GÜNCEL
KRİZ TEORİLERİ (I)
Bu
makalede, ekonomik kriz vesilesiyle Marks’ın Kapital’de
tanımladığı kapitalizmi “sol”un, güya Marksistlerin,
Marksist-Leninistlerin nasıl temize çıkardıklarının;
anti-emperyalist, anti-kapitalist değil, sadece ve sadece nasıl
“anti-finansallaşmacı”, nasıl post-marksist olduklarının,
nasıl yeni kapitalizm türleri ürettiklerinin kısa hikayesini
bulacaksınız.
BURJUVA
KRİZ TEORİLERİ (I)
2018’in
Temmuz- Eylül ayları arasında yayınlanan “Yeni Bir Fazla Üretim
Krizine Doğru” makalelerin sonuncusunun girişinde şöyle
deniyordu:
“Yeni
bir dünya fazla üretim krizi patlak vermeden ve “ayrık otu”
yaygaraları başlamadan önce...
Ekonomik
Kriz ve “Ayrık Otları”
-Yaklaşan
ekonomik kriz, yine her kriz öncesinde olduğu gibi bilinen
saçmalıkların teori adına kurgulanmasının yolunu açıyor.
Yine, kriz sonrasında yer altına çekilen “ayrık otları”
yerden fışkırmaya, kriz tellallığı yapmaya başladılar. Kriz
belirtileri, kriz göstergesi olarak ele alınıyor, şuradaki
buradaki gelişmelere kriz denebiliyor veya denecek. Her kriz
öncesinde, esnasında ve sonrasında yaşananları bir daha
yaşayacağız; ekonomiyi, kapitalizmi kendiliğinden çökertenlerden;
her şeyi doğru bilenlerden geçilmeyecek. Yeni kriz “kahin”leri
tanıyacağız. Ekonomide yeni komplo teorileri okuyacağız.
Göreceğiz, ilk fazla üretim krizinden (1825-'29) bu yana her
dünya krizi döneminde yaşadıklarımızı bir daha yaşayacağız.
Çünkü bu unsurlar ders almıyorlar, öğrenmek istemiyorlar; bütün
kaygıları teorilerini doğrulamak olduğu için, Marksist ekonomi
ve kriz değerlendirmelerini sınıfsal özünden kopartmaktan
çekinmiyorlar. Ama sonunda her şeyin maddi değerlerin üretimine
bağlı olduğunu, bütün mali vb. gelişmelerin bu üretimden ayrı
ele alınamayacağını; kapitalizmin başka dönemsel kriz
tanımadığını 1825'ten bu yana gördükleri gibi görecekler. Ve
gerçeği kabullenmeden, bir sonraki krize kadar yeniden yer altına
çekilecekler.
Ne
diyelim, 2008 krizinde ve daha önceki krizlerde de kapitalizmi lafla
çökertemediniz, belki bu krizde çökertirsiniz!
Bu
tiplerin R. Luksemburg'u da bulaştırdıkları abesle iştigalden
öteye geçmeyen “teori”leriyle en yoğun olarak 2008 krizi ve
sonrasında mücadele etmiştim. Görünen o ki, bu mücadele yeniden
başlıyor.
Kaç
tip ayrık otuyla karşı karşıya kalacağız?
1-Önce
mali sermayeyi ikiye bölüp, aşırı sermaye birikimi adı altında
üretimden kopardıkları sermayeye bağımsızlık, kriz oluşturma
iç dinamiği veren ayrık otlarını göreceğiz.
2-
İkinci olarak kriz ve sistemin kendiliğinden çöküşünü işleyen
ayrık otları yeşerecek...
3-
Üçüncü sırada, dünya ekonomisinin hala krizde olduğuna inanan
ayrık otlarını göreceğiz. Bunlar da herhalde sürekli
krizcilerdir.
Tabi
bir de “kriz kahini” tespitini yapan burjuva ekonomistler sahne
alacaklar. Geçen krizde Roubini'i
“kriz
kahini” ilan etmişlerdi. Bu sefer bakalım kimi “kahin” ilan
edecekler.
Bir
kısmı “post-marksizm”den, bir kısmı troçkizmden kaynaklanan
bu “ayrık ortaları”nın yanı sıra emperyalist burjuvazinin
ekonomi uzmanları; bir yandan keynesçileri,
diğer yandan da neoliberal kalemşorları emperyalist kapitalizmi
temize çıkartmak, onun her kriz döneminde aldığı yaraları
iyileştirmek reçeteleriyle dünya işçi sınıfı ve emekçi
yığınlarını etkilemeye çalışacaklar, sükunete davet
edecekler ve bundan etkilenen “sol”lar da olacak. Bunların
hepsini göreceğiz” (1).
Şimdi
bunları görmenin zamanı geldi. Bu makalede farklı kriz
teorilerini, ikinci makalede bir burjuva efsanesi olan “mali piyasa
krizi”ni ve üçüncü makalede de Marksist kriz teorisini ele
alacağız. Amaç, yeni bir dünya krizi patlak vermeden önce, ama
Türk ekonomisinde kriz devam ederken nerede durduğumuzu ve neden
orada durduğumuzu göstermeye çalışmak olacaktır.
2008
dünya krizinde ortaya saçılan kriz teorileri tabii ki, en güncel
olan teorilerdir. Yeni bir dünya ekonomik krizinin eşiğinde bu
teorilerin yeniden güncelleştirileceğinden kuşkumuz olmasın.
Ayrık otlarının yeşerme zamanı geliyor.
Hemen
hemen her ekonomik kriz öncesinde ve esnasında Marks, burjuva
ekonomistler, bazen de politikacılar tarafından hatırlanır, öyle
ki, haklı olduğu da söylenir. Bu dönemlerde Marks’ın
hatırlanmasında günümüzde komünistlerin, Marksist-Leninistlerin
veya uluslararası komünist hareketin pek belirleyici etkisi
olmamıştır. Gerçekler, burjuva ekonomistleri Marks’ı
hatırlamaya zorlamıştır. Ama Komünist Enternasyonal döneminde
ekonomik kriz üzerine komünistlerin analizleri, burjuvaziyi cevap
vermeye zorladığı için o dönemde Marks’ın hatırlanması
doğrudan komünistlerin ve SSCB’de inşa edilen sosyalizmin bir
etkisiydi.
2008
dünya krizi öncesinde ve esnasında kriz üzerine yapılan
değerlendirmelere baktığımızda bu krizin çevrimsel
(konjontürel, devirli, dönemsel) karakteri üzerine pek
durmayanların başında kendisine komünist, Marksist-Leninist
diyenler gelmiştir. Finansallaşma veya malileşme (Gayet “yeni”,
gayet “güncel” ve gayet “şık” tanımlamalar değil mi?!),
“finansal kapitalizm” veya “mali kapitalizm”, bu unsurların
aklını başından almıştı. Hep “yeni” peşinde koşulduğu
için “eski”nin ne olduğu unutulmuştu. Ama bir kısım burjuva
aydın, ekonomist, kısa bir dönem için de olsa, krizin yıkıcı
etkisini sürdürdüğü dönemde Marks’ı hatırlamak zorunda
kalmış ve yaşanan krizin çevrimsel kriz olduğunu, diğer bir
ifadeyle bir fazla üretim krizi olduğunu kabul etmişti. En azından
krizin yıkıcı etkisinden dolayı burjuva ekonomistler, kendi
iktisat teorilerinin dayanak noktalarının sorgulanır olduğunu
kabul etmişlerdir. Amaçları, reddedilemeyecek, saklanamayacak
krizin nedenlerini açıklamaktı. Burjuvazinin keynesçi takımı
ise, her zaman olduğu gibi bu sefer de keynesçi teorinin krizi
açıklayacak temele sahip olduğunu iddia etmişti.
Ancak,
dünya ekonomisinde düzelme, krizden çıkma emareleri görülmeye
başlayınca; daha doğrusu yaşanmakta olan krizin nedenlerini
açıklama baskısı ortadan kalkmaya başlayınca, başta Marks
unutulmuş ve sonrasında burjuva teori dünyası eski çizgisine
geri dönmüştür. Aslında kapitalizmde kriz yoktur; piyasalarda
uyum ve denge hakimdir denmeye başlanmıştır. Piyasalardaki uyum
ve dengeyi bozan faktör olarak da dış gelişmelere işaret
edilmiştir. Böylece her bir ülke, ekonomik krizi kendi dışına
ötelemiş ve önemsiz göstermeye çalışmıştır. Aynen diktatör
Erdoğan'ın yaptığı gibi; dış ekonomik saldırıdan bahsediyor,
güncel kriz için ekonomide “kriz mriz yok”, 2008 krizi için de
“teğet geçti” diyordu. Böylece her bir ülke için “dış”,
dünyanın geriye kalanı olmuştur. O geriye kalan içindeki
gelişmeler de dünyanın geriye kalanı dışında kalan her bir
ülke için krizin nedeni olmuştur. Ama burjuvazi bazen gerçekten
de, kapitalizmi temize çıkartmak kaygısıyla çaresiz kalıyor,
aptallık yapıyor. Bir taraftan doludizgin neoliberalizmi savunuyor
ve uyguluyor; yani sermaye ve üretimin uluslararasılaşması
önündeki bütün ulusal engelleri yıkıyor, ama diğer taraftan da
sıra kriz açıklamasına gelince krizin nedenini dış gelişmelerde
arıyor!
Neoliberal
teoriler, emperyalist küreselleşme, sadece genel anlamda “sol”da
değil, özel olarak da uluslararası komünist harekette teorik
yıkıma neden olmuştur. Post-marksistleşen unsurlar, Marksist kriz
teorisini bir kenara iterek, krizin nedenlerini mali piyasalardaki
gelişmelerde aramaya başlamışlardır; ekonomik büyümeyi, artı
değer üretimini, sömürüyü ve tabii ki, krizin nedenlerini maddi
değerlerin üretiminde, yani sanayide-meta üretiminde aramak yerine
mali piyasalarda, finansallaşan sermayede ve bu alandaki “yeni”
gelişmelerde aradılar ve buldular da. Buldukları şuydu: “Nur
topu” gibi yeni bir kapitalizm! Bu kapitalizmin adı da “mali
piyasalara bağlı kapitalizm” veya
“mali
piyasa odaklı kapitalizm”
veya “mali piyasa tarafından yönlendirilen kapitalizm” veya
da “mali kapitalizm”.
Hangi kavramı doğru
buluyorsanız öyle tanımlayınız.
Ama esas olan, bu kapitalizmin yaratıcıları, burjuva
düzen içi alternatifçilerdir, en
fazlasıyla
post-marksistlerdir, “sol”
burjuva, küçük burjuva aydınlardır. Bu konuyu ayrı bir makalede
ele alacağız. Konumuzla
bağlam içinde söyledikleri şudur: Mali piyasaların ekonomi ve
siyasetteki hakimiyeti ve aşırı birikmiş sermayenin kendini
değerlendirememesi (sömürememesi, artı
değer elde edememesi)
sonuçta maddi değerlerin üretildiği ekonomiyi, yani sanayi
üretimini krize sürüklemiştir.
Böylece
keşfedilen yeni şu oluyor: Bir taraftan sanayi eksenli kapitalizm,
diğer taraftan da mali piyasalara dayalı kapitalizm. İlki “eski”,
ikincisi de “yeni” olandır. Burada anlatacağımız “hikaye”nin
bir parçası işte bu “yeni” kapitalizmin ekonomik krizi nasıl
açıkladığıdır. Bu “yeni” kapitalizmin hikayesini,
belirttiğim gibi başka bir makalede (“Başka Bir Burjuva Efsane,
Mali Pazara Bağlı Kapitalizm”) ele alacağız.
Bu
kapitalizm, en geniş anlamıyla ulusal sınır tanımayan,
uluslararası olan, finansallaşmaya dayanan, sömürüyü orada
gören, sanayi üretimini geri plana iten, paranın hakimiyeti
üzerinde yüksele bir kapitalizmdir.
Bana
öyle geliyor ki, bu kapitalizmin; Mali Pazara Bağlı Kapitalizmin
(adı uzun olduğu için MPBK diye kısaltalım) ömrü uzun
olmayacak. Bunun farklı nedenleri var; teorisi eklektik, maddi
değerlerin üretimini hesaba katmıyor veya belirleyici görmüyor.
