deneme

22 Haziran 2020 Pazartesi

“PENÇE-KARTAL” VE “PENÇE-KAPLAN” OPERASYONLARI KALICI İŞGALİN SON HAZIRLIĞIDIR



PENÇE-KARTAL” VE “PENÇE-KAPLAN” OPERASYONLARI
KALICI İŞGALİN SON HAZIRLIĞIDIR

Cumhuriyetin kurulmasından bu yana Türk devleti/burjuvazisi Kürt ulusunu inkar ve imha niyetinden ve eyleminden vaz geçmemiştir. Cumhuriyet dönemindeki isyanları kanla, toplu katliamlarla bastırmasını, çok sonraları PKK önderliğinde Kürt Ulusal Kurtuluş mücadelesini ezmeye dönüşerek devam etmiştir. Gelinen yerde Kuzey Kürdistan’da bu mücadele onca mezalime, katliama rağmen bastırılamamıştır. Faşist diktatörlüğün Rojava’ya düzenlediği üç harekat sonucunda Bir kısım Rojava topraklarının doğrudan işgal edilmesi, Rojava devriminin darbe alması Batı Kürdistan’da özgürlük mücadelesini engelleyememiştir.
Şimdi devlet, “Pençe-Kartal” ve “Pençe-Kaplan” operasyonlarıyla ulusal güvenlik adı altında Güney Kürdistan’da kalıcı işgalin adımlarını atıyor.
Faşist diktatörlük, Güneyde Misak-i Milli sınırlarını çiziyor.


28 Mayıs 2019’da başlatılan ilk “pençe operasyonu”nu,13 Temmuz 2019'da ikinci “Pençe Operasyonu” ve 23 Ağustos 2019’da da 3. “pençe operasyonu” takip etti.

Daha önceki hava saldırılarından ve “girip-çıkma” operasyonlarından farklı olarak “Pençe” operasyonlarıyla sömürgeci faşist diktatörlük farklı bir işgal konsepti peşinde olduğunu göstermiştir. “Pençe” operasyonları sonucunda Güney Kürdistan’da 7 kalıcı üs bölgesi kurulmuş, sömürgeci devlet, işgal planını yeni ulusal güvenlik konseptine göre şekillendirmiştir.

3. “Pençe” operasyonundan günümüze kadar, diktatörlüğün havadan ve karadan saldırıları durmamıştır; bu saldırılar “ara”, “bul” ve gördüğün yerde imha et anlayışına göre gerçekleştirilmiştir. Daha önceki “pençe” operasyonları, 17 Haziran 2020’de başlayan “Pençe-Kartal Operasyonu”, “Pençe-Kaplan” adıyla “ara”, “bul” ve gördüğün yerde imha et”in ötesinde kalıcı işgalin adımları olarak devam etmektedir.

Amaca ulaşılana kadar devam edeceği söylenen bu son operasyon şimdiye kadar Güney Kürdistan’a yapılan operasyonlardan oldukça farklıdır; bu operasyonla Güney Kürdistan’da kalıcı işgalin zemininin hazırlanmış olduğundan hareket edilmektedir. Bu bakımdan bu operasyon, daha önce gerçekleştirilen Rojava’yı işgal harekatlarından farklı değildir. 24 Ağustos 2016’da başlatılan “Fırat Kalkanı Harekatı”, 20 Ocak 2018'de başlatılan “Zeytin Dalı Harekatı” ve 9 Ekim 2019 tarihinde başlatılan “Barış Pınarı Harekatı” türünden doğrudan işgal harekatlarının bir benzeri şimdi Güney Kürdistan’ın şimdilik bir kısmının, sınır bölgesinin fiili işgali biçiminde devam ettiriliyor.

Öncelikle Şengal, Karacak, Kandil, Zap, Gara, Avaşin Basyan ve Hakurk’un vurulması amacın ne olduğunu göstermektedir.

Şöven çığırtkanlığın eşlik ettiği bu operasyon hakkında söylenecek çok şey vardır elbette. Ancak, bu yazıda ayrıntıya girmektense bazı temel noktaları belirtmenin yerinde olacağını düşünüyorum.

Şüphesiz ki, bu operasyonda yeni üretilen “yerli” ve “milli” silahlar denenmiştir, Türk ordusu öldürmek, imha etmek, yakıp yıkmak bakımından “kabiliyet ve kapasitesini” göstermiştir ve göstermektedir.

Bu operasyonun gerçekleştirilme zamanı Türk burjuvazisinin “büyük oynama” gücünü sergilemeye çalıştığının da bir göstergesidir:

1)İdlib’de sorun hemen hemen olduğu gibi yerinde durmaktadır; İdlib barut fıçısı özelliğinden bir şey kaybetmemiştir.

2)Libya’da savaş devam etmektedir ve Türkiye bu savaşa iyiden iyiye, kısmen açık olarak angaje olmuştur.

3) Doğu Akdeniz’de MEB kaynaklı rekabet keskinliğinden bir şey kaybetmeksizin devam etmektedir.

4)Rojava’da Kürtlerin ulusal birliği sağlama çabaları ilerlemektedir.

Ve Kovid-19’un ekonomiye etkisine, sanayi üretiminin Türkiye tarihinde şimdiye kadar görülmemiş daralmasına ve işsizliğe, çarkları döndürmek için para bulunamamasına rağmen Türk burjuvazisi böyle bir işgal girişiminde bulunabiliyor.

Türk burjuvazisinin Rojava’yı, Güney Kürdistan’ı işgali ve Libya macerası, jeopolitik perspektif ve ulusal güvenlik çerçevesinde ele alınması gerekir.

Bu bölgelerde, jeopolitik amaçlı açık bir güç gösterisi var: Bir taraftan Amerikan emperyalizmi, diğer taraftan Rus emperyalizmi, bir şey olduğunu sanan AB ve zavallılaşan Fransız emperyalizmi ve her adımını yeni ulusal güvenlik politikasıyla açıklayan, geri adım atmayacağını söyleyen Türkiye.

Faşist diktatörlük, açık ki, bütün bu cephelerde eş zamanlı mücadele edecek güçte olduğu mesajını veriyor. Gerçekten de Rojava’nın üç bölgesinde, İdlib’de, Doğu Akdeniz’de, Libya’da ve Güney Kürdistan’da savaş halinde (D. Akdeniz hariç.) Mesaj kimlere veriyor? Öncelikle ABD ve Rusya’ya, Doğu Akdeniz bağlamında da kısmen AB’ye. Türk burjuvazisi bu bölgelerde ABD ve Rusya ile, kısmen de AB ile sürekli rekabet içindedir.
Bu genel çerçeve içinde bakıldığında son operasyona ABD ve Rusya’nın ses çıkartmaması faşist diktatörlüğün “zamanın ruhu”na göre hareket ettiğini gösterir.

