GÜNCEL
KRİZ TEORİLERİ (II)
BURJUVA
KRİZ TEORİLERİ (II)
BİR
BURJUVA EFSANE: MALİ KRİZ!
2008
dünya ekonomik krizinin patlak vermesinden bu yana 10 sene geçti.
Bu kriz ve nedenleri üzerine yazılıp çizilenler; yapılan
değerlendirmeler, yaklaşımların ne denli farklı olduğunu
gösterdi. 1929-32 dünya krizi üzerine değerlendirmelerin hala
yapıldığını düşünürsek bu son kriz üzerine de daha çok
yapılıp çizilecektir. 2008 krizi de daha öncekiler gibi bir
krizdi; şiddeti ve tahribatı bakımından değil, ama kapitalist
ekonominin kendi yasaları doğrultusunda gelişmesini göstermesi
bakımından. Önemli olan da bu, çünkü bu kriz üzerine devam
eden değerlendirmelerde görüş farklılığının nedeni burada;
ekonomik kriz ve kapitalist üretim biçiminin nesnel ekonomik
yasaları arasındaki diyalektik bağ, bakış perspektifine göre ya
göz ardı edilmekte veya da yanlış yorumlanmaktadır. Bu yazıda
bu konu üzerinde duracağız.
Fazla
üretim krizi, mali kriz veya mali piyasa krizi, krizin nedenleri,
belirtileri/işaretleri ve devletin rolü en çok son kriz sürecinde
bazen çok bilinçli olarak burjuvazinin kalemşorları ve aynı
zamanda post-marksistler ve tasfiyeci unsurlar tarafından birbirine
karıştırılmıştır. Her çevre, bu krizi amacına bağlı olarak
yorumlamış ve teoriler üretmiştir.
ABD’nin
önde gelen yatırım bankası Lehman Brothers'ın iflası
vesilesiyle yapılan değerlendirmeler, yaklaşmakta olan yeni bir
krizde emperyalist burjuvazinin nasıl hareket edeceğinin
işaretlerini vermektedir. Sorun sadece burjuvaziyle sınırlı
kalsa, üzerinde durulmayabilir de. Ama sorun, “sol”da da aynı
paralelde değerlendirmelerin olacağıdır. Olacağıdır diyorum,
çünkü 2008 krizi üzerine değerlendirmelerde düzeltme, aradan 10
yıl geçmesine rağmen doğruyu kabullenme işaretleri dahi yok.
Lehman
Brothers'ın iflası vesilesiyle burjuvazinin adeta kampanya tarzında
yürüttüğü propagandanın iki amacı var: Bir taraftan devlet,
yeniden ülke ve dünya ekonomisinin kurtarıcısı olarak
gösterilirken, diğer taraftan da mali sektör (”mali dünya”);
gözünü kazanç hırsı bürümüş aracılar, yatırımcılar,
menajerler; yani bankalar ve yatırımcı kurumlar krizin müsebbibi
olarak gösterilmektedir. Amaç ne olabilir? Birincisi, daha
şimdiden, yeni bir kriz patlak vermeden önce devlete “kurtarıcılık”
rolüne hazırlan deniyor. İkincisi, krizin nedeni olarak mali
sektördeki gelişmeler gösterilecek ve üçüncü olarak da veya
böylece, kapitalizm, Marks’ın Kapital’de analiz ettiği,
bildiğimiz “klasik kapitalizm” yeniden temize çıkartılmış
olacak.
2008
dünya krizinin kendisi, sermaye ve üretimin
uluslararasılaşmasından, Lenin’den bu yana analiz edilen dünya
ekonomisinin bütünleşmesinden emperyalizm ötesi bir sistem;
uluslararası siyasi ve ekonomik ilişkiler bütünlüğü çıkartmaya
çalışan -tabii, aynı zamanda ulus-devleti yok sayan- anlayışlara
büyük bir darbe vurmuştur. Bu kriz sürecine devlet müdahale
etmeseydi, kapitalizmin kendiliğinden, iç çelişkilerinden
kaynaklı olarak çökeceğini savunanlar haklı çıkarlar mıydı,
yani kapitalizm gerçekten de kendiliğinden çöker miydi, bunu
bilemem. Bildiğim bir şey varsa o da şudur: 2008 dünya krizinin
seyri devlet müdahalesiyle değişmemiştir, ama başta ABD ve
emperyalist devletler olmak üzere, Türkiye’ye varana kadar
devletlerin ekonomiye müdahalesi krizin seyrini etkilemiştir.
Bundan dolayıdır ki, bugün de emperyalist burjuvazinin
kalemşorları devletin krizde “kurtarıcı” rolünden
bahsetmekteler.
Peki,
devlet neyi kurtardı? Sermaye ve üretimin uluslararasılaşması
üzerine yükselen “yeni” sistemi mi kurtardı, yoksa
bildiğimiz, 1825-’29’dan bu yana her kriz döneminde gündeme
gelen yoğun iflasların önünü almaya mı çalıştı? Sermaye ve
üretimin uluslararasılaşması, emperyalizm ötesi bir sistem
kuramadıysa ve devlet de böyle bir sistemi kurtarmadıysa, geriye
kalan ikinci durumdur; o da devletin yoğun iflasların önünü
almaya çalışmış olmasıdır. Aynen böyle oldu değil mi? Yoksa,
sermaye ve üretimin uluslararasılaşma fırtınası içinde
kaybolduğuna, yok olduğuna,”inceldiğine” inanmamız istenen
devlet, Türkiye’ye varana kadar toplamda trilyonlarca dolar
harcayarak sermaye adına kurtarıcılık rolünü oynamadı mı?
Devlet
bu görevini kriz dönemlerinde hangi biçimde gerçekleştirir?
Burjuvazi, böylesi dönemlerde devlete şu görevi verir: Mali
sektörün, bankaların, yatırım fonlarının “taşkınlıkları”nı
düzene koy, ekonomiye yeniden çeki düzen ver, halkın
tasarruflarını koru ve bunu da milliyetçilik söylemleriyle icra
et; bu işleri kapsayıcı (milliyetçi, ulusalcı kavramlar
kullanarak) yap. Bunu yapabilmek için de her bir devlet, sınırları
ötesini “dış”, sorunun kaynağı olarak görür; “dışarı”dan
gelen tehlike üzerine milliyetçiliğin etkisi bir başka olur. Bunu
da en iyi bilenlerin başında Trump, Erdoğan, Putin, Xi Jinping
gelir vs.
Böyle
olmuyor mu? Bilmiyorum, ama herhalde, aynen olmasa da, genel
hatlarıyla böyle oluyor!
Bildiğimiz
“klasik kapitalizm”i temize çıkartmak için sorunu dışarıda
aramak, uluslararası alanda burjuvazinin kriz dönemlerindeki en
önemli ortaklaştırılmış silahıdır. 1974/’75 dünya fazla
üretim krizi kavramını birkaç “dinozor”un ötesinde kim
kullanır? Bilmiyorum, ama sadece bu krizle bağlam içinde kavram
kullanımı, uluslararası devrimci hareket içinde burjuva
düşüncenin ne denli yönlendirici güce sahip olduğunu gösterir.
1974/’75 dünya fazla üretim krizinin adını dünya burjuvazisi
“petrol” krizi, “petrol fiyatlarındaki şok” koymuştur ve
Körfez’in para içinde yüzen prenslerini de krizin müsebbipleri
olarak göstermiştir.
Küçük
burjuvazi öyle avanaktır ki, hala petrol krizi kavramı
kullanmaktadır.
Peki,
sonraki krizlerde, örneğin 1981/’83, 1990/’94, 2000-’04
krizlerinde değişen bir şey oldu mu? Olmadı. Sadece para kavramı
yerine bankalar, yatırımcılar veya hepsini içine alan mali sektör
kavramı kullanıldı. Bankalar, bankacılık sistemi krize neden
olan kişi, kurum ve anlayışlardan kurtarılmalıdır,
temizlenmelidir dendi.
Aynen
olmasa da genel hatlarıyla böyle olduğunu düşünüyorum. Önemli
olan, bildik, Marks’ın analiz ettiği kapitalizmi temize
çıkartmaksa, bankaları, bir bütün olarak mali sektörü sorumlu
tutmakta bir beis olmamalıdır!
Spekülatif
sermayenin marifetlerine inananlar da dahil, mali sektöre başatlık
rolü verenlerle birlikte, bütün keynesçiler ve neoklasikçiler
(Bakınız Güncel Kriz Teorileri I) toptan bir koro oluşturdular
ve ‘mali sektörde patlak veren kriz, süreç içinde “reel
sektöre” sıçramıştır’ tespitini yaptılar. Yani kriz
kapitalist sistemin; yeniden üretim sürecinin “dış”ında
oluşuyor ve kapitalist sistemi etkisi altına alarak onu krize
sürüklüyor!
Bir
daha söyleyeyim: Bu konuda burjuva kamp ile “sol”un büyük
kesimi arasında görüş ortaklığı vardır: Kapitalist sisteme
özgü, onun nesnel ekonomik yasalarının bir sonucu olarak ekonomik
kriz veya fazla üretim krizi, mali kriz diye inanılmaz derecede
hafife alınıyor. Burjuva kampın derdini anlıyoruz, ama “sol”a
ne oluyor? Onun derdi ne? Açık ki, “sol”un büyük kısımda bu
konuda ideolojik bir sorun var. Bu sorun kendini kullanılan
kavramlarda göstermektedir; konumuz bağlamında kullanılan
kavramların sınıfsal karakteri vardır; ideolojik duruştan
kopartılamayacak kavramları, hakkını vererek kullanmak gerekir.
Aksi taktirde yapılan, öznel niyetten bağımsız olarak, ekonomik
krizi sınıfsal bağından, ideolojiden kopartmak olur, tasfiyecilik
olur ve bu yapılmaktadır. Bunu göstermek için de son kriz
yorumlamalarına bir öz atalım. Göz atalım, çünkü önümüzdeki
kriz sürecinde de aynı veya benzer görüşlerle, ideolojik
savrulmalarla, burjuvazinin kavramlarıyla burjuvaziye karşı
mücadele vermenin ne denli bir zavallılık, nasıl bir tasfiyeci
sapkınlık, nasıl bir post-marksistçilik olduğunu göreceğiz.
İlk
makalede (Güncel Kriz Teorileri I) farklı çevrelerin kriz
bağlamında nasıl ortaklaştıklarını; aynı paralelde görüşler
savunduklarını görmüştük. Burada, o makaledeki örnekleri
yinelemeyeceğim, ama ortaklaşılan noktaları belirterek açacağım.
İsteyen ilk makaleye bir daha bakabilir.
Burjuva
kamp ile en geniş anlamda “sol”un kriz değerlendirmesinde
ortaklaştıkları noktalar:
1-Mali
sektör, maddi değerler üreten sektör (sanayi) üzerinde hakimiyet
kurmuştur.
2-Mali
politikalarla, yönlendirici müdahalelerle kriz yönetilebilir.
3-Mali
sektör/ekonomi yetersiz kalan düzenlemelerden dolayı istikrarlı
değildir.
4-Nihayet;
mali ekonomi, maddi değerler üreten ekonomiden kopmuştur.
İdeolojide
ve teoride tasfiyeciliğin, yozlaşmanın, burjuvalaşmanın,
post-marksistleşmenin boyutlarını göstermek için yukarıdaki
dört noktayı şöyle de formüle edebiliriz:
1-Mali
sektör, maddi değerler üreten sektör (sanayi) üzerinde hakimiyet
kurmuştur demek şu anlama gelir: Bu
çevrelere göre, Marksist
kriz teorisinin,
Marksist-Leninist
politik ekonominin
analiz ettiği, açıkladığı gibi,
artık kapitalist ekonomide
sanayi üretimi, sanayi sermayesi eksenli bir çevrim kalmamıştır
veya
artık belirleyici değildir;
genel ekonominin, bunun içinde de sanayinin seyrini, çevrimini
belirleyen, mali sektördür/ekonomidir. Mali
sermaye/sektör başat olmuştur! Açık
ki, bu
nedenden dolayı mali kapitalizmden vb. bahsedilmektedir.
Bu
anlayış, bırakalım
genel anlamda “solu”, kendine Marksist, Marksist-Leninist
diyenler tarafından da çok açık bir biçimde savunulmaktadır.
Bu, düpedüz bir tasfiyeciliktir, Marksist kapitalizm ve kriz
analizinin içini boşaltmak, burjuva kapitalizm ve kriz teorilerini
savunmaktır.
Şimdi
bunu açıklamaya çalışalım. Bakalım nasıl bir sonuçla karşı
karşıya kalacağız.
Finansallaşmanın
veya malileşmenin kapitalist ekonomide başat olduğu ve buna karşı
mücadele edilmesi gerektiği düşüncesinde olanlar -yani küçük
burjuva anti-finansallaşmacılar*- mali sektörün sanayi sektörü
üzerindeki hakimiyetine inanıyorlar ve bu inançları doğrultusunda
mücadele ediyorlar. Bunları anlıyorum. Ama diğer taraftan
Marksist veya Marksist-Leninist kavramlar kullanarak mali sektörün
sanayi sektörü üzerindeki hakimiyetini savunmanın, bunu teorize
etme çabasının son kertede nereye varacağı üzerinde düşünmek
gerekir. Varılacak yerin, düpedüz teorik ve ideolojik tasfiyecilik
olacağı göz ardı edilemez.
