“PENÇE-KARTAL”
VE “PENÇE-KAPLAN” OPERASYONLARI
KALICI
İŞGALİN SON HAZIRLIĞIDIR
Cumhuriyetin
kurulmasından bu yana Türk devleti/burjuvazisi Kürt ulusunu inkar
ve imha niyetinden ve eyleminden vaz geçmemiştir. Cumhuriyet
dönemindeki isyanları kanla, toplu katliamlarla bastırmasını,
çok sonraları PKK önderliğinde Kürt Ulusal Kurtuluş
mücadelesini ezmeye dönüşerek devam etmiştir. Gelinen yerde
Kuzey Kürdistan’da bu mücadele onca mezalime, katliama rağmen
bastırılamamıştır. Faşist diktatörlüğün Rojava’ya
düzenlediği üç harekat sonucunda Bir kısım Rojava topraklarının
doğrudan işgal edilmesi, Rojava devriminin darbe alması Batı
Kürdistan’da özgürlük mücadelesini engelleyememiştir.
Şimdi
devlet, “Pençe-Kartal” ve “Pençe-Kaplan” operasyonlarıyla
ulusal güvenlik adı altında Güney Kürdistan’da kalıcı
işgalin adımlarını atıyor.
Faşist
diktatörlük, Güneyde Misak-i Milli sınırlarını çiziyor.
28
Mayıs 2019’da başlatılan ilk “pençe operasyonu”nu,13 Temmuz
2019'da ikinci “Pençe Operasyonu” ve 23 Ağustos 2019’da da
3. “pençe operasyonu” takip etti.
Daha
önceki hava saldırılarından ve “girip-çıkma”
operasyonlarından farklı olarak “Pençe” operasyonlarıyla
sömürgeci faşist diktatörlük farklı bir işgal konsepti peşinde
olduğunu göstermiştir. “Pençe” operasyonları sonucunda Güney
Kürdistan’da 7 kalıcı üs bölgesi kurulmuş, sömürgeci
devlet, işgal planını yeni ulusal güvenlik konseptine göre
şekillendirmiştir.
3.
“Pençe” operasyonundan günümüze kadar, diktatörlüğün
havadan ve karadan saldırıları durmamıştır; bu saldırılar
“ara”, “bul” ve gördüğün yerde imha et anlayışına göre
gerçekleştirilmiştir. Daha önceki “pençe” operasyonları, 17
Haziran 2020’de başlayan “Pençe-Kartal Operasyonu”,
“Pençe-Kaplan” adıyla “ara”, “bul” ve gördüğün
yerde imha et”in ötesinde kalıcı işgalin adımları olarak
devam etmektedir.
Amaca
ulaşılana kadar devam edeceği söylenen bu son operasyon şimdiye
kadar Güney Kürdistan’a yapılan operasyonlardan oldukça
farklıdır; bu operasyonla Güney Kürdistan’da kalıcı işgalin
zemininin hazırlanmış olduğundan hareket edilmektedir. Bu
bakımdan bu operasyon, daha önce gerçekleştirilen Rojava’yı
işgal harekatlarından farklı değildir. 24 Ağustos 2016’da
başlatılan “Fırat Kalkanı Harekatı”, 20 Ocak 2018'de
başlatılan “Zeytin Dalı Harekatı” ve 9 Ekim 2019 tarihinde
başlatılan “Barış Pınarı Harekatı” türünden doğrudan
işgal harekatlarının bir benzeri şimdi Güney Kürdistan’ın
şimdilik bir kısmının, sınır bölgesinin fiili işgali
biçiminde devam ettiriliyor.
Öncelikle
Şengal, Karacak, Kandil, Zap, Gara, Avaşin Basyan ve Hakurk’un
vurulması amacın ne olduğunu göstermektedir.
Şöven
çığırtkanlığın eşlik ettiği bu operasyon hakkında
söylenecek çok şey vardır elbette. Ancak, bu yazıda ayrıntıya
girmektense bazı temel noktaları belirtmenin yerinde olacağını
düşünüyorum.
Şüphesiz
ki, bu operasyonda yeni üretilen “yerli” ve “milli” silahlar
denenmiştir, Türk ordusu öldürmek, imha etmek, yakıp yıkmak
bakımından “kabiliyet ve kapasitesini” göstermiştir ve
göstermektedir.
Bu
operasyonun gerçekleştirilme zamanı Türk burjuvazisinin “büyük
oynama” gücünü sergilemeye çalıştığının da bir
göstergesidir:
1)İdlib’de
sorun hemen hemen olduğu gibi yerinde durmaktadır; İdlib barut
fıçısı özelliğinden bir şey kaybetmemiştir.
2)Libya’da
savaş devam etmektedir ve Türkiye bu savaşa iyiden iyiye, kısmen
açık olarak angaje olmuştur.
3)
Doğu Akdeniz’de MEB kaynaklı rekabet keskinliğinden bir şey
kaybetmeksizin devam etmektedir.
4)Rojava’da
Kürtlerin ulusal birliği sağlama çabaları ilerlemektedir.
Ve
Kovid-19’un ekonomiye etkisine, sanayi üretiminin Türkiye
tarihinde şimdiye kadar görülmemiş daralmasına ve işsizliğe,
çarkları döndürmek için para bulunamamasına rağmen Türk
burjuvazisi böyle bir işgal girişiminde bulunabiliyor.
Türk
burjuvazisinin Rojava’yı, Güney Kürdistan’ı işgali ve Libya
macerası, jeopolitik perspektif ve ulusal güvenlik çerçevesinde
ele alınması gerekir.
Bu
bölgelerde, jeopolitik amaçlı açık bir güç gösterisi var: Bir
taraftan Amerikan emperyalizmi, diğer taraftan Rus emperyalizmi, bir
şey olduğunu sanan AB ve zavallılaşan Fransız emperyalizmi ve
her adımını yeni ulusal güvenlik politikasıyla açıklayan, geri
adım atmayacağını söyleyen Türkiye.
Faşist
diktatörlük, açık ki, bütün bu cephelerde
eş zamanlı mücadele edecek güçte olduğu mesajını veriyor.
Gerçekten de
Rojava’nın üç
bölgesinde, İdlib’de, Doğu Akdeniz’de, Libya’da ve Güney
Kürdistan’da savaş halinde (D. Akdeniz hariç.)
Mesaj kimlere
veriyor? Öncelikle ABD ve Rusya’ya, Doğu Akdeniz bağlamında da
kısmen AB’ye. Türk
burjuvazisi bu bölgelerde ABD
ve Rusya ile,
kısmen de AB ile sürekli
rekabet içindedir.
Bu
genel çerçeve içinde bakıldığında son operasyona ABD ve
Rusya’nın ses çıkartmaması faşist diktatörlüğün “zamanın
ruhu”na göre hareket ettiğini gösterir.
Peki,
Türk sömürgeci devleti bu operasyonlarla neyi gerçekleştirmeye
çalışıyor?