Peki, Türk sömürgeci devleti bu operasyonlarla neyi gerçekleştirmeye çalışıyor?
Birbirine bağlı, birbirini tamamlayan iki amaç gerçekleştirilmek isteniyor: Güney Kürdistan’da güvenli bölge kurmak ve bu bölgeyi, Şengal’i de işgal ederek Rojava hattıyla birleştirmek; böylece sömürgeci devlet, güney sınırlarında Misak-ı Milli sınırları dışında kalan Kürdistan’ı işgal etmiş, nüfuzu altına almış ve jeopolitik mücadelesinde amacına ulaşmış olacaktır.
Güneyde güvenli bölge, oradaki mevcut üslerle gerçekleştirilemez. Güvenli bölgeye zemin teşkil edecek kapasitede üs veya üslerin kurulması kaçınılmaz olacaktır. Bu üsler aynı zamanda daha güneye Kerkük’e kadar inmenin de sıçrama tahtası olacaklardır.

Üs veya güvenli bölge, Türk burjuvazisinin jargonunda düşmana karşı mücadeleyi sınırların ötesinde sürdürme politikasının başka türden anlatımıdır.

Türk burjuvazisinin/sermayesinin saldırganlığını, sömürgeciliğini, emperyalist hevesini ve adımlarını açıklamak için diktatör Erdoğan’ın dilinden yeni ulusal güvenlik konseptinin ne olduğuna bakmak yeterlidir. Bu konsepti daha önceki birçok makalede ele aldım, tekrarladım. Burada da aynısını yapacağım. Çünkü bu politikayı anlamaksızın Türk burjuvazisinin gücünü, amacını anlamakta ve ona karşı mücadelede yeterli olamayız. 
 
Türk Burjuvazisinin Yeni Ulusal Güvenlik Konsepti

Türk burjuvazisi çok özgün bir süreçten geçmektedir. Bu özgünlük sadece şimdiye kadar olduğundan daha sık ulusal güvenlikten bahsetmesi, yeni bir ulusal güvenlik politikasının oluşturulmasından bahsetmesi değildir. Bu sefer durum, şimdiye kadarki ulusal güvenlik anlayışından oldukça farklıdır. NATO üyesi olmasından bu yana Türkiye'nin ulusal güvenlik politikası NATO'nun kapitalist dünyayı sosyalist, sonra da revizyonist dünyaya karşı koruma konseptine; uluslararası “güvenlik” konseptine entegre edilmişti. Şimdi bu ulusal güvenlik anlayışı, Türk burjuvazisinin dış düşman algılaması değişti.

Yeni ulusal güvenlik konseptinde, iç düşman algılamasında yeni olan “Gülen Hareketi” iken dış düşman algılamasında da Batılı emperyalist güçlerdir.

Yine yeni ulusal güvenlik konseptinde yeni olan Türk burjuvazisinin “Misak-ı Milli çıkışıyla açıktan saldırganlık politikası güdeceğini açıklamasıdır.
Yeni ulusal güvenlik konsepti savunma eksenli değil, saldırı eksenlidir. Daha önceki ulusal güvenlik konseptiyle yeni ulusal güvenlik konsepti arasındaki temel değişim budur.

Yeni ulusal güvenlik konsepti, Erdoğan önderliğinde Türk burjuvazisinin bir savaş programıdır.

Diktatör Erdoğan’ın anlatımıyla yeni ulusal güvenlik konseptinin içeriği bunun nasıl bir savaş programı olduğunu göstermektedir (1). 
 
Eski ulusal güvenlik konsepti:
2016 yılında 1923’ün psikolojisiyle hareket edemeyiz” diyen Erdoğan şimdiye kadar geçerli olan ulusal güvenlik konseptinin eskidiğini; Türk burjuvazisinin çıkarlarına hitap etmediğini ve yeni bir ulusal güvenlik anlayışına ihtiyaç olduğunu açıklıyor: “1923’ün psikolojisi”,”hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır, o satıh tüm vatandır” anlayışıpsikolojisidir. Yani ulusal güvenliğin bütün vatanı savunmaktan geçtiğinin anlatımıdır. Başka türlü ifade edersek; vatan diye sahiplenilen topraklara dışarıdan bir saldırı olursa o saldırıyı vatan topraklarında karşılama anlayışıdır. Bu, doğrudan savunma eksenli bir ulusal güvenlik anlayışıdır.
Bizi Cumhuriyet tarihimizin tamamını hattı müdafaayla geçirmeye zorlayan anlayışı geride bırakmak mecburiyetindeyiz. 93 yıldır başımıza ne geldiyse işte bu anlayıştan gelmiştir” diyerek savunma eksenli ulusal güvenlik konseptinin günümüz koşullarına cevap vermediğini ve terk edilmesi gerektiğini açıklıyor.

Yeni ulusal güvenlik konsepti:
Artık savunma eksenli ulusal güvenlik politikasından saldırı eksenli ulusal güvenlik politikasına geçerek yeni bir ulusal güvenlik konsepti oluşturmanın zamanı geldiğini açıklıyor Erdoğan. Bu konseptin belirleyici özelliği, düşman olarak algılanan güçlerin sınır ötesinde imha edilmesidir. Bu konsepti şöyle açıklıyor:

2016 yılında 1923’ün psikolojisiyle hareket edemeyiz, bunda ısrar etmek ülkeye ve millete yapılacak en büyük haksızlıktır. Cumhuriyetimizi kurduğumuzdan beri dünyada her şey değişirken, biz o tarihteki konumumuzu korumayı kazanç olarak göremeyiz...

Nitekim şöyle bir geriye dönüp baktığımızda, sorun kapıyı çalmadan, bıçak kemiğe dayanmadan, gırtlağımıza kadar bataklığa gömülmeden harekete geçemediğimizi görüyoruz. Bunun için, dikkat ederseniz kapımız hiç boş kalmadı, rahat nefes aldığımız dönemimiz hiç olmadı ve her dönem bu tür bedeller ödedik...

Türkiye artık bu yanlış güvenlik anlayışını terk etmiştir, bunu bitirmiştir. Bundan sonra sorunların kapımızı çalmasını beklemeyeceğiz. Bundan sonra bıçak kemiğe dayanana kadar sabretmeyeceğiz. Bundan sonra gırtlağımıza kadar bataklığa gömülmeye rıza göstermeyeceğiz. Artık sorunların üzerine biz gideceğiz. Terör sorunumuz mu var? Terör örgütlerinin gelip bize saldırmasını beklemeyeceğiz, bu örgütler nerede faaliyet gösteriyorsa, nerede yuvalanıyorsa gidip orada tepelerine tepelerine bineceğiz. Suriye’de, Irak’ta bize yönelik tehditler mi var? Bu tehditlerin sınırlarımıza dayanmasını beklemeyeceğiz, tehditleri kaynağında yok etmenin, çözmenin çaresine bakacağız. Sineklerle uğraşmak yerine, bataklığı kurutmanın yollarını bulacağız”.