Bu
tasfiyecilik nasıl yapılıyor?
Anti-finansallaşmacılara
göre faiz, ekonominin elini-kolunu bağlar, ekonomik seyri
köleleştirir. Ve böylece -faiz mali ekonominin temel bir
göstergesi olarak kabul edildiği için- mali sektör, sanayi
üzerinde hakimiyet kurmuş olur. Aslında burada söylenen, artı
değer üretiminin sanayiden kopartılarak faiz üzerinden -daha
doğrusu faiz taşıyan sermaye üzerinden- mali sektöre
aktarılmasıdır. Bu anlayışa göre faiz taşıyan veya getiren
sermaye, kendi kendini çoğaltan bir mekanizma geliştirmiştir ve
bu mekanizma üzerinden sanayi sektörünü kendine bağımlı
kılmıştır; ona hakim olmuştur. Bunu şöyle anlamalıyız:
Kapitalist ekonomide faiz taşıyan sermaye, kendi yasalarını
oluşturmuştur; bu yasalara dayanarak kendi bağımsız -diğer
sermaye türlerinden, örneğin sanayi sermayesinden- bir yaşam, bir
faaliyet, bir işlerlik sürdürmektedir. Tam da bu işlerlik, faiz
taşıyan sermayenin kendi kendini çoğaltma mekanizmasıdır ve
günümüzde kapitalist ekonomi, maddi değerlerin üretimindeki
(sanayideki) sömürüden (artı değerden) dolayı değil, tam da bu
mekanizmanın işlerliğinden dolayı büyümektedir. Artı değer
olmaksızın kazanmak; paradan para kazanmak esprisi!
Bu
düşüncede olan efendiler ne faizi ve ne de faiz taşıyan
sermayeyi sorguluyorlar. Ama Marks sorguluyor. Marks, Kapital’de
faiz ve oluşumunu analiz eder ve faiz ile kar arasındaki iç bağı
ortaya çıkartır. Anti-finansallaşmacıların reddettikleri tam da
budur; Marks’ın ortaya çıkardığı faiz ile kar arasındaki iç
diyalektik bağ. Marks’a göre faiz, üretilmiş karın, artı
değerin bir kısmıdır (1).
Peki, bu kar veya artı değerin kaynağı ne? Kar veya artı
değer, işçinin üretim sürecinde sömürülmesinin doğrudan
sonucudur. Burada bütün anti-finansallaşmacıların anlamadıkları
nokta şudur: Artı değer üretimi, yani sömürü, sonuçta da kar,
sermayenin kime ait olduğundan bağımsız olarak gerçekleşmektedir.
Yani üreten kapitalist (sanayi kapitalisti) üretim için kendi
sermayesini mi kullanıyor, yoksa bankada kredi mi çekmiş (faiz)
sorusu veya ayrımı burada tamamen önemsizdir. Önemli olan, sanayi
kapitalistinin sermaye kullanmasıdır. Burada, artı değer elde
etmede, sömürüde, sonuçta da karda, ödünç alınan (bankadan
faiz karşılığı alınan kredi) sermayenin ve sanayi
kapitalistinin kendi sermayesinin oynadığı rol aynıdır;
aralarında hiçbir fark yoktur. Bu nedenle ekonomiyi kendine bağımlı
kılan, köleleştiren faiz değildir. Ekonomi, kapitalist
ekonomidir, sömürüye dayanır ve sömürü olmaksızın var
olamaz. Sömürü, sermayenin kendini değerlendirmesinin doğrudan,
kaçınılmaz zorunluluğu olduğundan dolayı süreç böyle işler
ve burada sermayenin kendini değerlendirme (artı değer üretme,
sömürü) zorunluluğu, kendini faizde de gösterir. Böylece faiz
taşıyan sermaye (yani sanayi kapitalistinin faiz karşılığı
bankadan aldığı sermaye, kredi), kapitalist üretim biçimi
tarafından içeriliyor; bu sermayenin kendine özgü bir yaşamı,
işlerliği, kendine göre yasallığı, bağımsız hareketi yoktur.
Olan şudur: Kapitalist üretim biçimi koşullarında faiz, sermaye
birikim sürecinin gerçekleşmesi için bir zorlamada bulunmaz veya;
faiz nedeniyle/faktörüyle birikim süreci gerçekleşmez. Tam tersi
geçerlidir. Birikim, kapitalist sistemin varoluş koşuludur;
sürekliliği olmayan birikim olmaksızın kapitalizm düşünülemez.
Birikimin sürekliliğinde kredi de önemli bir rol oynar. Kredi
olmazsa birikim olmaz diye bir şey yok. Birikim olduğu için kredi
vardır. Tersi değil.
Mali
sektörün sanayi üzerindeki hakimiyeti anlayışını besleyen
başka yanlış kavrayışlar da var. Marks,
faiz taşıyan sermayeyi, gizemli ve aldatıcı hallerinden dolayı
“bütün çılgın
biçimlerin anası”
olarak tanımlar (2).
Hisse
senetleri,
tahviller; genel anlamda değerli kağıtlar, Marks’ın tanımladığı
o “çılgın biçimler”e dahildir. Hisse senedinde, değerli
kağıtlarda sermaye, gerçek sermayenin yanı sıra ikinci bir
görünüm
alır. “Borç senedinin -güvencenin- devlet
borçlarında olduğu gibi tamamen hayali bir sermayeyi
temsil etmemesi halinde bile, bu gibi senetlerin sermaye-değerleri
gene de tamamen aldatıcıdır.... Senet, bu sermayeyi temsil eden
mülkiyet hakkı olarak iş görür. Demiryollarına, madenlere,
deniz ulaşım şirketleri ve benzerlerine ait hisse senetleri gerçek
sermayeyi, yani bu gibi girişimlere yatırılan ve işleyen
sermayeyi veya da bu gibi girişimlerde sermaye olarak
kullanılmak amacıyla hissedarlar tarafından yatırılan para
miktarını temsil eder....Bu sermaye,
bir defasında, mülkiyet hakkının (hisse senetleri)
sermaye-değeri, diğer bir defasında, bu girişimlere yatırılan
veya da yatırılacak olan fiili sermaye olarak, iki
kez var olamaz. Yalnız ikinci biçimde vardır ve bir hisse senedi
yalnızca, artı-değerin, kendisi tarafından gerçekleştirilecek
kısmına tekabül eden bir mülkiyet hakkıdır...
Yalnız
hükümet bonolarının değil, hisse senetlerinin de mülkiyet
haklarının değerlerinin bağımsız hareketi, bunların
üzerlerinde hak sahibi olabilecekleri sermaye veya da
talebin yanı sıra, gerçek sermayeyi teşkil ettikleri hayaline
kuvvet kazandırır”(3)..
Marks’ın
bahsettiği değerli kağıtlar “hayali sermeye”dir (“Fiktif
sermaye”). Bir örnek:
“Devlet
her yıl alacaklılarına, kendilerinden borç aldığı sermaye için
belli bir miktar faiz ödemek zorundadır. Bu durumda alacaklı
yatırdığı sermayeyi borçlusundan geri alamaz, ancak hakkını
veya da mülkiyet hakkını satabilir. Sermayenin
kendisi tüketilmiştir, yani devlet tarafından harcanmıştır.
Artık mevcut değildir... İnsanların gözünde bir
sürgün (faiz) doğuran burada devlet ödemeleri kabul edilen bu
sermaye, hayaldir, hayali sermayedir... devlet borcu sermayesi,
tamamen hayali olarak kalır ve o borç senetleri satılamaz duruma
gelir gelmez, bu sermaye hayali artık görünmez olur”
(4).
Marks,
“Hayali sermaye oluşumuna, sermayeleştirme deniyor”
diyor (5). Bu sermayeleştirme; hayali sermaye oluşumu da mali
pazarlarda gerçekleşiyor. Bu pazarlarda değerli kağıtlar,
tahviller vb. alınıp satılıyor.
İşte
tam da merkezinde hayali sermayenin durduğu pazarlar veya sektör
başat oluyor. Mali Pazara Bağlı Kapitalizm (MPBK), “Mali
Kapitalizm” türünden “kapitalizm”ler, kapitalist sistemin
karakterini belirleyecek duruma getiriliyor, ama neden böyle olduğu
açıklanmıyor. Mali pazarlar, maddi değerlerin üretimi üzerinde
hakimiyet kuruyor, ama bu açıklanmıyor. Sadece sonuçlardan
bahsediliyor.
Mali
pazarların hakimiyetini canlandırmaya çalışalım. Bakalım
karşımıza ne çıkacak: Hisse senedi sahipleri veya hepsini
kapsadığı için değerli kağıtların sahipleri, o “hayali
sermaye” sahipleri, hangi yol ve yöntemle sanayi sektörünü,
evet bütün toplumu kontrolleri altına alıyorlar ve
hakimiyetlerini kurmuş oluyorlar veya neye dayanarak başat
oluyorlar? Tehdit mi ediyorlar?
Şimdi
bu değerli kağıt işlemlerinin nasıl yapıldığına, nasıl
alınıp satıldığına; genel anlamda karakterlerine bir bakalım.
Ama önce mali dünyada hangi türden paradan para kazanma, kumar
oynama, spekülasyon yapma araçlarının olduğunu Marks’tan
okuyalım:
“Banka
sermayesi, 1) nakit para, altın veya da banknotlar ve 2) değerli
senetlerden oluşur. Değerli senetler de iki alt-bölüme
ayrılabilir: Bir süre için geçerli olan, zaman zaman vadesi dolan
ve iskonto edilmeleri, bankerlerin asıl işini oluşturan ticari
senetler veya da poliçeler ve devlet tahvilleri, hazine bonoları,
her türden hisse senetleri gibi kamu tahvilleri, kısacası,
poliçelerden önemli ölçüde farklı, faiz getiren senetler.
İpotekler de buraya katılabilir. Bu somut kısımlardan oluşan
sermaye de, gene, bankerin yatırdığı sermaye ile onun banka
sermayesini veya da borç alınmış sermayesini oluşturan mevduata
ayrılabilir. Banknot çıkartan bankalar söz konusu olduğunda,
bunların da banka sermayesi arasına alınması gerekir. Biz,
şimdilik, mevduat ile banknotları konu dışı bırakacağız. Her
ne olursa olsun şurası açıktır ki, banker sermayesini fiilen
oluşturan kısımlar (para, poliçeler, mevduat), çeşitli
ögelerin, bankerin kendi sermayesini veya da mevduatı, yani
başkalarının sermayesini temsil etmesi nedeniyle etkilenmiş
olmazlar. Banker, işini, ister yalnız kendi sermayesi ile ister
yalnız mevduat sermayesiyle yürütsün, bu bölünme aynen kalır”
(6).
Değerli
kağıt işlemlerine gelince:
Her
belirli ve düzenli para gelirinin, bir sermaye üzerinden doğmuş
olsun olmasın, bir sermaye üzerinden sağlanan faiz gibi görünmesi
olgusundan sorumlu olan faiz getiren sermaye biçimidir. Para gelir,
önce faize çevrilir ve bu faizden, insan, onun hangi sermayeden
doğduğunu saptayabilir. Bunun gibi, faiz getiren sermaye söz
konusu olduğunda, her değer miktarı, gelir olarak harcanmadığı
sürece sermaye olarak görünür; yani bu değer miktarı,
getirebileceği olası veya da fiili faiz karşısında ve ona zıt
olarak, ana para gibi görünür.
Sorun
basittir. Yıllık ortalama faiz oranı %5 olsun. 500 sterlinlik bir
miktar, bu durumda, faiz getiren sermayeye çevrilecek olursa, yılda
25 sterlin getirir. Yıllık 25 sterlinlik her sabit gelire, öyleyse
500 sterlinlik bir sermaye üzerinden alınan faiz gözüyle
bakılabilir demektir. Ne var ki, bu, 25 sterlinin kaynağının,
ister yalnızca bir mülkiyet veya da tasarruf hakkı
olsun, ister taşınamaz mal gibi gerçek bir üretim ögesi
olsun, doğrudan doğruya aktarılabilir olması veya
da aktarılabilecek duruma gelebileceği bir biçime girmesi
durumları dışında tamamen hayali bir anlayıştır ve böyle bir
görüş olarak da kalır”(7).
“Hayali
sermaye oluşumuna, sermayeleştirme deniyor. Her devresel gelir,
ortalama bir faiz oranı ile borç alınan bir sermaye tarafından
gerçekleştirilebilecek bir gelir gibi, faiz oranı üzerinden
hesaplanarak sermayeleştirilir ... Böylece, sermayenin
fiili genişleme süreci ile olan bütün bağları tamamen kaybolmuş
ve dolayısıyla, otomatik olarak kendi kendisini genişletme
özelliğini taşıyan bir şey olarak sermaye kavramı
kuvvetlendirilmiş oluyor” (abç)(8).