Birbirine
bağlı, birbirini tamamlayan iki amaç gerçekleştirilmek
isteniyor: Güney Kürdistan’da güvenli bölge kurmak ve bu
bölgeyi, Şengal’i de işgal ederek Rojava hattıyla birleştirmek;
böylece sömürgeci devlet, güney sınırlarında Misak-ı Milli
sınırları dışında kalan Kürdistan’ı işgal etmiş, nüfuzu
altına almış ve jeopolitik mücadelesinde amacına ulaşmış
olacaktır.
Güneyde
güvenli bölge, oradaki mevcut üslerle gerçekleştirilemez.
Güvenli bölgeye zemin teşkil edecek kapasitede üs veya üslerin
kurulması kaçınılmaz olacaktır. Bu üsler aynı zamanda daha
güneye Kerkük’e kadar inmenin de sıçrama tahtası olacaklardır.
Üs
veya güvenli bölge, Türk burjuvazisinin jargonunda düşmana karşı
mücadeleyi sınırların ötesinde sürdürme politikasının başka
türden anlatımıdır.
Türk
burjuvazisinin/sermayesinin saldırganlığını, sömürgeciliğini,
emperyalist hevesini ve adımlarını açıklamak için diktatör
Erdoğan’ın dilinden yeni ulusal güvenlik konseptinin ne olduğuna
bakmak yeterlidir. Bu konsepti daha önceki birçok makalede ele
aldım, tekrarladım. Burada da aynısını yapacağım. Çünkü bu
politikayı anlamaksızın Türk burjuvazisinin gücünü, amacını
anlamakta ve ona karşı mücadelede yeterli olamayız.
Türk
Burjuvazisinin Yeni Ulusal Güvenlik Konsepti
Türk
burjuvazisi çok özgün bir süreçten geçmektedir. Bu özgünlük
sadece şimdiye kadar olduğundan daha sık ulusal güvenlikten
bahsetmesi, yeni bir ulusal güvenlik politikasının
oluşturulmasından bahsetmesi değildir. Bu sefer durum, şimdiye
kadarki ulusal güvenlik anlayışından oldukça farklıdır. NATO
üyesi olmasından bu yana Türkiye'nin ulusal güvenlik politikası
NATO'nun kapitalist dünyayı sosyalist, sonra da revizyonist dünyaya
karşı koruma konseptine; uluslararası “güvenlik” konseptine
entegre edilmişti. Şimdi bu ulusal güvenlik anlayışı, Türk
burjuvazisinin dış düşman algılaması değişti.
Yeni
ulusal güvenlik konseptinde, iç düşman algılamasında yeni olan
“Gülen Hareketi” iken dış düşman algılamasında da Batılı
emperyalist güçlerdir.
Yine
yeni ulusal güvenlik konseptinde yeni olan Türk burjuvazisinin
“Misak-ı Milli çıkışıyla açıktan saldırganlık politikası
güdeceğini açıklamasıdır.
Yeni
ulusal güvenlik konsepti savunma eksenli değil, saldırı
eksenlidir. Daha önceki ulusal güvenlik konseptiyle yeni ulusal
güvenlik konsepti arasındaki temel değişim budur.
Yeni
ulusal güvenlik konsepti, Erdoğan önderliğinde Türk
burjuvazisinin bir savaş programıdır.
Diktatör
Erdoğan’ın anlatımıyla yeni ulusal güvenlik konseptinin
içeriği bunun nasıl bir savaş programı olduğunu göstermektedir
(1).
Eski
ulusal güvenlik konsepti:
“2016
yılında 1923’ün psikolojisiyle hareket edemeyiz” diyen
Erdoğan
şimdiye
kadar geçerli olan ulusal güvenlik konseptinin eskidiğini; Türk
burjuvazisinin çıkarlarına hitap etmediğini
ve yeni bir ulusal güvenlik anlayışına ihtiyaç olduğunu
açıklıyor: “1923’ün
psikolojisi”,”hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır, o
satıh tüm vatandır” anlayışı
“psikolojisi”dir.
Yani ulusal güvenliğin bütün vatanı savunmaktan geçtiğinin
anlatımıdır. Başka türlü ifade edersek; vatan diye sahiplenilen
topraklara dışarıdan bir saldırı olursa o saldırıyı vatan
topraklarında karşılama anlayışıdır. Bu, doğrudan savunma
eksenli bir ulusal güvenlik anlayışıdır.
“Bizi
Cumhuriyet tarihimizin tamamını hattı müdafaayla geçirmeye
zorlayan anlayışı geride bırakmak mecburiyetindeyiz. 93 yıldır
başımıza ne geldiyse işte bu anlayıştan gelmiştir” diyerek
savunma eksenli ulusal güvenlik konseptinin günümüz koşullarına
cevap vermediğini ve terk
edilmesi
gerektiğini açıklıyor.
Yeni
ulusal güvenlik konsepti:
Artık
savunma eksenli ulusal güvenlik politikasından saldırı eksenli
ulusal güvenlik politikasına geçerek yeni bir ulusal güvenlik
konsepti oluşturmanın zamanı geldiğini açıklıyor Erdoğan. Bu
konseptin belirleyici özelliği, düşman olarak algılanan güçlerin
sınır ötesinde imha edilmesidir. Bu konsepti şöyle açıklıyor:
“2016
yılında 1923’ün psikolojisiyle hareket edemeyiz, bunda ısrar
etmek ülkeye ve millete yapılacak en büyük haksızlıktır.
Cumhuriyetimizi kurduğumuzdan beri dünyada her şey değişirken,
biz o tarihteki konumumuzu korumayı kazanç olarak göremeyiz...
Nitekim
şöyle bir geriye dönüp baktığımızda, sorun kapıyı çalmadan,
bıçak kemiğe dayanmadan, gırtlağımıza kadar bataklığa
gömülmeden harekete geçemediğimizi görüyoruz. Bunun için,
dikkat ederseniz kapımız hiç boş kalmadı, rahat nefes aldığımız
dönemimiz hiç olmadı ve her dönem bu tür bedeller ödedik...
Türkiye
artık bu yanlış güvenlik anlayışını terk etmiştir, bunu
bitirmiştir. Bundan sonra sorunların kapımızı çalmasını
beklemeyeceğiz. Bundan sonra bıçak kemiğe dayanana kadar
sabretmeyeceğiz. Bundan sonra gırtlağımıza kadar bataklığa
gömülmeye rıza göstermeyeceğiz. Artık sorunların üzerine biz
gideceğiz. Terör sorunumuz mu var? Terör örgütlerinin gelip bize
saldırmasını beklemeyeceğiz, bu örgütler nerede faaliyet
gösteriyorsa, nerede yuvalanıyorsa gidip orada tepelerine
tepelerine bineceğiz. Suriye’de, Irak’ta bize yönelik tehditler
mi var? Bu tehditlerin sınırlarımıza dayanmasını
beklemeyeceğiz, tehditleri kaynağında yok etmenin, çözmenin
çaresine bakacağız. Sineklerle uğraşmak yerine, bataklığı
kurutmanın yollarını bulacağız”.
Diktatör
Erdoğan ulusal güvenlik politikasında radikal bir değişimden
bahsetmektedir. Bu yeni ulusal güvenlik konseptine göre Türkiye,
hiçbir tehdidi ülke sınırları içinde karşılamayacak, tehdidi
kaynağında, nereden geliyorsa orada vuracak.