Faiz ve parasal sermaye sahiplerinin hakim rolünü abartıyor. Aynı
şekilde mali sermayede bankaların rolünü de abartıyor. Bu
kapitalizmi savunanlar, 2008 krizinden sonra uluslararası alanda
faizlerin düşmesiyle parasal sermaye sahiplerinin hakim bir rolünün
olmadığını, keza bankaların da mali sermaye hakimiyeti ötesinde
belirleyici bir rollerinin olmadığını herhalde görmek
istemiyorlar. Aslında 2008 dünya krizi ve şimdiye kadarki ekonomik
gelişmeler bu “yeni” kapitalizmi çoktan bitirdi, ama
savunucularının bundan haberi yok olabilir.
1-
MPBK ve Kriz Teorisi
MPBK
teorisinin geliştirilmesinde Prof. Jörg Huffschmid önemli bir rol
oynamıştır. 2009’da ölen bu
profesör,
Almanya’da hükümete alternatif siyasi-iktisadi öneriler
hazırlayan “Memorandum-Grubu”nda
yönlendirici etkisi olan birisiydi.
Bu grubun görüşleri bir
biçimde MPBK’nın
da görüşleridir. Kriz konusunda da böyledir. Bu grubun -amacı,
sistem içinde alternatif siyasi-iktisadi görüşler üretmek ve
hükümete/devlete
sunmak olduğu için- dile getirdiği görüşler, daha baştan sitem
içi kalan görüşlerdir. Jörg Huffschmid de bunun başını
çekmekteydi.
Bu hocanın savunduğu birçok görüşün, uluslararası komünist
hareket içinde nasıl bayrak edildiğini görüyoruz ve
görmeyene, göremeyene de göstermeye çalışacağız.
Reformist,
kısmen keynesçi
düzen içi alternatif siyasi-iktisadi öneriler sunan bu grubun ve
önderi diyebileceğimiz Huffschmid’in arkasından
gidiliyor olduğu
“ant-finansallaşmacı”ların,
“anti-spekülatif
sermayeci”lerin,
“mali kapitalizm”e
veya “finansal kapitalizm”e
karşı mücadele edildiğini sananların
umurunda bile değil. Bu grubun ideolojik yapılanması; burjuva
ideolojinin “sol” tarafında durması; cari geçerli
siyasi-iktisadi işleyişe alternatif sunuyor olması, umursanmıyor.
Onun bu ideolojik duruşu, kaçınılmaz olarak, alternatif diye dile
getirilen önerilerinde
kendini göstermektedir. Tabii
ki,
kriz değerlendirmesinde
de. Bu gruba ve Huffschmid’e göre, ekonomik yasalar, işsizliğe,
sosyal güvensizliğe,
ekonomik krizlere neden olmamalıdır; böyle bir durum varsa bu
ekonomi yasalarında aranmamalıdır, alternatif önerilerle,
uygulamalarla giderilmelidir. Peki, krizin nedenleri, ekonomide
aranmayacaksa nerede aranmalıdır? Bu nedenler, ekonomi dışında
aranmalıdır; cari politikalarda, politikacılarda, spekülatörlerin,
fon yöneticilerinin, bankaların hatalarında, yanlış
uygulamalarında aranmalıdır. Yani insanlarda aranmalıdır.
Huffschmid’in
etkisi sadece bu grupla sınırlı değildir. Bu hoca özellikle
“Mali Piyasaların Politik Ekonomisi” kitabıyla (2) ekonomi
üzerine uluslararası tartışmalarda; siyasi hareket ve
örgütlerin, küreselleşmeye eleştirel yaklaşan Attac gibi
kuruluşların teorik şekillenmesinde etkili bir figür olmuştur.
MPBK’nın
kriz teorisi ne diyor?
Kapitalizmde
kriz yoktur. Ancak, uygulanan yanlış politikalardan dolayı kriz
oluşur ve patlak verir. Bu durumda kriz, açık ki, hükümetin,
mali kurumların, bankaların vs. yanlış politikaları ve
uygulamaları sonucunda oluşuyor.
Örneğin
Huffschmid, “Politische Ökonomie der Finanzmärkte”
-”Mali Piyasaların Politik Ekonomisi”- kitabında
şöyle
der: “Bankalar
veya başkaca mali kurumlar, açgözlülük ve kısa süreli kazanç
çıkarından dolayı modern bir para ekonomisinin kurumlarını
acemice ele alırlarsa, bu, mali krize neden olur”(3)
Kast
edilen de, geçen yüzyılın son çeyreğinden bu yana giderek
yaygınlaşan, uluslararasılaşan
neoliberal uygulamalardır. Bu uygulamalar sonucunda mali piyasalarda
düzensizleşme hakim olmuştur; o zamana kadar geçerli olan
kurallar,
sınırlamalar yıkılmıştır. Özelleştirme
dünya çapında yaygınlaşmıştır. Keynesçi
paylaşım yerine neoliberal paylaşım (ulusal gelirin sosyal sınıf
ve tabakalar arasında paylaşımı) geçerli kılınmıştır. Bu
ve başkaca neoliberal uygulamalardan dolayı mali piyasa güçlenmiş
ve başka alanlara da yayılmıştır (Örneğin, özelleştirmeler,
birleşmeler, devralmalar, mali piyasa üzerinden kredi sağlama
vs.). MPBK
anlayışına göre bütün bunlar, ekonomide
krizin nedenleridir.
Bu
anlayışa göre, kapitalizm kriz tanımaz veya ekonomik krizin
kapitalist üretim biçimiyle bir ilgisi yoktur. Ancak, yanlış
uygulamalar, yani politikalar krizin esas nedenidir. Bu nedenle,
krizlerden kurtulmak için yapılması gereken, devlet
kontrolünü
yeniden sağlamaktır,
reformlara geri dönmektir,
Keynesçiliği yeniden uygulamaya koymaktır.
MPBK-teorisi,
krizin asıl nedenini, bir
yandan yanlış politik
uygulamalarda aramakta,
diğer yandan da yanlış
uygulamalar -kastedilen neoliberalleşme- sonucunda mali sektörün
belirleyici derecede güçlendiğini savunmaktadır. Mali
sektör ne/neyin karşısında
belirleyici derecede
güçlenmiştir? Sanayi sermayesi, maddi değerler üreten sektör
karşısında belirleyici derecede güçlenmiştir. Böylece MPBK,
ekonomiyi iki ana sektöre bölüyor (Mali sektör – maddi
değerlerin üretildiği
sektör) ve mali sektörün, mali aktörlerin ekonomi ve toplum
üzerinde belirleyici,
merkezi bir rol oynadığını; maddi değerler üreten sektör,
sanayi
sermayesi ve kapitalistleri üzerinde hakimiyet kurduğunu savunuyor:
“Bunlar
(bu
krizler, çn.) dramatik
sonuçları olan zincirleme tepkiler üretirler. Bu krizler, katılan
aktörler ve çıkarları açıklanmadığı ve davranışları
siyasi olarak sınırlandırılmadığı müddetçe kontrol dışı
kalırlar...”
“Bankalar,
sigortalar, yatırım fonları, mali krizlerin müsebbibi
değildirler; aksine “mali pazarlar” ve onların ekonomi ve
politika üzerindeki hakimiyetidir”.
Buna göre, “mali
pazarlar, kişilerin veya işletmelerin ticari iş yaptıkları
yerler veya kurumlar değildirler. Mali pazarlar, daha ziyade bizzat
icra eden, ölçüsüz güç ile donatılmış özneler olarak
meydana çıkarlar”
(4).
Burada
söylenen oldukça açık. Ekonomide ve politikada mali piyasaların,
dolayısıyla en uçuk
ucu fiktif
(hayali) sermayeye,
spekülatif sermayeye varan “finansallaşma”
ve “finansal kapitalizm”in
bildiğimiz kapitalizmde ayrışıyor olması ve bildiğimiz,
“klasik” kapitalizm
üzerinde hakimiyet kurmasıdır. Hal böyle olunca ve anlatıldığı
gibi, ekonomik krizin nedenleri de başka yerlerde aranmaktadır.
Huffschmid’in
anlatımına göre MPBK-teorisi,
kapitalizmi reforme etme,
keynesçi
kapitalizme dönüştürme teorisidir. MPBK-teorisinde,
“finansallaşma”
ve “finansal kapitalizm”e
gem vurulmalıdır, kontrol altına alınmalıdır; bütün sosyal ve
ekonomik krizlerin kaynağı budur deniyor. Sorun bununla sınırlı
kalsa, bunu burjuvazi arasında bir tartışma olarak görebiliriz.
Ama bu teorinin burjuva sınıfın ötesinde de etkili olduğunu
görüyoruz. Örneğin spekülatif sermaye hakkında yazılıp
çizilenler; ekonomik kriz dendiğinde öncelikle mali sermayenin ele
alınması, maddi değerlerin üretiminin
önemsiz görünmesi, ekonomik kriz konusunda Marks’ın
Kapital’deki analizinin yerine Huffschmid gibilerinin moda
analizlerinin esas
alınması, burjuva içi bir
tartışma olmaktan çoktan çıkmış ve “sol”un, ve hatta
kendine Marksist-Leninist diyenlerin bu alandaki görüşlerini
belirler olmuştur.
2-
Neoklasik ve Ekonomik Kriz
Neoklasik
teoriye göre kapitalizm kendi kendini düzeltir, rasyoneldir.
Kapitalizm, toplumun her kesimi için uygun olan bir sistemdir, çünkü
bu sistemde denge kurma eğilimi vardır ve bu eğilim içseldir,
yani kapitalizmin bir yasasıdır. Neoklasik teoriye göre sadece
kapitalizm, özgürlük ve refah sağlayabilir. Kapitalizm,
alternatifi olmayan bir sistemdir. Bu teoriye göre diğer bütün
üretim biçimleri, kaçınılmaz olarak kaosa neden olurlar. Bu
özelliklerinden dolayı kapitalizme özgü, onun iç çelişkilerinden
kaynaklanan kriz söz konusu olamaz. Ama kapitalist sistemin bu
özelliğine rağmen kriz patlak verirse bunun nedeni dış
gelişmelerde aranmalıdır. Kriz bu sistem açısından dışsal bir
olgudur.
Neoklasik
teoriye göre kapitalizm, ahenkli işleyen bir sistemdir.
Ama
krizi dışsallaştıran, kapitalizm dışında arayan bu teori,
işçilerin veya daha geniş anlamda kullanacak olursak ücretle
çalışanların yanlış tavırlarının, kriz için önemli bir
neden olduğunu da kabul eder. “Ücretlilerin yanlış tavrı”,
sistem dışı değil, sistem içi bir sorun olması gerekir.
Neoklasik teoriye göre sendikalar, yüksek ücret talep ederlerse ve
bu taleplerini kabul ettirirlerse, bu durumda kapitalistin karı
azalır ve karı azalan kapitalist de yatırım yapamaz ve yatırım
yapamayan işletme de zarar görür. Bu teori, işçi sınıfının
ücret mücadelesinden başarıyla çıkmasını, işletmenin zarar
görmesiyle açıklıyor ve zarar görme olgusunun da krize neden
olacağını savunuyor.
Neoklasik
teori, ücretlileri, işçi sınıfını, krizin sorumlusu olarak
görür ve “yüksek” ücret talep edenin gönüllü olarak işsiz
kalmayı seçtiğini savunur. Bu teoriye göre her ücret talebi
yüksektir; çalışmak isteyen “düşük” veya az ücret talep
etmelidir...
Neoklasik
teoriye göre ekonomi her şeydir. Çalışan insan kar elde etmenin
aracıdır; dolaysıyla da esas amaç, karın çoğaltılmasıdır.
Bu durumda, neoklasik teorinin mantığına göre, işçilerin ücreti
ne kadar az olursa, kapitalistlerin elde edecekleri kar da o kadar
çok olur. Bu teorinin kullandığı kavramlar oldukça açık;
neoklasik, sermayenin çıkarı ötesinde hiçbir toplumsal-sosyal
olguyu, gerçekliği dikkate almıyor. İyi işleyen ekonomi,
kapitalistin karını çoğaltan bir makinedir ve bu makinenin en
önemli parçası da az ücret talep eden işçidir.
Neoklasik
teorinin dili, acımasızca sermayenin dilidir.
Neoklasik
teori, bankacıların, politikacıların; hükümetin yanlış
kararlarını krizin nedenleri arasında görür. Bu teori bu konuda
şunu savunur: Devlet pazara müdahale etmemelidir; serbest piyasayı
düzenlemeye, kendine göre birtakım zincirlere vurmaya
kalkışmamalıdır. Bunları yaparsa devlet, piyasalarda ahenkli
gidişi sekteye vurmuş olur ve bu da krize neden olur.