Marks’ın
yukarıya aktardığımız analizlerine dayanarak şunu
söyleyebiliriz: Sanayiye yatırım yapan -borç, kredi- veren ile
sanayide faal olan aynı yerde durmuyor. Borç, kredi veren parasını,
faiz ve geri ödeme sözü karşılığında sermaye olarak veriyor.
Sermayesini verdikten sonra elinde sadece bir belge; değerli kağıt
kalıyor ve bu kağıt sadece ve sadece onun hakkını belgeliyor.
Böyle bir değerli kağıdın sahibi olan kişinin gerçek üretim
süreciyle uzaktan yakından bir ilişkisi, bağı yok. Sadece zamanı
geldiğinde verdiği kredinin getirisi olarak faizini almayı
düşünüyor. Peki, mali pazarların bu sermayedarı, sanayi
sektörünü, kredi verdiği sanayi kapitalistini nasıl baskı
altına alacak, ona hükmedecek? Bilinmiyor.
Hisse
senedi sahibi olmak da sorunun özünde bir şey değiştirmiyor.
Hisse senedi sahibi, en fazlasıyla bu özelliğinden dolayı
işletmenin yönetimini etkileyebilir. Tabii büyük hissedar, büyük
ortak olma durumunda. Hisse senedi sahibinin işletme yönetimini
etkilemesinden bağımsız olarak rekabet, her halükarda gerekeni
yapar; işini yapamayan işletme yöneticisi gider. Bu, Marks
döneminde olduğu gibi bugün de geçerlidir. Rekabetin
bu zorlamasını, evet dayatmasını Marks “Serbest
rekabet, kapitalist üretimin içinde yatan yasaları, tek tek her
kapitalist üzerinde güce sahip zorlayıcı dış yasalar olarak
ortaya çıkarır” diye
açıklar (9).
Rekabetin
bu zorlama yasası, kapitalist için bir motivasyondur: “Kapitalist
üretim biçimine özgü yasaların, bireysel sermaye kitlelerinin
hareketleri sırasında kendilerini nasıl gösterdiklerini,
rekabetin zorlayıcı yasaları olarak nerelerde ortaya çıktıklarını
ve bireysel kapitalistlerin kafalarında ve bilinçlerinde
hareketlerine yön veren dürtüler olarak nasıl yer aldıklarını
burada incelemek niyetinde değiliz. Ama şurası açıktır ki,
sermayenin asıl niteliğini kavramadan, rekabetin bilimsel bir
analizinin
yapılması olanaksızdır; bu, tıpkı, gök cisimlerinin
görünüşteki hareketlerinin, ancak, duyularla doğrudan doğruya
algılanamayan gerçek hareketlerini bilen birisi için anlaşılır
ve açıklanabilir olmasına benzer” (10).
Marks’ın
bu anlatımlarından hareketle değerli kağıt sahiplerinin; fiktif
(hayali) sermaye sahiplerinin; bir bütün olarak mali sermayenin
sanayi sermayesi üzerinde; yeniden üretim süreci üzerinde baskı
kurduklarını, bu sürece hakim olduklarını söyleyemeyiz. Ama
mali sermayeden sadece fiktif sermaye; her türden değerli kağıtları
anlıyorsanız ve buna da mali sermaye diyorsanız, o zaman bir
tanımlama karmaşası var demektir. Buna aşağıda geleceğiz. Ama
burada şu kadarını söyleyelim. Böyle bir mali sermaye
tanımlamasının Marksist-Leninist politik ekonomi öğretisinde
yeri yok. Lenin de mali sermayeyi “Emperyalizm” yapıtında böyle
tanımlamıyor. Lenin’in tanımladığı mali sermaye, mali
oligarşi ve hakimiyeti ile burjuvazinin tanımladığı ve
tasfiyecileri mest eden mali sermaye ve oligarşi anlayışları
arasında ideolojik, sınıfsal fark vardır.
Mali
sermayenin böyle tek yanlı tanımlanması burjuvazinin işidir.
Mali sermayeyi fetişleştiren de burjuvazidir. Burjuvazinin
kalemşorları yolu açıyor ve ne kadar tasfiyeci, post-marksist
varsa o yolda yürüyor.
2-Mali
politikalarla, yönlendirici müdahalelerle kriz yönetilebilir demek
şu anlama gelir: Birtakım mali politikalarla -örneğin bugün
Türkiye’de hükümetin aldığı tedbirlerle; yani yönlendirici
müdahalelerle- kriz yönetilebilir diyorsanız, bu, kapitalizmde
ekonomik krizin bir yasallığı, sisteme özgülüğü yoktur;
krizsiz kapitalizm mümkündür anlamına gelir. Bu durumda devamla
şunu savunuyorsunuz: Krizsiz kapitalizm koşullarında yaşayabilmek
için yapılması gereken, doğru mali politikalarla doğru
yönlendirici müdahalelerdir. Bunu da ancak ve ancak devlet
yapabilir. Veya yanlış mali politikalardan dolayı kriz patlak
vermişse devlet, doğru mali politikalar ve yönlendirici
müdahalelerle kriz yönetir.
Bu
anlayışı sadece ve sadece burjuvazi savunmuyor. Kendine
Marksist, Marksist-Leninist diyenler de
bu anlayışı savunuyorlar. Peki, nasıl savunuyorlar? İster
burjuva, isterse de “sol”, Marksist, Marksist-Leninist kamptan
olsun her anti-finansallaşmacı, anti-malileşmeci anlayışın arka
planında yatan bu düşüncedir. Bu düşünce, mali sektörün,
fiktif (hayali)
sermayenin, spekülatif
sermayenin abartılmasının kaçınılmaz sonucudur.
Anti-finansallaşmacı, anti-malileşmeci düşünce, aynı
zamanda, devleti göreve
çağıran düşüncedir.
Yönlendirici
müdahalenin ne olduğuna gelince:
Hangi
akımdan olursa olsun burjuva ideologların, ekonomistlerin, ekonomi
kurumlarının ekonomik kriz bağlamında yaptıkları açıklamanın
ortak noktası şudur: Serbest piyasa ekonomisi, yani kapitalizm turp
gibidir, sağlamdır, istikrarlıdır. Bankalar, şöyle veya böyle
hareket ederlerse sorun olmaz veya bankalarımız sağlamdır. Bu
türden açıklamaları bugünlerde Türk ekonomisi bağlamında
sıkça duyuyoruz. Şunu da sıkça duyuyoruz; ancak dış etkilerden
dolayı ekonomide sarsıntı olabilir veya oluyor vs. Sadece şimdi
veya 2008 krizi bağlamında değil, daha önceki bütün krizlerde
de bu türden açıklamalar yapılmıştır. Ekonomik kriz
bağlamında bu türden açıklamalar, burjuvazinin, görünümü ne
olursa olsun uluslararası standart açıklamalarıdır. Çözümün
adresi açıktır: Devlet. Devlet, dış etkilere maruz kalan
ekonomide istikrarı yeniden tesis edecek güce sahiptir. Devlet,
ekonominin gidişatını toplumun yararına yenide yoluna kor
türünden açıklamalar kriz dönemlerinde hiç eksik olmaz. Aslında
bu türden açıklamalar burjuvazinin çaresizliğinin açıkça dile
getirilmesidir. Kapitalizmde çevrimsel krizler; fazla üretim
krizleri 1825’ten bu yana dönemsel olarak patlak verir. Madem
devlet bu krizleri önleme gücüne sahip, peki, neden bu krizler
patlak vermeden önce engellemiyor? 2008 krizine bakalım. Kasıp
kavurdu; milyonlarca işçi sokağa atıldı, trilyon dolarla ifade
edilen sermaye (üretim araçları) yok edildi. Bu kriz bazı
ülkelerde yıllarca sürdü. Mademki devlet, krizi engelleyici güce
sahip, peki neden engellemedi?
Şüphesiz
ki, devlet, sermayenin devletidir ve gerektiğinde ekonomiye de
müdahale eder ve hemen her kriz döneminde de müdahale etmiştir.
Ama onun müdahale gücü ve imkanları sınırlıdır. Hemen her
kriz sürecinde devlet, her bir ülkeye göre değişse de, genel
anlamda şunu yapar: Özel sektörden kaynaklı risklerin önemli bir
kısmının üstlenildiğini hükümetler ve merkez bankaları
açıklar. Bu, kredi veren yerli ve yabancı bankalara, borçlanmış
özel sektöre bir mesajdır. Zararı üstleniyorum, kredi vermeye
devam edin. Türkiye’de bu türden açıklamaları sık sık
duyuyoruz.
Krizde
olan bir ekonominin sorununun sadece bundan ibaret olduğunu düşünmek
saflık olur. Devletin riskleri üstlenmesi, ekonomide krizi, kriz
faktörlerini ortadan kaldırmıyor. En fazlasıyla özel sektöre
destek sunmuş oluyor.
Diğer
taraftan devletin, iflas etmiş veya iflasın eşiğinde olan özel
sektör işletmelerine destek sunması; borçlarını üstlenmesi,
devletin, kendi iflasına giden yolda ilerliyor olduğunu gösterir.
Özel sektör borcu, devlet borcuna dönüşmüştür ve ödenmesi
gerekir. Borç, sadece el değiştirmiştir.
2008
krizi sürecinde başta ABD olmak üzere pek çok ülkede toplam
hacmi trilyon dolarla ifade edilen “kurtarma programları”
hazırlandı ve uygulandı. Ama bu programların hiçbirisi, sabit
sermaye, değişmez sermaye; üretim araçları, fabrika binaları,
hammaddeler, makineler (teknoloji) kıyımını, yok edilişini
engelleyemedi. Kriz, “eskimiş” üretim araçları yok edilene
kadar sürdü, sürmek zorundadır. Rekabet, yeni de olsa üretim
araçlarının, yeni teknoloji bazlı üretim araçları üretildiği
için, eski diye yok edilmesine yol açar. Bu, rekabetin nesnel bir
yasasıdır. Devlet, borcu üstlenen hükümetler, merkez bankaları,
bu yok etmeyi sadece ve sadece seyretmedi, destekledi, teşvik etti.
Nihayetinde devlet, dünya pazarlarında kendi tekellerinin güçlü
olmasını desteklemiş oluyordu.
Sermaye
kıyımı ve yeni teknoloji kullanımı, rekabetin “olmazsa
olmazı”dır. Kriz ancak ve ancak sermaye kıyımı ve yeni
teknoloji bazlı üretime geçişle aşılmış olur. Bu,
kapitalizmin bir yasasıdır. Devlet de bu yasaya göre hareket eder.
Devlet, bir taraftan özel sektörün borcunu üstlenirken, diğer
taraftan da borç üstlenmekle krizden kurtulunamayacağını görür.
3-Mali
sektör/ekonomi yetersiz kalan düzenlemelerden dolayı istikrarlı
değildir demek şu
anlama gelir:
İstikrarlı, krizsiz bir ekonomi istiyorsanız mali sektörü,
koyacağınız kurallar içinde hareket etmeye zorlamalısınız.
Bunu da ancak ve ancak devlet gücüyle yapabilirsiniz. Bu
sömürü düzenini yıkacağım, işçi sınıfını ve emekçileri
devrim için örgütlüyorum demeden ve bu doğrultuda
adım atmadan anti-malileşmeciyseniz; mali sektörü, onun dünya
çapında hakimiyetini eleştiriyorsanız siz iflah olmaz bir
oportünistsiniz,
bir tasfiyecisiniz. Çünkü, öznel niyetinizden bağımsız olarak
bu düşüncenizle
aynı zamanda, maddi değerlerin üretildiği sektörün/ekonominin,
yani bildik, “klasik”, Marks’ın Kapital’de analiz ettiği
kapitalizmin istikrarlı olduğunu savunuyorsunuz.
Siz bir devletçisiniz; bu
düşüncenizle mali
sektör krizinin “klasik”
kapitalizme, sanayi sektörüne
sirayet etmesi engellenmelidir, bu
da ancak devlet müdahalesi ve katı kurallarla olabilir diyorsunuz.
Hemen
bütün anti-finansallaşmacı akımların mali sektöre karşı
mücadele ederek,
dile getirdikleri savundukları
“klasik” kapitalizmdir. Onların hiçbirisi düzeni yıkmaktan,
sosyalizmden bahsetmiyorlar. Bolca
mali sektörden kaynaklı istikrarsızlıktan, kapitalizmin iç
çelişkilerinden dolayı
ha çöktü ha çökeceğinden bahsedenler, bunun
hesabını yapanlar da var; onlar da son kertede, çöken kapitalizm
yerine alternatiften bahsetmedikleri için “klasik”
kapitalizm, mali sektörün dizginlendiği bir kapitalizm
savunuculuğu yapmış
oluyorlar.
Şimdi
bunu açıklamaya çalışalım. Bakalım nasıl bir sonuçla karşı
karşıya kalacağız.