Türkiye'nin
ulusal güvenliği müttefiklere bırakılamaz:
Suriye savaşıyla birlikte Türk
burjuvazisinin NATO hakkında düşüncelerinde belli değişimler
oluşmaya başlamıştır: Ortadoğu'da özellikle Suriye'den
kaynaklı kendine yönelik saldırılar söz konusu olduğunda
NATO'nun soruna gönülsüz müdahil olma tavrı veya Türk
burjuvazisinin algılamasına göre müttefik ülkelerin Türkiye'den
ziyade terör örgütleriyle ilişki içinde olmaları, Türk
burjuvazisinde ulusal güvenliğin müttefiklere bırakılamayacak
kadar önemli olduğu düşüncesinin gelişmesine neden olmuştur.
15 Temmuz darbe girişiminde Batılı müttefik ülkelerin tavrı da
güvensizliğin
tuzu biberi olmuştur. Özellikle bu darbe girişiminden sonra başta
ABD olmak üzere Batılı müttefik ülkelerin terörizm konusundaki
tavırları; Türkiye'yi, Suriye ve Irak'tan uzak tutmaya çalışmaları
ve Türk burjuvazisinin algılamasına göre çarpık ilişkiler
(Rojava'da PYD-ABD ilişkisi) sonuçta yeni güvenlik konseptinin
oluşturulmasına yol açmıştır. Bu konsepte müttefiklere güvenme
yerini, kendi gücüne güven alıyor (2).
15
Temmuz başarısız darbe girişiminde başta ABD olmak üzere Batılı
müttefiklerinin suçüstü yakalanma durumu, darbe sonrasında
iktidar ile müttefikleri arasındaki ilişkilerin gerilmesi, Türk
burjuvazisine travma yaşatmıştır. Bu travma, darbede “Gülen
Hareketi”nin oynadığı rolden daha da ağır ve önemli olmuştur.
Varlığımıza kast ediliyor ve kast edenler de
müttefiklerimizdirden hareketle Türk burjuvazisi, bu coğrafyada
var olmak için kendi gücüne dayanan ulusal güvenlik politikası
geliştirilmesi gerektiği sonucuna varmıştır.
Gelişmesinin
ve müttefiklik ilişkilerindeki gelişmenin bu aşamasından sonra
Türk burjuvazisinin Batı'yla sorunsuz denebilecek güvenlik
ilişkilerine geri dönmesi beklenmemelidir.
Yeni
ulusal güvenlik konsepti kuşatılmışlığı kuşatmaya dönüştürme
konseptidir: NATO
üyeliğiyle birlikte Türkiye, Amerikan emperyalizmi önderliğinde
kapitalist dünyanın çıkarlarını savunmak için sosyalist, sonra
da revizyonist dünyayı kuşatanlar arasında yer almıştır.
Suriye
savaşından bu yana ise hem müttefikleri hem de Rusya tarafından
kuşatılmış durumdadır. Türk
burjuvazisi bu kuşatmayı kırmak için yeni ulusal güvenlik
konsepti oluşturmaktadır. Bu konsept, Türkiye'nin bu
kuşatılmışlıktan kurtulmak, hapsedildiği çemberi kırmak için
geliştirdiği veya ana hatlarıyla açıkladığı jeopolitik
anlayışını da dile getirmektedir. Bu jeopolitik anlayışın
temel özelliklerini herhangi bir sistematiğe tabi tutmadan şöyle
özetleyebiliriz:
-
Kuşatılmak istemiyorsan,
kuşatmak istiyorsan, kuşatmak isteyeni sınır dışında
karşılamak ve imha etmek zorundasın (3).
-Kuşatmayı
yarmak için Türkiye kendi gücüne güvenecektir, kimseden
(müttefiklerden) izin ve talimat almayacaktır.
-Bu
coğrafyada var olmak için Türkiye, kuşatılmışlığı,
kuşatmaya dönüştürmek zorundadır; diğer bir ifadeyle, kuşatmak
için sınır dışı odaklı savunma kalkanı oluşturulmalıdır.
Bu
nedenle Akdeniz'den
başlayarak Irak
sınırına kadar, yani
Rojava'da kesintisiz bir
tampon bölge oluşturulmalıdır. Ancak
böyle bir tampon bölge oluşturulursa, yani Rojava devrimi
boğulursa Suriye ve Irak
toprakları Türkiye için
saldırı üssü olmaktan
çıkartılmış olur. Bu nedenle Türk burjuvazisi Halep-Musul
hattını
kendi güvenliği için savunma hattı
olarak görmektedir. Halep-Musul hattı
aynı zamanda Misak-ı
Milli'nin güney
sınırlarıdır. Bunu daha
açık bir biçimde Erdoğan, Kürt Özgürlük Hareketi'ne karşı
mücadele bağlamında “Suriye
ve Irak'ta, şu anda Kerkük'te, Musul'da, Telafer'de, Sincar'da bu
mücadeleyi yine sürdüreceğiz”
diyerek Misak-ı Milli'nin
tam sınırını çizmektedir.
Açık
ki, Türk burjuvazisi, ulusal güvenlik adı altında jeopolitik
açılımını gerçekleştirmek için saldırgan olacaktır; bunu da
tehdide karşı proaktif olmak, önleyici tedbirler almak; tehdidi
sınır ötesinde karşılamak ve imha etmek perspektifiyle
yapacaktır.
Erdoğan'ın
Misak-ı Milli'si
“Birileri
10 bin kilometreden bölgeye müdahale ediyorsa, bizim müdahalemiz
çok daha haklı ve meşrudur”, “Yanıbaşımızda birileri din
kardeşlerimizi, kendi halkını katlediyorsa biz buna sessiz
kalamayız”, “Cerablus’a müdahalemiz, Musul’a müdahale
kararlılığımız Suriye’nin, Irak’ın toprak bütünlüğü
içindir”. Şimdi
Libya “seferi”ni de aynı çerçevede görmektedir.
"Tribünden
izleyemeyeceklerini" ilan eden diktatör Erdoğan’ın bu
açıklamaları hezeyan, boş laflar, iç politikaya yönelik
çıkışlar, abartılar vs. olarak görülebilir. Doğrudur,
bunların da payı var, ama bu çıkışların Türk burjuvazisinin
bugün geldiği aşamayı ve taleplerini gösterdiğini söylemekle
de bir şey kaybetmiş olmayız.
"Uluslararası
hukuk çerçevesinde sahada ne gerekiyorsa onu yapıyoruz. Güney
sınırımız boyunca bir terör bölgesi oluşmasına asla izin
vermeyeceğiz. Cerablus operasyonu bu konudaki kararlılığımızın
bir ifadesidir. Dabık aynı şekilde."
"Şimdi
diyorlar ki, El Bab'a inmeyin, mecburuz ineceğiz. Terörden
arındırılmış bir bölge oluşturmak zorundayız. Irak'ta da
kendi ülkemizin güvenliği için sahada etkin olmaya çalışıyoruz.
