini yenilemek zorundadır.
Kendini yenileme, rekabet gücünü artırır ve modern teknolojiyle
donanma anlamına gelir. Dış pazar olgusu gündeme geldiğinden
beri iddialı her ekonomi, kendini yenileme, teknolojik alanda
modernleşme krizi içindedir. Yani yapısal kriz, daralan, çöken
ekonominin değil, tam tersine büyüyen ekonominin krizidir.
Birer
cümleyle her iki krizin ortak ve ayrı özellikleri:
-Yapısal
krizin birinci momenti devam ederken, fazla üretim krizi patlak
verebilir. Bu her iki kriz, çıkış nedenleri farklı olduğu için
eş anlamlı olamazlar.
-Yapısal
krizin ikinci momenti devam ederken fazla üretim krizi patlak
verebilir. Bu durumda her iki krizin de çıkış nedeni doğrudan
sermayenin yeniden üretim sürecinde olduğu için eş anlamlı
olurlar.
-Demek
oluyor ki, her iki kriz, çeşitli faktörlerden dolayı bazen aynı,
bazen de ayrı anlamlıdır. Önemli olan, nerede aynı, nerede ayrı
anlamlı olduğunu görebilmektir.
-Yapısal
kriz ve fazla üretim krizi karşılıklı ilişki içindedirler ve
dolayısıyla birbirlerini etkilerler.
-Her
iki kriz de kapitalist sistemin doğasında vardır.
-Her
iki krizin üretici güçler üzerindeki etkisi aynıdır; kitlesel
işsizlik (kitlesel yoksulluk), muazzam boyutlarda toplumsal maddi
zenginliğin-sabit sermayenin yok edilmesi.
-Gelişmiş
teknoloji temelinde patlak veren yapısal kriz, nispeten uzun sürer.
Ama teknolojinin bugün ulaşmış olduğu boyutlar, bu süreyi
giderek kısaltıyor.
-Yapısal
krizde devrevilik yoktur. Söz konusu enerji-hammadde veya teknoloji
değişimi sağlanınca, bu süreç tamamlanınca bu kriz de
sonuçlanmış olur.
-Fazla
üretim krizleri, nispeten kısa sürelidirler.
-Fazla
üretim krizlerinde devrevilik kaçınılmazdır. Zaten krizin
kendisi ekonomik çevrimin sadece bir aşamasıdır.
Ekonominin/krizin devreviliği de kapitalizmin gelişmesine göre
değişime uğramıştır.
2.4-Tarımda
fazla üretim krizi sorunu
Aynen
sanayi krizleri gibi tarım krizleri de üretimin kapitalist
karakterinden kaynaklanırlar. Sanayide olduğu gibi tarımda da kar
için, azami kar için üretim amaçtır.
Nasıl
ki sanayide fazla üretim krizleri, sanayinin ancak ve ancak makineli
üretim aşamasında oluşabiliyorlarsa, tarımda da fazla üretim
krizleri, kapitalizmin tarıma nüfuz etmesine bağlı olarak
olarak oluşurlar. Kapitalist ilişkilerin belirleyici olmadığı
bir tarımsal üretim ilişkilerinde kriz olabilir, ama fazla üretim
krizi olamaz.
Tarım
krizleri (ekonomik veya fazla üretim krizleri), kapitalizmin tarıma
nüfuz etmesiyle doğan bütün çelişkileri açığa çıkartır.
Ve tarımda kapitalizm ne denli gelişmişse kapitalizme özgü bu
çelişkiler de kriz sürecinde o denli açığa çıkar.
Sanayi
krizlerinde olduğu gibi tarım krizlerinde de esas çelişkiyi
kapitalizmin temel çelişkisi –üretimin toplumsal karakteri ve
ona özel mülkiyet temelinde el koyuş- oluştur. Sanayide olduğu
gibi tarımda da krizin olasılığı meta üretiminde aranmalıdır.
Bu
özelliklerinden dolayı bu krizler birbirlerinin nedeni olabilirler
mi? Olamazlar. Çünkü:
-Sanayi
krizlerinin çevrimi vardır.
-Tarım
krizlerinde çevrim yoktur.