Kapitalist
ekonominin kalbini, sistemin özünü sanayiden; maddi değerlerin
üretiminden mali sektöre; ekonominin malileşmesine taşıyan
anti-finansallaşmacılar açısından krizin nedeni de böylece
açıklanmış olur. Onların yaptıkları, görünüm ile nedeni
birbirine karıştırmaktır. Sorunlara yaklaşımdaki yüzeyselliğin
ta kendisidir. Bu türden yaklaşımlar üzerine Marks şunu der:
“Ekonomi
politiğin yüzeyselliği, diğer şeylerin yanı sıra
kendisini, sınayi devresel
dalgalanmaların salt bir belirtisi olan kredi hacmindeki genişleme
ve daralmayı bunların nedeni olarak görmesiyle ortaya koyar”
(abç)
(11).
Anti-malileşmecilerin
kriz açıklaması nasıl? Örneğin gayrimenkul alanında, örneğin
konut sektörüne bir şişmenin patlaması, bir banka iflası, hisse
senetlerinde düşüş, borsaların tepetakla olması, ekonomik
krizin belirtileri olmuyor, nedenleri oluyor. Neden böyle yapıyorlar
sorusunun cevabı çok olabilir. Ama cevabın ne kadar çok
olduğundan ziyade önemli olan veya cevaplardan birisi, bilinçli
veya bilinçsiz olarak kapitalist sistemi temize çıkartmaktır;
krizin esas yükünü çekmekle karşı karşıya bırakılan işçi
sınıfı ve emekçi yığınların kendilerini ezen, sömüren
kapitalist sistemi sorgulamalarının önünü almaktır veya onlara
bu sorgulama bilincini taşımamaktır.
Anti-malileşmecilerin
kriz açıklamaları, sermayenin yeniden üretimi sorununu, ekonomik
krizde bu belirleyici süreci dışlıyor. Üretim araçları
biçiminde sermaye kıyımı, yeni teknoloji bazında üretim veya
sabit sermaye dönüşümü anti-malileşmeciler açısında hiç
önemli değil. Oysa ekonomik krizin dönemselliğini Marksist kriz
teorisi sabit sermaye dönüşümüyle açıklar.
Malileşmecilerin
kriz açıklamalarında dikkati çeken başka bir anlayış da şu:
Kredi şişmeleri/balonlaşmaları ve patlaması (“kriz”) sermaye
birikim sürecinden hareketle açıklanmıyor. Bunun yerine
yaşanmakta olan ekonomik seyir neden olarak gösteriliyor. Yani dış
etkiler krizin nedeni olarak sunuluyor. Nedir bunlar? Hükümetin
veya merkez bankasının yanlış faiz politikaları, bankaların
hataları, döviz kurlarının yükselmesi, bankerlerin, aracıların,
sermaye sahiplerinin para kazanma hırsı, kontrol mekanizmalarının
gerektiği gibi çalışmamaları, dış ekonomik, siyasi baskı vs.
4-Nihayet;
mali ekonomi, maddi değerler üreten ekonomiden kopmuştur demek
şu anlama gelir:
Kapitalist
ekonomiyi, mali ekonomi ve maddi değerlerin üretildiği ekonomi
olarak ikiye ayrıştıranların hepsini aynı kefeye koymak doğru
olmaz. Bu ayrıştırmayı yapanların bir kısmı kapitalist
ekonominin spekülatif sermaye ile bir kısmı da faiz gelirleriyle
varlığını sürdürdüğünü iddia eder. Ama spekülatif sermaye
- faiz geliri ayrımını
her zaman yapmak da
mümkün değildir. Sorun
faizden, spekülatif sermayenden, hisse senedinden, tahvilden vs. ne
anlaşıldığıyla ilgilidir. Burada kaba bir ayrımla yetineceğiz.
Jörg
Huffschmid “Mali Pazarların Politik Ekonomisi” kitabında böyle
bir ayrım yapar. Bu anti-finansallaşmacı şunu savunuyor:
“Mali
yatırımın maddi zemininden kopması; mali yatırımcıların
kazanç beklentilerinin kar payı veya faiz biçiminde... karın bir
kısmına yönelik olmadığı, en azından öncelikle yönelik
olmadığı anlamına gelir. Bu beklentiler, oldukça sık olarak
öncelikle hisse senetlerinin, tahvillerin veya başka değerli
kağıtların fiyat veya kur değişimlerine yöneliktir. Spekülatif
güdü, artan bir şekilde mali pazarların motoru olmaktadır. Mali
spekülasyonun konuları, sadece, gerçekten devredilebilir değerli
kağıtlar (hisse senetleri gibi) değil, aynı zamanda, devretmenin
ilkesel olarak mümkün olmadığı (borsa endeksleri gibi)
yapay finansal ürünler olmaktadır. Mali pazarlar, bu türden
mali bahisler gelişmeyi belirledikleri ölçüde gazino karakterini
alırlar”...
“Modern
mali pazarların ana eğilimi, sınırsız küreselleşmeleri
değildir, ama görünüşe göre tamamen maddesellikten kopmak,
akıcılaşmak ve hızlanmaktır; mali yatırımcılar bunlarla
zenginleşiyorlar”(12).
Burada
Huffschmid şunu söylüyor:
Sanayide,
maddi değerlerin üretiminde yatırımcılar beklentileri olan
kazancı artık elde edemedikleri için mali pazarlara
yönelmişlerdir; artık onlar için mali pazarlarda kazanç elde
etmek esas olmuştur. Bu anlayış, kapitalist ekonominin yatırım
yapma, kar/kazanç elde etme bazında ikiye ayrışmış olduğunun
daha baştan kabul edilmesi demektir.
Mali
yatırımcılar paradan para kazanmaya yönelmişlerdir; bu
pazarlarda spekülatif sermaye, fiktif (hayali) sermaye hareketi
esastır. Böylece bu sermaye türü mali pazarlarda kendine özgü,
kendi kendini çoğaltabilen bir işlerlik kazanmış, bir varoluş
ortamı oluşturmuştur.
Huffschmid,
Marks’ın “Kapital”ini, Lenin’in “Emperyalizm”ini çoktan
aşmış! Yeni bir kapitalizmden bahsediyor, zaten adını da koymuş.
Bu kapitalizmde artık sanayiye,
artı değer üretimine yatırım yapılmıyor, hisse senetlerine,
tahvillere;
bir bütün olarak “mali ekonomi”ye yatırım yapılıyor. Artı
değer üretiminin gerçekleşmediği, her kapitalistin sermayesini
para sermayeye çevirdiği koşullarda ne olabileceğini Marks şöyle
açıklıyor:
“Bireysel
kapitalist, sermayesinden ya faiz getiren sermaye şeklinde ödünç
vererek, ister sermayesi başlangıçta para-sermaye biçiminde olsun
ister henüz para-sermayeye çevrilecek halde bulunsun veya
da üretken sermaye gibi kullanıp değerini genişleterek
yararlanmak üzere bir seçim yapma olanağına sahiptir. Ama bunu,
bazı vülger iktisatçıların
yaptıkları gibi toplumun toplam sermayesine uygulamak ve hele,
kârın nedeni olarak gösterecek kadar ileriye gitmek haliyle
mantıksızlık olur. Para şeklindeki nispeten küçük bir kısım
dışında kalan ve toplam sermayeyi oluşturan üretim araçlarını
satın alacak ve bunlardan yararlanacak kimseler olmaksızın, bütün
sermayeyi para-sermayeye çevirme fikri, hiç kuşkusuz düpedüz
saçmalıktır. Hele, sermayenin, herhangi bir üretken işlevi
yerine getirmeksizin, yani faizin ancak bir kısmını teşkil ettiği
artı değeri yaratmaksızın, kapitalist üretim temeli üzerinde
faiz sağlayabileceğini; kapitalist üretim tarzının, kapitalist
üretim olmaksızın da yoluna devam edebileceğini düşünmek daha
da büyük saçmalık olur” (13).
Söylenecek
bir şey kalmadı herhalde!
Ama
bir ihtimal daha var. Bu ihtimali de Marks aynı yerde şöyle
açıklıyor:
“Eğer
kapitalistlerin çok büyük bir kısmı, sermayelerini para
sermayeye çevirecek olsaydı, para sermayede korkunç bir değer
kaybı, faiz oranında müthiş bir düşme olur, pek çoğu hemen,
faizle yaşamlarını sürdüremeyecek hale gelir ve tekrar sanayi
kapitalisti haline gelmek zorunda kalırlardı. Ama, yineliyoruz, bu
ancak bireysel kapitalist için söz konusudur”(14).
Başta
Huffschmid olmak üzere istisnasız bütün anti-finansallaşmacılar,
anti-malileşmeciler, kapitalistlerin büyük bir kısmının
sermayelerini para sermayeye çevirdiklerini; artı değer üretimine
sırtlarını döndüklerini, “mali ekonomi”nin itici gücü
olduklarını açıkça savunuyorlar. Bu durumda olasılıklar
çoğalıyor:
-Faiz
oranında
müthiş bir düşme henüz olmadığına göre kapitalistlerin büyük
bir kısmı sermayelerini para sermayeye henüz çevirmemişler.
Ancak
tekil kapitalistler, yatırımcılar vs. ellerindeki sermayeyi para
sermayeye çevirmişler ve kumarlarını oynuyorlar.
-Bu
durumda bildiğimiz,
Marks’ın Kapital’de analiz ettiği kapitalizm hala geçerli
kapitalizmdir. Ama
Huffschmid
gibileri, hayır,
mali kapitalizm hakimdir; mali kapitalizm koşullarında yaşıyoruz
diyorlar. Bu durumda bunların mücadelesi, sermayesini tamamen para
sermayeye çeviren kapitalistlerin, Marks’ın dediği gibi
faizle
yaşamlarını sürdüremeyecek hale gelmiş
olduklarından dolayı
tekrar sanayi kapitalisti haline
gelmeleri için mücadele etmek olacaktır. Anti-finansallaşmacılar
tam da bunun için mücadele ediyorlar. Çağrıları hep, Keynesçi
kapitalizme geri dünüş çağrısıdır.
Bu
analizine dayanarak Huffschmid’in mali sermayenin dizginlenmesi
için sistem içi mücadele yürütmesini; keynesçi kapitalizme geri
dönüş için mücadelesini, onun bu anlamda anti-finansallaşmacı
oluşunu anlarım.
Ancak,
mali
sermayeye Huffschmid-vari yaklaşıp da
Marksist,
Marksist-Leninist kavramlar kullananları, bazen de devrimden
bahsedenleri anlamak mümkün değil. M. Heinrich, J. Huffschmid, E.
Lohoff, N Trenkle vb.
düzen içi muhaliflerin, keynesçi kapitalizm savunucularının,
post-marksistlerin, kapitalizmin
kendiliğinden çökeceğini vaaz edenlerin;
bu anti-finansallaşmacıların anlayışlarını neredeyse
“çarpıtmadan” savunma, “yeni” adına teori oluşturma
çabasını anlayamam.
Anlayamadığım
çevreler de,
Marksizm,
Marksizm-Leninizm veya konumuz bağlamında Marksist-Leninist politik
ekonomi öğretisi artık bizi bağlamıyor; kapitalist
ekonomi, mali ve sanayi sektörlerine ayrışmıştır, bağlayıcı
olan da mali sektördür, spekülatif
sermayedir diyorlar.
Bu
anlayış, teorik ve ideolojik tasfiyeciliğin doruk noktasıdır.
Bir insan, bir siyasal yapı, bir akım nasıl tasfiyeci, nasıl
post-marksist olur diye soruyorsanız, cevabım “işte böyle
olunur” olacaktır.
Şimdi
bunu açıklamaya çalışalım. Bakalım sonuç ne
olacak!
Açıkça
söylenmese de yapılan, mali sermayeyi; “mali kapitalizmi” iki
farklı ekonomiye bölmek; bir taraftan başat olan mali ekonomi ve
diğer taraftan da ikincil olan veya tamamen önemsizleşmiş olan
maddi değerlerin üretildiği ekonomi. Maddi değerlerin üretildiği
ekonomide (sanayi) meta üretimi yapılır, mali ekonomide de para
üretilir veya ilkinde meta, ikincisinde para söz konusudur. Bu
ayrım yapıldıktan ve kabul gördükten sonra Marksizmi reddetmemek
saçmalık olur. Bu anlayış Marksizme cepheden bir saldırıdır.
Saldırıdır, çünkü Marks, Kapital’de bu sistemi ayrıntılı
olarak analiz etmiştir. Vardığı sonuçlardan birisi de metanın
sadece kullanım değerinin olmadığı, aynı zamanda bir
değişim/mübadele değerinin (fiyatının) olduğunu göstermiştir.
Yani paranın meta ile bağını kurmuştur. Meta içinde kullanım
değeriyle mübadele değeri arasında var olan iç çelişki, meta
ile para arasında bir dış çelişki olarak kendini gösterir.
Para, burjuvazinin “reel ekonomi” diye tanımladığı maddi
değer üreten “ekonomi”ye özgüdür.