Diktatör Erdoğan ulusal güvenlik politikasında radikal bir değişimden bahsetmektedir. Bu yeni ulusal güvenlik konseptine göre Türkiye, hiçbir tehdidi ülke sınırları içinde karşılamayacak, tehdidi kaynağında, nereden geliyorsa orada vuracak.

Türkiye'nin ulusal güvenliği müttefiklere bırakılamaz: Suriye savaşıyla birlikte Türk burjuvazisinin NATO hakkında düşüncelerinde belli değişimler oluşmaya başlamıştır: Ortadoğu'da özellikle Suriye'den kaynaklı kendine yönelik saldırılar söz konusu olduğunda NATO'nun soruna gönülsüz müdahil olma tavrı veya Türk burjuvazisinin algılamasına göre müttefik ülkelerin Türkiye'den ziyade terör örgütleriyle ilişki içinde olmaları, Türk burjuvazisinde ulusal güvenliğin müttefiklere bırakılamayacak kadar önemli olduğu düşüncesinin gelişmesine neden olmuştur. 15 Temmuz darbe girişiminde Batılı müttefik ülkelerin tavrı da güvensizliğin tuzu biberi olmuştur. Özellikle bu darbe girişiminden sonra başta ABD olmak üzere Batılı müttefik ülkelerin terörizm konusundaki tavırları; Türkiye'yi, Suriye ve Irak'tan uzak tutmaya çalışmaları ve Türk burjuvazisinin algılamasına göre çarpık ilişkiler (Rojava'da PYD-ABD ilişkisi) sonuçta yeni güvenlik konseptinin oluşturulmasına yol açmıştır. Bu konsepte müttefiklere güvenme yerini, kendi gücüne güven alıyor (2).

15 Temmuz başarısız darbe girişiminde başta ABD olmak üzere Batılı müttefiklerinin suçüstü yakalanma durumu, darbe sonrasında iktidar ile müttefikleri arasındaki ilişkilerin gerilmesi, Türk burjuvazisine travma yaşatmıştır. Bu travma, darbede “Gülen Hareketi”nin oynadığı rolden daha da ağır ve önemli olmuştur. Varlığımıza kast ediliyor ve kast edenler de müttefiklerimizdirden hareketle Türk burjuvazisi, bu coğrafyada var olmak için kendi gücüne dayanan ulusal güvenlik politikası geliştirilmesi gerektiği sonucuna varmıştır.

Gelişmesinin ve müttefiklik ilişkilerindeki gelişmenin bu aşamasından sonra Türk burjuvazisinin Batı'yla sorunsuz denebilecek güvenlik ilişkilerine geri dönmesi beklenmemelidir.

Yeni ulusal güvenlik konsepti kuşatılmışlığı kuşatmaya dönüştürme konseptidir: NATO üyeliğiyle birlikte Türkiye, Amerikan emperyalizmi önderliğinde kapitalist dünyanın çıkarlarını savunmak için sosyalist, sonra da revizyonist dünyayı kuşatanlar arasında yer almıştır. Suriye savaşından bu yana ise hem müttefikleri hem de Rusya tarafından kuşatılmış durumdadır. Türk burjuvazisi bu kuşatmayı kırmak için yeni ulusal güvenlik konsepti oluşturmaktadır. Bu konsept, Türkiye'nin bu kuşatılmışlıktan kurtulmak, hapsedildiği çemberi kırmak için geliştirdiği veya ana hatlarıyla açıkladığı jeopolitik anlayışını da dile getirmektedir. Bu jeopolitik anlayışın temel özelliklerini herhangi bir sistematiğe tabi tutmadan şöyle özetleyebiliriz:

- Kuşatılmak istemiyorsan, kuşatmak istiyorsan, kuşatmak isteyeni sınır dışında karşılamak ve imha etmek zorundasın (3).

-Kuşatmayı yarmak için Türkiye kendi gücüne güvenecektir, kimseden (müttefiklerden) izin ve talimat almayacaktır.
-Bu coğrafyada var olmak için Türkiye, kuşatılmışlığı, kuşatmaya dönüştürmek zorundadır; diğer bir ifadeyle, kuşatmak için sınır dışı odaklı savunma kalkanı oluşturulmalıdır.

Bu nedenle Akdeniz'den başlayarak Irak sınırına kadar, yani Rojava'da kesintisiz bir tampon bölge oluşturulmalıdır. Ancak böyle bir tampon bölge oluşturulursa, yani Rojava devrimi boğulursa Suriye ve Irak toprakları Türkiye için saldırı üssü olmaktan çıkartılmış olur. Bu nedenle Türk burjuvazisi Halep-Musul hattını kendi güvenliği için savunma hattı olarak görmektedir. Halep-Musul hattı aynı zamanda Misak-ı Milli'nin güney sınırlarıdır. Bunu daha açık bir biçimde Erdoğan, Kürt Özgürlük Hareketi'ne karşı mücadele bağlamında Suriye ve Irak'ta, şu anda Kerkük'te, Musul'da, Telafer'de, Sincar'da bu mücadeleyi yine sürdüreceğiz” diyerek Misak-ı Milli'nin tam sınırını çizmektedir.

Açık ki, Türk burjuvazisi, ulusal güvenlik adı altında jeopolitik açılımını gerçekleştirmek için saldırgan olacaktır; bunu da tehdide karşı proaktif olmak, önleyici tedbirler almak; tehdidi sınır ötesinde karşılamak ve imha etmek perspektifiyle yapacaktır.

Erdoğan'ın Misak-ı Milli'si 
 
Birileri 10 bin kilometreden bölgeye müdahale ediyorsa, bizim müdahalemiz çok daha haklı ve meşrudur”, “Yanıbaşımızda birileri din kardeşlerimizi, kendi halkını katlediyorsa biz buna sessiz kalamayız”, “Cerablus’a müdahalemiz, Musul’a müdahale kararlılığımız Suriye’nin, Irak’ın toprak bütünlüğü içindir”. Şimdi Libya “seferi”ni de aynı çerçevede görmektedir.

"Tribünden izleyemeyeceklerini" ilan eden diktatör Erdoğan’ın bu açıklamaları hezeyan, boş laflar, iç politikaya yönelik çıkışlar, abartılar vs. olarak görülebilir. Doğrudur, bunların da payı var, ama bu çıkışların Türk burjuvazisinin bugün geldiği aşamayı ve taleplerini gösterdiğini söylemekle de bir şey kaybetmiş olmayız.

"Uluslararası hukuk çerçevesinde sahada ne gerekiyorsa onu yapıyoruz. Güney sınırımız boyunca bir terör bölgesi oluşmasına asla izin vermeyeceğiz. Cerablus operasyonu bu konudaki kararlılığımızın bir ifadesidir. Dabık aynı şekilde."