-Tarım
krizinin nedeni sanayi krizi değildir.
-Sanayi
krizleri görece kısa sürer.
-Tarım
krizleri uzun dönem devam eder.
-Her
iki kriz birbirini etkiler.
-Tarım
krizleri, sanayinin çevrim seyrini sadece etkileyebilir, sanayide
konjonktürün normal gelişmesini olumsuz etkileyebilir. Tarım
krizi, örneğin tarım makineleri, yapay gübre talebini
geriletebilir, sanayide hammadde olarak kullanılan tarımsal
ürünlerde yetersizlik gündeme gelebilir. Örnek olarak verdiğimiz
bu olasılıklar, sanayide krizin derinleşmesine neden olabilir.
-Tarım
krizleri, bazı sanayi sektörlerinde kısmi krizlere neden
olabildiği gibi bunun tersi de geçerlidir; yani sanayide kriz bazı
tarım sektörlerinde kısmi krize neden olabilir. Örneğin sanayide
kriz, (fazla üretim krizi), sanayi üretimi için hammadde üreten
tarımın –pamuk, yün, keten ve benzeri bazı sektörlerinde krize
neden olabilir. Aynı şekilde tarım krizi de, sanayin tarım
aletleri, yapay gübre üreten sektörlerinde kısmi krize neden
olabilir. Ama şimdiye kadar ne tarım krizlerinin sanayi krizlerine
ne de sanayi krizlerinin tarım krizlerine neden oldukları
görülmüştür.
VI.
Makalede “Dünya ve Türkiye Ekonomisinin Güncel Seyri” analiz
ediliyor.
*
Kaynaklar:
167)Bu
listevari sıralama için bkz.: W. C. Mitchell; “Der
Konjunkturzyklus”, 1931, Leipzig.
168)
Marks-Engels Toplu Eserleri -METE); C. 23, s. 20/21.
169)Marks:
"Theorien über den Mehrwert” METE; C. 26/2, s. 498.
170)Marks:
"Theorien über den Mehrwert” METE; C. 26/3, s. 50.
171)METE;
C. 20, s. 267, dipnot.
172)
METE; C. 26/3, s. 52.
173)Bkz.
“Des Crises Commerciales et de leur Retour Periodigue et France, en
Anglet enne et aux Etats-unis”- Fransa, İngiltere ve ABD’de
Ticari Krizler ve Onların Periyodik Gelişleri.
174)Kriz
teorileriyle ilgili olarak buraya kadarki anlatımı Kuczynski’nin
“Burjuva Kriz Terisinin Tarihi” üzerine makalesinden aldık.
Bkz.: J. Kuczynski; "Die Geschichte der Lage der Arbeiter unter
dem Kapitalismus”, C. 11. s. 11/12.
175)
METE; C. 23, s. 95, dipnot 32. Vülger ekonomi/ekonomistler için
bkz.: METE, C. 26/1, s. 274; C. 26/3, s. 445, 492 vs.).
176)Tugan-Baranovski;
“Studien zur Theorie und Geschichte der Handelskrisen in England”,
Jena 1901, s. 321.
177)Lenin;
C. 4, s. 155.
178)Bkz.:
K. Kautsky; "Neue Zeit", C. II, s. 78/79, 1902.
179)Bkz.:
METE; C. 20, s. 266.
180)METE;
C. 20, s. 266.
181)METE;
C. 24, s. 409.
182)Lenin;
C. 2, s. 161/162.
183)Bkz.
Ernest Mandel, “Der Spaetkapitalismus”, Frankfurt, 1973, 2.
baskı, s. 101-115.
184)Bu
sözlerin hepisi E. Mandel’a aittir. Bkz.: "Der
Spätkapitalismus",
185)Bkz.:
A. Herzenstein: "Gibt es grosse Konjunkturwellen"; Unter
dem Banner des Marxismus-Leninismus. Sayı l, s. 92-127; s. 2, s.
298-315, 1929.
186).
Ernest Mandel, “Der Spaetkapitalismus”, Frankfurt, 1973, 2.
baskı, s. 168.
187)Bkz.:
F. Engels, Anti-Dühring, METE, 20, s. 257.