“SOSYAL
DEVLET” Mİ, DEVLET Mİ?
EKONOMİK
KRİZ VE KOVİD-19 SÜRECİNDE
SERMAYE
VE DEVLETİN ÇELİŞKİLİ HALLERİ
Son
dönemlerde Kovid-19’un ve ekonomik krizin etkisinden dolayı
“sosyal devlet” özlemi çekenler neoliberalizme alternatif
olarak gördükleri keynesçiliği dillendirmeye başladılar. Bu
türden talepler hemen her kriz döneminde dile getirilir. İşin
özünde birtakım sorunların çözümünde özel sermaye yerine
kamunun söz sahibi olmasının istenmesidir. Kamu denince de akla
gelen devlettir. Ama herhangi bir devlet değil, “sosyal
devlet”tir. Bu yazıda “sosyal devlet”in ne olduğunu
araştırmayacağız, bu bizi 19. yüzyıla, Bismarck’a kadar
götürür. Bunun yerine neye muktedir olup olmadığını bakacağız.
Devletin
sınıfsal karakteri vardır; köleci devlet köle sahiplerine;
feodal devlet feodal beylere; burjuva devlet kapitalist sınıfa
hizmet eder. Farklı özel mülkiyet biçimleri, devletin her
seferinde hakim sınıfın baskı aracı ve hizmetkarı olduğu
gerçeğini değiştirmez; devlet aslında hakim sınıf için hizmet
sektörünün en önemli bileşenidir.
“Sosyal
devlet” denince akla hep demokrasi, refah, işsizlik veya az
işsizlik, sağlık, eğitim alanlarında halkını düşünen
anlayış vb. gelir. Ancak bunun gerçekle hiçbir ilişkisi yoktur.
Örneğin Bismarck hiç de halkını düşünen birisi değildi.
Ancak Alman işçi sınıfının kararlı mücadelesi karşısından
emeklilik, sağlık alanında önemli reformlar yapmak zorunda
kalmıştır. Bu bakımdan Bismarck’ın “sosyal devleti” bir
bakıma Alman işçi sınıfının bir eseridir. Hitler’den,
Erdoğan’dan “sosyal devlet” anlayışı beklenebilir mi?
Elbette beklenmez. Ancak bazı sosyal uygulamaları, “sosyal
devlet” uygulamalarıdır.
Bu
nedenle, ister sosyal demokrat, isterse de faşist biçimli olsun
burjuva devlet, gerektiğinde, kaçınılmaz olduğunda veya bazı
koşullar altında “sosyal devlet” biçimini alır.
Aslında
“sosyal devlet”, kapitalizmin çalışan sınıf; somutta da işçi
sınıfı ve emekçiler için neden olduğu sorunların çözümünde
bir nevi zorunlu sigortadır. Motorlu araç kullanmak, kullanan ve
insanlar (toplum) için birtakım riskleri beraberinde getirir. Bu
risklerin üstesinden gelmek için motorlu araç kullanan aracını
zorunlu olarak sigorta ettirir vb. “Sosyal devlet” de
kapitalizmin doğurduğu işsizlik, hastalık nedeniyle işçi sınıfı
ve emekçilerin durumunu iyileştirmek için bir zorunlu sigortadır.
Peki,
burjuva devlet her zaman ve her koşul altında tekil sermayelerin
çıkarları doğrultusunda hareket eder mi, yoksa bazı durumla da
farklı adımlar atar mı? Yani üretimi durdurabilir mi?
İlk
bakışta böyle bir şey olamaz diyebiliriz. Ama bazen oluyor. Öyle
durumlar olur ki, devlet doğrudan, şu veya bu tekil sermayenin
aleyhine veya lehine, ama genelde toplam sermayenin lehine ekonomiye;
üretime müdahale eder. Her iki dünya savaşı döneminde böyle
olmuştur; devlet, bazı işletmeleri kapatmış, bazılarına da
savaş ürünleri üreteceksin; silah üreteceksin; savaşta lazım
olan ne varsa onları üreteceksin demiştir. Bu durumda bazı tekil
işletmeler kaybederken, bazıları daha da güçlenmiştir. Bu
durumda kaybeden sermaye, savaşın genel çıkarlarına kurban
edilmiş oluyor.