Bunun yanında bin yıllık kardeşliğimiz gereği orada insanların
geleceğinin karartılmasına izin vermeyeceğiz."
"Musul,
Kerkük, Haseki'deki kardeşlerimizin güvenliğini de
kendimizinkinden farklı görmüyoruz. Biz sadece kendimiz ve
bölgemizdeki kardeşlerimiz için barış ve huzurdan başka bir şey
istemiyoruz."
"Ülkemizin
güvenliğini ilgilendiren konuları tribünden izlemeyeceğiz. Terör
koridoruna izin vermeyeceğiz. El Bab'a inmeyin diyorlar. Koalisyon
razı olursa Rakka'da da gerekeni yapacağız. Terör örgütlerini
yanımıza almayacağız..Irak'ın mezhep savaşına sürüklenmesine
kayıtsız kalmayacağız. Topraklarımızın güvenliği için
sahada etkin olmaya çalışıyoruz. İştahı kabaranların
heveslerini kursaklarında bırakacak güce sahibiz. Kardeşlerimizin
güvenliğini kendimizinkinden farklı görmüyoruz."
(Günlük burjuva gazetelerden derlenmiştir)
-Cerablus
Misak-ı Milli'nin gerçekleştirilmesinin ilk adımıdır; Suriye
bölünecektirin veya bölünmelidirin Türkiye açısından ilk
adımıdır. Bu adım atılmış ve o bölge “Fırat Kalkanı
Harekatı” sonucunda işgal edilmiştir.
-İş
Suriye'nin bölünmesine veya federatif yapılanmasına gidince,
Türkiye işgal ettiği bölgelerden kolay kolay çıkmaz.
-Cerablus’a
girişi gibi Musul ve Telafer giriş olursa, Ortadoğu jeopolitiği
tamamen değişir...
Cerablus-El
Bab-Rakka-Telafer-Musul hattını birleştirmek Türkiye'nin
hayalidir. Bu hat, Güneyde Misak-ı Milli'nin yaklaşık sınırıdır.
Bu
hattın gerçekleştirilmesi durumunda Rojava devrimi çembere
alınmış olur ve boğulma tehlikesiyle karşı karşıya kalır.
Cerablus-El Bab-Rakka-Telafer-Musul hattı birleştirilememiş, ama
Efrin ve “Barış Pınarı Harekatı”yla geriye kalan Rojava’nın
bir kısmını doğrudan işgal ederek diğer kısımlarında
kontrolü, imzaladığı mutabakatlarla ABD ve Rusya/Esad rejimine
bırakan faşist diktatörlük Rojava devrimini boğma ve tasfiye
etme amacına ulaşmıştır.
Böylece
güneyde Misak-ı Milli sınırları dışında kalan bölgeler (Batı
Kürdistan) kısmen işgal edilmiş oldu.
Diktatör
Erdoğan, "Kilis'ten
Kırıkhan'a doğru uzanan bölgede ülkemize yönelik bölgeyi de
teröristlerden
temizleme konusunda da gereğini yaparız. Bu mesele bizim için beka
meselesi”dir
diyor. Diğer bir ifadeyle, Afrin'i ortadan kaldıracağız, işgal
edeceğiz demiyor, ama Kilis-Kırıkhan hattıyla bunu kast ediyor.
Bu da bir Misak-ı
Milli gereğidir. “Zeytin
Dalı Harekatı”yla Efrin de işgal edilmiş oldu (4).
Diktatör
Erdoğan,
"Şimdi
bataklığı kurutma devrine girdik, bundan sonra sabredelim,
bekleyelim yok. Olay nerede ise ise orada bitirilecek”, “terör
örgütlerini"
kendi
sınırlarımız içinde karşılamayacağız derken
komşu ülkelere
terör bahanesiyle
her an saldırabiliriz diyor. Bu da Misak-ı Milli'nin
gerçekleştirilmesi
için bir vesile yapılacaktır...
Açık
ki, Misak-ı Milli bir vesiledir; bununla bütün toplumu, ordudaki
Kemalistleri de arkasına alarak toplumu Türk milliyetçiliği,
şovenizmi potasında birleştiriyor.
Misak-ı
Milli, belli bir dönem Türk şovenizmi için önemli bir malzeme
olmuştur. Ama şimdi, Erdoğan'ın ağzından Misak-ı Milli sadece
şovenizmi körüklemek için bir araç olmaktan çıkmış, Türk
burjuvazisinin yakın coğrafya jeopolitiğinde belirleyici önemi
olan bir vizyona, savaş programına dönüşmüştür...
İşte
bu, Türk burjuvazisinin geldiği noktadır...
*
Ayrıca
bkz.:
-İbrahim
Okçuoğlu; Emperyalist Küreselleşme ve Değişen Güçler Dengesi,
Sınırsız kitap, Eylül 2018.
-
http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com;
DARBE KARAKTERLİ “RENKLİ DEVRİM” GİRİŞİMİ VE SONRASI (I),
2 Eylül 2016.
-
http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com;
ORTADOĞU'DA “İT DALAŞI” VE TÜRK BURJUVAZİSİNİN DURUMU -
ORTADOĞU'DA “İT DALAŞI” VE TÜRK BURJUVAZİSİNİN DURUMU,
(Darbe Karakterli “Renkli Devrim” Girişimi ve Sonrası –
II),13 Ekim 2016.
-
http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com;
MUSUL “SEFERİ” VE TÜRK BURJUVAZİSİNİN DURUMU, (Darbe
Karakterli “Renkli Devrim” Girişimi ve Sonrası – III), 12
Kasım 2016.
-
http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com;
ULUSAL GÜVENLİK POLİTİKASI VE TÜRK BURJUVAZİSİNİN DURUMU -
ULUSAL GÜVENLİK POLİTİKASI VE TÜRK BURJUVAZİSİNİN DURUMU,
(Darbe Karakterli “Renkli Devrim” Girişimi ve Sonrası – IV),
30 Aralık 2016.
-
http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com;
EMPERYALİSTLEŞEN TÜRKİYE VE TÜRK BURJUVAZİSİNİN DURUMU -
EMPERYALİSTLEŞEN TÜRKİYE VE TÜRK BURJUVAZİSİNİN DURUMU,
(Darbe Karakterli
-“Renkli
Devrim” Girişimi ve Sonrası – V - son makale), 14 Mart 2017.
Açıklamalar:
1)
9. Avrasya İslam Şûrası açılışında yaptığı konuşmadan
(11.10.2016):
“Bizim
Türkiye olarak hem ülkemize yönelik terör tehdidinin kaynaklarını
barındırması, hem de bin yıllık komşuluk ve kardeşlik
hukukumuz gereği meseleye müdahil olmamızı istemeyenler diğer
ülkelere ses çıkarmıyor. Hâlbuki eğer Irak ve Suriye’nin başı
dertteyse, sorunun çözümü için her türlü çabayı göstermek,
tedbiri almak en çok Türkiye’nin sorumluluğudur. Bu her şeyden
önce kardeşliğin, komşuluğun bir gereğidir. Bunun için de bir
yerlerden izin almaya ihtiyacımız yoktur, almayı da düşünmüyoruz,
bunun da böyle bilinmesini özellikle ifade ediyorum. Bazı ülkeler
binlerce kilometre uzaktan gelip Afganistan’da ve daha pek çok
yerde kendine tehdit oluşturduğu iddiasıyla operasyon yapacak,
Türkiye yanı başında 911 kilometre Suriye sınırı, 350
kilometre Irak sınırı, buradaki tehlikeye müdahale edemeyecek;
biz bu çarpıklığı asla kabul etmiyoruz”.