"Şimdi diyorlar ki, El Bab'a inmeyin, mecburuz ineceğiz. Terörden arındırılmış bir bölge oluşturmak zorundayız. Irak'ta da kendi ülkemizin güvenliği için sahada etkin olmaya çalışıyoruz. Bunun yanında bin yıllık kardeşliğimiz gereği orada insanların geleceğinin karartılmasına izin vermeyeceğiz."
"Musul, Kerkük, Haseki'deki kardeşlerimizin güvenliğini de kendimizinkinden farklı görmüyoruz. Biz sadece kendimiz ve bölgemizdeki kardeşlerimiz için barış ve huzurdan başka bir şey istemiyoruz."

"Ülkemizin güvenliğini ilgilendiren konuları tribünden izlemeyeceğiz. Terör koridoruna izin vermeyeceğiz. El Bab'a inmeyin diyorlar. Koalisyon razı olursa Rakka'da da gerekeni yapacağız. Terör örgütlerini yanımıza almayacağız..Irak'ın mezhep savaşına sürüklenmesine kayıtsız kalmayacağız. Topraklarımızın güvenliği için sahada etkin olmaya çalışıyoruz. İştahı kabaranların heveslerini kursaklarında bırakacak güce sahibiz. Kardeşlerimizin güvenliğini kendimizinkinden farklı görmüyoruz." (Günlük burjuva gazetelerden derlenmiştir)

-Cerablus Misak-ı Milli'nin gerçekleştirilmesinin ilk adımıdır; Suriye bölünecektirin veya bölünmelidirin Türkiye açısından ilk adımıdır. Bu adım atılmış ve o bölge “Fırat Kalkanı Harekatı” sonucunda işgal edilmiştir.

-İş Suriye'nin bölünmesine veya federatif yapılanmasına gidince, Türkiye işgal ettiği bölgelerden kolay kolay çıkmaz.

-Cerablus’a girişi gibi Musul ve Telafer giriş olursa, Ortadoğu jeopolitiği tamamen değişir...

Cerablus-El Bab-Rakka-Telafer-Musul hattını birleştirmek Türkiye'nin hayalidir. Bu hat, Güneyde Misak-ı Milli'nin yaklaşık sınırıdır.
Bu hattın gerçekleştirilmesi durumunda Rojava devrimi çembere alınmış olur ve boğulma tehlikesiyle karşı karşıya kalır. Cerablus-El Bab-Rakka-Telafer-Musul hattı birleştirilememiş, ama Efrin ve “Barış Pınarı Harekatı”yla geriye kalan Rojava’nın bir kısmını doğrudan işgal ederek diğer kısımlarında kontrolü, imzaladığı mutabakatlarla ABD ve Rusya/Esad rejimine bırakan faşist diktatörlük Rojava devrimini boğma ve tasfiye etme amacına ulaşmıştır.

Böylece güneyde Misak-ı Milli sınırları dışında kalan bölgeler (Batı Kürdistan) kısmen işgal edilmiş oldu.

Diktatör Erdoğan, "Kilis'ten Kırıkhan'a doğru uzanan bölgede ülkemize yönelik bölgeyi de teröristlerden temizleme konusunda da gereğini yaparız. Bu mesele bizim için beka meselesi”dir diyor. Diğer bir ifadeyle, Afrin'i ortadan kaldıracağız, işgal edeceğiz demiyor, ama Kilis-Kırıkhan hattıyla bunu kast ediyor. Bu da bir Misak-ı Milli gereğidir. “Zeytin Dalı Harekatı”yla Efrin de işgal edilmiş oldu (4).

Diktatör Erdoğan, "Şimdi bataklığı kurutma devrine girdik, bundan sonra sabredelim, bekleyelim yok. Olay nerede ise ise orada bitirilecek”, “terör örgütlerini" kendi sınırlarımız içinde karşılamayacağız derken komşu ülkelere terör bahanesiyle her an saldırabiliriz diyor. Bu da Misak-ı Milli'nin gerçekleştirilmesi için bir vesile yapılacaktır...

Açık ki, Misak-ı Milli bir vesiledir; bununla bütün toplumu, ordudaki Kemalistleri de arkasına alarak toplumu Türk milliyetçiliği, şovenizmi potasında birleştiriyor.

Misak-ı Milli, belli bir dönem Türk şovenizmi için önemli bir malzeme olmuştur. Ama şimdi, Erdoğan'ın ağzından Misak-ı Milli sadece şovenizmi körüklemek için bir araç olmaktan çıkmış, Türk burjuvazisinin yakın coğrafya jeopolitiğinde belirleyici önemi olan bir vizyona, savaş programına dönüşmüştür...
İşte bu, Türk burjuvazisinin geldiği noktadır...



*

Ayrıca bkz.:

-İbrahim Okçuoğlu; Emperyalist Küreselleşme ve Değişen Güçler Dengesi, Sınırsız kitap, Eylül 2018.

- http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com; DARBE KARAKTERLİ “RENKLİ DEVRİM” GİRİŞİMİ VE SONRASI (I), 2 Eylül 2016.

- http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com; ORTADOĞU'DA “İT DALAŞI” VE TÜRK BURJUVAZİSİNİN DURUMU - ORTADOĞU'DA “İT DALAŞI” VE TÜRK BURJUVAZİSİNİN DURUMU, (Darbe Karakterli “Renkli Devrim” Girişimi ve Sonrası – II),13 Ekim 2016.

- http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com; MUSUL “SEFERİ” VE TÜRK BURJUVAZİSİNİN DURUMU, (Darbe Karakterli “Renkli Devrim” Girişimi ve Sonrası – III), 12 Kasım 2016.

- http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com; ULUSAL GÜVENLİK POLİTİKASI VE TÜRK BURJUVAZİSİNİN DURUMU - ULUSAL GÜVENLİK POLİTİKASI VE TÜRK BURJUVAZİSİNİN DURUMU, (Darbe Karakterli “Renkli Devrim” Girişimi ve Sonrası – IV), 30 Aralık 2016.

- http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com; EMPERYALİSTLEŞEN TÜRKİYE VE TÜRK BURJUVAZİSİNİN DURUMU - EMPERYALİSTLEŞEN TÜRKİYE VE TÜRK BURJUVAZİSİNİN DURUMU, (Darbe Karakterli
-“Renkli Devrim” Girişimi ve Sonrası – V - son makale), 14 Mart 2017.