Savaş
döneminde genel çıkarlar uğruna bazı tekil sermayeler kurban
edilebilir. Peki, şimdi ekonomik krizin ve Kovid-19’un kol kola
kapitalist ekonomiyi veya üretim biçimi olarak kapitalizmi
zorladığı, çökertmecileri heyecanlandırmak için diyelim ki,
uçurumun kenarına getirdiği şu günlerde sermayenin, burjuva
düzenin toplam ortak çıkarı nedir?
Bir
karşılaştırma yaparak bunu göstermeye çalışalım: Salgın
karşısında ve iklim değişikliği karşısında hükümetlerin
tavrı.
Kovid-19’dan
dolayı hükümetler bilim insanlarını toplayarak kurullar
kurdular; doktorların, Virologların,
epidemiyologların söylediklerine kulak verdiler, önerilerini
dinlediler. Ancak, hükümetler, bu alanda bilim insanlarının uzun
vadeli, zamana
yayılmış önerilerinden hiç hoşlanmadılar. İstediler ki, bilim
insanları salgına karşı en kısa zamanda bir çare üretsinler ve
sermayenin çıkarı için salgın, çarkların tam dönmesi önünde
bir engel olmasın. Salgın bazında bilim insanlarının önerileri
hükümetler tarafından üretimi engelleyen öneriler olarak
görüldü. Önce çok ciddiye alınan bilim insanları zamana
yayılmış ve üretime katkısı olmayan önerileriyle sadece
dinleniyor olmak konumuna düştüler.
İklim
değişikliği söz konusu olduğunda da hükumetler bu alanda söz
sahibi olan bilim insanlarını dinlediler, dinliyorlar. Ancak,
salgının etkisi kendini hemen gösterirken, iklim değişikliğinin
etkisi yıllar, on yıllar sonra göstermektedir. İşte tam da
bundan dolayı sermayenin hizmetçisi devlet, ister “sosyal”
takılı olsun isterse de olmasın sermayenin çıkarına karşı
olan çevre kirliliği, iklim değişimi üzerine önerileri hep
ötelemiştir, ötelemektedir.
Devlete,
sermayeye göre, ne kadar doğru olursa olsun bilimsel veriler
kapitalist üretime, artı değer üretimine zarar veremez,
vermemelidir.
Açık
ki, günümüzde kapitalizm, bilimsel bulgularla da çatışmalı,
çelişkiye girdiği bir aşamaya gelmiştir.
Eh,
kapitalizm o aşamaya gelmişse onun devleti de o aşamaya gelmiş
demektir. Aslında kapitalizmin o aşamaya geldiğini topluma
aktaran, dillendiren devleti yönetenler olarak hükümetlerdir.
Bilimsel
bulgu veya genel anlamda bilim, kapitalizmin çıkarlarıyla nasıl
çelişiyor veya bir konumda neden çelişmiyor, ama başka bir
konumda neden çelişiyor? Ve devlet, “sosyal” takılı olsun
veya olmasın her seferinde neye göre nasıl hareket ediyor?
Yukarıda
belirttiğimiz salgın-iklim değişikliği örnekleri bazında
bakalım.
Gerek
salgın, gerekse de iklim değişimi konusunda bilim insanları en
kötü senaryodan hareket ediyorlar; hükümetlere bunlar, şunlar
yapılmazsa sonunda bu veya şu durumlarla karşı karşıya kalırız
diyorlar ve ona göre tedbir almalarını öneriyorlar.
Devlet,
gerçekten de bilim insanlarının önerilerine göre hareket ediyor
mu? Duruma göre ediyor, duruma göre etmiyor. Buradaki “durum”,
devletin sermayenin çıkarları neyi emrediyorsa onu yapıyor
anlamına gelmektedir.
Salgından
dolayı birçok ülkenin veya salgının yaygın olduğu hemen hemen
bütün ülkelerin şu veya bu ürünü tedarik edememe durumları
olmuştur, olmaktadır. Örneğin, Almanya'da kuşkonmaz hasadı
tehlikeye girmişti, çünkü ucuz işgücünün ülkeye girmesi
yasaktı. Türkiye’de çay hasadı tehlikeye girmişti, çünkü
yurt dışından ve içinden çay toplayacak işçilerin bölgeye
gitmeleri yasaktı.
Hemen
hemen bütün ülkelerde maske sıkıntısı vardı, çünkü dünya
çapında maske üretimi yetmiyordu. Aynı zamanda hemen hemen bütün
ülkelerde solunum cihazı sıkıntısı vardı, çünkü üretim
yetmiyordu.