Diktatör
Erdoğan, “18. Muhtarlar Toplantısı”nda konuşuyor
(19.10.2016):
“Malum
son zamanlarda gündemde olan önce Lozan’ı ifade ederek gündeme
düşürdüğümüz konu, ardından Misakı Milli konusu, işte
bunlar hepsi bu sürecin nasıl yönetildiğini, bizlere nasıl bazı
gerçekleri yanlış öğrettiklerinin en açık ifadesidir.
Gençlerimizin
Lozan’ı incelemesi, araştırmasıyla, birileri rahatsız oluyor,
varsın rahatsız olsun. Niye korkuyorsunuz? Tartışılsın,
incelensin, kim ne demiş görülsün, doğru-yanlış
bilelim...Lozan...acaba doğru mudur, bu soruyu kendimize bir
soralım. Yanlış diyenler varsa, niye yanlış diyor, bunu da
soralım...
Misakı
Milli dedik değil mi? Şimdi Misakı Milli niye rahatsız ediyor?
Misakı Milliyi gündeme getiren kim? Gazi Mustafa Kemal. Niye
rahatsız oluyorsunuz? Bak biz rahatsız olmuyoruz. Misakı Milli
batıdan doğruya nasıl başlıyor, burada bir tarih yok mu? Burada
bu milletin geçmişi yok mu? Niye rahatsız oluyorsunuz? Rahatsız
olmayın. Onun için de bunu da öğrenelim, bilelim, dün neydi,
bugün ne? Ve bunu tabi birileri anlamak istemiyor, derdi başka, ama
anlayanlar var hamdolsun...
Şimdi
bugün şöyle bir geriye dönüp baktığımızda manzara nedir?
Osmanlı öylesine büyük, öylesine köklü bir devletti ki, bu
devin yıkılışı milletimiz üzerinde maddi ve manevi olarak derin
yaralara yol açmıştır. 1914 yılında…2,5 milyon kilometrekare
olan topraklarımızın büyüklüğü 9 yıl sonra Lozan’ı
imzaladığımızda, daha sonra topraklarımıza katılan Hatay’la
birlikte 780 bin kilometrekareye düşmüştü. Bakın 2,5 milyondan
780 bin kilometrekareye, süre ne kadar dar.
Kurtuluş
Savaşımıza girerken hedefimiz, Misakı Milli sınırlarımıza
sahip çıkmaktı. Maalesef hem batı, hem de güney sınırlarımızda
Misakı Milli hedeflerimizi koruyamadık. Dönemin şartları
itibarıyla bu durumu mazur görenler, göstermeye çalışanlar
olabilir, bu yaklaşımı bir yere kadar mazur görmek mümkündür.
Asıl vahimi, zorunluluktan kaynaklanan bu durumu esas olarak kabul
edip kendimizi tamamen bu kabuğun içine hapsetme anlayışıdır.
Biz işte bu anlayışı reddediyoruz. Türkiye’yi 1923’ten beri
böyle bir kısır döngüye hapsedenlerin amacı, coğrafyamızdaki
bin yıllık varlığımızı, Selçuklu ve Osmanlı geçmişimizi
bize unutturmaktır. Biz 780 bin kilometrekareye nelerden geldik
biliyor musunuz? Şöyle bir geçmişe iyice bakarsak, 20 milyon
kilometrekarelerden geldik.
2016
yılında 1923’ün psikolojisiyle hareket edemeyiz, bunda ısrar
etmek ülkeye ve millete yapılacak en büyük haksızlıktır.
Cumhuriyetimizi kurduğumuzdan beri dünyada her şey değişirken,
biz o tarihteki konumumuzu korumayı kazanç olarak göremeyiz, çünkü
biz Kurtuluş Savaşımızı ‘hattı müdafaa yoktur, sathı
müdafaa vardır, o satıh tüm vatandır’ stratejisiyle kazanmış
bir milletiz. İstiklalimizi bu anlayışla kazandığımız halde,
bizi Cumhuriyet tarihimizin tamamını hattı müdafaayla geçirmeye
zorlayan anlayışı geride bırakmak mecburiyetindeyiz. 93 yıldır
başımıza ne geldiyse işte bu anlayıştan gelmiştir.
Nitekim
şöyle bir geriye dönüp baktığımızda, sorun kapıyı çalmadan,
bıçak kemiğe dayanmadan, gırtladığımıza kadar bataklığa
gömülmeden harekete geçemediğimizi görüyoruz. Bunun için,
dikkat ederseniz kapımız hiç boş kalmadı, rahat nefes aldığımız
dönemimiz hiç olmadı ve her dönem bu tür bedeller ödedik.
Siyasette büyük bedeller ödedik; darbelerle, muhtıralarla,
vesayet yönetimleriyle çok zaman kaybettik. Ekonomide büyük
bedeller ödedik; aynı kulvarda yarışa başladığımız ülkelerin
fersah fersah maalesef gerisinde kaldık...
...Türkiye
artık bu yanlış güvenlik anlayışını terk etmiştir, bunu
bitirmiştir. Bundan sonra sorunların kapımızı çalmasını
beklemeyeceğiz. Bundan sonra bıçak kemiğe dayanana kadar
sabretmeyeceğiz. Bundan sonra gırtlağımıza kadar bataklığa
gömülmeye rıza göstermeyeceğiz. Artık sorunların üzerine biz
gideceğiz. Terör sorunumuz mu var? Terör örgütlerinin gelip bize
saldırmasını beklemeyeceğiz, bu örgütler nerede faaliyet
gösteriyorsa, nerede yuvalanıyorsa gidip orada tepelerine
tepelerine bineceğiz. Suriye’de, Irak’ta bize yönelik tehditler
mi var? Bu tehditlerin sınırlarımıza dayanmasını
beklemeyeceğiz, tehditleri kaynağında yok etmenin, çözmenin
çaresine bakacağız. Sineklerle uğraşmak yerine, bataklığı
kurutmanın yollarını bulacağız...
Türkiye,
Suriye ve Irak’ta yaşanan hadiseler karşısında da işte bu yeni
güvenlik anlayışımıza uygun bir duruş sergiliyor. Yıllarca
Suriye’de hem mazlum Suriye halkının mağduriyetini giderecek,
hem ülkemizin sınırlarının güvenliğini sağlayacak bir çözüm
bulunması için bekledik. Ama baktık ki biz bekledikçe sorunlar
üzerimize geliyor. Bir yanda DEAŞ terör örgütü, diğer yanda
PYD-YPG terör örgütü karşımızda bayrak sallamaya başlayınca
anladık ki kimseden bize fayda yok, kendi göbeğimizi kendimiz
kesmemiz gerekiyor...