Açıklamalar:

1) 9. Avrasya İslam Şûrası açılışında yaptığı konuşmadan (11.10.2016):
Bizim Türkiye olarak hem ülkemize yönelik terör tehdidinin kaynaklarını barındırması, hem de bin yıllık komşuluk ve kardeşlik hukukumuz gereği meseleye müdahil olmamızı istemeyenler diğer ülkelere ses çıkarmıyor. Hâlbuki eğer Irak ve Suriye’nin başı dertteyse, sorunun çözümü için her türlü çabayı göstermek, tedbiri almak en çok Türkiye’nin sorumluluğudur. Bu her şeyden önce kardeşliğin, komşuluğun bir gereğidir. Bunun için de bir yerlerden izin almaya ihtiyacımız yoktur, almayı da düşünmüyoruz, bunun da böyle bilinmesini özellikle ifade ediyorum. Bazı ülkeler binlerce kilometre uzaktan gelip Afganistan’da ve daha pek çok yerde kendine tehdit oluşturduğu iddiasıyla operasyon yapacak, Türkiye yanı başında 911 kilometre Suriye sınırı, 350 kilometre Irak sınırı, buradaki tehlikeye müdahale edemeyecek; biz bu çarpıklığı asla kabul etmiyoruz”.
Diktatör Erdoğan, “18. Muhtarlar Toplantısı”nda konuşuyor (19.10.2016):
Malum son zamanlarda gündemde olan önce Lozan’ı ifade ederek gündeme düşürdüğümüz konu, ardından Misakı Milli konusu, işte bunlar hepsi bu sürecin nasıl yönetildiğini, bizlere nasıl bazı gerçekleri yanlış öğrettiklerinin en açık ifadesidir.

Gençlerimizin Lozan’ı incelemesi, araştırmasıyla, birileri rahatsız oluyor, varsın rahatsız olsun. Niye korkuyorsunuz? Tartışılsın, incelensin, kim ne demiş görülsün, doğru-yanlış bilelim...Lozan...acaba doğru mudur, bu soruyu kendimize bir soralım. Yanlış diyenler varsa, niye yanlış diyor, bunu da soralım...

Misakı Milli dedik değil mi? Şimdi Misakı Milli niye rahatsız ediyor? Misakı Milliyi gündeme getiren kim? Gazi Mustafa Kemal. Niye rahatsız oluyorsunuz? Bak biz rahatsız olmuyoruz. Misakı Milli batıdan doğruya nasıl başlıyor, burada bir tarih yok mu? Burada bu milletin geçmişi yok mu? Niye rahatsız oluyorsunuz? Rahatsız olmayın. Onun için de bunu da öğrenelim, bilelim, dün neydi, bugün ne? Ve bunu tabi birileri anlamak istemiyor, derdi başka, ama anlayanlar var hamdolsun...

Şimdi bugün şöyle bir geriye dönüp baktığımızda manzara nedir? Osmanlı öylesine büyük, öylesine köklü bir devletti ki, bu devin yıkılışı milletimiz üzerinde maddi ve manevi olarak derin yaralara yol açmıştır. 1914 yılında…2,5 milyon kilometrekare olan topraklarımızın büyüklüğü 9 yıl sonra Lozan’ı imzaladığımızda, daha sonra topraklarımıza katılan Hatay’la birlikte 780 bin kilometrekareye düşmüştü. Bakın 2,5 milyondan 780 bin kilometrekareye, süre ne kadar dar.

Kurtuluş Savaşımıza girerken hedefimiz, Misakı Milli sınırlarımıza sahip çıkmaktı. Maalesef hem batı, hem de güney sınırlarımızda Misakı Milli hedeflerimizi koruyamadık. Dönemin şartları itibarıyla bu durumu mazur görenler, göstermeye çalışanlar olabilir, bu yaklaşımı bir yere kadar mazur görmek mümkündür. Asıl vahimi, zorunluluktan kaynaklanan bu durumu esas olarak kabul edip kendimizi tamamen bu kabuğun içine hapsetme anlayışıdır. Biz işte bu anlayışı reddediyoruz. Türkiye’yi 1923’ten beri böyle bir kısır döngüye hapsedenlerin amacı, coğrafyamızdaki bin yıllık varlığımızı, Selçuklu ve Osmanlı geçmişimizi bize unutturmaktır. Biz 780 bin kilometrekareye nelerden geldik biliyor musunuz? Şöyle bir geçmişe iyice bakarsak, 20 milyon kilometrekarelerden geldik.
2016 yılında 1923’ün psikolojisiyle hareket edemeyiz, bunda ısrar etmek ülkeye ve millete yapılacak en büyük haksızlıktır. Cumhuriyetimizi kurduğumuzdan beri dünyada her şey değişirken, biz o tarihteki konumumuzu korumayı kazanç olarak göremeyiz, çünkü biz Kurtuluş Savaşımızı ‘hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır, o satıh tüm vatandır’ stratejisiyle kazanmış bir milletiz. İstiklalimizi bu anlayışla kazandığımız halde, bizi Cumhuriyet tarihimizin tamamını hattı müdafaayla geçirmeye zorlayan anlayışı geride bırakmak mecburiyetindeyiz. 93 yıldır başımıza ne geldiyse işte bu anlayıştan gelmiştir.

Nitekim şöyle bir geriye dönüp baktığımızda, sorun kapıyı çalmadan, bıçak kemiğe dayanmadan, gırtladığımıza kadar bataklığa gömülmeden harekete geçemediğimizi görüyoruz. Bunun için, dikkat ederseniz kapımız hiç boş kalmadı, rahat nefes aldığımız dönemimiz hiç olmadı ve her dönem bu tür bedeller ödedik. Siyasette büyük bedeller ödedik; darbelerle, muhtıralarla, vesayet yönetimleriyle çok zaman kaybettik. Ekonomide büyük bedeller ödedik; aynı kulvarda yarışa başladığımız ülkelerin fersah fersah maalesef gerisinde kaldık...

...Türkiye artık bu yanlış güvenlik anlayışını terk etmiştir, bunu bitirmiştir. Bundan sonra sorunların kapımızı çalmasını beklemeyeceğiz. Bundan sonra bıçak kemiğe dayanana kadar sabretmeyeceğiz. Bundan sonra gırtlağımıza kadar bataklığa gömülmeye rıza göstermeyeceğiz. Artık sorunların üzerine biz gideceğiz. Terör sorunumuz mu var? Terör örgütlerinin gelip bize saldırmasını beklemeyeceğiz, bu örgütler nerede faaliyet gösteriyorsa, nerede yuvalanıyorsa gidip orada tepelerine tepelerine bineceğiz. Suriye’de, Irak’ta bize yönelik tehditler mi var? Bu tehditlerin sınırlarımıza dayanmasını beklemeyeceğiz, tehditleri kaynağında yok etmenin, çözmenin çaresine bakacağız. Sineklerle uğraşmak yerine, bataklığı kurutmanın yollarını bulacağız...

Türkiye, Suriye ve Irak’ta yaşanan hadiseler karşısında da işte bu yeni güvenlik anlayışımıza uygun bir duruş sergiliyor. Yıllarca Suriye’de hem mazlum Suriye halkının mağduriyetini giderecek, hem ülkemizin sınırlarının güvenliğini sağlayacak bir çözüm bulunması için bekledik. Ama baktık ki biz bekledikçe sorunlar üzerimize geliyor. Bir yanda DEAŞ terör örgütü, diğer yanda PYD-YPG terör örgütü karşımızda bayrak sallamaya başlayınca anladık ki kimseden bize fayda yok, kendi göbeğimizi kendimiz kesmemiz gerekiyor...