Anti-finansallaşmacılar
ekonomiyi ikiye bölme ve mali sektörü başat yapma anlayışlarında
desteği faizden alıyorlar; faiz bu anlayışı besleyen en önemli
faktör oluyor. Bu, bir faiz fetişizmdir. Faiz, belli bir süreliğine
ödünç verilen paranın, kredinin fiyatıdır. Hepsi bu kadar. Ama
sorun burada kalmıyor. Anti-finansallaşmacılara göre faiz, faiz
taşıyan sermaye, değer oluşumundan, toplumsal yeniden üretim
sürecinden kopuyor, kendi başına, kendine özgü bir “yaşam”,
bir işleyiş oluşturuyor ve üretim sürecinde gerçekleşen değer
oluşumu faiz biçiminde yok oluyor. Burada gizemli bir durum söz
konusu. Bu gizemli durumu ancak Marks açıklar diye düşünüyorum:
“Sermaye
ilişkileri, faiz getiren sermayede, en yüzeysel ve en fetiş biçime
ulaşır... Bu, hazır sermaye, üretim süreci ile dolaşım
sürecinin bir birliği ve dolayısıyla, belli bir dönemde belli
bir artı değer sağlayan sermayedir. Faiz getiren sermaye biçiminde
bu, arada üretim ve dolaşım süreçleri olmaksızın doğrudan
doğruya görünür. Sermaye, faizin, gizemli ve kendi kendisini
yaratan bir artışın kaynağı -kendi artışının kaynağı-
olarak görünür. Bu şey (para, meta; değer) şimdi sırf bir şey
olarak sermayedir ve sermaye, sırf bir şey olarak görünür. Tüm
yeniden üretim sürecinin sonucu, bu şeyin kendi içerisinde
taşıdığı bir özellik gibi görünür. Bu, ister para olarak
harcamak istesin ister sermaye olarak borç versin, paranın, yani
her an değiştirilebilir biçimdeki metanın sahibine bağlıdır.
Bu nedenle, faiz getiren sermayede, bu otomatik fetiş, kendini
genişleten değer, para doğuran para, kendi saf hali içerisinde
ortaya çıkarılır ve bu biçim içerisinde artık kökenini
gösteren hiç bir işaret taşımaz. Toplumsal ilişki, bir şeyin
paranın, kendi kendisiyle ilişkisi içerisinde tamamlanmış olur.
Paranın sermayeye fiilen dönüşmesi yerine, burada biz yalnız,
içeriksiz bir biçim görüyoruz. İşgücünde olduğu gibi,
paranın kullanım-değeri, burada, onun değer yaratma yetisi,
içerdiğinden daha büyük bir değer yaratma özelliğidir. Para,
para olarak, kendi kendini genişleten potansiyel değerdir ve bu
acayip metanın satış biçimi olan bu özelliği nedeniyle, borç
verilmektedir. Böylece, değer doğurmak ve faiz sağlamak paranın
bir özelliği halini almaktadır; tıpkı armut ağacının armut
vermesi gibi. Ve para borç veren, parasını böylece, faiz getiren
bir şey olarak satmaktadır. Hepsi bu kadar da değil. Fiilen işlev
yapan sermaye, görmüş olduğumuz gibi, kendisini öyle bir ışık
altında gösterir ki, sanki faizi, işlev yapan sermaye olarak
değil, bizatihi sermaye olarak, para-sermaye olarak sağlamaktadır.
Bu
da gene, çarpıtılır. Faiz, kârın, yani faal kapitalistin
işçiden sızdırdığı artı-değerin bir parçasından başka bir
şey olmadığı halde, şimdi tam tersine, faiz sanki sermayenin
tipik ürünü, asıl ögesi ve girişim kârı
şeklindeki kâr ise, yalnızca yardımcı bir öge ve
yeniden üretim sürecinin bir yan ürünü olarak görünür. İşte
böylece, sermayenin fetiş biçimine ve fetiş sermaye kavramına
ulaşmış oluruz...paranın ya da bir metanın,
yeniden-üretim sürecinden bağımsız olarak kendi değerini
genişletme yeteneğini – sermayenin çok kaba bir biçimde bir
esrar perdesiyle örtülmesidir” (15).
Faiz
getiren sermayenin,
gizemli ve aldatıcı hallerine,
“çılgın biçimlerine” bir
örnek daha verelim:
“Kendi
kendisini yeniden üreten ve kendi kendisini genişleten, özünde
taşıdığı nitelikler sayesinde -yani, skolastiklerin gizli
nitelikleri sayesinde- ebediyen var olan ve büyüyen değer olarak,
sermaye kavramı, Dr. Price'ın, simyacıların fantezilerine taş
çıkartan renkli hayaller kurmasına yolaçmıştır; bunlar,
Pitt'in bütün ciddiyetiyle inandığı ve itfa fonuyla ilgili
yasalarında, mali yönetimin temel direkleri olarak kullandığı
hayallerdir.
"Bileşik
faiz getiren para önce yavaş yavaş artar. Ama, artış oranı
gitgide hızlandığı için, bir süre sonra aklın alamayacağı
bir hıza ulaşır. Kurtarıcımızın (İsa
kastediliyor, İ. Okçuoğlu)
doğduğu gün, yüzde 5 bileşik faizle borç verilen bir peni,
şimdiye kadar, hepsi de som altından 150 milyon tane dünyanın
içerebileceğinden daha büyük bir miktara ulaşmış olurdu...
Yazarın
hayali,...daha da yüksek bulutlar üzerinde dolaşıyor. Şöyle
diyor: ''Bir şilin, Kurtarıcımızın doğumunda, %6 bileşik
faizle verilmiş olsa" (herhalde Kudüs Tapınağında)
''Satürn'ün yörüngesinin çapına eşit çapta bir kürenin
kapsayabileceğinden daha büyük ... bir miktara ulaşırdı."
"Bu nedenle bir devletin hiç bir zaman sıkıntıya düşmesine
gerek yoktur; çünkü, çok küçük bir tasarrufla, faizlerin
gerektirebileceği pek kısa zamanda en büyük borçları bile
ödeyebilirdi."...İngiliz devlet borçları için, ne hoş
teorik bir başlangıç!
Geometrik
dizinin ulaştığı dev boyutlar karşısında Price'ın düpedüz
gözleri kamaşıyor. Çünkü, ne yeniden üretim ve ne de emek
koşullarını hiç dikkate almaksızın, sermayeye, devridaim
makinesi, sırf kendi kendini artıran bir sayı gözüyle
bakıyor...(abç)
Pitt,
Dr. Price'ın, sermayeyi bir esrar perdesine bürümesini iyiden
iyiye ciddiye alıyor...
Dr.
Price'ın düşüncelerinin modern iktisatçılar tarafından nasıl
düşüncesizce uygulandığını, Economis'ten alınan aşağıdaki
satırlar göstermektedir: "Tasarruf edilen sermayenin her
parçasının sağladığı bileşik faiz ile sermaye öylesine
dalbudak salmıştır ki, dünyada gelirin elde edildiği bütün
servet, uzun zamandır artık sermayenin faizi halini almıştır.
... Şimdi bütün rant, daha önce toprağa yatırılan sermayeye
ödenen faizdir."...Sermaye, faiz getiren sermaye niteliği
içerisinde,
üretilebilen bütün servete sahip çıkıyor ve şimdiye değin
elde ettiği her şey, onun, yalnızca her tarafa dalbudak salan
iştahını doyurmak için ödenen bir taksit oluyor. Özünde
bulunan yasalar gereği, insanoğlunun bugüne kadar harcadığı
bütün artı-emek ona aittir...
...romantik
Müller'in...uyguladığı yöntem, yaşamın her alanında görülen
romantizmin tipik bir örneğidir. Bunlar şeylerin en yüzeysel
görünüşlerinden derlenen günlük önyargılardan oluşurlar.
Ardından da, bu yanlış ve basmakalıp içeriğin, esrarlı bir
ifade tarzıyla "yüceltilmesi" ve ululaştırılması işi
kalıyor.” (16).
Anti-finansallaşmacılar
paranın, faizin, faizin faizinin (bileşik faiz), mali sektörün bu
gizemine inanıyorlar. Peki, bu sermayeyi abartanlara, onu maddi
değerlerin üretiminden kopartanlara ne oluyor? Onların gözünü
de bu “yeni”, Marks’ın aktardığı “yeni” kamaştırıyor.
Bu “yeni” üzerinde “teori” üretiyorlar ve üretilen bu
“teori”nin de tek bir amacı var; savunulan saçmalığı
doğrulamak ve bunu yaparken de veya yapabilmek için de Marksist
kriz teorisini; Marksist-Leninist politik ekonomi anlayışını
tasfiye etmek ve pespaye liberal görüşleri “yeni” diye
savunmak. Bunun adı post-marksizmden başka bir şey olamaz.
Finansallaşmacı
(neoliberalizm savunucuları) ve anti-finansallaşmacılara göre
sermaye, maddi değerlerin üretimi alanında, yani sanayide
beklediği karı (faizi) elde edemediği için mali pazarlara akın
etmektedir. Bu anlayış doğrudur ve sadece buraya kadar doğrudur.
Ama bu anlayışı hayal dünyanızda geliştirip, sermayeye mali
pazarlarda kendi kendini çoğaltma yaşamı, kendine özgü varoluş
verirseniz, ona başatlık atfedip kendi kendini üreten özelliklere
büründürürseniz, Marks’ın anlattığı unsurlardan hiçbir
farkınız kalmaz.
Saçmalığın
hangi boyutlara vardığını göstermeden geçmeyelim:
J.
Huffschmid’e göre “yatırım finansmanından finans
yatırımına geçiş, mali pazarların itici gücüdür”(17).
“Mali pazarların gelişmesinde itici güç olarak yatırım
finansmanının yerini finans yatırımının
alması...” (18).
Açıkça
söylenen şu: Sermaye, mali pazarlarda kendini değerlendirmek için
bir yaşam, varoluş alanı yaratmıştır; orada kuluçkaya yatarak
kendi kendini çoğaltmaktadır; üretimdeki sermayenin kendini
değerlendirmesine bağlı değildir; yani sanayi sermayesine, artı
değer üretimine bağlı değildir.
Bu
türden saçmalık üzerine Marks’ın kredi bağlamında söylediği
oldukça açıktır:
“Hele,
sermayenin, herhangi bir üretken işlevi yerine getirmeksizin, yani
faizin ancak bir kısmını teşkil ettiği artı değeri
yaratmaksızın, kapitalist üretim temeli üzerinde faiz
sağlayabileceğini; kapitalist üretim tarzının, kapitalist üretim
olmaksızın da yoluna devam edebileceğini düşünmek daha da büyük
saçmalık olur” (19).
Söylenen
açık değil mi? Bütün anti-finansallaşmacıların,
anti-malileşmecilerin ortaklaşan görüşleri, artı değer üretimi
ötesinde, paradan para kazanmaya, spekülasyona, hayali sermayeye
dayanan bir kapitalizmin varlığından bahsetmeleridir. Kimileri
bunun adın “Mali Kapitalizm”, “Kumarhane Kapitalizmi” vb.
olarak tanımlamaktadır (Bkz.: Güncel Kriz Teorileri I). Bu
efendiler, artı değer üretimi, sömürü olmaksızın da
kapitalizmin olacağını ve faiz elde edileceğini; kapitalizmin,
kapitalist üretim olmaksızın da var olacağını savunacak kadar
saçmalıyorlar.
Bu
saçmalık sadece bu küçük burjuva kesimlerle sınırlı kalmıyor.
Bu saçmalık, devrimci saflarda cirit atmaktadır, birtakım saçma
teorilerin oluşturulmasına hizmet etmektedir.
Ama
mali sermaye konusunda Lenin’in de söyleyecekleri vardı ve
söyledi de. Hatırlatalım: “Emperyalizm”
yapıtında Lenin mali sermaye”yi şöyle
tanımlar: “Üretimin
yoğunlaşması, bunun sonucu olarak, tekeller; sanayinin
ve bankaların kaynaşması veya
da iç içe
girmesi — işte mali sermayenin oluşum tarihi ve bu kavramın özü”
budur (20).
“Mali
sermaye, birkaç tekelci büyük banka sermayesinin, tekelci sanayi
gruplarının sermayesiyle kaynaşmasının bir sonucudur”
(21).
Görüyoruz
ki, Lenin mali sermayeyi sanayi ve banka sermayelerinin birleşmesi;
kaynaşması, iç içe geçmesi ve yeni bir nitelik oluşturması
olarak tanımlıyor. Kapitalist ekonomiyi, sermaye türlerine göre
ikiye bölmüyor; bu mali sermayedir, bu da sanayi sermayesidir
demiyor. Mali sermaye, her ikisinin bütünleşmesinden doğan yeni
bir niteliktir diyor.
Ama
diyeceksiniz ki, bütün finansallaşmacıların, malileşmecilerin
ve aynı zamanda bütün anti-finanallaşmacı ve
anti-malileşmecilerin Lenin’le, Marks’la veya Marksizm,
Marksizm-Leninizm ve Marksist-Leninist politik öğretiyle ne türden
ilişkileri var? Bir türden ilişkileri var: Bütün
finansallaşmacılar, malileşmeciler, neoliberalizmin savunucuları
olarak gayet tabii ki, Lenin’i reddediyorlar. Bu, onların
açısından ideolojik bir sorundur. Bütün anti-finanallaşmacı
ve anti-malileşmecilerin içinde “sol”da gözükenler, Marksist
kavramları kullananlar da, tasfiyeci olduklarından dolayı Lenin’i,
Marks’ı veya Marksizmi, Marksizm-Leninizmi ve Marksist-Leninist
politik öğretiyi reddediyorlar. Lenin’in mali sermaye analizini
bilmiyorlar diyemeyiz.