İşte
Cerablus, Rai, Dabık...Ama şimdi birileri bize akıl veriyor. Ne
diyorlar? ‘Dabık’a girdiniz, iyi, bundan dolayı tebrik ederiz,
kutlarız; ama daha aşağıya gitmeyin.’ Daha aşağıda ne var?
El-Bab var. Kusura bakmayın, biz oraya da gideceğiz. Niye
gideceğiz? Çünkü bizim tehdidi altında olduğumuz yer çizgi
olarak söylüyorum, Dabık’ta bitmiyor, El-Bab’ın da güneyine
doğru iniyor. Ve oradan bizim Münbiç’i de koalisyon güçleriyle
beraber kuşatma altına almamız lazım...
Türkiye’nin
Musul operasyonuna girmesini engellemeye çalışanlar, Suriye’deki
oyunlarını bozmamızdan rahatsız olanlardır. İstiyorlar ki
Türkiye yerinde otursun, olup bitenleri seyretsin, sonra da payına
düşen bedel neyse onu ödesin...Asıl mesele, bölgenin yeniden
yapılandırılması meselesidir.
Bağdat
Hükümeti ve Esad rejimi gibi yapılar ile terör örgütleri eliyle
hayata geçirilmeye çalışılan bu proje, Türkiye’nin bekasını
tehdit ediyor. Hiç kimsenin bu oyunda bize biçtiği role rıza
göstermek zorunda değiliz. Türkiye olarak kendi planlarımızı
uygulamaya başladık...
Biz
hem sahada olacağız, hem de masada olacağız.’ Ve bu yeni
yaklaşımın gereği olarak da Musul meselesini Musul’da çözmek
mecburiyetindeyiz. Şayet Musul’u feda edersek, mezhepçiliğe feda
edersek sorunun kendi sınırlarımıza dayanmasını engelleyemeyiz.
Musullu
kardeşlerimizle birlikte Kuzey Irak Yönetimi, hatta tüm bölge bu
süreçten çok büyük zarar görecektir. Suriye’de hangi amaçla
ve nasıl harekete geçtiysek, Musul için de aynı şekilde
davranmakta kararlıyız. Çünkü Musul’un tamamı kahir
ekseriyeti Arap Sünni ve bir miktar da Türkmen Sünni kardeşlerimiz
var. Biz orayı kalkıp da farklı bir mezhebi anlayışa terk
edemeyiz...
Bölgede
etkin olan ülkeler Türkiye’nin bu hakkını saygı göstermek
mecburiyetindedir. Bizim 911 kilometre Suriye sınırımız var, 350
kilometre Irak sınırımız var. Biz burada sınırdaş olacağız,
biz söz söylemeyeceğiz; sınır olmayan onlar istediği gibi
kesecek biçecek, ondan sonra da elbiseyi yapacak… Yok böyle bir
şey. Bu tavrımızın ne savaş çığırtkanlığıyla, ne Irak’ın
egemenliğini ihlalle, ne de başka herhangi bir art niyetle ilgisi
yoktur. Biz kendi istiklalimizi ve istikbalimizi korumak için
mücadeleyi nerede yürütmemiz gerekiyorsa orada olmak istiyoruz. Şu
anda bunun yeri Musul’dur, öyleyse biz Musul’da olacağız...
Suriye’deki,
Irak’taki, Balkanlar’daki, Kafkaslar’daki bütün yerler gibi
Halep’i de kendimizden ayrı görmedik, göremeyiz”.
“Bursa
Toplu Açılış Töreni”nde yaptığı konuşmadan (22.11.2016):
“Cumhuriyet
bizim ilk değil son devletimizdir. Bu devletin sınırlarını
gönüllü olarak kabul etmiş de değiliz, onu da söyleyeyim.
Unutulmamalıdır ki Cumhuriyeti kuran kadronun çok önemli bir
bölümünün dahi doğduğu, büyüdüğü topraklar yeni
devletimizin sınırları dışında kalmıştır. Neyi
kastettiğimizi anlıyorsunuz değil mi? Bunu Bursalılar çok iyi
bilir.
Uzun
zamandır yaşadığımız kesintisiz savaşların, kayıpların
etkisiyle biraz nefes alabilmek, kendimizi toparlayabilmek için o
dönemde buna tamam denmiş olabilir. Asıl yanlış; dönemin
tartışmalı şartları içinde yapılan bu fedakârlığa teslim
olup devlet ve toplum hayatını buna göre inşa etmeye
kalkışmaktır; işte biz bunu kabul etmiyoruz, böyle bir şey yok.
Artık bu yanlış tarih ve medeniyet algısından vazgeçilmesi
gerektiğini söylüyoruz” (8).
Söylenenler
oldukça açık. Faşist rejim, ulusal güvenliği sınır ötesinde
operasyonlarla sağlamak için yeni bir konsept oluşturduğunu
açıklıyor. Bu konsepte göre de yapılması gereken neyse onu
yapacağım diyor.
Türk
burjuvazisi şimdiye kadar NATO'nun uluslararası güvenlik
konseptine entegre edilmiş güvenlik konseptini artık yanlış
buluyor, yeni güvenlik konseptini “tehdidi yerinde yok et” adı
altında doğrudan saldırı eksenli konsept
olarak geliştiriyor. Bu konseptin temel özelliklerini ana başlıklar
olarak sıralayacak olursak:
Lozan
bir zorunluluktu – Hedef Misak-ı Milli'dir
Gelişmesinin
bu aşamasında Türk burjuvazisi, Lozan Antlaşmasıyla belirlenmiş
olan sınırları tanımadığını ve hedefinin Misak-ı Milli
olduğunu savunuyor ve bunu da Erdoğan vasıtasıyla açıklıyor.
Tarihi yeniden yazmak için -burjuvazi tarihi, çıkarlarına göre
sürekli yeniden yorumlayabilir- Lozan'ı “incelenmesi,
araştırılması”, gerçeklerin öğrenilmesi için tartışmaya
açıyor. Erdoğan, şimdiye kadarki resmi tarihin Lozan'ı büyük
bir zafer olarak ele aldığını, toplumun ve özellikle de
gençliğin bu algılamayla yetiştirildiğini, bunun doğru
olmadığını, şimdi gerçekleri dile getirmenin zamanı geldiğini
açıkça ifade ediyor.
Erdoğan'a
göre Misak-ı Milli'nin o zaman gerçekleştirilememesi, birtakım
zorunluluklardan dolayı kabul edilebilir, ama artık bu zorunluluğun
maddi nedenleri çoktan ortadan kalkmıştır. Erdoğan, Lozan'la
çizilmiş olan sınırları “Bu devletin sınırlarını
gönüllü olarak kabul etmiş de değiliz” diyerek reddediyor
ve esas amacının saldırganlık ve başka (komşu) ülkeleri işgal
etmek olduğunu açıklıyor. Bu, bir savaş programıdır.