İşte Cerablus, Rai, Dabık...Ama şimdi birileri bize akıl veriyor. Ne diyorlar? ‘Dabık’a girdiniz, iyi, bundan dolayı tebrik ederiz, kutlarız; ama daha aşağıya gitmeyin.’ Daha aşağıda ne var? El-Bab var. Kusura bakmayın, biz oraya da gideceğiz. Niye gideceğiz? Çünkü bizim tehdidi altında olduğumuz yer çizgi olarak söylüyorum, Dabık’ta bitmiyor, El-Bab’ın da güneyine doğru iniyor. Ve oradan bizim Münbiç’i de koalisyon güçleriyle beraber kuşatma altına almamız lazım...

Türkiye’nin Musul operasyonuna girmesini engellemeye çalışanlar, Suriye’deki oyunlarını bozmamızdan rahatsız olanlardır. İstiyorlar ki Türkiye yerinde otursun, olup bitenleri seyretsin, sonra da payına düşen bedel neyse onu ödesin...Asıl mesele, bölgenin yeniden yapılandırılması meselesidir.

Bağdat Hükümeti ve Esad rejimi gibi yapılar ile terör örgütleri eliyle hayata geçirilmeye çalışılan bu proje, Türkiye’nin bekasını tehdit ediyor. Hiç kimsenin bu oyunda bize biçtiği role rıza göstermek zorunda değiliz. Türkiye olarak kendi planlarımızı uygulamaya başladık...

Biz hem sahada olacağız, hem de masada olacağız.’ Ve bu yeni yaklaşımın gereği olarak da Musul meselesini Musul’da çözmek mecburiyetindeyiz. Şayet Musul’u feda edersek, mezhepçiliğe feda edersek sorunun kendi sınırlarımıza dayanmasını engelleyemeyiz.

Musullu kardeşlerimizle birlikte Kuzey Irak Yönetimi, hatta tüm bölge bu süreçten çok büyük zarar görecektir. Suriye’de hangi amaçla ve nasıl harekete geçtiysek, Musul için de aynı şekilde davranmakta kararlıyız. Çünkü Musul’un tamamı kahir ekseriyeti Arap Sünni ve bir miktar da Türkmen Sünni kardeşlerimiz var. Biz orayı kalkıp da farklı bir mezhebi anlayışa terk edemeyiz...

Bölgede etkin olan ülkeler Türkiye’nin bu hakkını saygı göstermek mecburiyetindedir. Bizim 911 kilometre Suriye sınırımız var, 350 kilometre Irak sınırımız var. Biz burada sınırdaş olacağız, biz söz söylemeyeceğiz; sınır olmayan onlar istediği gibi kesecek biçecek, ondan sonra da elbiseyi yapacak… Yok böyle bir şey. Bu tavrımızın ne savaş çığırtkanlığıyla, ne Irak’ın egemenliğini ihlalle, ne de başka herhangi bir art niyetle ilgisi yoktur. Biz kendi istiklalimizi ve istikbalimizi korumak için mücadeleyi nerede yürütmemiz gerekiyorsa orada olmak istiyoruz. Şu anda bunun yeri Musul’dur, öyleyse biz Musul’da olacağız...

Suriye’deki, Irak’taki, Balkanlar’daki, Kafkaslar’daki bütün yerler gibi Halep’i de kendimizden ayrı görmedik, göremeyiz”.
Bursa Toplu Açılış Töreni”nde yaptığı konuşmadan (22.11.2016):
Cumhuriyet bizim ilk değil son devletimizdir. Bu devletin sınırlarını gönüllü olarak kabul etmiş de değiliz, onu da söyleyeyim. Unutulmamalıdır ki Cumhuriyeti kuran kadronun çok önemli bir bölümünün dahi doğduğu, büyüdüğü topraklar yeni devletimizin sınırları dışında kalmıştır. Neyi kastettiğimizi anlıyorsunuz değil mi? Bunu Bursalılar çok iyi bilir.

Uzun zamandır yaşadığımız kesintisiz savaşların, kayıpların etkisiyle biraz nefes alabilmek, kendimizi toparlayabilmek için o dönemde buna tamam denmiş olabilir. Asıl yanlış; dönemin tartışmalı şartları içinde yapılan bu fedakârlığa teslim olup devlet ve toplum hayatını buna göre inşa etmeye kalkışmaktır; işte biz bunu kabul etmiyoruz, böyle bir şey yok. Artık bu yanlış tarih ve medeniyet algısından vazgeçilmesi gerektiğini söylüyoruz” (8).

Söylenenler oldukça açık. Faşist rejim, ulusal güvenliği sınır ötesinde operasyonlarla sağlamak için yeni bir konsept oluşturduğunu açıklıyor. Bu konsepte göre de yapılması gereken neyse onu yapacağım diyor.

Türk burjuvazisi şimdiye kadar NATO'nun uluslararası güvenlik konseptine entegre edilmiş güvenlik konseptini artık yanlış buluyor, yeni güvenlik konseptini “tehdidi yerinde yok et” adı altında doğrudan saldırı eksenli konsept olarak geliştiriyor. Bu konseptin temel özelliklerini ana başlıklar olarak sıralayacak olursak:

Lozan bir zorunluluktu – Hedef Misak-ı Milli'dir

Gelişmesinin bu aşamasında Türk burjuvazisi, Lozan Antlaşmasıyla belirlenmiş olan sınırları tanımadığını ve hedefinin Misak-ı Milli olduğunu savunuyor ve bunu da Erdoğan vasıtasıyla açıklıyor. Tarihi yeniden yazmak için -burjuvazi tarihi, çıkarlarına göre sürekli yeniden yorumlayabilir- Lozan'ı “incelenmesi, araştırılması”, gerçeklerin öğrenilmesi için tartışmaya açıyor. Erdoğan, şimdiye kadarki resmi tarihin Lozan'ı büyük bir zafer olarak ele aldığını, toplumun ve özellikle de gençliğin bu algılamayla yetiştirildiğini, bunun doğru olmadığını, şimdi gerçekleri dile getirmenin zamanı geldiğini açıkça ifade ediyor.

Erdoğan'a göre Misak-ı Milli'nin o zaman gerçekleştirilememesi, birtakım zorunluluklardan dolayı kabul edilebilir, ama artık bu zorunluluğun maddi nedenleri çoktan ortadan kalkmıştır. Erdoğan, Lozan'la çizilmiş olan sınırları “Bu devletin sınırlarını gönüllü olarak kabul etmiş de değiliz” diyerek reddediyor ve esas amacının saldırganlık ve başka (komşu) ülkeleri işgal etmek olduğunu açıklıyor. Bu, bir savaş programıdır.