Sonuç:
İlk
ve bu makalede eleştirdiğimiz burjuva ve kendisine “sol”
diyenler de dahil küçük burjuva iktisat ekol ve anlayışlarının
adeta ortaklaşa gizlemek istedikleri, ekonomik krizin bir fazla
üretim krizi olduğudur.
Her
bir çevre kendi açısından, kendi ideolojik şekillenmesine göre
bilinçli veya bilinçsiz “klasik” kapitalizm; Marks’ın
Kapital’de analiz ettiği kapitalizm savunuculuğunu yapmaktadır.
Kapitalizmde
kriz, sadece mali kriz değildir; kapitalizmde kriz, kapitalist
sistemin krizidir. İşte bu çevreler, söylemleriyle bu gerçekliğin
üstü kapatılmak istiyorlar.
Marks,“Dünya
pazar krizleri, burjuva ekonominin tüm çelişkilerinin
gerçek yoğunlaşması ve zorla çekidüzene sokulması olarak
görülmelidir” diyor (22).
Saklanması,
göz ardı edilmesi, üstü örtülmesi istenen işte tam da budur.
Bunun en kolay, en inandırıcı yolu da görünümü, belirtiyi
neden olarak açıklamaktır. Mali kriz görünümdür. Krizin bu
görünümü, fazla üretim krizinin nedeni olarak açıklanmaktadır.
Böyle bir yorumun, açıklamanın “yüzeysel” olduğunu Marks
belirtiyor. Bu türden kriz yorumu, kapitalizmi temize çıkartmanın
doğrudan ifadesidir. Anti-finansallaşmacıların istisnasız hepsi,
kapitalizmi temize çıkartıyor. Kapitalizmi temize çıkartmak,
sorunu mali sermayenin üstüne yıkmak, kapitalist üretim
biçiminin, kapitalist üretimin bütün çelişkilerini görmezlikten
gelmek anlamına gelir. Çok basit; mali sektörü krizin kaynağı
olarak göstermekle burjuvazi ve avanak küçük burjuvazinin “reel
ekonomi” diye tanımladıkları gerçek üretim ve yeniden üretimi
(sanayi) sahipleniliyor, krizden arındırıyorlar.
Sağdan
“sol”dan bu çevreler hayal üretiyorlar. Her biri kendi
düşüncesi gereği, ama sonuçta ortaklaşmış olarak mali
pazarlar bağlamında birtakım tedbirlerle ve “devlet baba”nın
müdahalesiyle krizlerin yok edileceğini savunabiliyorlar.
Mali
kriz olmaz mı? Olur. Bu dünya, kapitalizm öncesi üretim
biçimlerinden bu yana sayısız spekülasyon, para, kredi, para;
toplamında mali krizler görmüştür. Zaten bu makaledeki sorun da
mali krizlerin olup olmadığından ziyade fazla üretim krizlerinin
mali kriz olarak açıklanması ve kriz konusunda kapitalist üretim
biçiminin nesnel ekonomik yasallığının reddedilmesidir. Tarihte
görülmüş mali krizlerin ve fazla üretim krizlerinin ayrıntılı
analizini “Kapitalizmin Tarihi, (Ekonomik Kriz Ağırlıklı)”
çalışmasında bulabilirsiniz (23).
Bu
makalede ele alınan konuyu kapitalizmde yeni gelişmelerin
tartışılması olarak görebilirsiniz. Gerçekten de bütün
anti-finansallaşmacı, anti-malileşmeci çevreler ekonomik krizi
öyle bir ele alıyorlar ki, sanırsınız günümüz
kapitalizmindeki gelişmelerin ortaya çıkardığı sorunlara çözüm
bulmak istiyorlar. Görünüm böyle. Peki, gerçek ne? Gerçek şu:
Ekonomik kriz bağlamında kapitalizm, Marks tarafından analiz
edilmiştir. Bugün “yeni” diye öne sürülen görüşlerin
sonuçlarını Marks, özellikle Kapital çalışmalarında ayrıntılı
olarak açıklamıştır. Bu değerlendirmelerinin bir kısmını
buraya aktardık. Şüphesiz ki, Marks Kapital’de günümüz
tekellerinden, mali yatırım kurumlarından vs. bahsetmiyor. Ama
faizden, bileşik faizden, hisse senetlerinden, bonolardan vb.
bahsediyor. Artı değer üretiminin olmadığı yerde kapitalizmin
olmayacağından, hayali sermaye üzerine kurulmuş kapitalizmin
olmayacağından bahsediyor. Huffschmid gibilerinin bunu
anlamamalarını yadırgamam. Nihayetinde bu çevreler, Marks gibi
kapitalist sistemi yıkmanın teorisini yapmıyorlar, tersine
kapitalizmi reforme etmeye çalışıyorlar. Peki, Marks’ın bu
konudaki görüşleri bilinmesine rağmen, bolca Marksizm,
Marksizm-Leninizm diyenler, devrimden bahsedenler nasıl oluyor da
gerçekleri analiz etme yerine Huffschmid gibilerin
değerlendirmelerinin peşine takılabiliyorlar? Kanımca burada bir
sorun var. Bu sorun da “olduğu gibi görünmeme”, “göründüğü
gibi olmama” sorunudur; bu, ideolojide çürümüşlük sorunudur.
Yapılan düpedüz tasfiyeciliktir, Marksizm ve Marksizm-Leninizm
diye diye bu kavramların içini boşaltmaktır ve
post-marksistleşmektir.
Ne
diyordu Marks?
“Hele,
sermayenin, herhangi bir üretken işlevi yerine getirmeksizin, yani
... artı değeri yaratmaksızın, kapitalist üretim temeli üzerinde
faiz sağlayabileceğini; kapitalist üretim tarzının, kapitalist
üretim olmaksızın da yoluna devam edebileceğini düşünmek daha
da büyük saçmalık olur”.
Peki,
avanak küçük burjuvazi ne diyor?
Hayali
sermaye, hisse senetleri, bono, artı değer üretiminin reddi veya
önemsiz oluşu vb. üzerinde yükselen “Mali
piyasalara bağlı kapitalizm”,
“Mali
piyasa odaklı kapitalizm”,
“Mali
piyasa tarafından yönlendirilen kapitalizm”,
“Mali
kapitalizm”, “Kumarhane
kapitalizmi”, “Finansal
yatırımcı güdümlü kapitalizm”
“Mali
hakimiyet altında birikim rejimi”,
“Sosyal
pazar ekonomisi – kapitalizmi”,
“Turbo-kapitalizm”,
“Yırtıcı
hayvan kapitalizmi”, “Ters çevrilmiş
kapitalizm” diyor!
“Dinozor”
Karl Marks, yol göstermeye devam ediyor!
*
*)
Finansallaşmacılar, malileşmeciler veya anti-finansallaşmacılar,
anti-malileşmeciler türünden kavramlar, tanımlamalar kullanmak
zorunda kaldım. Neoliberalizmi savunanlar finansallaşmacılar,
malileşmecilerdir. Ama iş onlara karşı mücadele edenlere gelince
tanımlama zorlaşmaktadır; bunların hepsi, küçük burjuva akım,
çevre olarak tanımlanamaz, hepsine post-marksist, Keynesçi
kapitalizm savunucuları, neoklasikçiler diyemeyiz, hele hele
hepsini “sol” olarak da göremeyiz. Bu nedenlerden dolayı söz
konusu kavramları bu çevreler arasında da ayrım yapmak için
kullanıyorum.
Kaynak
ve açıklamalar:
1)“Kârın
paranın sahibine ödenen bu kısmına faiz denir; faiz, kârın,
işlev yaptığı süreçte sermayenin kendi cebine indirecek yerde,
sermaye sahibine verdiği kısmına takılan bir diğer addan ya da
özel bir terimden başka bir şey değildir” (K.
Marks,
Kapital III, Marks-Engels
Toplu Eserleri; C. 25, s.
351).
“Genellikle
sermayenin karakteristik hareketi, paranın kapitaliste dönüşü,
yani, sermayenin kendi çıkış noktasına dönüşü, faiz getiren
sermayede, kendisinin bir biçim olduğu gerçek hareketten ayrılmış
tamamen dışsal bir görünüm alır...Elden çıkarma, yani parayı
belli bir süre için borç verip, faiz (artı-değer) ile birlikte
geri almak, faiz getiren sermayenin kendine özgü hareketinin tam
biçimidir” (K.
Marks,
Kapital III, Marks-Engels
Toplu Eserleri (METE), C. 25, s. 360).
2)Marks-Engels
Toplu Eserleri 25, s. 483,
Kapital, C. III,
s. 483.
3)
“Borç senedinin
-güvencenin- devlet borçlarında olduğu gibi
tamamen hayali bir sermayeyi temsil etmemesi halinde bile, bu gibi
senetlerin sermaye-değerleri gene de tamamen aldatıcıdır. Kredi
sisteminin ortaklaşa sermayeyi ne şekilde yarattığını daha önce
görmüştük. Senet, bu sermayeyi temsil eden mülkiyet hakkı
olarak iş görür. Demiryollarına, madenlere, deniz ulaşım
şirketleri ve benzerlerine ait hisse senetleri gerçek sermayeyi,
yani bu gibi girişimlere yatırılan ve işleyen sermayeyi ya da bu
gibi girişimlerde sermaye olarak kullanılmak amacıyla hissedarlar
tarafından yatırılan para miktarım temsil eder. Doğal olarak bu,
bütün bunların düpedüz bir dolandırıcılığı temsil edebilme
olasılığını da ortadan kaldırmaz. Ama bu sermaye, bir
defasında, mülkiyet hakkının (hisse senetleri) sermaye-değeri,
diğer bir defasında, bu girişimlere yatırılan ya da yatırılacak
olan fiili sermaye olarak, iki kez var olamaz. Yalnız ikinci biçimde
vardır ve bir hisse senedi yalnızca, artı-değerin, kendisi
tarafından gerçekleştirilecek kısmına tekabül eden bir mülkiyet
hakkıdır. A, bu hakkı B'ye ve B de C'ye satabilir. Bu
alışverişler, sorunun niteliğinde hiç bir şeyi değiştirmez. A
ya da B, mülkiyet hakkını sermaye biçiminde elde tutmakta, ama C,
sermayesini, hisse senetli sermayeden gelmesi beklenen artı-değerden
alacağı sırf bir mülkiyet hakkına çevirmiş bulunmaktadır...
“Yalnız
hükümet bonolarının değil, hisse senetlerinin de mülkiyet
haklarının değerlerinin bağımsız hareketi, bunların
üzerlerinde hak sahibi olabilecekleri sermaye ya da talebin yanı
sıra, gerçek sermayeyi teşkil ettikleri hayaline kuvvet
kazandırır. Çünkü bunlar, fiyatları bağımsız olarak saptanan
ve kendine özgü hareketleri olan metalar halini alırlar. Bunların
piyasa değerleri, gerçek sermayenin değerinde (değerdeki
genişleme değişse bile) herhangi bir değişme olmaksızın, kendi
nominal değerlerinden farklı biçimde saptanır. Bir yandan
bunların piyasa değerleri, yasal hak sağladıkları gelir
miktarına ve güvenine bağlı olarak dalgalanma gösterir. Hissenin
nominal değeri, yani başlangıçta bu hissenin temsil ettiği
yatırılan meblağ 100 sterlin ise ve bu kuruluş %5 yerine %10 faiz
veriyorsa, hissenin piyasa değeri, diğer şeyler aynı kalmak
üzere, faiz oranı %5 olduğu sürece 200 sterline yükselir, çünkü,
%5 üzerinden sermayeleştirilmiş iken, şimdi 200 sterlinlik hayali
bir sermayeyi temsil etmektedir. Bunu 200 sterline satın alan kimse,
bu sermaye yatırımı üzerinden %5'lik bir gelir elde eder.
Girişimin geliri azalınca, bunun tersi doğrudur. Bu senedin piyasa
değeri kısmen spekülatiftir, çünkü bu yalnız fiili gelir ile
değil, aynı zamanda, önceden hesaplanan, beklenen gelir ile de
saptanmıştır. Ama gerçek sermayedeki genişlemenin değişmez
olduğu ya da devlet borçlarında olduğu gibi sermayenin mevcut
olmadığı durumlarda yıllık gelirin yasa ile saptandığı ve
güvenlik altına alındığı kabul edilirse, bu senetlerin fiyatı,
faiz oranı ile ters orantılı olarak yükselir ya da düşer. Faiz
oranının %5'ten %10'a yükselmesi halinde, 5 sterlinlik bir gelir
garanti eden senetler şimdi yalnız 50 sterlinlik bir sermayeyi
temsil eder. Tersine, faiz oranı %2½'ye düşecek olsa, aynı
senetler 200 sterlinlik bir sermayeyi temsil eder. Bunların
değerleri daima, yalnızca sermayeleştirilmiş gelir, yani hayali
bir sermaye üzerinden o günkü faiz oranıyla hesaplanan gelirdir.