Devlet,
iş piyasasından uzak durmalıdır; öyle asgari ücret tespitiyle,
işçilerin işten atılmasını engelleyen düzenlemelerle iş
piyasasına müdahale ederse bu, krize neden olur.
Neoklasik
iktisat anlayışı, tarihten ders almayan bir anlayıştır. Geçen
yüzyılın son çeyreğinden bu yanaki gelişmelere bakalım:
1980’li yıllardan itibaren ABD ve İngiltere’de başlayarak mali
piyasalarda kuralsızlaştırma; o zamana kadar geçerli olan
düzenlemelerin kaldırılması bütün dünyada yaygınlaştı. Bu
yıllar neoliberal saldırıların başladığı, keynesçiliğin
geriye püskürtüldüğü yıllardır. Bu değişime sosyal
demokratlar da katıldılar. Örneğin Almanya. Bu ülkede
neoliberalizmi en açık biçimde uygulamaya koyan hükümetler,
sosyal demokrat hükümetler olmuştur. Bütün bu gelişmeler;
neoliberal uygulamalar, tam da neoklasik teorinin talepleri
doğrultusundaydı. Ama buna rağmen dünya ekonomisinde krizler
eksik olmadı. Örneğin 2000-2004 dünya krizi ve son olarak da 2008
dünya krizi. Demek ki, dünya piyasaları, neoklasik anlayışa göre
ahenkli işlemiyor, denge oluşturmaktan çok uzak. Öyle olsaydı bu
krizler de patlak vermezdi.
Neoklasik
teoriye göre kapitalist sistem turp gibidir, sapasağlamdır. Ancak,
birtakım aktörlerin müdahalesi sonucunda krizler gündeme
gelmektedir:
-İşçi
sınıfı bir aktördür; “yüksek” ücret talep ederse bu, krize
neden olur. İşçi sınıfı, sendikasızlaştırılmalıdır,
örgütlü olmamalıdır.
-Politikacılar,
hükümetler serbest piyasaya müdahale ederlerse bu, krize neden
olur.
-Bankacılar,
bankalar, kar hırsından dolayı riskli kağıtları satarlarsa vs.
bu, krize neden olur.
Tamam,
işçileri anladık. Ancak, politikacılarınız, hükümetleriniz
2008 krizinde ekonominin seyrine müdahale etmekle; mali piyasaların
tamamen çökmemesi için trilyonlarca doları dünya ekonomisine
pompalamakla sisteminizi kurtarmadılar mı? Neoklasik teoriye göre
bu müdahaleler krize neden olur. Ama olmadı!
3-Keynesçilik
ve Ekonomik Kriz
1929-1932
dünya ekonomik krizi, kapitalist sisteme güveni oldukça sarsmıştı.
O zamana kadar, daha önceki krizlerde görülmeyen sefalet, işsiz
sayısındaki olağanüstü artış, kitlesel işsizlik bu kriz
sürecinde hemen bütün emperyalist ülkelerde yaşanmıştı.
Hiçbir hükümet, hemen hiçbir burjuva iktisatçı, burjuvazinin
kalemşorları, ideologları, kapitalist sistemi temize çıkartacak
durumda değillerdi. Tabii, bunun böyle olmasında SSCB’de inşa
edilen sosyalizmin bütün dünya işçi sınıfı ve emekçi
yığınları için bir umut olmasının; inşa edilen sosyalizmin
başarılarının da oldukça önemli bir payı vardı.
Kapitalist
sistemin yeniden işler hale getirilmesi; geniş yığınlar nezdinde
kabul edilebilir olması için kendini sorumlu hissedenlerden birisi
de Keynes’ti. Öyle ki, Keynes, kısa vadeli etkili olan siyasi
reçeteleri bile meşrulaştırmaya çalışıyordu; böylece
sistemin çöküşe doğru gidişini engelleyeceğini sanıyordu.
Aynı zamanda Keynes, burjuvazinin ekonomi alanındaki akıl hocaları
olan ekonomistlerin, krize çözüm bulamamaktan dolayı ayaklar
altına düşmüş prestijlerini de kurtarmaya çalışıyordu.
Burjuvazi, ekonomi hocalarını krizin gelişini göremediniz ve
açıklayamadınız diye yerden yere vuruyordu. Bu ekonomistlerin
yaptıkları, eski reçeteleri yeniden vaaz etmekten öteye
gitmiyordu; dedikleri, önerdikleri, pazarın kendi kendini
iyileştirme gücüne inanmaya devem edini geçmiyordu.
“Paranın,
Faizin, İstihdamın Genel Teorisi”(1936) kitabında J. M. Keynes,
ekonomistler dünyasının dibe vurmuş prestijini, aynı zamanda
işsizliğin nedenlerini açıklayabilecek gerçekçi bir teorinin
olmadığını dile getiriyordu.
Klasik
öğretinin iki açıdan düzeltmesi gerektiğini savunuyordu;
ekonomik teori ve ampirik gerçekler. Bunlar arasında “uyumun
olmadığını” söyleyen Keynes, bu uyumun sağlanabileceğini
savunuyordu. Aslında Keynes’in düşünceleriyle neoklasik teori
arasındaki fark da bu iki noktadan oluşuyordu.
Yukarıda
da belirttiğimiz gibi, neoklasik teori şunu diyordu: Çalışmak
isteyen her insan iş bulur; ancak, bunun için az, daha az ücret
talep etmelidir. Gönülsüz, istem dışı diye bir işsizlik
yoktur; işsiz olan, işsizliği seçmiş demektir. İşsiz, işsiz
kalmasına bizzat sebep olmuştur.
Keynes,
neoklasik iş piyasası teorisinin bu kısmının tutarsız olduğunu,
ampirik olarak savunulacak, kanıtlanacak bir yanının olmadığını
pekala biliyordu. Milyonları kapsamına alan, giderek kronikleşen
kitlesel işsizliğin nedeni, bizzat işsizler olamazdı; milyonlarca
işsize, işsiz kaldıysanız bu kendi suçunuzdur denemezdi.
Neoklasik teorinin bu kaba açıklaması karşısında Keynes,
işsizliğin nedenini ekonomik sistemde arıyordu.
İkincisi,
Keynes, neoklasik teoriye cepheden karşı geliyordu: Neoklasik
teori, “Arz, kendi talebini yaratır” diyordu ve hala da
diyor. Buna karşı Keynes, tam tersi doğrudur; arz, talebi takip
eder diyordu. Keynes’e göre, talebin çok az olduğu durumda
işsizlik gündeme gelir. Böylece Keynes, kriz konusunda önemli bir
anlayış olan talep açığını tartışmanın merkezine
koyuyordu.
Talep
açığını kapatmak için Keynes, devlete çağrıda bulunuyordu.
Devlet, bolca, devasa miktarlarda harcama, yatırım yapmalıydı.
Keynes açısından harcamaların, yatırımların verimli veya
verimsiz -üretken olması veya olmaması- olması da hiç önemli
değildir. Önemli olan, devletin ekonomiye bolca para
pompalamasıydı; ”ne kadar çok (pompalanırsa) o kadar iyi”
olur. 1930’lu yıllarda kitlesel işsizliği ortadan kaldırmak
için “milyonlarca işsizin yarısına delik açmaları için,
diğer yarısında da bu delikleri kapatmak için ödeme yapın”;
“Piramitler inşa etmek, deprem, savaşlar zenginliğin
çoğaltılmasına hizmet edebilirler” diyen Keynes’ten
başkası değildi. Maliye Bakanlığı “Eski şişeleri kağıt
paralarla doldurup, hepsini, kapatılmış kömür ocaklarında
derince gömerse ve bu ocaklar su yüzeyine kadar çöple
doldurulursa ve kağıt paraları kazıp çıkartmak ... özel
işletmelere devredilirse işsizlik de olmaz” diyen de
Keynes’ten başkası değildi (5).
Keynes,
işçi sınıfını, işsizleri düşünen bir hayırsever değildi.
Onun bütün derdi, ekonominin çarklarını yeniden çevirmenin yol
ve yöntemleriydi. Bu nedenle devlete, verimli veya verimsiz, üretken
veya üretken olmayan, toplumsal yararlı veya yararsız herhangi
talep yaratarak sermaye birikiminin önündeki engelleri
temizlemesini öneriyordu. Önemli olan, işlerin yeniden
açılmasıydı.
Bu
anlayışında Keynes yalnız değildi. İngiliz ekonomisti Thomas
Malthus (1766-1834) Keynes’ten çok önceleri değişik biçimde
aynı önerilerde bulunmuştu. Aslında Malhtus, bu konuda Keynes’in
ilham kaynağıdır. İşsizlerin çalışmaları ve harcama
yapmaları Malthus’un umurunda değildi. Ama üretmeyenler;
soylular, toprak beyleri, papazlar gibi asalaklar, savurgan tüketim
yaparak harcama yaparlarsa, işletmelerin de kar elde etmeleri mümkün
olur anlayışındaydı.
Keynes,
devlete çağrıda bulunuyordu, Malthus da o günün devleti olan bu
asalakların harcama yapmaları için çağrıda bulunuyordu.
Malthus,
ebedi geçerli yoksulluğu
yasallaştırıyordu.
Ona göre nüfus, tüketeceği
gıda maddelerinden daha hızlı artıyordu. Aile bir üyesini
besleyecek durumda değilse veya toplum bu bireyin çalışmasına
gereksinim
duymuyorsa, o
bireyin herhangi bir gıda talebi olamazdı.
Doğa
böylesi insanların dünyayı terk
etmesini emreder ve
bu emri bizzat yerine getirmekte de tereddüt etmez. Aynen
Hitler-faşizmi gibi düşünüyordu
papaz ve ekonomist Malthus.
Malthus
gibi ifade etmese de Keynes’in anlayışı da aynı kapıya
çıkıyor; Malthus hemen öldürüyor, Keynes taksitle, sefalet
içinde öldürüyor:
“Genel
olarak istihdam, sadece, aynı zamanda reel ücret oranı düşerken
artar. Bu nedenle, klasik ekonomistlerin (tamamen doğru) olarak
dokunulamaz diye tanımladıkları bu önemli gerçeği
reddetmiyorum... Şayet istihdam artarsa, böylece kısa zamanda
ücret, her bir iş birimi için ücretle alınan maddeler olarak
ifade edilecek olursa, genel olarak düşer ve karlar ise atrar”
(6).
Neoklasik
teori, Malthus (klasik ekonomistlerdendi) ve Keynes, kapitalizmin
krize girmemesi, tam ve sürekli istihdamın sağlanması için, her
biri kendi açısından yoksullaşma teorisine sarılıyorlar; daha
fazla istihdam, ancak reel ücretlerin düşmesi koşullarında
mümkün olabilir...
Keynes
veya keynesçilik, kapitalist sistemin kriz sorununa çözüm
getirmiş midir? Hayır. 1946’da öldü, ama 1937-1938 krizini
bizzat yaşadı. II. Dünya Savaşından sonra dünya ekonomisi
1974/’75’e kadar her ne kadar dünya çapında krize girmediyse
de, ‘50’li, ‘60’lı yıllarda tekil ülkelerde ekonomik
krizler patlak verdi.
Ne
klasik keynesçilik
ve ne de yeni
(neo)
keynesçilik, kapitalizmin krizine çözüm getirebilmiştir.
4-Kriz
Konusunda Ortak Anlayışlar
“Sol”
kriz teorilerinin (Sol keynesçilik, Marksist kavramları kullanan
MPBK-teorileri, başkaca post-marksist kriz anlayışları) herbiri
birer eklektizm abidesidir. Bunların eklektizmlerinin
(dermeciliklerinin) esası, Marksist ve keynesçi teori kırıntılarını
birleştirmekten oluşmaktadır ve ortaya ne Keynesçi ne de Marksist
olan bir anlayış çıkmaktadır. Bu teorilerde Marksizme özgü
kavramlar, ifade tarzları, duruma göre biçimsel olarak
kullanılıyor, içerik ise tamamen değiştiriliyor. Bazen Marksist
kavramlar “eskidiği”; “hata içerdiği”, “tutarsız”
olduğu, güncel gelişmelere cevap veremediği için literatürden
çıkartılıyor ve yerleri keynesçi eklemelerle dolduruluyor.