Misak-ı Milli anlayışına M. Kemal sosunu bulaştırarak, kendine kemalist diyen çevreleri de bu açılıma katmak isteyen diktatör Erdoğan, Misak-ı Milli sınırları içinde ve dışında sahip çıkılması gereken bir tarihin; kast ettiği coğrafyada “bu milletin geçmişi”nin olduğunu ifade ediyor. Kurtuluş savaşının hedefinin Misak-ı Milli sınırlarına (9) sahip çıkmak olmasına rağmen, bu hedefe ulaşılamadığını açıklıyor. Bahsettiği bu coğrafya, şimdiki sınırları çevreleyen İran hariç yakın alandır; 2,5 milyon kilometrekare ile bu alanı kast ediyor ve 780 bin kilometrekareye çekilmişliği kabullenmenin hata olduğunu açıklıyor: Asıl vahimi, zorunluluktan kaynaklanan bu durumu esas olarak kabul edip kendimizi tamamen bu kabuğun içine hapsetme anlayışıdır. Biz işte bu anlayışı reddediyoruz. Türkiye’yi 1923’ten beri böyle bir kısır döngüye hapsedenlerin amacı, coğrafyamızdaki bin yıllık varlığımızı, Selçuklu ve Osmanlı geçmişimizi bize unutturmaktır”.

Bu yakın alan coğrafi sınır çizimi “yeni Osmanlıcılık” olarak da tanımlanabilir. Önemli olan bu alanın hangi kavramla tanımlandığı değil, önemli olan Türk burjuvazisinin bugün gelmiş olduğu gelişmişlik sürecinde bir Misak-ı Milli talebiyle “arka bahçe”den bahsetmesidir. Açık ki bu, Türk burjuvazisinin yakın alan jeopolitik hedefidir.
2)Bu durumu Erdoğan şöyle açıklıyor:
Yıllarca Suriye’de hem mazlum Suriye halkının mağduriyetini giderecek, hem ülkemizin sınırlarının güvenliğini sağlayacak bir çözüm bulunması için bekledik. Ama baktık ki biz bekledikçe sorunlar üzerimize geliyor. Bir yanda DEAŞ terör örgütü, diğer yanda PYD-YPG terör örgütü karşımızda bayrak sallamaya başlayınca anladık ki kimseden bize fayda yok, kendi göbeğimizi kendimiz kesmemiz gerekiyor...

İşte Cerablus, Rai, Dabık...Ama şimdi birileri bize akıl veriyor. Ne diyorlar? ‘Dabık’a girdiniz, iyi, bundan dolayı tebrik ederiz, kutlarız; ama daha aşağıya gitmeyin.’ Daha aşağıda ne var? El-Bab var. Kusura bakmayın, biz oraya da gideceğiz. Niye gideceğiz? Çünkü bizim tehdidi altında olduğumuz yer çizgi olarak söylüyorum, Dabık’ta bitmiyor, El-Bab’ın da güneyine doğru iniyor. Ve oradan bizim Münbiç’i de koalisyon güçleriyle beraber kuşatma altına almamız lazım...”.

3) Esas hedef, “sinekler” değil, bataklıktır; yani tehdidin kaynağı esas hedeftir. Bu durumda Suriye ve Irak üzerinden Türkiye'yi tehdit edenler hedef alınacaktır. Suriye ve Irak üzerinden tehdidi Türk burjuvazisi sadece Kürt Özgürlük Hareketiyle sınırlamamaktadır; onun algılamasına göre Türkiye'yi bölmek isteyen Batılı güçler bunu “terör” örgütü üzerinden gerçekleştirmek istiyorlar. Türk burjuvazisinin algılamasına göre bütün terör örgütleri belli devletlerin kontrolü altındadır (Kürt Özgürlük Hareketi, devrimci ve komünist örgütler de terör örgütleri olarak görülmekteler ve dolayısıyla şu veya bu devletin çıkarları için mücadele etmekteler). Türkiye'ye karşı rekabet içinde olan, Türkiye'yi vurmak isteyen ülkeler bunu terör örgütleri üzerinden yapmaktalar. Bu nedenle bu terör örgütlerinin Türkiye'ye karşı sınır içindeki ve dışındaki faaliyetleri, Türkiye'ye karşı bir savaş halinin yansımasıdır. Bu nedenle bu terör örgütleri nerede konuşlanmışlarda (bataklık) orada imha edilmelidir. Türk burjuvazisinin algılamasına göre bu ve yakın coğrafyada çıkarları olan ülkeler, Türkiye'nin terörle meşgul olmasını ve başka bir şey yapacak durumda olmamasını istiyorlar. Bu durumda Türkiye bu yüzyılı kaybedecektir; kaybetmesini isteyen ülkeler kazanacaktır. O halde Türkiye bu yüzyılı kaybetmemek için kaybetmesini isteyen ülkeleri yönlendirdiği terör örgütleri üzerinden vurmalıdır.
Bugün için bu örgütler Türkiye'yi Irak ve Suriye üzerinden vurdukları için Türkiye de onları Suriye ve Irak topraklarında vurmalıdır. Bu nedenle Suriye'ye girilmiştir. Bu nedenle, gerekirse Irak'a da girilecektir. Türk burjuvazisi ulusal güvenliğini sağlamak için sınır ötesi müdahalesinin sadece “Fırat Kalkanı” ile sınırlı kalmayacağını, Afrin'in (Kilis-Kırıkhan hattı) ve Fırat'ın doğusunun da (Kobane Kantonu) hedef alınacağını, gerekirse Irak'a da aynı amaçla girileceğini açıkça ilan etmektedir.

4)Kuşatılmışlıktan kuşatmaya geçmenin birçok ayağı vardır. Şimdiye kadar bu politika Suriye ve Irak'da; Kürdistan’ın Rojava ve Güney bölgelerinde uygulandı. Ancak sorun sadece bununla sınırlı değildir.

Bu politikanın bir de Ege denizi ve adalar ayağı var. Diktatörün şu sözleri meseleyi açıklıyor: ”Karşımızdakilerin hak hukuk adalet gibi bir dertleri yok. Haklarımıza göz dikenler meydanın boş olmadığını bilsin. Akdeniz'de en uzun kıyı şeridine sahip Türkiye'nin balıkçılıktan yüzde 1 alacağı bir düzene razı olmayacağız. Ege'deki egemenliği kendine ait olmayan ada, adacık gibi kendileri hazırladığı projeyle ortaya çıkanlar meydanın boş olmadığını bilmeliler. Ülkemize emrivaki yapılmasına izin veremeyiz”. (23 Ara 2019 tarihli Sabah gazetesinden)

Bu politikanın bir de Batı Trakya cephesi de var.

Bu politikanın Kıbrıs eksenli Akdeniz cephesi de var: Uzatmaları oynayan Kıbrıs sorunu, bölünmüşlüğün bir biçimde resmileştirilmesiyle sonuçlandırılabilir. Son dönemlerde Kıbrıs adası ve çevresinde keşfedilen enerji yatakları ve devam eden sondaj çalışmaları bu sahada rekabetin şimdiye kadar olduğundan daha da keskinleşeceğini göstermektedir. Türk burjuvazisini bu rekabet dışında kalmayacaktır.