Bu
ve benzeri türden tedarik darboğazının aşılması için bilim
insanlarının önerilerine hükumetler ciddi olarak kulak
veriyorlar ve uyguluyorlar.
Bunların
hepsi salgına karşı acil tedbirler. Sermayenin çıkarı, bu
tedbirlerin hemen alınmasıdır. Hükümetler de bunu yapıyorlar.
Sermayenin
acil çıkarı, ekonomik krizden dolayı zor durumda olan önemli
işletmelerin batmaması için derhal teşvik paketlerinin
çıkartılması ve zor durumdaki şirketlere gerekli maddi desteğin
verilmesidir. Krizle karşı karşıya olan birçok ülkede bu türden
destek paketleri çıkartılmıştır.
Ancak,
bugün sermayenin zararına olan durumlar da vardır. Örneğin iklim
değişimi. Sermaye, iklim değişimine karşı bugünden köklü
tedbirlerin alınmasını kendi çıkarlarına ters düşen, politik
bir sorun olarak görüyor. İklim değişimi, etkisini yıllar sonra
gösterecek bir değişimdir. Bu nedenle, bu alandaki bilim
insanlarının söyledikleri, çizdikleri felaket senaryosu
hükumetleri pek etkilemez. Ancak, salgın söz konusu olduğunda
durum değişir. Hükumetler, salgından dolayı bilim insanlarının
acil önerilerine uyarlar, talep edilen tedbirleri alırlar. Aksi
taktirde bir daha seçilmeme riskiyle karşı karşıya kalırlar.
Ancak,
bazı durumlarda hükümetler, isteyerek veya istemeyerek sermayenin
zararına olan tedbirler de almak zorunda kalırlar. Örneğin,
salgına karşı mücadele adı altında turizm, ulaşım, gastronomi
gibi sektörlerde faaliyetin durdurulması.
Kovid-19,
sömürü ve iktisadi büyüme ile var olabilecek kapitalizm ve onu
kurtarmak isteyen hükümetlerin teşvik paketleri, insanların
bilinçlenmesine veya bazı çelişkilerin farkına varmasına neden
oldular ve son kertede, farkında olsunlar veya olmasınlar sistemi,
somutta da kapitalizmi sorgulamaya başladılar. İklim değişikliği
sorunu salgınla bağlam içinde insanlarda doğa, doğayı
sahiplenme, kapitalizmin doğayı tahrip etmesi üzerine sorgulayıcı
soruları gündeme getirdi.
Hükümetlerin,
önemli işletmeler başta olmak üzere sermayeyi korumak, teşvik
etmek için hazırladıkları paketlerin gerçekten ne derece faydalı
olacağı soru götürür oldu. Örneğin bazı temel sektörlerde
üretim o denli uluslararasılaşmış ki, bir ülkenin otomobil
üretimini teşvik etmesi pek işe yaramamakta. Çünkü otomobil
üretmek, parçaların uluslararası üretimi devam ettiği ve üretim
için tedarik zincirlerinin kopmadığı koşullarda mümkündür.
Salgın döneminde tedarik zincirlerinin koptuğu ve üretimin
yapılamadığı görüldü. Bu durumda otomobil üretimini teşvik
etmenin bir anlamı olmasa gerek.
Her
halükarda insanlar birçok şeyin, olgunun farkına vardılar. En
azından şunları görebiliyorlar:
1)Kar
amaçlı üretimin olduğu sistemde, yani kapitalizmde insan odaklı
sağlık sistemi kurmak mümkün değildir.
2)Kar
amaçlı üretimin olduğu sistemde, yani kapitalizmde insan odaklı
eğitim sistemi kurmak mümkün değildir.
3)Kar
amaçlı üretimin olduğu sistemde, yani kapitalizmde su, elektrik,
gıda maddeleri vb. temini garantisi yoktur.
4)Kar
amaçlı üretimin olduğu sistemde, yani kapitalizmde çalışma
koşulları insan odaklı değildir.
5)Kar
amaçlı üretimin olduğu sistemde, yani kapitalizmde üretim,
doğanın da talanıyla mümkündür.
Bu
ve daha birçok konuda insanlar kapitalizmi sorgulamaya
başlamışlardır.
Kapitalizmin
soluğu kesilmiştir. Ancak, alternatif arayışı da farklıdır.