Bu nedenle, para piyasasının daralması halinde, bu senetlerin
fiyatı iki nedenle düşecektir: önce, faiz oranı yükseldiği
için, sonra da, nakite çevirmek üzere daha büyük miktarlarda
senet piyasaya sürüldüğü için. Fiyattaki bu düşme, ister bu
senetlerin sahiplerine sağlayacakları gelir, devlet tahvillerinde
olduğu gibi değişmez olsun, ister, sanayi kuruluşlarında olduğu
gibi temsil ettiği gerçek sermayedeki genişleme, olasılıkla
yeniden-üretim sürecindeki bozukluklarla etkilenmiş olsun, bunlara
bakılmaksızın gerçekleşir. Son durumda, sözü edilene eklenmesi
gerekli bir başka değer kaybı da vardır. Fırtına sona erer
ermez bu senet, işteki bir başarısızlığı, ya da sahtekarlığı
temsil etmemesi ölçüsünde gene eski düzeyine yükselir. Bunalım
sıralarındaki değer kaybı, servetlerin bir
araya toplanmasında güçlü
bir araç hizmetini görür.”
(K.
Marks,
Kapital III, Marks-Engels
Toplu Eserleri; C. 25, s.
484-86).
4)
“Devlet her yıl alacaklılarına,
kendilerinden borç aldığı sermaye için belli bir miktar faiz
ödemek zorundadır. Bu durumda alacaklı yatırdığı sermayeyi
borçlusundan geri alamaz, ancak hakkını veya
da mülkiyet hakkını satabilir. Sermayenin kendisi tüketilmiştir,
yani devlet tarafından harcanmıştır. Artık mevcut değildir.
Devlet alacaklısının elinde, 1) diyelim, 100 sterlin tutarında
bir borç senedi vardır ve 2) bu borç senedi, alacaklıya, devletin
yıllık gelirinden, yani yıllık vergi gelirinden, belli bir
miktar, örneğin 5 sterlin veya
da %5 tutarında bir hak sağlar; 3) alacaklı, 100 sterlinlik bu
borç senedini dilediği bir kimseye satabilir. Faiz oranı %5 ve
devletin verdiği güvence sağlamsa, alacaklı A, bu borç senedini
kural olarak B'ye 100 sterline satabilir; B için 100 sterlini yıllık
%5 faizle vermek ya da 100 sterlin ödemek suretiyle devletten yılda
5 sterlin tutarında haraç sağlamak hiç farketmez. Ne var ki,
bütün bu durumlarda insanların gözünde bir sürgün (faiz)
doğuran burada devlet ödemeleri kabul edilen bu sermaye, hayaldir,
hayali sermayedir. Yalnız devlete borç verilen bu meblağ artık
mevcut olmamakla kalmayıp, zaten hiç bir zaman onun sermaye olarak
harcanması düşünülmemişti ve o ancak sermaye olarak
yatırılmakla, kendisini koruyan değere dönüştürülebilirdi.
İlk alacaklı A için, yıllık vergilerden kendisine düşen pay,
sermayesi üzerinden faizi temsil eder; tıpkı mirasyedinin
servetinden tefeciye düşen payın ona faiz olarak görünmesi gibi;
oysa her iki durumda da borç verilen meblağ sermaye olarak
yatırılmamıştır. Devlete ait borç senedinin satış olanağı,
A için, kendi ana parasını geri almanın potansiyel aracını
temsil eder. B'ye gelince, onun sermayesi kendi görüş açısından,
faiz getiren sermaye olarak yatırılmıştır. Arada geçen işlemi
ilgilendirdiği kadarıyla, B, devletin geliri üzerinden A 'ya ait
bulunan hakkı satın almakla, yalnızca A'nın yerini almış
durumdadır. Bu işlem kaç kez yinelenirse yinelensin, devlet borcu
sermayesi, tamamen hayali olarak kalır, ve o borç senetleri
satılamaz duruma gelir gelmez, bu sermaye hayali artık görünmez
olur. Bununla birlikte, bu hayali sermayenin de, birazdan göreceğimiz
gibi, kendi hareket yasaları vardır” (K.
Marks,
Kapital III, Marks-Engels
Toplu Eserleri; C. 25, s.
482/483).
5)Agk.,
s. 484.
6)K.
Marks,
Kapital III, Marks-Engels
Toplu Eserleri; C. 25, s.
481-482.
7)
“Banka sermayesi, 1) nakit para, altın ya da banknotlar ve, 2)
değerli senetlerden oluşur. Değerli senetler de iki alt-bölüme
ayrılabilir: bir süre için geçerli olan, zaman zaman vadesi dolan
ve iskonto edilmeleri, bankerlerin asıl işini oluşturan ticari
senetler ya da poliçeler; ve devlet tahvilleri, hazine bonoları,
her türden hisse senetleri gibi kamu tahvilleri, kısacası,
poliçelerden önemli ölçüde farklı, faiz getiren senetler.
İpotekler de buraya katılabilir. Bu somut kısımlardan oluşan
sermaye de, gene, bankerin yatırdığı sermaye ile, onun banka
sermayesini ya da borç alınmış sermayesini oluşturan mevduata
ayrılabilir. Banknot çıkartan bankalar söz konusu olduğunda,
bunların da banka sermayesi arasına alınması gerekir. Biz,
şimdilik, mevduat ile banknotları konu-dışı bırakacağız. Her
ne olursa olsun şurası açıktır ki, banker sermayesini fiilen
oluşturan kısımlar (para, poliçeler, mevduat), çeşitli
ögelerin, bankerin kendi sermayesini ya da mevduatı, yani
başkalarının sermayesini temsil etmesi nedeniyle etkilenmiş
olmazlar. Banker, işini, ister yalnız kendi sermayesi ile ister
yalnız mevduat sermayesiyle yürütsün, bu bölünme aynen kalır.
Her belirli ve düzenli para gelirinin, bir sermaye üzerinden doğmuş olsun olmasın, bir sermaye üzerinden sağlanan faiz gibi görünmesi olgusundan sorumlu olan faiz getiren sermaye biçimidir. Para gelir, önce faize çevrilir ve bu faizden, insan, onun hangi sermayeden doğduğunu saptayabilir. Bunun gibi, faiz getiren sermaye söz konusu olduğunda, her değer miktarı, gelir olarak harcanmadığı sürece sermaye olarak görünür; yani bu değer miktarı, getirebileceği olası ya da fiili faiz karşısında ve ona zıt olarak, ana para gibi görünür.
Her belirli ve düzenli para gelirinin, bir sermaye üzerinden doğmuş olsun olmasın, bir sermaye üzerinden sağlanan faiz gibi görünmesi olgusundan sorumlu olan faiz getiren sermaye biçimidir. Para gelir, önce faize çevrilir ve bu faizden, insan, onun hangi sermayeden doğduğunu saptayabilir. Bunun gibi, faiz getiren sermaye söz konusu olduğunda, her değer miktarı, gelir olarak harcanmadığı sürece sermaye olarak görünür; yani bu değer miktarı, getirebileceği olası ya da fiili faiz karşısında ve ona zıt olarak, ana para gibi görünür.
Sorun
basittir. Yıllık ortalama faiz oranı %5 olsun. 500 sterlinlik bir
miktar, bu durumda, faiz getiren sermayeye çevrilecek olursa, yılda
25 sterlin getirir. Yıllık 25 sterlinlik her sabit gelire, öyleyse
500 sterlinlik bir sermaye üzerinden alınan faiz gözüyle
bakılabilir demektir. Ne var ki, bu, 25 sterlinin kaynağının,
ister yalnızca bir mülkiyet ya da tasarruf hakkı olsun, ister
taşınamaz mal gibi gerçek bir üretim öğesi olsun, doğrudan
doğruya aktarılabilir olması ya da aktarılabilecek duruma
gelebileceği bir biçime girmesi durumları dışında tamamen
hayali bir anlayıştır ve böyle bir görüş olarak da kalır.
Ulusal borçlar ile ücretleri örnek olarak alalım”(K.
Marks,
Kapital III, Marks-Engels
Toplu Eserleri; C. 25, s.
481-483).
8)“Hayali
sermaye oluşumuna, sermayeleştirme deniyor. Her devresel gelir,
ortalama bir faiz oranı ile borç alınan bir sermaye tarafından
gerçekleştirilebilecek bir gelir gibi, faiz oranı üzerinden
hesaplanarak sermayeleştirilir. Örneğin, yıllık gelir 100
sterlin, faiz oranı %5 ise, 100 sterlin, 2.000 sterlin üzerinden
yıllık faizi temsil eder ve bu 2.000 sterline, yıllık 100 sterlin
üzerinden yasal mülkiyet hakkının sermaye-değeri gözüyle
bakılır. Bu mülkiyet hakkını satın alan kimse için, 100
sterlinlik yıllık gelir gerçekten de, %5 faizle yatırılmış
sermayesi üzerinden alınan faizi temsil eder. Böylece, sermayenin
fiili genişleme süreci ile olan bütün bağları tamamen kaybolmuş
ve dolayısıyla, otomatik olarak kendi kendisini genişletme
özelliğini taşıyan bir şey olarak sermaye kavramı
kuvvetlendirilmiş oluyor” (K.
Marks,
Kapital III, Marks-Engels
Toplu Eserleri; C. 25, s.
484).
9)K.
Marks,
Kapital I, Marks-Engels
Toplu Eserleri; C. 23, s. 286.
10)K.
Marks,
Kapital I, Marks-Engels
Toplu Eserleri; C. 23, s. 335.
11)K.
Marks,
Kapital I, Marks-Engels
Toplu Eserleri; C. 23, s. 662.
12)
J. Huffschmid; Politische
Ökonomie der Finanzmärkte,
s. 15, 2009.
13)
K.
Marks,
Kapital III, Marks-Engels
Toplu Eserleri; C.
25, s.
390/391.
14)
K.
Marks,
Kapital III, Marks-Engels
Toplu Eserleri; C.
25,
s.
391.
15)
“Sermaye ilişkileri, faiz getiren sermayede, en yüzeysel ve en
fetiş biçime ulaşır. Biz, burada, P—P' hareketini, bu iki ucu
meydana getiren süreç olmaksızın, daha çok, para yaratan parayı,
kendisini genişleten değeri görüyoruz. Tüccar sermayesinde,
P—M—P', sırf dolaşım alanı içerisinde kaldığı halde ve bu
nedenle de kâr, sırf elden çıkarma ile sağlanan kâr olarak
göründüğü halde, hiç değilse genel bir kapitalist hareket
biçimi vardır; ama hiç değilse burada kâr, sırf bir şeyin
ürünü olarak değil, toplumsal bir ilişkinin ürünü
olarak görünür. Tüccar sermayesinin biçimi, en azından bir
süreci, zıt evrelerin birliğini, iki zıt işleme -metaların
satın alınması ve satışı- bölünen bir hareketi temsil eder.
Bu, P—P' hareketinde, faiz getiren sermayenin biçiminde yok olur.
Örneğin, 1.000 sterlini bir kapitalist %5 faiz ile borç verse,
1.000 sterlinlik değer, bir yılda sermaye olarak = S + Sf' olur;
burada S sermaye, f' faiz oranıdır. Şu halde, %5 = 5/100
= 1/20, ve l.000 + 1.000 x 1/20
= 1.050 £. Sermaye olarak 1.000 sterlinin değeri = 1.050
sterlindir, yani sermaye yalın bir büyüklük değildir. Sermaye,
bir büyüklükler ilişkisidir, ama paranın kendi
kendisiyle, belli bir değer olarak, kendisini genişleten bir değer
olarak, bir artı-değer üretmiş olan ana para olarak ilişkisidir.
Ve sermaye, görmüş olduğumuz gibi, sermaye olarak, ister
kendilerine ait ister borç alınan sermaye ile iş görüyor olsun,
bütün faal kapitalistler için, bu, doğrudan doğruya kendisini
genişleten değer biçimini alır.
P—P':
Biz burada, sermayenin ilk çıkış noktasını görüyoruz; P—M—P'
formülünde para, kendi iki ucuna, P—P''ne indirgenmiştir ve
burada P' = P + DP, daha fazla para
yaratan paradır. Bu, sermayenin, anlamsız bir özet haline
getirilmiş ilk ve genel formülüdür. Bu, hazır sermaye, üretim
süreci ile dolaşım sürecinin bir birliği ve dolayısıyla, belli
bir dönemde belli bir artı-değer sağlayan sermayedir. Faiz
getiren sermaye biçiminde bu, arada üretim ve dolaşım süreçleri
olmaksızın doğrudan doğruya görünür. Sermaye, faizin, gizemli
ve kendi kendisini yaratan bir artışın kaynağı -kendi artışının
kaynağı- olarak görünür. Bu şey (para, meta; değer)
şimdi sırf bir şey olarak sermayedir, ve sermaye, sırf bir şey
olarak görünür. Tüm yeniden-üretim sürecinin sonucu, bu şeyin
kendi içerisinde taşıdığı bir özellik gibi görünür. Bu,
ister para olarak harcamak istesin ister sermaye olarak borç versin,
paranın, yani her an değiştirilebilir biçimdeki metanın sahibine
bağlıdır. Bu nedenle, faiz getiren sermayede, bu otomatik fetiş,
kendini genişleten değer, para doğuran para, kendi saf hali
içerisinde ortaya çıkarılır ve bu biçim içerisinde artık
kökenini gösteren hiç bir işaret taşımaz. Toplumsal ilişki,
bir şeyin paranın, kendi kendisiyle ilişkisi içerisinde
tamamlanmış olur. Paranın sermayeye fiilen dönüşmesi yerine,
burada biz yalnız, içeriksiz bir biçim görüyoruz. Emek-gücünde
olduğu gibi, paranın kullanım-değeri, burada, onun değer yaratma
yetisi, içerdiğinden daha büyük bir değer yaratma özelliğidir.