Marksist
eğilimli MPBK-kriz teorilerinde bu anlayış oldukça yaygındır.
Bazı
kriz teorisyenleri eklektikçi olduklarını açıktan kabul ederler.
Bunlardan birisi de Jörg Huffschmid’dir. Bu kriz teorisyenleri,
farklı ekollerden, ideolojilerden, kriz teorilerinden, örneğin
Marksizmden ve Keynesçilikten birtakım teori unsurlarını bir
araya getirerek, birbirine ekleyerek ortaya bir “yeni”
çıkartırlar ve bu eklektizmlerini de açıktan savunurlar.
Bazıları
ise eklektizmlerini gizlemeye çalışırlar. Michael
Heinrich ve
Stefan Krüger gibi bazı
MPBK-yazarları bu türden
eklektikçilerdir. Bunların yaptıkları şu: Keynes bir teori
oluşturmuştur. Bu
teori kısmen de olsa Marksist teoriyle çelişkili değildir.
Marksist teorinin boşlukları keynesçi
teoriden alınanlarla doldurulabilir. Bu “masum” söylemler
aslında hiç de masum değiller. Açıkça söylenmeyen, Marksist
teorinin içini keynesçilikle
boşaltmaktır; Marksist teoriyi keynesçileştirmek ve burjuvazi
tarafından kabul edilir hale getirmektir. Tabii ki bu, Marksist
teoriyi geliştirme adına yapılmaktadır. Bazı kendi kendine
Marksist-Leninistler de yeni durum, yeni gelişmeler söylemiyle
Marksist teorinin içini boşaltıyorlar. “Yeni” adına
savundukları
ise çoğunlukla
MPBK-yazarlarının
pespaye teorileridir.
Bilinçli veya bilinçsiz,
amaç Marksist teorinin içinin
boşaltılmasıdır; konumuz
açısından Marksist kriz teorisinin ortadan kaldırılmasıdır.
Marksist
kriz teorisi adına; Marksizm-Leninizm adına bu çarpıtmanın nasıl
yapıldığını bu yazıda ele almayacağız. Ama okur fark
edecektir.
“Sol”
kriz teorilerindeki yukarıda bahsettiğimiz ortaklığın,
benzeşmenin dışında da benzeşmeler vardır. Örneğin mali
sektör. Bu “sol” kriz teorisyenleri, mali sektöre özel bir
anlam yüklüyorlar ve aynı zamanda, kapitalizm türleri üretmekte
de bayağı ustalaşmışlar.
Burada
söz konusu olan, açıkça veya utangaçça Marksist teoriyi
eskimiş, günümüz koşullarını açıklayacak durumda
olmadığının, bu nedenle de yeni kavramlara; kapitalizmlere
ihtiyaç duyulduğunun açıklanmasıdır. Örnek verecek olursak:
“Finansal
yatırımcı güdümlü kapitalizm”: Bu tür kapitalizm
kavramının “kurucusu” Jörg Huffschmid’dir. Bu kapitalizmde
belirleyici, merkezde duran, kapitalizmin karakterini belirleyen,
mali yatırımcıdır. Mali
yatırımcı 21. yüzyılın kapitalistidir. “Sanayi
kapitalistleri” de bugün bu tipe uygun düşmektedirler”.
“Yani,
mali piyasaların rolü ile ilgili olarak burada söz konusu olan,
yeni bir kriz tipidir; bu kriz tipi 1929’dan sonraki dünya
ekonomik kriziyle doğrudan karşılaştırılamaz. Bugünkü krizin
nedenleri (2008 dünya krizi
kast ediliyor, çn.) ağırlık noktası tamamen yeni,
yüksek riskli spekülatif nesneler içeren finansal piyasalara
dayalı kapitalizmdedir...
Finansal
piyasalara dayalı kapitalizm dinamiğinin tanımının
gösterdiği gibi, geçen yıllarda mali piyasalar meta ve iş
piyasaları üzerinde hakimiyet kazanmıştır. Piyasaların bu
hiyerarşikleşmesinden, finansal piyasaların yeniden düzenlenmesine
öncelik, bankacılık sistemi ile birlikte ortaya çıkmaktadır”(7).
“Aşırı
birikim. Mali yatırımcılar, giderek artan bir biçimde tekil
işletme sahiplerinin veya menajerlerin yerini merkezi aktör olarak
alıyorlar. Nihai
mülk sahiplerinden para topluyorlar,
bu paraları büyük miktarlar olarak paketliyorlar ve bunları geniş
bir aktiviteler alanında kullanıyorlar; meta üretimi ve hizmetler
bu aktiviteler arasında çok sayıda seçeneklerden sadece
birisidir. Kapitalizm,
sermaye piyasasına dayalı hale gelir - daha doğrusu mali
yatırımcı
odaklı kapitalizm olur,
en azından gelişmiş ülkelerde böyle olur.
Bu yeni pazarlar ve aktörler oluşumunun
kademeli olarak ortaya çıkışı kapitalizmin temel yapısını
değiştirmez”
(8).
Son
iki cümleye bakalım: Kapitalizm sermaye piyasasına dayalı hale
geliyor, ama aynı zamanda temel yapısı değişmiyor.
Ama
Marks’ın hiç de böyle düşünmediğine gelmeden önce şu “mali
aşırı birikim”in ne olduğuna bakmak gerekir. Mali aşırı
birikim, MPBK-teorisinin ana direğidir. Mali aşırı birikim
olmaksızın MPBK de olmaz. Ne deniyor? Sermaye maddi değerlerin
üretiminde yeterli kar imkanı görmediği için mali alana kayıyor.
Kaysın! Bu durumda mali sektörde cirit atan bu sermaye üretken
(sanayi) alandan gelmiyor demektir. Sadece kar ve gelir aktarımından
da oluşamaz. O halde nedir ve nereden geliyor bu mali sermaye?
Şimdiye kadar hiçbir “anti-finansallaşmacı” bunu açıklamadı.
Açıklayalım: Mali sektörü şişiren, balonlaştıran bu alanda
birikmiş olan para sermaye değildir. Orada milyarları da aşıp
trilyonlarla ifade edilen miktar, değerli kağıtlardan
oluşmaktadır. Değerli kağıtları açtığınızda hisse
senetlerini, tahvilleri, türevleri vb. görürsünüz. Bu kağıtlar,
sadece ve sadece para talebinizin, hakkınızın olduğunu
gösterirler ve kağıtların kendileri asla ve asla para değildir.
Birinci soru şu: Hak sahibi olmak=bizzat para olmak anlamına
gelmiyorsa, hak sahibi olunarak para nasıl çoğaltılır? Bir bilen
varsa izah etsin de öğrenmiş olalım!
Diyelim
ki, mali yatırımcı çok akıllı, elindeki tahvilleri veya hisse
senetlerini, türevleri, başarıyla piyasaya sürüyor, karlı
yatırım yapıyor. Bu duruda bu akıllı mali yatırımcı en
fazlasıyla piyasaya sürmüş olduğu değerli kağıt miktarını
çoğaltmış olur. Yoksa değil mi?
Mali
varlıkların aşırı birikimi, “anti-finansallaşmacı”ların,
“anti-fiktif (hayali) sermayeci”lerin aklını başından almış
olabilir ve bu nedenden dolayı yeni bir kapitalizmden
bahsedebilirler. Haksız da değiller! Sanayi üretimiyle
karşılaştırıldığında mali sektörün oldukça daha hızlı
büyüdüğü bir gerçektir. Yanlış anlaşılmamak için şöyle
diyelim: Sanayi üretimiyle karşılaştırıldığında mali sektör
ürünleri oldukça daha hızlı büyüyor. Tamam, bu doğru,
ama mali sektör ürünlerinden anlaşılması gereken nedir?
Örneğin,
aynı borç talebi -diyelim ki 100 milyon TL, farklı ellerde ve
farklı biçimlerde dolaşımda olabilir. Bu durum kredi sisteminin
bir özelliğidir. Örneğin ipotekler, tüketici kredileri menkul
kıymetlendirilebilirler ve böylece mali pazarlarda değerli kağıt
miktarı çoğalabilir. Bunlar, bu piyasada olağan işlemlerdir.
Bunun ötesinde faiz, döviz, kur dalgalanmalarını vb. güvence
altına alan, sigortalayan çeşitli türevler, sonuçta fiktif
(hayali) sermayenin çoğalmasına, balonlaşmasına katkıda
bulunmuş olur. Öyle durumlar olur ki, işletme sahipleri bankada
kredi çekmek yerine hisse senedi veya tahvil ihraç edebilirler;
yani mali piyasalardaki araçları kullanabilirler. Bütün bunlar
kapitalizmin normallikleridir; onun yeni bir özelliğine işaret
etmezler. Bütün bu gelişmelere, kredi sistemiyle bağlam içinde
Marks ve Engels Kapital, Cilt 3’te şöyle işaret ediyorlardı:
“Faiz
getiren sermaye ve kredi sistemindeki gelişmeyle, bütün sermaye
kendisini çiftleştirmiş ve bazan da üçleştirmiş gibi görünür;
aynı sermaye ya da hatta belki de aynı alacak talebi, çeşitli
şekillerde farklı ellerde, farklı biçimlerde görünürler. Bu
"para-sermaye"nin daha büyük bir kısmı tamamen
hayalidir. Yedek fon dışında bütün mevduat, banker üzerinden
alacak talebidir ve ama mevduat olarak hiç bir zaman mevcut
değildir” (9).
Marks’ın
bu açıklamasına Engels şu eklemeyi yapar: “Sermayenin,
bu iki katına, üç katına ulaşması, son yıllarda, örneğin
Londra Borsasının raporlarında kendi başına bir başlığı
işgal eden mali tröstler aracılığı ile oldukça büyük bir
gelişme gösterdi” (10).
Sanki
Marks ve Engels bugünleri düşünerek bunları yazmışlar. Mali
sektöre artı değer ürettirenler, hayali sermayeyi, bildik
kapitalizmi değiştirecek derecede abartanlar, yeni kapitalizm
tespitçileri, bilumum “anti-finansallaşmacı”lar, Marks’ın
bu tespitini bilmiyor olabilirler? Ama biliyorlarsa, bu durumda,
Marks’ın kapitalizm analizinin içini boşaltarak tasfiyecilik
yapıyor olduklarını bilmiyorlar mı?
“Mali
hakimiyet altında birikim rejimi” veya “mali kapitalizm”:
“21. yüzyılın
kapitalizmini anlamak için Marksist teori kesinlikle
yeterli değildir. Ama bu teori olmaksızın bu kapitalizmden ancak
çok az şey kavranabilir. Kapitalist üretim biçiminin Marks
tarafından hedeflenen “ideal ortalaması” çerçevesinde
analizini toplumların tarihsel-somut analiziyle birbirine
karıştırılmaması Marks için açık bir şeydi. Buna rağmen,
21. yüzyıl kapitalizmini analiz
etmek istiyorsak onun kapitalist üretim biçimi kavramına
ihtiyacımız var...Ben, sadece, zorunlu olarak tezvari kalıcı
biçimde birikim rejiminin fordizmin krizinden bu yana billurlaşmış
olan bazı değişimlerini ana hatlarıyla belirtmek istiyorum”(11).
21.
yüzyıl kapitalizminden anlaşılan, 20. yüzyılın son çeyreğinde
başlayan neoliberal uygulamalarla “birikim rejiminin
küreselleşmesi ve finansallaşması”dır. Bu
sürecin gelişmesiyle “daha ziyade kredi ve banka odaklı
mali sistemden piyasa odaklı sisteme geçişi yaşıyoruz; bu
geçişte mali sermaye -ve burada özellikle fiktif sermaye- büyüyen
bir önem kazanıyor”(12).
“Mali
kapitalizm”: “eşitsizliğin dramatik artışı,
işletmelerin ve hanelerin artan borçlanması, ipotek piyasalarında
ve sürekli yeni mali yeniliklere iten sermayenin aşırı birikimi,
gelecek krizi de hazırlıyor. Şimdiki kriz (2008
krizi, çn.) ABD tarafından hükmedilen mali kapitalizmin
bu biçiminde ortaya çıkan çelişkilerin ifadesidir. Bu, sadece
mali sermaye için değil, aynı zamanda mali kapitalizmin merkezi
unsuru olarak krizi sınırlandırmaya çalışan devlet için de bir
meydan okumadır” (13).