Kuşatılmışlıktan kuşatmaya geçmenin Kafkasya cephesi de var: Türkiye, Gürcistan ve Azerbaycan'da da askeri faaliyet sürdürmektedir. Azerbaycan ve Gürcistan'ın en azından Batum bölgesi Türkiye için oldukça önemlidir. Bölge olarak Batum, Misak-ı Milli'nin sınırları içindedir. Türk burjuvazisi bu yönden gelebilecek tehdidi önlemek için bu coğrafi alanı kontrol etmek gerektiği anlayışındadır.
Türkiye son birkaç yıla kadar BM barış gücü şemsiyesi altında çok sayıda ülkede görev almıştır. Ama son birkaç yıldır, BM'den bağımsız olarak çok sayıda ülkede askeri faaliyet sürdürmektedir: Somali, Katar, Irak'taki mevcut üslerinin yanı sıra Arnavutluk, Azerbaycan ve Gürcistan'da üs kurma çabaları var, Afganistan'da NATO kapsamında karargahı var (10).

Türk burjuvazisi, Osmanlı döneminde olduğu gibi yeniden üç kıtada varız diyor!. Ama burada önemli olan Balkanlar-Kafkasya/Hazar Havzası-Ortadoğu üçgeninin her bir köşesinde askeri varlık göstermesidir.
Bütün bunlar kuşatılmışlığı kırmanın, kuşatmaya geçmenin, diğer bir ifadeyle; ulusal güvenliği sağlamak için tehdidi sınır ötesinde alınacak tedbirlerle önleme, imha etme, sınır ötesi savunma kalkanı kurma aşamasına geçmenin açık ifadesidir.

Bu da yetmiyor. Uluslararası alanda teröre karşı mücadele adı altında Türkiye, Irak, Somali ve Katar'da askeri üsler kurdu, Sudan’a “el attı”. Bu durumda Türk burjuvazisi, kuşatılmışlığı parçalamış olmanın ötesinde, Alman emperyalizminin Almanya'nın çıkarlarını Hindikuş'unda savunmak için Afganistan işgaline ve savaşına katıldığı gibi, Türk sermayesinin çıkarlarını korumak için Katar, Somali, Afganistan ve Sudan'a uzanmak gerekir anlayışındadır.
Şimdi buna Libya da eklendi.

Neden Libya, Libya’da ne işimiz var türünden burjuva basında dillendirilen tepkilere verilen cevap yeni ulusal güvenlik konseptinin saldırı eksenli olduğunu göstermektedir. (“Türkiye'nin savunması Libya'dan başlıyor, yeni konsept bu. Türkiye terörle mücadele konseptini ‘terörü sınır dışında önlemek’ şeklinde değiştirdi. Türkiye’nin Libya ile yaptığı anlaşmalar, “her türlü hak ve çıkarlarını da sınır ötesinde koruma konsepti”ne işaret ediyor.”, Libya’ya asker, savunma kalkanını orada kurmaktır.” “Akdeniz Kalkanı Harekatı Libya'ya kadar genişletilmeli”). Türk burjuvazisi, ulusal güvenlik adı altında jeopolitik açılımını gerçekleştirmek için saldırgan olacaktır; bunu da tehdide karşı proaktif olmak, önleyici tedbirler almak; tehdidi sınır ötesinde karşılamak ve imha etmek perspektifine göre açıklamaktadır.
Daha önce Rojava, şimdi de Doğu Akdeniz ve Libya için atılan savaş naraları, “kılıç” şakırtıları, dizginsiz şovenizm ve militarist açıklamalar yeni ulusal güvenlik konseptinin bir savaş programı olduğunu yeteri kadar açıklıyor: “Önleyici vuruş hakkı”, “düşmanı bulunduğu yerde, sınır ötesinde imha etme” kavramları yeni ulusal güvenlik konseptinin belirleyici ögeleri olmuştur.

Diktatör Erdoğan biraz coştuğu, gaza geldiği zaman “esas” Misak-ı Milli’yi unutup Osmanlı hayalini, Türk sermayesinin çıkarları doğrultusunda yayılmacılığı, işgali anlatıyor:
Birileri bize ‘Irak, Suriye, Gürcistan, Kırım, Karabağ, Azerbaycan, Balkanlarla, Kuzey Afrika ile niye ilgileniyorsunuz?’ diye soruyor. Kimse binlerce kilometre uzaktan gelip burnumuzun dibinde faaliyet gösteren ülkelere aynı cesaret ve yüksek sesle, ‘Siz burada ne arıyorsunuz?’ demiyor. Bize ne aradığımız sorulan yerlerin hiçbiri bize yabancı değil. Rize’yi Batum’dan ayırmak mümkün mü? Edirne’yi Selanik’ten nasıl ayrı düşünebiliriz? Gaziantep’le Halep’i, Mardin’le Haseki’yi, Siirt’le Musul’u nasıl birbirleri ile ilgili olmayan yerler olarak kabul edebiliriz? Hatay’dan çıkın, Fas’a kadar uğradığınız her Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkesinde bizden bir şeyler mutlaka görebilirsiniz.

Trakya’dan Doğu Avrupa’ya kadar olan coğrafyada attığınız her adımda ecdadın izlerinden birine mutlaka rastlarsınız. Tarih kitaplarında Misakı Milli’yi okuyoruz değil mi? Misakı Milli’de ne var? Eğer Misakı Milli diye bir derdimiz varsa, kusura bakmayın, o zaman bu soruyu kendi içimizde birbirimize soramayız. Tam aksine, ‘Burada üzerimize düşen görevler var’ demek durumundayız. İşin gerçeği bu. Aynı dili konuştuğumuz, aynı kültürü paylaştığımız Gazze’yi Sibirya’ya kadar kendimizden ayrı düşünebilmemiz için aslımızı inkar etmemiz lazım. Bizim kültürümüzde aslını inkar eden haramzadedir.
Irak, Suriye, Libya, Kırım, Karabağ, Bosna ve diğer kardeş bölgeler ile ilgilenmek, Türkiye’nin hem görevi hem de hakkıdır. Türkiye sadece Türkiye değildir. Bunlardan vazgeçtiğimiz gün, istiklalimizden ve istikbalimizden vazgeçtiğimiz gündür. Bizim buna hakkımız olmadığı gibi milletimiz de böyle bir duruma asla rıza göstermez. Türkiye, sadece Türkiye değildir. Türkiye, 79 milyon vatandaşıyla birlikte köklü, tarihi, kültürel ve insani bağlarla iç içe olduğu geniş coğrafyadaki yüzmilyonlarca kardeşine karşı da sorumludur.” (16 Eki 2016 tarihli Hürriyet gazetesinden).