Para, para olarak, kendi kendini genişleten potansiyel değerdir, ve
bu acayip metanın satış biçimi olan bu özelliği nedeniyle, borç
verilmektedir. Böylece, değer doğurmak ve faiz sağlamak paranın
bir özelliği halini almaktadır; tıpkı armut ağacının armut
vermesi gibi. Ve para borç veren, parasını böylece, faiz getiren
bir şey olarak satmaktadır. Hepsi bu kadar da değil. Fiilen işlev
yapan sermaye, görmüş olduğumuz gibi, kendisini öyle bir ışık
altında gösterir ki, sanki faizi, işlev yapan sermaye olarak
değil, bizatihi sermaye olarak, para-sermaye olarak sağlamaktadır.
Bu
da gene, çarpıtılır. Faiz, kârın, yani faal kapitalistin
işçiden sızdırdığı artı-değerin bir parçasından başka bir
şey olmadığı halde, şimdi tam tersine, faiz sanki sermayenin
tipik ürünü, asıl ögesi ve girişim kârı şeklindeki kâr ise,
yalnızca yardımcı bir öge ve yeniden-üretim sürecinin bir yan
ürünü olarak görünür. İşte böylece, sermayenin fetiş
biçimine ve fetiş sermaye kavramına ulaşmış oluruz. P—P'
hareketinde, sermayenin anlamsız biçimini, üretim ilişkilerinin
son derece çarpıtıldığı ve somutlaştığı faiz getiren
sermaye biçimini, kendi yeniden-üretim sürecinden önce gelen,
basit sermaye biçimini görüyoruz. Bu, paranın ya da bir metanın,
yeniden-üretim sürecinden bağımsız olarak kendi değerini
genişletme yeteneğini – sermayenin çok kaba bir biçimde bir
esrar perdesiyle örtülmesidir”(K.
Marks,
Kapital III, Marks-Engels
Toplu Eserleri; C. 25, s.
404-405.
16)“Kendi
kendisini yeniden üreten ve kendi kendisini genişleten, özünde
taşıdığı nitelikler sayesinde -yani, skolastiklerin gizli
nitelikleri sayesinde- ebediyen var olan ve büyüyen değer olarak,
sermaye kavramı, Dr. Price'ın, simyacıların fantezilerine taş
çıkartan renkli hayaller kurmasına yolaçmıştır; bunlar,
Pitt'in bütün ciddiyetiyle inandığı ve itfa fonuyla ilgili
yasalarında, mali yönetimin temel direkleri olarak kullandığı
hayallerdir”.
"Bileşik
faiz getiren para önce yavaş yavaş artar. Ama, artış oranı
gitgide hızlandığı için, bir süre sonra aklın alamayacağı
bir hıza ulaşır. Kurtarıcımızın (İsa kastediliyor, İ.
Okçuoğlu) doğduğu gün, yüzde 5 bileşik faizle borç verilen
bir peni, şimdiye kadar, hepsi de som altından 150 milyon tane
dünyanın içerebileceğinden daha büyük bir miktara ulaşmış
olurdu. Yok eğer basit faizle verilmiş olsaydı, aynı zaman
içinde, ancak yedi şilin dört buçuk peni olurdu. Hükümetimiz,
şimdiye değin para işlerini düzeltmede bu iki yoldan,
birincisinden çok ikincisini seçmiştir.
Yazarın
hayali, Observations on Reversionary Payments, etc., London,
1772, adlı yapıtında daha da yüksek bulutlar üzerinde dolaşıyor.
Şöyle diyor: ''Bir şilin, Kurtarıcımızın doğumunda, %6
bileşik faizle verilmiş olsa" (herhalde Kudüs Tapınağında)
''Satürn'ün yörüngesinin çapına eşit çapta bir kürenin
kapsayabileceğinden daha büyük ... bir miktara ulaşırdı."
"Bu nedenle bir devletin hiç bir zaman sıkıntıya düşmesine
gerek yoktur; çünkü, çok küçük bir tasarrufla, faizlerin
gerektirebileceği pek kısa zamanda en büyük borçları bile
ödeyebilirdi." (s. XIII, XIV.) İngiliz devlet borçları için,
ne hoş teorik bir başlangıç!
Geometrik
dizinin ulaştığı dev boyutlar karşısında Price'ın düpedüz
gözleri kamaşıyor. Çünkü, ne yeniden-üretim ve ne de emek
koşullarını hiç dikkate almaksızın, sermayeye, devridaim
makinesi, sırf kendi kendini artıran bir sayı gözüyle bakıyor;
tıpkı Malthus'un, nüfus sorunu ile ilgili olarak, geometrik
dizisinde yaptığı gibi, t = S (1 + f)n formülde, t =
sermaye + bileşik faiz toplamı, S = yatırılan sermaye, f = faiz
oranı (yüzün kesirleri olarak ifade edilmiş) ve n, bu sürecin
yer aldığı yılların sayısını ifade etmektedir, sermayenin
büyüme yasasını bulduğu düşüncesiyle şaşkına dönmüştür.
Pitt,
Dr. Price'ın, sermayeyi bir esrar perdesine bürümesini iyiden
iyiye ciddiye alıyor. 1786 yılında Avam Kamarası, kamu yararı
için 1 milyon sterlin toplanmasına karar verdi. Pitt'in pek
güvendiği Price'a göre, bu para toplandıktan sonra gerekli
"birikimin" sağlanması ve böylece, bileşik faizin
göstereceği sihirle ulusal borçları kayıplara karıştırmak
için, hiç kuşkusuz halka vergi yüklemekten başka çıkar yol
olamazdı. Avam Kamarasının çıkarttığı bu kararı, hemen
Pitt'in, ''vadesi gelmiş borçlar ile, fonun yılda 4.000.000
sterline ulaşmasına kadar,'' 250.000 sterlinin biriktirilmesini
emreden bir yasası izledi. (Act 26, George III, Chap, 31). Devlet
borçlarının itfasına ayrılan miktarın artırılmasını
önerdiği 1792 tarihli konuşmasında Pitt, İngiltere'nin ticari
üstünlüğünün nedenleri arasında, makineleri, krediyi, vb.,
sayıp döktü, ama "en yaygın ve sürekli neden, birikim"
idi. Bu ilkenin Smith'in bu dehanın yapıtında baştan sona
geliştirildiğini söylüyor ... ve bu birikimin, gelecek yıl aynı
şekilde kullanılmak ve böylece sürekli bir kâr sağlamak için,
ana sermayeyi artırmak amacıyla yıllık kârın en az bir kısmının
bir yana ayrılmasıyla oluşturulduğunu sözlerine ekliyordu. Pitt,
böylece, Dr. Price'ın yardımıyla, Smith'in birikim teorisini,
borçların biriktirilmesi yoluyla, bir ulusun zenginleşmesi
teorisine çeviriyor ve bu yolla, tatlı bir borçlar sonsuzluğu
dizisine -borç ödemek için borçlar dizisine- ulaşıyor.
Modern
bankacılığın babası Josiah Child, çok daha önce, 100
sterlinin, %10 bileşik bir faizle 70 yılda 102.400 sterline
ulaşacağını söylemişti. (Traite surlecommerce, etc., par
J. Child, traduit, etc., Amsterdam et Berlin, 1754, s.115. Yazılış
tarihi: 1669.)
Dr.
Price'ın düşüncelerinin modern iktisatçılar tarafından nasıl
düşüncesizce uygulandığını, Economis'ten alınan
aşağıdaki satırlar göstermektedir: "Tasarruf edilen
sermayenin her parçasının sağladığı bileşik faiz ile sermaye
öylesine dalbudak salmıştır ki, dünyada gelirin elde edildiği
bütün servet, uzun zamandır artık sermayenin faizi halini
almıştır. ... Şimdi bütün rant, daha önce toprağa yatırılan
sermayeye ödenen faizdir." (Economist, July 19, 1851.)
Sermaye, faiz getiren sermaye niteliği içerisinde, üretilebilen
bütün servete sahip çıkıyor ve şimdiye değin elde ettiği her
şey, onun, yalnızca her tarafa dalbudak salan iştahını doyurmak
için ödenen bir taksit oluyor. Özünde bulunan yasalar gereği,
insanoğlunun bugüne kadar harcadığı bütün artı-emek ona
aittir. Moloch.
Konuyu,
romantik Müller'in aşağıdaki laf salatası ile bağlayalım: "Dr.
Price'ın söz ettiği, muazzam bileşik faiz artışı, ya da
insanın kendiliğinden hız artıran güçlerindeki muazzam büyüme,
böylesine muazzam bir etki yaratmak için bölünmemiş ya da
kesintisiz, tekdüze bir uygulamayı öngörür. Sermaye bölünür
bölünmez ve pek çok bağımsız büyüyen sürgünlere ayrılır
ayrılmaz, güçlerin birikim süreci bütünüyle yeniden başlar.
Doğa, her işçinin ortalama olarak payına düşen enerji
toplamını, aşağı yukarı 20-25 yıllık bir zamana
dağıtmıştır(!). Bu süre dolduktan sonra emekçi işini bırakır
ve emeğinin bileşik faizi ile biriken sermayeyi yeni bir emekçiye
aktarması gerekir, çoğu kez bunu, birkaç emekçi ya da çocuk
arasında dağıtır. Bunlar, paylarına düşen sermaye üzerinden
fiilen herhangi bir bileşik faiz almadan önce, bunu harekete
geçirmeyi ve kullanmayı öğrenmek zorundadırlar. Ayrıca, uygar
bir toplumun elde ettiği muazzam miktardaki sermaye en hareketli
topluluklarda bile, uzun yıllarda yavaş yavaş birikmiştir ve işin
hemen büyütülmesi için kullanılmamıştır. Bunun yerine,
önemlice bir miktar biraraya getirilir getirilmez, bu, bir başka
bireye, bir emekçiye, bankaya ya da devlete borç adı altında
devredilmiştir. Ve bunu alan, sermayeyi fiilen harekete geçirir,
bundan bileşik faiz alır ve böylece borç verene basit faiz
ödemeyi kolayca üstlenir. Nihayet eğer yalnız üretim ya da
tutumluluk yasası tek başına egemen olsaydı, insanın gücü ve
bu gücün ürünlerinin durmadan artacağı bu muazzam birikime,
tüketim, açgözlülük ve israf yasası karşı koyar." (A.
Müller, Elemente der Staatskunst, III, s. 147 -49.)
Bu
kadar az satırda bu kadar çok tüyler ürpertici saçmalığı bir
araya getirmek her yiğidin kârı değildir. Emekçi ile
kapitalistin, emek-gücünün değeri ile sermaye üzerinden faizin,
vb. böylesine gülünç bir şekilde karıştırılması bir yana,
bileşik faiz talebi, sermayenin bileşik faiz getirmek üzere borç
verilmesi olgusuyla sözde açıklanmış oluyor. Bizim Müller'in
uyguladığı yöntem, yaşamın her alanında görülen romantizmin
tipik bir örneğidir. Bunlar şeylerin en yüzeysel görünüşlerinden
derlenen günlük önyargılardan oluşurlar. Ardından da, bu yanlış
ve basmakalıp içeriğin, esrarlı bir ifade tarzıyla
"yüceltilmesi" ve ululaştırılması işi kalıyor.”(K.
Marks,
Kapital III, Marks-Engels
Toplu Eserleri; C. 25, s.
407-409).
17)
Jörg Huffschmid; Politische Ökonomie der Finanzmärkte (“Mali
Pazarların Politik Ekonomisi”); s. 29. 2009.
18)
J. Huffschmid; agk., s. 14.
19)
K. Marks,
Kapital III, Marks-Engels
Toplu Eserleri; C. 25,
s. 391.
20)Lenin;
Eserleri; C. 22, s. 230.
21)
Lenin; Agk, s. 270.
22)Marks-Engels
Toplu Eserleri; C. 26/2, Marks, “Artı Değer Üzerine
Teoriler”, Kitap 2, s. 510.
23)
Ekonomik kriz konusunda bkz.: İ. Okçuoğlu;
1)Kapitalizmin Dünya Krizi
(2008...), Ceylan Yayınları, Eylül 2009);
2)
Kapitalizmin Tarihi, (Ekonomik Kriz Ağırlıklı), 1600-1990,
Sınırsız Baskım, Ankara, 2016.