“Kumarhane
kapitalizmi”: Bu kapitalizm ile dünya çapında ağlaşmış,
örgütlenmiş kriz eğilimli mali piyasaların hakim olduğu
kapitalist dünya sistemi kastedilmektedir. “Kumarhane
kapitalizmi”nde maddi değerlerin üretildiği sektörler, örneğin
sanayi üretimi ve dolayısıyla sermayesi mali piyasalardan
kopmuştur; değer üretiminin (sanayi) finansmanı yüksek derecede
spekülatif olan piyasa işlemleri karşısında geri plana
itilmiştir.
“Kumarhane
kapitalizmi”ni hafife almamak gerekir; bu kapitalizm üzerine
kavramları ve değerlendirmeler devrimci saflara kadar sızmıştır.
“Le
Monde diplomatique” çevresinde kümelenmiş olan bazı yazarlar da
“dünyanın finansallaşması”na -malileşmesine- kafa
yormaktalar.
Kapitalizm
türleri sadece bunlarla sınırlı değildir. Başka kapitalizmler
de var: “sosyal pazar ekonomisi – kapitalizmi”,
“turbo-kapitalizm”, “yırtıcı hayvan
kapitalizmi”, “Ters Çevrilmiş
Kapitalizm”.
Bütün
bu kapitalizm türleri, kafanızda canlandırdığınız veya da
içinde yaşadığınız kapitalizmi tam anlamıyla ifade
etmiyorlarsa, siz de bir kapitalizm türü eklemesi yapabilirsiniz!
Açık
ki bu yazarlar, kriz teorisyenleri, Marks’ın kriz teorisini
geliştirmek isteyenler, “yenilikçiler”, bunların hepsi,
yukarıda gösterdiğimiz gibi bazen açıktan, bazen utangaçça
Marksist kapitalist üretim biçimi analizini bir kenara itiyorlar ve
onun yerine kendilerine göre tanımladıkları kapitalizmleri
koyuyorlar. Ama hepsinin ortak yanı, içeriği Marks’ın
tanımladığı kapitalizmden kopmuş bir kapitalizmden, “yeni
kapitalizm”den bahsetmeleridir. Zaten bazıları “21. yüzyıl
kapitalizmi” derken bunu açıkça söylemiş oluyor.
Dikkati
çeken ikinci bir nokta, bu unsurların çoğu veya hemen hepsi,
Lenin’den, Leninist emperyalizm analizinden bahsetmemeyi veya
önemsiz görmeyi yeğliyor.
Bu
unsurları ortaklaştıran üçüncü bir nokta da şudur: Sermayenin
itici ve aynı zamanda yıkıcı gücünü, kavramsal olarak da maddi
değerlerin üretiminden mali piyasalara taşıyorlar; bütün
yönleriyle kapitalist ekonomiyi, mali piyasalarla açıklıyorlar.
Sanayide ve ticarette faal kapitalizm veya sanayi ve ticaret
kapitalizmi adeta süsleniyor, masumlaştırılıyor.
Bu
unsurlara göre baskıcı güç, dışarıdan geliyor. Bu güç,
artık sanayi sermayesinin bir parçası değildir. Öyleyse:
Eleştirilmesi gereken, mali piyasalardır; bunlara karşı mücadele
edilmelidir. Ama sermaye ilişkisinin kendisine; Marks’ın
Kapital’de analiz ettiği, eleştirdiği kapitalizme
dokunulmamalıdır! “Anti-finansallaşmacılık”
böyledir! “Anti-finansallaşmacılık”ta ne anti-emperyalizm
ne de anti-kapitalizm vardır. “Anti-finansallaşmacılık”,
düzen içi reformizmdir, ister klasiği, isterse neosu olsun düpedüz
Keynesciliktir. “Anti-finansallaşmacılık”, neoklasik
devletçiliğe değil, keynesçi devletçiliğe davetiye
çıkartmaktır. Nihayetinde “anti-finansallaşmacılık”,
Marks’ın Kapital’de analiz ettiği kapitalizme sahip çıkma
anlayışıdır. Bir kısım “anti-finansallaşmacı”ların çok
keskin sınıfsal, ideolojik kavramlar kullanmaları meselenin özünde
bir şey değiştirmez.
5-Parasal
Değer Teorisi ve Ekonomik Kriz
Burada
Michael Heinrich’in parasal değer öğretisi ve kriz anlayışına
değineceğiz. Yukarıdaki teorisyenlerin, yazarların çoğunluğunda
olduğu gibi, Marks’ı, Marksizmi “yenileme”de oldukça iddialı
olan M. Heinrich de mali sektörün ekonomi üzerindeki veya da
sanayi üzerindeki hakimiyetini savunuyor.
M.
Heinrich’e göre:
-Kredi
sistemi, ‘kapitalist ekonominin yapısal yönlendirme mercisi’dir.
-Piyasaların
hiyerarşisi, Marksist teoriyle çelişmemektedir (Şunu kast ediyor;
Keynes tarafından savunulan “piyasaların hiyerarşisi”ne göre
sermaye piyasası faizleri, yatırımların kapsamını belirlerler;
yatırımların kapsamını belirleyen aynı zamanda meta ve iş
piyasasını da belirler).
M.
Heinrich’e göre, sermaye piyasalarında ödenmesi gereken faizler,
sonuçta, işletmeleri, en azından bu faizi ödemesini sağlayacak
bir kar elde etmeye zorlar.
Söylenen
açık değil mi? Keynes’in “piyasaların hiyerarşisi”,
sermaye piyasasından alınan kredinin
faizlerinin yatırımın kapsamını belirlemesi ve böylece sanayi
kapitalistinin, aldığı kredinin faizlerini geri ödemek için en
azından ne kadar kar etmesi gerektiğini belirlemesi, son kertede
karşımıza ücretler üzerinde baskıyı çıkartıyor: Ücret
ne kadar az olursa, kapitalistin karı da o kadar çok olur esprisi!
Bu baskıyı yapan da faizdir; bu faiz de mali sektörden
gelmektedir; yani mali sektör güdümlü kapitalizm paylaşımda
-aşağıdan yukarıya doğru paylaşımda- belirleyicidir. Bu konuda
M. Heinrich yalnız değildir; birtakım Marksist kavramları
kullanan MPBK-teorisyenleri de aynı görüşteler ve etrafınıza
bakarsanız birtakım “Marksist-Leninistler”in
de aynı görüşte olduklarını görürsünüz.
Bu
görüşü biraz daha eşelerseniz karşınıza çıkacak olan şudur:
M. Heinrich, politik ekonomi eleştirisi üzerine Marksist kavramları
Keynes odaklı anlayışlarla uyumlu hale getirmeye çalışıyor.
Aslında Marksist kavram ve kategorilerin içini boşaltmaya
çalışıyor. Bu çabanın, çalışmanın vardığı yer,
kapitalist üretimde kapitalist içeriği atmak (işçi-ücretli iş,
sömürü) veya en azından önemsizleştirmektir. Öyle bir
uzaklaştıracaksınız veya önemsizleştireceksiniz ki, sermayenin
neden olduğu ücretli iş eksenli çelişki patlayıcı, sistem
yıkıcı etkisini kaybetsin; yani sanayi sermayesi, maddi değerlerin
üretimi, bu üretimde sömürü, sınıfsal çelişkiler geri plana
itilsin ve karşımıza buradan kaynaklanan temel sınıf çelişkinin
yerini başka bir çelişki alsın. O çelişki de şudur: Bir
taraftan mali sektör, diğer taraftan sanayi sektörü; bir taraftan
MPBK, diğer taraftan bildik, “klasik”, Marks’ın tarif ettiği
kapitalizm! İşte bu yeni sınıf çelişkisinin bir ucunda mali
sektör dururken, diğer ucunda da işçi sınıfı ve sanayi
işletmeleri durmaktadır. Bu mali güce karşı, sanayi sermayesi ve
işçi sınıfı müttefik olarak mücadele etmelidir!
Ezilenciliği
izah etmek ve mali sektörün ekonomi üzerindeki belirleyiciliğini
anlatmak için bilumum ezilenciler ve “anti-finansallaşmacı”lar,
M. Heinrich gibi, Kapital’i anlamsızlaştırmayı amaç edinmiş,
“uzak görüşlü”, peygambervari bir öndere, ideologa sahip
oldukları için mutlu olmalılar!
M.
Heinrich, ezilenciliğin 21. yüzyıldaki baş önderi olmaya
adaydır.
Parasal
değer teorisiyle anlatılmak istenen şu: Meta, ancak, para ile
ilişkilendiğinde değerine sahip olur! Bu kadar açık ve basit.
Ama bu, öyle sıradan bir teori de değildir. Bu teori oldukça
önemlidir, en azından M. Heinrich için böyledir.
Meta-para
ilişkisinde Marks önce meta diyor, M. Heinrich ise önce para
diyor. Marks’a göre para, meta değerinin bir sonucudur. M.
Heinrich’e göre ise Marks’ın anlayışının tam tersi
doğrudur. Bundan dolayı Heinrich, paranın hakimiyetini mali
piyasaların hakimiyeti tezinin temeli olarak görüyor.
Ortaya
bir M. Heinrich çıkıyor ve “insanları”, kendi kendine
Marksist-Leninistleri nerelere götürüyor?! Mali piyasaların veya
da mali pazarların hakimiyetini veya belirleyiciliğini veya
üstünlüğünü savunup da paraya yüklenen özelliği; bu konuda
Marks’ın reddedildiğini göremedim demek olmaz!
Ya
bilmeden, “yol arkadaşı” olarak savunuyorsunuz. Bu durumda
yapılan bir hatadır!
Ya
da bilerek savunuyorsunuz. Bu durumda yapılan, tasfiyeciliktir!
Marks
şunu söylüyor: Para, metanın bir sonucudur. Böylece Marks,
parayı, metadan hareketle açıklıyor, türevleştiriyor. Marks’ın
bu açıklaması, meta analizinin, meta karakterinin sonucudur.
Ama
M. Heinrich, Marks gibi düşünmüyor, tam tersini düşünüyor.
Ona göre para, metanın
değer işareti olarak metadan önce gelir; yani önce para, sonra
meta!
Herhalde anlaşılmıştır? M. Heinrich, Marks’ın yukarıda
belirttiğimiz para bilmecesinin çözümünü geçersiz
kılıyor; cepheden reddediyor. Bu Marks yenileyicisi veya
düzelticisine göre Marks’ın para ve değer analizi tutarsızdır,
belirsizdir, farklı anlamlara gelebilir. Oysa tam tersi doğrudur;
para ve değer teorisi, M. Heinrich’in yorumlamasıyla tutarsız,
belirsiz ve farklı anlamlara gelir olmuştur.
M.
Heinrich ne yaptığının bilincinde. Acaba onun arkasından
gittiğinin farkında olan veya olmayan “anti-finansallaşmacı”lar
da ne yaptıklarının bilincindeler mi? Post-marksizmin ve
tasfiyeciliğin en önemli özelliği, savunulan değerlerin içini
boşaltmaktır. Burada içi boşaltılmaya çalışılan da Marksist
teoridir.
M.
Heinrich’e göre Marksistler, iş/çalışma miktarını meta
değerinin içeriği olarak görmekteler. Ama gerçekte ise içerik,
onun biçiminden kaynaklanmaktadır. Bu nedenle Heinrich’e göre
değer, çalışma sürecinden kaynaklanmamaktadır, mübadele
sürecinden kaynaklanmaktadır!
M.
Heinrich, parayı en baştan yaratıcı güç olarak görmektedir;
böylece Heinrich, parayı toplumsal ilişkilerin, değerin
yaratıcısı olarak ele almaktadır.
Marks,
meta mübadelesinin mümkün oluşunu, mübadele edilen metaların
değer eşitliğiyle ve değer eşitliğini de o metaların ihtiva
ettikleri soyut işle/çalışmayla (yanlış kullandığımız
“emek”le) açıklıyor. İki metanın mübadelesinde paranın
rolünü keşfediyor. M. Heinrich ise değer oluşumunu mübadele
sürecinde görüyor.
M.
Heinrich, yaptığı bir hokus pokusla somut işi soyut işe
dönüştürüyor; bunu da paranın sahip olduğuna inandığı
esrarengiz bir özellik sayesinde yapıyor. Tam bir hokus pokus, tam
bir şarlatanlık! Paranın, somut işi soyut işe dönüştürme
özelliğinin, gücünün olduğuna inanmamızı istiyor. M.