Alternatiflerden
birisi “sosyal devlet”tir. “Sosyal devlet” talebi tapıcılık
halini almıştır.
Sınıf
bilincinin burjuva ufku aşılmadığı durumlarda insanların
çözümü, alternatifi aynı sistem içinde göreceği doğaldır.
Sorunun sistem içi çözümünde neoliberalizme alternatif olarak
“sosyal devlet” savunuculuğu, keynesçilik oldukça güçlüdür.
“Sosyal
devlet”, “Hastalık, işsizlik, yaşlılık ve acil
durumlarda vatandaşların güvenliğini sağlayan federal cumhuriyet
sosyal devletinin çekirdeği olarak tanımlanır” (Alman
Anayasası, 2006).
“Sosyal
devlet”, yaptığı işlerden dolayı bir nimet, “hayırlı iş”
icracısı, zor dönemlerde yetişen bir hızır olarak görülüyor.
Aslında “sosyal devlet”, kapitalizmin yarattığı sorunları
bürokratik tarzda çözmek için oluşturulmuştur. “Sosyal
devlet” dendiğinde karşınızda görünüşte şu veya bu sınıf
durmuyor; “sosyal devlet” adına yapılması gerekeni yapan bir
bürokratlar ordusu duruyor.
“Sosyal
devlet”, yardımseverlikten kaynaklı olarak hediye dağıtmıyor;
tam tersine sigortalılar tarafından ödenen, vergi olarak devlete
ödenen miktarları bürokratik olarak yönetiyor, dağıtımını
sağlıyor.
Peki,
“sosyal devlet”in parasal kaynağı nedir?
1)Ücretli
çalışanların yasal sosyal güvenlik katkıları/kesintileri
2)İşveren
katkıları
“Sosyal
devlet”in ana gelir kaynağı bu iki kalemden oluşmaktadır.
Bunun
dışında ücretli işçilerin gönüllü sigorta primleri ve
kapitalistlerin, işletme bazında sigorta masraflarını (kaza
sigortası ve şirket emekli maaşlarına katkılar vb.) yarı
gönüllü üstlenmeleri de “sosyal devlet” gelirlerine
dahildir..
İşveren
katkısını, kapitalistlerin karlarının bir kısmı olduğunu ve
bu miktarı “sosyal devlet”e devrettiklerini sanıyorsanız fena
halde yanılmış olursunuz. Kapitalistler, sosyal güvenlik
kasalarına ve işletme emeklilik kasalarına aktardıkları bu
“katkısı”yı ücret maliyeti olarak gösteriyorlar. Ödenen
vergileri de hesaba katarsanız “sosyal devlet” harcamalarının
hemen hemen hepsinin ücretli çalışanlar (işçi sınıfı ve
emekçiler) tarafından karşılanıyor olduğu görülür.
Ücret
iki ana bileşene ayrılır: Net ücret ve brüt ücret. Net ücret
işçinin eline geçendir. İşçi bunu istediği gibi harcar. Ancak,
söz konusu olan ücretin brüt haliyse; yani net ücretin dışında
kalan kısmıysa, işte orada işçinin söyleyeceği bir şey
yoktur. İşçinin bu kesinti üzerinde bir tasarrufu yoktur.
Görünüşte
kapitalistler, ücretin brüt kısmı üzerinden “sosyal devlet”in
temel parasal kaynağını oluşturuyor. Oysa kapitalist, ücretin
brüt bileşenini ücretli çalışandan vergi olarak alıyor ve
“sosyal devlet”in kasasına aktarıyor. Dolayısıyla “sosyal
devlet”i finanse eden işçi ve emekçiler. Burjuva toplumda,
toplumun ezici çoğunluğunu oluşturan işçiler ve emekçiler, tek
gelir kaynağıdır veya onların ücreti tek gelir kaynağıdır. Bu
kaynak hem çalışanları günlük olarak ayakta tutuyor hem de
“sosyal devlet”i finanse ediyor.
Devletin
“sosyal” kısmı , işçi ve emekçilerin finanse ettiği
kapitalist bir kurumdur.