Misak-ı
Milli anlayışına M. Kemal sosunu bulaştırarak, kendine kemalist
diyen çevreleri de bu açılıma katmak isteyen diktatör Erdoğan,
Misak-ı Milli sınırları içinde ve dışında sahip çıkılması
gereken bir tarihin; kast ettiği coğrafyada “bu milletin
geçmişi”nin olduğunu ifade ediyor. Kurtuluş savaşının
hedefinin Misak-ı Milli sınırlarına (9) sahip çıkmak olmasına
rağmen, bu hedefe ulaşılamadığını açıklıyor. Bahsettiği bu
coğrafya, şimdiki sınırları çevreleyen İran hariç yakın
alandır; 2,5 milyon kilometrekare ile bu alanı kast ediyor ve 780
bin kilometrekareye çekilmişliği kabullenmenin hata olduğunu
açıklıyor: “Asıl
vahimi, zorunluluktan kaynaklanan bu durumu esas olarak kabul edip
kendimizi tamamen bu kabuğun içine hapsetme anlayışıdır. Biz
işte bu anlayışı reddediyoruz. Türkiye’yi 1923’ten beri
böyle bir kısır döngüye hapsedenlerin amacı, coğrafyamızdaki
bin yıllık varlığımızı, Selçuklu ve Osmanlı geçmişimizi
bize unutturmaktır”.
Bu
yakın alan coğrafi sınır çizimi “yeni Osmanlıcılık”
olarak da tanımlanabilir. Önemli olan bu alanın
hangi kavramla tanımlandığı değil, önemli olan Türk
burjuvazisinin bugün gelmiş olduğu gelişmişlik sürecinde bir
Misak-ı Milli talebiyle
“arka bahçe”den
bahsetmesidir.
Açık ki bu, Türk burjuvazisinin yakın alan jeopolitik hedefidir.
2)Bu
durumu Erdoğan şöyle açıklıyor:
“Yıllarca
Suriye’de hem mazlum Suriye halkının mağduriyetini giderecek,
hem ülkemizin sınırlarının güvenliğini sağlayacak bir çözüm
bulunması için bekledik. Ama baktık ki biz bekledikçe sorunlar
üzerimize geliyor. Bir yanda DEAŞ terör örgütü, diğer yanda
PYD-YPG terör örgütü karşımızda bayrak sallamaya başlayınca
anladık ki kimseden bize fayda yok, kendi göbeğimizi kendimiz
kesmemiz gerekiyor...
İşte
Cerablus, Rai, Dabık...Ama şimdi birileri bize akıl veriyor. Ne
diyorlar? ‘Dabık’a girdiniz, iyi, bundan dolayı tebrik ederiz,
kutlarız; ama daha aşağıya gitmeyin.’ Daha aşağıda ne var?
El-Bab var. Kusura bakmayın, biz oraya da gideceğiz. Niye
gideceğiz? Çünkü bizim tehdidi altında olduğumuz yer çizgi
olarak söylüyorum, Dabık’ta bitmiyor, El-Bab’ın da güneyine
doğru iniyor. Ve oradan bizim Münbiç’i de koalisyon güçleriyle
beraber kuşatma altına almamız lazım...”.
3)
Esas hedef, “sinekler”
değil, bataklıktır; yani tehdidin kaynağı esas hedeftir. Bu
durumda Suriye ve Irak üzerinden Türkiye'yi tehdit
edenler hedef alınacaktır. Suriye ve Irak üzerinden tehdidi Türk
burjuvazisi sadece Kürt Özgürlük Hareketiyle sınırlamamaktadır;
onun algılamasına göre Türkiye'yi bölmek isteyen Batılı güçler
bunu “terör” örgütü üzerinden gerçekleştirmek istiyorlar.
Türk burjuvazisinin algılamasına göre bütün terör örgütleri
belli devletlerin kontrolü altındadır (Kürt Özgürlük Hareketi,
devrimci ve komünist örgütler de terör örgütleri olarak
görülmekteler ve dolayısıyla şu veya bu devletin çıkarları
için mücadele etmekteler). Türkiye'ye karşı rekabet içinde
olan, Türkiye'yi vurmak isteyen ülkeler bunu terör örgütleri
üzerinden yapmaktalar. Bu nedenle bu terör örgütlerinin
Türkiye'ye karşı sınır içindeki ve dışındaki faaliyetleri,
Türkiye'ye karşı bir savaş halinin yansımasıdır. Bu nedenle bu
terör örgütleri nerede konuşlanmışlarda (bataklık) orada imha
edilmelidir. Türk burjuvazisinin algılamasına göre bu ve yakın
coğrafyada çıkarları olan ülkeler, Türkiye'nin terörle meşgul
olmasını ve başka bir şey yapacak durumda olmamasını
istiyorlar. Bu durumda Türkiye bu yüzyılı kaybedecektir;
kaybetmesini isteyen ülkeler kazanacaktır. O halde Türkiye bu
yüzyılı kaybetmemek için kaybetmesini isteyen ülkeleri
yönlendirdiği terör örgütleri üzerinden vurmalıdır.
Bugün
için bu örgütler Türkiye'yi Irak ve Suriye üzerinden vurdukları
için Türkiye de onları Suriye ve Irak topraklarında vurmalıdır.
Bu nedenle Suriye'ye girilmiştir. Bu nedenle, gerekirse Irak'a da
girilecektir. Türk burjuvazisi ulusal güvenliğini sağlamak için
sınır ötesi müdahalesinin sadece “Fırat Kalkanı” ile
sınırlı kalmayacağını, Afrin'in (Kilis-Kırıkhan hattı) ve
Fırat'ın doğusunun da (Kobane Kantonu) hedef alınacağını,
gerekirse Irak'a da aynı amaçla girileceğini açıkça ilan
etmektedir.
4)Kuşatılmışlıktan
kuşatmaya geçmenin birçok ayağı vardır. Şimdiye kadar bu
politika Suriye ve Irak'da;
Kürdistan’ın Rojava ve Güney bölgelerinde uygulandı. Ancak
sorun sadece bununla sınırlı değildir.
Bu
politikanın bir de
Ege denizi
ve
adalar ayağı
var. Diktatörün şu sözleri meseleyi açıklıyor:
”Karşımızdakilerin
hak hukuk adalet gibi bir dertleri yok. Haklarımıza göz dikenler
meydanın boş olmadığını bilsin. Akdeniz'de en uzun kıyı
şeridine sahip Türkiye'nin balıkçılıktan yüzde 1 alacağı bir
düzene razı olmayacağız. Ege'deki egemenliği kendine ait olmayan
ada, adacık gibi kendileri hazırladığı projeyle ortaya çıkanlar
meydanın boş olmadığını bilmeliler. Ülkemize emrivaki
yapılmasına izin veremeyiz”.
(23
Ara 2019 tarihli
Sabah gazetesinden)
Bu
politikanın bir de
Batı Trakya
cephesi de var.
Bu
politikanın Kıbrıs eksenli Akdeniz
cephesi de var:
Uzatmaları oynayan Kıbrıs
sorunu, bölünmüşlüğün bir biçimde resmileştirilmesiyle
sonuçlandırılabilir. Son dönemlerde Kıbrıs adası ve çevresinde
keşfedilen enerji yatakları ve devam eden sondaj çalışmaları bu
sahada rekabetin şimdiye kadar olduğundan daha da keskinleşeceğini
göstermektedir. Türk burjuvazisini bu rekabet dışında
kalmayacaktır.