Heinrich, soyut iş ile para arasındaki ilişkinin ne olduğu
sorusunu yeniden formüle ediyor: somut iş, soyut işe nasıl
dönüştürülür? Ve bu şarlatan bu sorunun cevabını da veriyor:
para ile ilişki üzerinden!
M.
Heinrich efendi bu konuda Marksizmi böyle altüst ediyor!
Bunun
sınıf mücadelesi, ekonomik kriz vb. açılarından ne anlama
geldiğini soruyorsanız, cevabım şu olacaktır: Marks’ın
Kapital’inde sınıf mücadelesi, sınıflar, ekonomik kriz
açılarından ne anlamışsanız, bütün bu anladıklarınızı M.
Heinrich’in vaaz ettiğine çevireceksiniz: Sömürüyü,
birikimi,”artı değer” üretimini mali sektöre taşıyacaksınız;
mali sektör, özellikle de fiktif (hayali) sermaye belirleyicidir
diyeceksiniz, ekonomik krizin nedenlerini de mali sektörde
arayacaksınız.
“Üç
dünya teorisi”ni hatırlayalım: Birinci dünya diye tanımlanan
iki süper güce (ABD ve sosyal emperyalist SSCB) karşı üçüncü
dünya (emperyalizme bağımlı, sömürge ve yeni sömürge, feodal
ve yarı feodal ülkeler) ikinci dünya (Başta AB olmak üzere
geriye kalan emperyalist ülkeler) ile birleşecek ve mücadele
edecekti. Şimdi M. Heinrich efendi ve bilumum MPBK-teorisyenleri,
zincirlerinden boşanmış mali sektöre karşı işçi sınıfı,
sanayi sermayesi sektörüyle birleşerek hareket etmelidir diyor.
Sınıf mücadelesi açısında teori bize bunu söylüyor.
Bir
Marksist-Leninist sınıf mücadelesinden bunu anlamaz. Ama bir
ezilenci sınıf mücadelesinden tam da bunu anlar. Her halükarda
M. Heinrich ve muhteşem “değer teorisi”, “Le
Monde diplomatique” yazarlarının
dünyayı finansallaştırdığı-malileştirdiği, sayısı
giderek artan finansallaşma odaklı kapitalizmin üretildiği bir
dönemde ele alınmalıdır diye düşünüyorum. Bu, geç kalmış
bir değerlendirme olacaktır. 2008 dünya krizi ve sonrasında
kapitalizmi kendiliğinden çökertenler üzerinde yoğunlaşmak ve
M. Heinrich gibilerini hafife almak bir hataydı. Bu hatayı, en
azından kendi açımdan, bu sefer devam ettirmeyeceğim.
6-Değerin
Değersizleşmesi ve Kriz
Burada
söz konusu olan “Krisis” grubunun ekonomik kriz görüşüdür.
Ernst Lohoff ve Norbert Trenkle, kriz teorilerini “Büyük
Değersizleştirme” çalışmalarında ele alırlar. Burada bu
kitabın eleştirisini yapmayacağız. Bu gruba göre kriz,
kapitalist sistemin kendi krizidir. Bu sistem, kendi iç
çelişkilerinden dolayı kısa sürede çökecektir. Bu iki yazar
birer çökertmecidir!
Yukarıda
belirttiklerimizle karşılaştırdığımızda, sadece bu grup,
kapitalizmin iç çelişkilerinden dolayı çökeceğini savunuyor.
Ama tezlerine biraz yakından bakınca bu grubun da diğerleri gibi
mali sektöre, ayrı bir önem verdiğini görüyoruz. Öyle ki, mali
sektör kendi başına hareket eden bir sektör olarak görülmektedir.
Ernst Lohoff ve Norbert Trenkle’ye göre fiktif sermaye “yeni
bir yatırım alanı”dır. Mali sektör, “Toplam
kapitalist sistemin anahtar sanayisi” olarak
değerlendirilmektedir.
Yukarıdaki
kriz teorilerinde gördüğümüz gibi bu teori de politikayı,
politik kararları, politikacıları, hükümetleri önemli bir kriz
faktörü olarak görmektedir. Geçen yüzyılın son çeyreğinden
bu yana hükümetler, mali piyasaların önünü açan kararlar
almışlar ve bu pazarlarda devasa bir “şişme” olmuş, mali
piyasalar zincirlerinden kurtulmuştur ve nihayetinde bu pazarlar,
dünya ekonomisinde hakim konuma gelmişlerdir. Bu kitapta bu
türünden görüşler savunulmaktadır(14).
Bu
grup da okurun
hiç yabancı olmadığı görüşler savunmaktadır. Ernst Lohoff
ve Norbert Trenkle’ye göre “Üçüncü
sanayi devriminin sonucu olarak değerin zemini erimektedir”.
Bunun sonucu olarak da artı değer üretimi giderek düşmektedir.
Artı değer üretiminin düşmesinin kaçınılmaz sonucu da sermaye
birikiminde düşüştür. Sermaye birikimindeki düşüş de hızlı
büyüyen fiktif (hayali) sermaye tarafından ancak
durdurulmaktadır; yani açık, hayali sermaye tarafından
kapatılmaktadır. Bu grubun temel görüşleri, “rahmetli” olan
(2012) Robert Kurz tarafından atılmıştır. Sonradan bir ayrılık
olsa da bazı görüşler aynıdır. Bu konuda da öyle. Bu gruba
göre hayali sermaye ile geleceğin değeri; bugün olmayan değer,
şimdiki zamana aktarılıyor.
Bu
yazarlar, hayali sermayenin hızlı genişlemesinden dolayı başka
bir kapitalizm tanımlaması yapıyorlar: “Ters Çevrilmiş
Kapitalizm”!
“Büyük
Değersizleştirme” çalışmalarında Ernst Lohoff ve Norbert
Trenkle, fiktif sermaye bağlamında oldukça cüretli bir çarpıtma
yaparak şunu iddia ediyorlar: Marks, kapitalizmde para, sadece
metalar arasında mübadeleyi sağlamıyor, aynı zamanda bizzat
kendisi meta oluyor diyormuş! Ve bu meta, yani para, her mali
işlemle ikiye katlanıyor ve böylece sermaye birikiminin özgün
bir biçimini oluşturuyormuş. Bu yazarlara göre sermaye
birikiminin bu özgün biçim, değerin değerlendirmesinden (artı
değer üretiminden, işgücü sömürüsünden) farklıdır; bu
sermaye birikimi harcanmış, kullanılmış işe/çalışmaya değil,
gelecekte harcanacak/kullanılacak iş/çalışma ile ilgilidir.
Böylece bu yazarlar, fiktif (hayali) sermayeyi fordizm sonrası kriz
yönetiminin önemli bir bileşeni olarak görüyorlar.
Söz
konusu kitaplarında Ernst
Lohoff ve Norbert Trenkle fiktif
sermayenin tarihsel gelişmesini de analiz ediyorlar (üçüncü
bölüm). Vardıkları sonuç şu:
1-Fiktif
(hayali) sermaye, kapitalizmin başlangıcında sermaye
değerlendirmesinin bir eklentisi durumundaydı.
2-Fiktif
(hayali) sermaye, sanayi devrimi sürecinde fordizmde iktisadi
büyümeye yol açan durumundaydı.
3-Şimdi,
günümüzdeki kapitalizmde ise fiktif (hayali) sermaye, sermaye
birikiminin önemli temsilcisi özelliğine sahiptir.
Ters
çevrilmiş” veya “ters kapitalizm” Lohoff ve Trenkle
efendilere göre kapitalizmin son aşamasıdır, bu kapitalizmi
“mucize ekonomisi” (“Mirakelökonomie”) olarak tanımlıyorlar.
Bu ekonomide; yani kapitalist üretim biçiminin şimdiki, son
aşamasında merkezi rol oynayan, merkezi öneme sahip olan veya bu
kapitalizmi çekip çeviren de fiktif (hayali) sermayedir. Herhalde
bu nedenle “mucize ekonomisi”nden bahsediyorlar. Düşünebiliyor
musunuz, bu sermaye; hayali sermaye şimdiki kapitalizmdeki artı
değer üretiminin ve toplam birikimin öncüsü, yol açıcısı,
yaratıcısı vb. oluyor (15).
“Hayali
sermaye çağında” yaşıyoruz! (16). Kim ne diyebilir buna!
Hayali
sermaye, toplam ekonomiye hakim olmuştur, bu ekonominin istikrarını
sağlıyor! Kim ne diyebilir buna!
Bu
hayali sermaye, yüksek büyüme dinamiğini sürdüremediği durumda
ekonominin idam kararını da verir! Yani kapitalizm kendiliğinden
çöker. Kim ne diyebilir buna!
Ernst
Lohoff ve Norbert Trenkle efendiler şunu buyuruyorlar: Değer, artı
değer üretme zemininin altı boşaldığı için (bunu şöyle
okumak lazım; yeterli kar sağlamadığı için yatırım
yapılmayan, sermayenin kaçtığı sanayi üretimi gerilediği için)
ekonomi ancak ve ancak, üretimi büyüyen hayali sermaye tarafından
ayakta tutulmaktadır! Kim ne diyebilir buna!
İşte
bu, üretimi artan veya büyüyen hayali sermaye, ekonominin üzerinde
yükseldiği “temel sanayi”dir! (17) Kim ne diyebilir
buna!
Bu
efendiler, 2008 dünya krizini, bu fazla üretim krizini bir mali
sektör krizi olarak görüyorlar. Mali sektör, yeterli kapsamda
hayali sermaye oluşturamadığı için bu kriz patlak vermiştir
diyorlar.
Böylece
sadede geliyorlar: Kriz, faktörleri ve nedenleri, maddi değerlerin
üretiminden -sanayi üretiminden- mali sektöre taşınıyor.
Böylece, aslında Marks’ın analiz ettiği kapitalizm krize
girmez, kriz o kapitalizme özgün değildir, kriz mali sektör
kaynaklıdır deniyor. Bunun bir adım sonrası da, mali sektör
dizginlenirse, kontrol altına alınırsa, devlet bu kontrolü
sağlarsa “kriz mriz” olmazdır olmasına rağmen başka bir
şeyden bahsediyorlar: Kriz teorisi açısından sadece bir noktaya
odaklanıyorlar; zemini giderek daraldığı için artı değer
üretimi, “temel kriz” içindedir diyorlar (18).
Diyorlar
ki, bildiğimiz kapitalizm aslında geçen yüzyılın ‘70’li
yıllarında çökme eşiğine gelmişti. Bugüne kadar varlığını
sürdürmesini “sermaye
kullanımının yeniden canlandırılması”na (19) borçludur.
Peki, bu “sermaye
kullanımının yeniden canlandırılması” nasıl oluyor? Çok
kolay! Gerçekten çok kolay!
“Sermaye
kullanımının yeniden canlandırılması“, “devasa
hayali sermaye yığınağı” sayesinde gerçekleştiriliyor!
Yani günümüz kapitalizmi, “devasa hayali sermaye yığınağı”
var olduğu müddetçe var olacaktır, aksi taktirde çökecektir.
Herhalde bu nedenden dolayı trilyonlarca dolar, dünyanın her
tarafında cirit atıyor! Tek amaç, çöküşü engellemek!
Bu
efendiler, diğerleri gibi mali sektörün dizginlenmesiyle klasik
kapitalizme geri dönüşü savunmuyorlar, onu yukarıdaki kriz
anlayışlarıyla temize çıkartmalarına rağmen savunmuyorlar. Tam
tersine klasik kapitalizm çoktan çökecekti, ama hayali sermayeden
dolayı yaşamını devam ettiriyor diyorlar. O halde bu efendilerin
sürekli çoğaltarak, “devasa bir yığınak” haline
getirdikleri, geleceğimiz üzerine oynayan hayali (fiktif) sermaye
üzerine Marks’ın dediklerine bir daha bakalım:
Ernst
Lohoff ve Norbert Trenkle hayali sermayeyi sadece bir biçimiyle,
menkul kıymetlendirilmiş biçimiyle ele alıyorlar ve bunun da
sanki bir metanın dolaşımı gibi dolaşımda olduğunu var
sayıyorlar. Oysa hayali sermayenin aldığı çok biçim vardır,
binbir suratlıdır.
Marks,
örneğin faiz taşıyan sermayeyi, gizemli ve aldatıcı hallerinden
dolayı “bütün çılgın biçimlerin anası” olarak
tanımlar (20).