“Sosyal
devlet” ve işlevinin yürütülmesi, yani “sosyal” politika,
örgütlü devlet yardımı olarak tanımlanır. Bu, modern
devletlerin olmazsa olmazı olan bir markasıdır. Bu markayı her
devlet taşıyacak durumda değildir. Ancak, bu marka her modern
devletin demokratik olduğunu asla göstermez. Yaptığı yardımlara
bakılırsa Türkiye’de faşist diktatörlük de bir “sosyal
devlet”tir, tıpkı Almanya gibi. (Almanya’da “sosyal devlet”in
faşistleştirilmesine yönelik yasaların Willy Brandt önderliğinde
SPD-FDP koalisyon hükümeti (1972-1974) ve neoliberal kararların
sosyal demokrat-Yeşiller koalisyonu (2002-2005) tarafından
çıkartıldığını unutmayalım). Burada yardımın miktarı
değil, yapılıyor olması önemlidir.
Ne
var ki, sorun burada kalmıyor. Neoliberal uygulamalara, diyelim ki,
neoliberal devlete karşı alternatif olarak “sosyal devlet”,
yukarıda bahsettiğimiz içeriğinin ötesinde görevlerle de
alternatifleştiriliyor. 15 Mayıs 2020’de Cumhuriyet gazetesinde
yayımlanan “Krizden çıkış manifestosu” buna tipik bir örnek
oluşturmaktadır.
“Gerekçi
ol imkansızı iste” (Che) dercesine, “sosyal devlet"ten,
keynesçilikten olmayacak şeyler talep edilmektedir.
Manifesto’nun
girişinde “3000'i aşkın araştırmacı akademisyen,
Covid-19’dan alınan derslere kulak vererek, daha demokratik bir
toplum ve sürdürülebilir bir ekonomi için, ekonomik sistemin
kurallarını yeniden yazma çağrısı yapıyor.” deniyor.
“3000'i
aşkın araştırmacı akademisyen”in iyi niyetinden şüphemiz
yok. Ancak, ekonomik sistemlerin kuralları birileri tarafından
yazılmaz. Ekonomik sistemler kendi içsel yasaları doğrultusunda
hareket ederler; sistemin nasıl işleyeceğini belirleyen bu
yasalardır; bu yasalar nesneldir ve ancak keşfedildiklerinde nasıl
hareket edilmesi gerektiği konusunda insanlar düşüncelerini dile
getirirler. Marks, kapitalist üretim biçimini analiz ederek, onun
nesnel ekonomik yasalarını ortaya koyarak kapitalist sistemin nasıl
hareket ettiğini açıklamıştır.
Bugün,
emperyalizm aşamasında kapitalizm çürümüş, kokuşmuş, ömrünü
doldurmuş kapitalizmdir; bu kapitalizmde “daha demokratik bir
toplum ve sürdürülebilir bir ekonomi”nin yeri yoktur artık.
Akademisyenler
bunun; ekonomik sistemlerin kurallarının tartışarak bir sonuca
varıldığında yapılmış olacağını sanıyorlar.
“Sağlık,
iklim, politik ve ekonomik krizlerin eşiğinde yapılan bu çağrı,
üç temel prensibi rehber alıyor: işyerlerini demokratikleştirmek,
işi bir meta olmaktan çıkarmak ve çevresel sürdürülebilirliği
sağlamak.”
“Bu
salgın, bize çalışma eyleminin kendisinin bir "meta"ya
indirgenemeyeceğini gösterdi... Öncelikle, çalışanların kendi
hayatlarını ve geleceklerini etkileyen işyeri kararlarına
katılımı sağlanmalı, yani işyerleri demokratikleştirilmelidir.
İş bir meta olmaktan çıkarılmalı...
Şirketlerin
ve bir bütün olarak toplumun, emekçilerin bu kriz zamanındaki
emeklerini takdir etmesinin en iyi yolu, işyerlerini
demokratikleştirmekten ve çalışanların yönetime katılımının
önünü açmaktan geçiyor... Şimdi de zaman, emek sahiplerinin
haklarının teslim edilmesi, her anlamda güçlendirilmesi ve
işyerlerinin demokratikleştirilmesi yoluyla emekçilerin karar
verme mekanizmalarına katılımının yolunun açılması
zamanıdır...
İşi
meta olmaktan çıkarmak, belirli sektörleri “serbest piyasa”
yasalarından korumak ve aynı zamanda tüm insanların işe ve işin
getirdiği insanlık onuruna erişimini sağlamak anlamına geliyor.
Bu hedefe ulaşmanın bir yolu, istihdam garantisi yaratmaktır.
Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi'nin 23. Maddesi, herkesin
çalışma hakkı olduğunu söyler...