Kuşatılmışlıktan
kuşatmaya geçmenin Kafkasya cephesi de var: Türkiye, Gürcistan ve
Azerbaycan'da da askeri faaliyet sürdürmektedir. Azerbaycan ve
Gürcistan'ın en azından Batum bölgesi Türkiye için oldukça
önemlidir. Bölge olarak Batum, Misak-ı Milli'nin sınırları
içindedir. Türk burjuvazisi bu yönden gelebilecek tehdidi önlemek
için bu coğrafi alanı kontrol etmek gerektiği anlayışındadır.
Türkiye
son birkaç yıla kadar BM barış gücü şemsiyesi altında çok
sayıda ülkede görev almıştır. Ama son birkaç yıldır, BM'den
bağımsız olarak çok sayıda ülkede askeri faaliyet
sürdürmektedir: Somali, Katar, Irak'taki mevcut üslerinin yanı
sıra Arnavutluk, Azerbaycan ve Gürcistan'da üs kurma çabaları
var, Afganistan'da NATO kapsamında karargahı var (10).
Türk
burjuvazisi, Osmanlı döneminde olduğu gibi yeniden üç kıtada
varız diyor!. Ama burada önemli olan Balkanlar-Kafkasya/Hazar
Havzası-Ortadoğu üçgeninin her bir köşesinde askeri varlık
göstermesidir.
Bütün
bunlar kuşatılmışlığı kırmanın, kuşatmaya geçmenin, diğer
bir ifadeyle; ulusal güvenliği sağlamak için tehdidi sınır
ötesinde alınacak tedbirlerle önleme, imha etme, sınır ötesi
savunma kalkanı kurma aşamasına geçmenin açık ifadesidir.
Bu
da yetmiyor. Uluslararası alanda teröre karşı mücadele adı
altında Türkiye, Irak, Somali ve Katar'da askeri üsler kurdu,
Sudan’a “el attı”. Bu durumda Türk burjuvazisi,
kuşatılmışlığı parçalamış olmanın ötesinde, Alman
emperyalizminin Almanya'nın çıkarlarını Hindikuş'unda savunmak
için Afganistan işgaline ve savaşına katıldığı gibi, Türk
sermayesinin çıkarlarını korumak için Katar, Somali, Afganistan
ve Sudan'a uzanmak gerekir anlayışındadır.
Şimdi
buna Libya da eklendi.
Neden
Libya, Libya’da ne işimiz
var türünden burjuva basında dillendirilen tepkilere verilen cevap
yeni ulusal güvenlik konseptinin
saldırı eksenli olduğunu
göstermektedir.
(“Türkiye'nin
savunması Libya'dan başlıyor, yeni konsept bu. Türkiye
terörle mücadele konseptini ‘terörü
sınır dışında önlemek’
şeklinde değiştirdi. Türkiye’nin Libya ile yaptığı
anlaşmalar, “her
türlü hak ve çıkarlarını da sınır ötesinde koruma
konsepti”ne
işaret ediyor.”,
“Libya’ya
asker, savunma kalkanını orada kurmaktır.” “Akdeniz Kalkanı
Harekatı Libya'ya kadar genişletilmeli”).
Türk
burjuvazisi, ulusal güvenlik adı altında jeopolitik açılımını
gerçekleştirmek için saldırgan olacaktır; bunu da tehdide karşı
proaktif olmak, önleyici tedbirler almak; tehdidi sınır ötesinde
karşılamak ve imha etmek perspektifine
göre
açıklamaktadır.
Daha
önce Rojava, şimdi
de Doğu Akdeniz ve Libya için atılan savaş naraları,
“kılıç” şakırtıları, dizginsiz şovenizm ve militarist
açıklamalar
yeni ulusal güvenlik konseptinin bir savaş programı olduğunu
yeteri
kadar açıklıyor:
“Önleyici
vuruş hakkı”, “düşmanı bulunduğu yerde, sınır ötesinde
imha etme”
kavramları yeni ulusal güvenlik konseptinin belirleyici ögeleri
olmuştur.
Diktatör
Erdoğan biraz coştuğu, gaza geldiği zaman “esas” Misak-ı
Milli’yi unutup Osmanlı hayalini, Türk sermayesinin çıkarları
doğrultusunda yayılmacılığı, işgali anlatıyor:
“Birileri
bize ‘Irak, Suriye, Gürcistan, Kırım, Karabağ, Azerbaycan,
Balkanlarla, Kuzey Afrika ile niye ilgileniyorsunuz?’ diye soruyor.
Kimse binlerce kilometre uzaktan gelip burnumuzun dibinde faaliyet
gösteren ülkelere aynı cesaret ve yüksek sesle, ‘Siz burada ne
arıyorsunuz?’ demiyor. Bize ne aradığımız sorulan yerlerin
hiçbiri bize yabancı değil. Rize’yi Batum’dan ayırmak mümkün
mü? Edirne’yi Selanik’ten nasıl ayrı düşünebiliriz?
Gaziantep’le Halep’i, Mardin’le Haseki’yi, Siirt’le Musul’u
nasıl birbirleri ile ilgili olmayan yerler olarak kabul edebiliriz?
Hatay’dan çıkın, Fas’a kadar uğradığınız her Ortadoğu ve
Kuzey Afrika ülkesinde bizden bir şeyler mutlaka görebilirsiniz.
Trakya’dan
Doğu Avrupa’ya kadar olan coğrafyada attığınız her adımda
ecdadın izlerinden birine mutlaka rastlarsınız. Tarih kitaplarında
Misakı Milli’yi okuyoruz değil mi? Misakı Milli’de ne var?
Eğer Misakı Milli diye bir derdimiz varsa, kusura bakmayın, o
zaman bu soruyu kendi içimizde birbirimize soramayız. Tam aksine,
‘Burada üzerimize düşen görevler var’ demek durumundayız.
İşin gerçeği bu. Aynı dili konuştuğumuz, aynı kültürü
paylaştığımız Gazze’yi Sibirya’ya kadar kendimizden ayrı
düşünebilmemiz için aslımızı inkar etmemiz lazım. Bizim
kültürümüzde aslını inkar eden haramzadedir.
Irak,
Suriye, Libya, Kırım, Karabağ, Bosna ve diğer kardeş bölgeler
ile ilgilenmek, Türkiye’nin hem görevi hem de hakkıdır. Türkiye
sadece Türkiye değildir. Bunlardan vazgeçtiğimiz gün,
istiklalimizden ve istikbalimizden vazgeçtiğimiz gündür. Bizim
buna hakkımız olmadığı gibi milletimiz de böyle bir duruma asla
rıza göstermez. Türkiye, sadece Türkiye değildir. Türkiye, 79
milyon vatandaşıyla birlikte köklü, tarihi, kültürel ve insani
bağlarla iç içe olduğu geniş coğrafyadaki yüzmilyonlarca
kardeşine karşı da sorumludur.” (16
Eki 2016 tarihli Hürriyet
gazetesinden).