Hayali
sermayenin başka bir “çılgın
biçimi”: Düzenli parasal gelir, var olan sermayenin faizi olarak
görüldüğü için dolaşımda olmayan hayali sermaye, gerçek
sermaye görünümü
üretmektedir. Faiz taşıyan sermaye aldatıcı,
çarpıtıcı biçimler ortaya çıkartmakta ve bundan dolayı ücret
faiz olarak görülmekte ve işgücü de bu faizi veren sermaye
olarak değerlendirilmektedir.
Bu konuda Marks:
“Şimdi
de biz, -nasıl ki faiz getiren sermaye, genel olarak bütün o
çılgın biçimlerin kaynağı ve böylece de örneğin
borçlar, bankere metalar olarak görünebiliyorsa- olumsuz bir
niceliğin sermaye olarak göründüğü ulusal borç sermayesinin
karşıtı olarak işgücünü ele alalım. Ücretler
burada, faiz olarak anlaşılmakta ve bu yüzden işgücü
de bu faiz getiren sermaye olarak düşünülmekte. Örneğin, bir
yıllık ücret, 50 sterlin ve faiz oranı da yüzde 5
ise, yıllık işgücü 1.000 sterlinlik bir sermayeye
eşit olmaktadır. Kapitalist anlayış biçiminin saçmalığı
burada tepe noktasına ulaşmaktadır, çünkü, sermayedeki
genişleme, işgücünün sömürüsüne dayanılarak
açıklanacak yerde, sorun tersine çevriliyor ve işin
üretkenliği, faiz getiren sermayenin bu esrarlı niteliği,
işgücünün kendisine bağlanarak açıklanıyor”
(21).
Marks,
menkul kıymetlendirilmiş hayali sermayenin dolaşım biçiminde bu
sermayenin gerçek sermaye gibi görünüm aldığını anlatır:
“Borç
senedinin -güvencenin- devlet borçlarında olduğu gibi
tamamen hayali bir sermayeyi temsil etmemesi halinde bile, bu gibi
senetlerin sermaye-değerleri gene de tamamen aldatıcıdır” (22).
Başka
bir cılgın biçim. Dolaşımda olan değerli kağıtlar, gerçek
sermaye biçimi alıyorlar:
“Yalnız
hükümet bonolarının değil, hisse senetlerinin de mülkiyet
haklarının değerlerinin bağımsız hareketi, bunların
üzerlerinde hak sahibi olabilecekleri sermaye ya da talebin yanı
sıra, gerçek sermayeyi teşkil ettikleri hayaline kuvvet
kazandırır. Çünkü bunlar, fiyatları bağımsız olarak saptanan
ve kendine özgü hareketleri olan metalar halini alırlar”
(23).
İddia
devam ediyor: Günümüzde mali sektörde yaşanan yükseliş asla
kapitalist değerlendirme çerçevesinde görülen bir normal durum
değildir. Burada söz konusu olan, krizin meta olan para birikimiyle
ertelenmesidir ve burada meta olan para (sermaye) önceden harcanmış
işe değil, gelecekte harcanacak
var sayılı söze dayanmaktadır.
Tam da bu anlamda “ters çevrilmiş kapitalizm” kavramı
kullanılıyor.
Söylenen
şu: Artık günümüzde fiktif sermaye, sermaye birikiminin
karakterin belirlemektedir. Kapitalizmde kriz söz konusu olursa bu
ancak mali sektördeki gelişmelerle açıklanabilir. Günümüzde
mali sermaye birikiminde söz
konusu olan, harcanmış,
kullanılmış metaya, değere dönüşmüş iş/çalışma değildir.
Gelecekte harcanacak/kullanılacak iş/çalışma üzerine verilen
sözdür. Bu, gelecekte
harcanacak işe/çalışmaya dayanan ekonomik faaliyetin alınıp
satılmasıdır. Böylece, hayali sermayenin en spekülatif, en uç
faaliyeti ile bu baylar günümüzde mali sektörü, kapitalizmi ve
krizi açıklamaya çalışıyorlar.
“Büyük
Değersizleştirme”de dile getirilen anlayışlar, iki yazarın
egzotik görüşleri değildir. Bu görüşler bir biçimde Anadolu
coğrafyasına kadar gelmiştir, daha doğrusu sızmıştır. Mali
sermayenin ele alınışı bunu göstermiyor mu?
Ama
savunulan anlayışın, ele aldığımız konu bağlamında Marksist
teorinin içini boşaltma çabasının temel bir eksikliği var: Bu
yazarlar, “değer zemininin
erimesini”, yani
sanayide artı değer üretiminin artık önemsiz
olduğunu varsayıyorlar,
açıklamıyorlar. Açıklamayı
deneseler, savlarının ipe sapa gelmez saçmalık olduğunu
görürler. Savlarının gerçek birikimle çeliştiğini;
kapitalizme özgü birikimin niteliğinden hiçbir
şey kaybetmediğini
görürler. Dünya çapında üretken işçi sayısının sürekli
arttığını görürler. Şunu da görürler; maddi değerlerin
üretimi sadece ücretli işçi sayısının artışına paralel
olarak artmamaktadır. Maddi değerlerin üretimi aynı zamanda,
yoğun teknoloji kullanımından dolayı, çalışan işçi sayısı
azalsa da artmaktadır. (Modern
teknolojinin
üretimde kullanılmasıyla çalışan
işçi sayısı arasındaki ilişki esprisi).
Geleceği
satma ve satın alma saçmalığı üzerine kurulan bir teorinin ömrü
ne kadar olur, bu ayrı bir sorun. Ama unutulmaması gereken şudur:
Henüz
üretilmemiş, gelecekte üretilecek olan değerlerin, bugün gerçek
olan birikim üzerinde ne türden bir etkisi olabilir sorusu
cevaplandırılmalıydı.
Böyle bir cevap yok. Olamaz da. Çünkü birikim maddidir, hayali
değildir; birikim değerdir, fiktif değildir. Ve henüz
üretilmemiş, gelecekte üretilecek olan üretim araçları bugün
birikim sürecinde kullanılamaz. Henüz var olmayanı
varsayamazsınız.
7-Sonuç
Yukarıda
bazı “sol” denen kriz teorilerinden bahsettik. Bu teorilerde
bolca çelişki, hatalar, saçmalık derecesine varan yanlışlar
var. Bu teorilerin hiçbirisi, kapitalizme özgü olan, onun bir
yasallığı olan çevrimli krizlerden; fazla üretim krizinden
bahsetmiyor. Bu “sol” kriz teorileri, krizin nedenleri söz
konusu olduğunda eviriyor çeviriyor, topu taca atıyor ve sonunda
krizi, kapitalist üretim biçiminin bir yasallığı olmaktan
çıkartarak başka alanlarda arıyor.
Yukarıdaki
sıralamaya göre ilk üç kriz teorisinde (MPBK,
Neoklasik ve
Keynesçilik), Keynes’in
ekonomide ahenkli/uyumlu
işleyiş öğretisini kabullenme eğilimi var.
Kapitalist sistemin
istikrarsız olduğu bir
biçimde dile getiriliyor, ama devletin ekonomi ve sosyal alandaki
politikası doğru olursa tüm mali
pazar sektörünün
istikrarlı olması sağlanır deniyor. Bu anlayışa göre devlet ve
pazar uyumlu olduğunda sistem de istikrarlı olur.
Ama
unutulan şu: Devletin böyle
bir gücü olsaydı; devlet
kapitalist birikim sürecini
istikrarlı ve uyumlu hale getirebilecek durumda olsaydı, bunu zaten
yapardı ve kriz sorunu da olmazdı. Ama her kriz döneminde
devletten bu türden
beklentiler hep dile getirilmiştir, getirilmektedir. Bunların
başında da Keynes gelir. Kapitalizm gerçekliği ise şunu
göstermiştir: Ekonominin kendi nesnel yasaları vardır ve ekonomi,
devletin politikalarına göre değil de kendi yasalarına göre
hareket eder. Bu
nedenle belli aralıklarla krize girer. Devlet ise politikalarıyla,
birtakım tedbirleriyle krizin patlak vermesini
geciktirebilir, ama ortadan kaldıramaz.
“Sol”
kriz teorilerinin neoklasik ile yakınlığı şaşırtıcıdır.
Neoklasik bütün kriz nedenlerini kapitalizmin; kapitalist piyasa
sisteminin ötesinde görür; kriz nedenlerini sistemin kendisinde
değil, dışında arar ve bulur da. Bu, burjuva basında sık sık
rastlanan pespaye bir anlayıştır. Politikacılar, hükümetler,
bankacılar vs. krizin nedeni olarak gösterilir. Bunların yanlış
politikalarından, bankacıların kar hırsından dolayı kriz patlak
verdi denir. Bu anlayışı MPBK-savunucuları
da benimserler. Uzağa gitmeye gerek yok: Krizin sorumlusu olarak
Erdoğan’ı görenler ile neoklasik anlayış
arasında bu anlamda hiç
bir
fark yoktur.
MPBK
(Mali piyasalara bağlı
kapitalizm veya mali kapitalizm), mali sektörün başat olduğunu
ifade etmektedir. Neye göre başat? Sanayi sermayesine göre. Yani
ekonomiyi
çekip çeviren, yasallığıyla ona yol gösteren sanayi sermayesi
değil, mali sermayedir deniyor. Mali
sektör, kapitalizmin itici gücü, dinamiği
oluyor. Böylece kapitalizm, kapitalizm olmaktan çıkartılıyor.
Kriz bağlamında ise krize neden olan, krize götüren mali
piyasalara bağlı kapitalizm veya mali kapitalizm oluyor.
Bütün kötülükler, yıkıcı, bozucu güçler, mali sektörde
aranıyor. Bu anlayış maddi değerlerin üretildiği sektörü,
sanayi sektörünü temize çıkartıyor; bu sektörde kriz
faktörlerinin,
kriz
nedenlerinin
aranmaması gerektiği vaaz ediliyor.
Kapitalizm
nasıl temize çıkartılır diye soruyorsanız, işte böyle temize
çıkartılır. Mali sermayeye yüklenen başatlık, kaçınılmaz
olarak burjuva kriz anlayışlarıyla ortaklığa ve sonunda da
sanayi sermayesini savunmaya götürür.
Finansallaşma
veya da malileşme anlayışı, mali sektörü başat yapma
anlayışıdır, krizin nedenlerini mali sektörde görme
anlayışıdır. Bu, mali piyasalara bağlı kapitalizm veya mali
kapitalizm teorisinin iç yapısında vardır. Bu iç yapı, A diyene
B de dedirtir!
Finansallaşma
veya da malileşme
anlayışını sınıfsal
açıdan iki farklı anlamı vardır. Bunlardan birisi neoliberal
burjuvazi, ekonomistler, ideologlar tarafından savunulanıdır.
Günümüzde geçerli ekonomik işlerlik budur. Bu ekonomik işlerlik
ve savunucuları mali
sektörü başat yapmışlardır ve bunun neden böyle olduğunu da
açıklarlar. Diğeri ise “anti-finansallaşmacı”ların veya
“anti-malileşmeci”lerin anlayışıdır. Bu anlayışa göre
-yukarıda ekonomik kriz bağlamında bahsettiğimiz anlayışlar-
sanayi üretimi bazında kapitalizm artık var olamaz, çünkü
sanayide artı
değer elde etmek, daha doğrusu yeterli kar oranı seviyesinde artı
değer elde etmek artık mümkün değildir ve bundan dolayı
da sermaye mali sektöre kaymıştır. Yani kapitalizmi ayakta tutan,
kendi kendine çökmesini engelleyen, ömrünü uzatan mali sektör
ve bu sektör içinde de fiktif (hayali) sermaye işlemleriyle devasa
kar elde edilmesidir. Bu
anlayışı en iyi açıklayanlar Ernst
Lohoff ve Norbert Trenkle’dir.
Bunlar da mali sektörü başat yapıyorlar. Dolayısıyla her iki
anlayış da mali sektörü başat yapıyor. Böylece; mali sektörün
başat olması karşımıza üç farklı siyasi anlayışı
çıkartmaktadır:
1-Neoklasik
öğreti/neoliberalizm (Geçen yüzyılın son çeyreğinden günümüze
kadar geçerli öğreti); krizin nedenini
dışarıda,
devlet müdahalesinde, hükümetlerde, politikacılarda, işçi
sınıfında vs. arama anlayışı.