Merkezi
hükümetler, yerel topluluklar ve idareler iş birliği ile
sağlanacak bir istihdam garantisi, tüm insanlara iş hakkı vererek
onlara iyi bir gelecek sağlayacak ve çevresel felaketin önlenmesine
yardımcı olacaktır.” (Söz
konusu “Manifesto”dan).
Manifesto
imzacıları ifade ettikleri gibi üç temel prensibi rehber
alıyorlar:
1)
“İşyerlerini demokratikleştirmek”,
2)
“İşi bir meta olmaktan çıkarmak”,
3)
“Çevresel sürdürülebilirliği sağlamak.”
Sadece
bu talepler, imzacıların iyi niyetinden şüphe edilemeyeceğini
göstermektedir. Ancak, iyi niyet ile gerçeklik farklıdır.
Kapitalizm gerçekliği formüle edilen bu taleplerin hiçbirisinin
yerine getirilemeyeceğini göstermektedir.
İmzacıların
mutlaka farkında oldukları, ama adalet, demokrasi anlayışlarından
dolayı göremedikleri veya görmek istemedikleri gerçeklik,
kapitalizmin sömürüye ve üretim araçlarının özel mülkiyetine
dayanan bir üretim biçimi olduğudur. Bu üretim biçiminde
kapitalist sınıfın/sermayenin çıkarları esastır; altyapısıyla
(ekonomi) ve üstyapısıyla (devlet, hukuk, eğitim vs) düzen,
burjuva sınıfın çıkarlarının korunmasına ve devamının
sağlanmasına hizmet etmek için örgütlenmiştir. Bu örgütlülük
içinde işyerlerinin demokratikleştirilmesi yoktur; ancak, sınıfın
mücadele ile elde edebileceği işyerlerinde birtakım düzenlemelere
katılımcılık söz konusudur. Veya çalışanlar, işyerlerinde
daha rafine sömürünün gerçekleştirilmesi, daha kaliteli ürün
üretilmesi, çalışma süresinin üretim için daha verimli
kullanılması türünden tartışmalara katılabilirler ve
sermayenin yararına alınan kararlara imza atabilirler.
Bu
türden katılımcılığın birçok ülkede uygulanıyor olduğunu
imzacıların bilmeleri gerekirdi.
Burjuva
düzende bunun ötesine geçen bir “işyerlerini
demokratikleştirmek” anlayışı burjuvaziye, özel mülkiyete
“şirk koşmak”; burjuvaziye ve özel mülkiyetine ortak olmak
anlamına gelir.
Bu,
kapitalizmde olmayacakların başında gelir.
Kapitalizmde
işi (işgücü kastediliyor herhalde) meta olmaktan çıkartmak da
olmayacakların başında gelir. Kapitalizm, işgücünün meta
olması; ücret karşılığında satın alınması zemini üzerinde
yükselir. İşgücünün sömürülmediği, meta olmadığı bir
kapitalizm düşünülemez.
Kapitalizmde
işgücünü meta olmaktan çıkartmak kapitalizmi yıkmak anlamına
gelir.
Kapitalizmde
işgücünü istihdam etme garantisi, yani çalışma hakkı da
yoktur.
Aynı
şekilde doğayı tahrip etmeyen bir kapitalim de düşünülemez.
Kapitalizm, sadece işgücünü sömürüp talan etmez, aynı zamanda
doğayı da talan ederek tahrip eder; kendini yenileyemez, yaşanamaz
hale getirir. Dolayısıyla kapitalizm koşullarında çevresel
sürdürülebilirlik mümkün değildir.
Bütün
bu gerçeklikler imzacı akademisyenlerin gözünden kaçmış
olamaz.
İmzacı
akademisyenler nihayetinde burjuva düzeni yıkmak, kapitalizme
alternatif olarak sosyalizmi kurmak için devrim yapmak niyetiyle bu
çağrıyı kaleme almadılar. Bu manifestoyu kendi devletlerine,
hükümetlerine bir çağrı olarak kaleme almışlar. Yani burada
söz konusu olan, düzen içi reform talepleridir. Ancak, talepler
düzen içi reform talepleri değildir. Bu nedenle imzacıların,
kapitalizmin yıkılmasıyla eş anlamlı olan bu talepleri
cehennemin yolu iyi niyet taşlarıyla döşenmiştiri anımsatıyor.