2-Klasik
ve neokeynesçi öğreti (Genel anlamda II. Dünya Savaşından
1970’li yılların sonuna kadar geçerli öğreti): Mali sektörün
dizginlenmesi,
belli kurallara bağlanması, devletin ekonomik gidişata müdahale
etmesi vs. Huffschmid gibi, Heinrich, attac
türünden “anti-finansallaşmacı”lar veya “anti-malileşmeci”ler
de buna dahildir. Bunlar
da, her ne kadar krizi bazen kapitalist işlerlikte arasalar da genel
olarak dış faktörlerde arıyorlar. Ekonomik
kriz üzerine ikinci makalede (Burjuva
Kriz Teorileri (II),
Bir Burjuva Efsane, Mali Piyasa Krizi!)
bu sınıflandırmanın ne dediğini ele alacağız.
3-
Bilumum
çökertmeciler:
Troçkistlerden Ernst
Lohoff ve Norbert Trenkle’ye,
E.
Wallerstein
gibi kapitalizme ömür biçenlerden, kapitalizmin
kendi iç çelişkilerinden dolayı çökeceğini R. Luksemburg’a
dayandırmaya çalışanlara kadar oldukça geniş bir yelpaze.
Bunların bir kısmı ekonomik krizi sisteme özgü görürlerken,
bir kısmı da krizin nedenlerini dışsal olarak görmekteler.
Örneğin Marksist kavramları kullananlar, Marks’ın kapitalizm ve
ekonomik kriz anlayışını reddederek kapitalizmin çökeceğinden
bahsederlerken,
Ernst Lohoff ve Norbert Trenkle gibileri
de kapitalizm zaten daha 1970’lerde çökecekti, ama mali sektör
onun ömrünü uzattı görüşündeler.
Bunların
hepsi yukarıda ele aldığımız anlayışlar. Ekonomik kriz
konusunda bir de dördüncü siyasi/sınıfsal anlayış var: Bu da
Marksist-Leninist anlayıştır; Marksist-Leninist
politik ekonominin ekonomik kriz konusundaki öğretisidir. Ekonomik
kriz üzerine üçüncü makalede Marksizm-Leninizmin ne dediğine
güncelleştirerek
bakacağız ve aynı makalede Rosa Luksemburg’un ekonomik
kriz, kapitalizmin “son sınırına” gelmesi anlayışına
da yer vereceğiz.
Mali
piyasalara bağlı kapitalizm veya mali kapitalizm veya
mali sermayenin başat olması anlayışı, Marks’ın Kapital’inin
günümüz koşullarına göre geliştirilmesi değil, tam tersine
reddidir. Mali kapitalizm,
Marks’ın Kapital’inde
içeriklendirdiği, yapılandırdığı, nesnel yasalarını ortaya
koyduğu kapitalizm değildir. Marks döneminden bugüne
kapitalizm gelişmiştir, yeni özellikleri ortaya çıkmıştır
(emperyalistleşmiştir, uluslararasılaşmıştır), ama onu var
eden nitel özellikleri değişmemiştir. Ama değişmiştir diyenler
var. Bu nedenle mali
piyasalara bağlı kapitalizmden
veya mali kapitalizmden
veya mali sermayenin başat
olmasından
bahsedilmektedir. İşte tam da bu anlayışın Marks’ın
Kapital’de anlattığı kapitalizmle veya bugün için
emperyalizmle bir ilgisi yoktur. Bundan dolayı A diyen B de
diyecektir. Kaçınılmaz olarak diyecektir.
“Sol”
kriz teorisyenleri arasında başka ortak noktalar da var. Ama
yukarıda belirttiklerimiz yeterlidir diye düşünüyorum. Aslında
burada üzerinde durulması gereken nokta başka içerikli olmalıydı.
Ekonomik krizi konu olarak ele aldığımız için o ortak başka
noktayı başka makalelerin konusu olarak ele alacağız. Mutlaka ele
alacağız. Söz konusu o ortak nokta şudur: Uluslararası komünist
harekette -ekonomik kriz konusuyla sınırlandırıyorum- yukarıda
ele aldığımız konuların nasıl ele alındığına bakarsanız bu
hareketin ne denli korkunç bir ideolojik-teorik tasfiye içinde
olduğunu görürsünüz. Yukarıdaki ve o türden daha
düzinelercesinin ürettiği burjuva-liberal, sol-keynesçi,
post-marksist kavramlar, görüşler, evet teoriler herhalde en
ateşli bir biçimde komünist hareket içinde savunulmaktadır.
Kendine Marksist-Leninist diyenler, Marksist-Leninist kavramları
veya Marksist-Leninist politik ekonomi kavramlarını, teorik
değerlerini, yeni gelişmeleri açıklamada kılavuz olan yöntemini
bir kenara atmışlar; “yeni” peşinde çok kolayca yukarıda
ifade edilen şu veya bu görüşü benimseyebilmişlerdir. “Yeni”
adına sürdürülen tasfiyecilik!
Marksizmi
geliştirmek konusunda bu ve benzer unsurların bu kadar cüretkar
olmasının nedeni ne olabilirdi? Bunu kendimize sormalıyız.
Uluslararası komünist hareket, diğer alanlarda olduğu gibi bu
alanda da SSCB’de sosyalizmin yenilgisinden sonra burjuva, küçük
burjuva ideoloji ve farklı konular üzerine teorilerle mücadele
edebilecek parti ve kadrolar yetiştirememiştir. Meydan bu unsurlara
kalmış ve Marksizm, Marksizm-Leninizm adına bazıları da bu
unsurların etkisinde kalarak post-marksistleşmişlerdir. İşin
gerçeği budur.
Kaynaklar:
1)
ibrahimokcuoglu.blogspot.com/
;”Yeni
Bir Fazla Üretim Krizine Doğru (VI) - Dünya
ve
Türkiye Ekonomisinin Güncel Seyri Üzerine”, Eylül
2018.
2)
Prof.
Dr. Jörg Huffschmid Politische Ökonomie der Finanzmärkte,
VSA-Verlag,
1999, Hamburg.
3)
Agk., s.
13.
4)
J.
Huffschmid;agy.
5)
J.
M. Keynes; “Allgemeine Theorie der Beschäftigung, des Zinses und
des Geldes”, 1936); 11. erneut verbesserte Auflage,
s. 129, Duncker-Humblot,
Berlin 2006.
6)J.
M. Keynes; agk.,
s. 9.
8)
“Finanzmarktgetriebener
Kapitalismus – Begriff für eine neue Konstellation”;
https://www.rosalux.de/themen/ungleichheit-soziale-kaempfe/specials/wirtschaft/wirtschaftspolitik/arbeitshilfe-finanzmarktkrise-hintergruende-und-ursachen-folgen-und-widerstand/finanzmarktgetriebener-kapitalismus-begriff-fuer-eine-neue-konstellation/.
9)
Marks-Engels
Toplu Eserleri 25, s. 488, Kapital, C. 3.
“Mevduat,
daima, para, altın, banknot ya da bunlar üzerine çeklerle yapılır.
Fiili dolaşımın gereksinmelerine uygun olarak daralan ya da
genişleyen yedek fon dışında bu mevduat aslında daima bir
yandan, poliçeleri iskonto edilen ve böylece avans alan sanayi
kapitalistleri ile tüccarların elindedir; öte yandan da, değerli
senet ticareti yapanların (borsa simsarlarının), kendilerine ait
tahvil ve senetleri satmış bulunan özel kuruluşların ya da
(hazine tahvilleri ve yeni borçlar halinde) hükümetin elinde
bulunur. Mevduatın kendisi çifte bir rol oynar. Bir yandan bunlar,
biraz önce belirttiğimiz gibi, faiz-getiren sermaye olarak borç
verilmişlerdir ve bu yüzden de, bankanın kasalarında bulunmayıp,
yalnızca defterlerinde, mevduat sahiplerinin alacakları olarak
görünürler. Öte yandan bunlar, sahiplerinin karşılıklı
alacakları, mevduatları üzerine çeklerle hesaplanabildikleri ve
birbirlerine göre kapatılabildikleri sürece sırf bu gibi kayıtlar
şeklinde işlev yaparlar. Bu bakımdan, bu mevduatların aynı
bankere yatırılmış olup da bu bankerin, çeşitli hesapları
birbirleriyle dengeleyebilmesinin ya da farklı bankalarda bulunup
da, bu bankaların karşılıklı olarak çekleri değiştirip,
yalnız bakiyeleri birbirlerine ödemelerinin hiç bir önemi yoktur.
Faiz
getiren sermaye ve kredi sistemindeki gelişmeyle, bütün sermaye
kendisini çiftleştirmiş ve bazan da üçleştirmiş gibi görünür;
aynı sermaye, ya da hatta belki de aynı alacak talebi, çeşitli
şekillerde farklı ellerde, farklı biçimlerde görünürler.
Bu
"para-sermaye"nin daha büyük bir kısmı tamamen
hayalidir. Yedek fon dışında bütün mevduat, banker üzerinden
alacak talebidir ve ama mevduat olarak hiç bir zaman mevcut
değildir.
Kliring odalarındaki işlemlerde hizmet gördükleri ölçüde,
bankerler için -bankerler bunları borç verdikten sonra- sermaye
işlevini yerine getirirler. Bankerler, karşılıklı çeklerini,
varolmayan mevduat üzerinden kendi karşılıklı hesaplarını
tasfiye ederek öderler”.
10)
Agy.
“Sermayenin,
bu iki katına, üç katına ulaşması, son yıllarda, örneğin
Londra Borsasının raporlarında kendi başına bir başlığı
işgal eden mali tröstler aracılığı ile oldukça büyük bir
gelişme gösterdi.
Belli sınıftan faiz getiren senet, örneğin, yabancı devlet
tahvilleri, İngiliz belediye ya da Amerikan devlet bonoları,
demiryolu hisse senetleri, vb. satın almak için bir şirket
kuruldu. Sözgelimi, 2 mi!yon sterlinlik bir sermaye, hisse
senetlerinin satışıyla toplandı. Müdürler kurulu söz
konusu
değerleri satın alıyor ya da bunlar üzerinde az çok aktif
spekülasyon yapıyor, ve giderleri düştükten sonra, yıllık
faizi ortaklara temettü olarak dağıtıyordu. Üstelik bazı anonim
şirketleri, normal hisse senetlerini, tercihli ve ertelemeli diye
iki sınıfa ayırma usulünü benimsediler. Tercihliler, toplam
kârın izin vermesi koşuluyla, değişmeyen bir faiz, diyelim %5
alıyorlardı; bundan arta kalan olursa, bunu da ertelemeliler
alıyordu. Bu kentte, tercihli senetlere yapılan "sağlam"
sermaye yatırımı, -ertelemeli senetli- fiili spekülasyondan azçok
ayrılıyordu. Birkaç büyük kuruluş bu yeni usulü benimsemek
istemedikleri için, yeni şirketlerin kurulması gibi bir yola
başvuruldu. Bunlar, eski şirketlerin hisse senetlerine bir ya da
birkaç milyon sterlin yatırıyorlar ve satın alınan hisselerin
nominal değeri tutarında yeni senetler çıkarıyorlar, ama
bunların yarısı tercihli, yarısı ertelemeli olarak
çıkartılıyordu. Bu gibi durumlarda ilk hisse senetleri,
yenilerinin çıkartılmasına dayanak hizmeti gördükleri için iki
katına çıkmış oluyordu”.
11)
Thomas
Sablowski; Z.
Sayı 73,
März 2008
veya;http://www.zeitschrift-marxistische-erneuerung.de/article/608.das-globale-finanzgetriebene-akkumulationsregime.html.
12)
Thomas
Sablowski; agy.
13)
Leo
Panitch; Die “Rückkehr” des Staates. Zur Rolle des Staates in
der Krise;
https://www.rosalux.de/fileadmin/rls_uploads/pdfs/Texte-55.pdf.
14)
Bkz.:
Ernst Lohoff ve Norbert Trenkle; “Die große Entwertung”, s. 68,
70-71, 2012.
15)Agk,
s. 172.
16)
Agk.,
s. 214.
17)
Agk.,
s. 213.
18)
Agk.,
s. 211.
19)
Agk.,
s. 211.
20)
Marks-Engels
Toplu Eserleri 25, s. 483,
Kapital, C. 3,
s. 483.
21)
Agy.
22)
Agk.,
s. 484.
23)
Agk., s. 485.