deneme

11 Haziran 2020 Perşembe

“SOSYAL DEVLET” Mİ, DEVLET Mİ?



SOSYAL DEVLET” Mİ, DEVLET Mİ?

EKONOMİK KRİZ VE KOVİD-19 SÜRECİNDE 
 
SERMAYE VE DEVLETİN ÇELİŞKİLİ HALLERİ

Son dönemlerde Kovid-19’un ve ekonomik krizin etkisinden dolayı “sosyal devlet” özlemi çekenler neoliberalizme alternatif olarak gördükleri keynesçiliği dillendirmeye başladılar. Bu türden talepler hemen her kriz döneminde dile getirilir. İşin özünde birtakım sorunların çözümünde özel sermaye yerine kamunun söz sahibi olmasının istenmesidir. Kamu denince de akla gelen devlettir. Ama herhangi bir devlet değil, “sosyal devlet”tir. Bu yazıda “sosyal devlet”in ne olduğunu araştırmayacağız, bu bizi 19. yüzyıla, Bismarck’a kadar götürür. Bunun yerine neye muktedir olup olmadığını bakacağız.

Devletin sınıfsal karakteri vardır; köleci devlet köle sahiplerine; feodal devlet feodal beylere; burjuva devlet kapitalist sınıfa hizmet eder. Farklı özel mülkiyet biçimleri, devletin her seferinde hakim sınıfın baskı aracı ve hizmetkarı olduğu gerçeğini değiştirmez; devlet aslında hakim sınıf için hizmet sektörünün en önemli bileşenidir.

Sosyal devlet” denince akla hep demokrasi, refah, işsizlik veya az işsizlik, sağlık, eğitim alanlarında halkını düşünen anlayış vb. gelir. Ancak bunun gerçekle hiçbir ilişkisi yoktur. Örneğin Bismarck hiç de halkını düşünen birisi değildi. Ancak Alman işçi sınıfının kararlı mücadelesi karşısından emeklilik, sağlık alanında önemli reformlar yapmak zorunda kalmıştır. Bu bakımdan Bismarck’ın “sosyal devleti” bir bakıma Alman işçi sınıfının bir eseridir. Hitler’den, Erdoğan’dan “sosyal devlet” anlayışı beklenebilir mi? Elbette beklenmez. Ancak bazı sosyal uygulamaları, “sosyal devlet” uygulamalarıdır.

Bu nedenle, ister sosyal demokrat, isterse de faşist biçimli olsun burjuva devlet, gerektiğinde, kaçınılmaz olduğunda veya bazı koşullar altında “sosyal devlet” biçimini alır.

Aslında “sosyal devlet”, kapitalizmin çalışan sınıf; somutta da işçi sınıfı ve emekçiler için neden olduğu sorunların çözümünde bir nevi zorunlu sigortadır. Motorlu araç kullanmak, kullanan ve insanlar (toplum) için birtakım riskleri beraberinde getirir. Bu risklerin üstesinden gelmek için motorlu araç kullanan aracını zorunlu olarak sigorta ettirir vb. “Sosyal devlet” de kapitalizmin doğurduğu işsizlik, hastalık nedeniyle işçi sınıfı ve emekçilerin durumunu iyileştirmek için bir zorunlu sigortadır.
Peki, burjuva devlet her zaman ve her koşul altında tekil sermayelerin çıkarları doğrultusunda hareket eder mi, yoksa bazı durumla da farklı adımlar atar mı? Yani üretimi durdurabilir mi?
İlk bakışta böyle bir şey olamaz diyebiliriz. Ama bazen oluyor. Öyle durumlar olur ki, devlet doğrudan, şu veya bu tekil sermayenin aleyhine veya lehine, ama genelde toplam sermayenin lehine ekonomiye; üretime müdahale eder. Her iki dünya savaşı döneminde böyle olmuştur; devlet, bazı işletmeleri kapatmış, bazılarına da savaş ürünleri üreteceksin; silah üreteceksin; savaşta lazım olan ne varsa onları üreteceksin demiştir. Bu durumda bazı tekil işletmeler kaybederken, bazıları daha da güçlenmiştir. Bu durumda kaybeden sermaye, savaşın genel çıkarlarına kurban edilmiş oluyor.
Savaş döneminde genel çıkarlar uğruna bazı tekil sermayeler kurban edilebilir. Peki, şimdi ekonomik krizin ve Kovid-19’un kol kola kapitalist ekonomiyi veya üretim biçimi olarak kapitalizmi zorladığı, çökertmecileri heyecanlandırmak için diyelim ki, uçurumun kenarına getirdiği şu günlerde sermayenin, burjuva düzenin toplam ortak çıkarı nedir?

Bir karşılaştırma yaparak bunu göstermeye çalışalım: Salgın karşısında ve iklim değişikliği karşısında hükümetlerin tavrı.

Kovid-19’dan dolayı hükümetler bilim insanlarını toplayarak kurullar kurdular; doktorların, Virologların, epidemiyologların söylediklerine kulak verdiler, önerilerini dinlediler. Ancak, hükümetler, bu alanda bilim insanlarının uzun vadeli, zamana yayılmış önerilerinden hiç hoşlanmadılar. İstediler ki, bilim insanları salgına karşı en kısa zamanda bir çare üretsinler ve sermayenin çıkarı için salgın, çarkların tam dönmesi önünde bir engel olmasın. Salgın bazında bilim insanlarının önerileri hükümetler tarafından üretimi engelleyen öneriler olarak görüldü. Önce çok ciddiye alınan bilim insanları zamana yayılmış ve üretime katkısı olmayan önerileriyle sadece dinleniyor olmak konumuna düştüler.

İklim değişikliği söz konusu olduğunda da hükumetler bu alanda söz sahibi olan bilim insanlarını dinlediler, dinliyorlar. Ancak, salgının etkisi kendini hemen gösterirken, iklim değişikliğinin etkisi yıllar, on yıllar sonra göstermektedir. İşte tam da bundan dolayı sermayenin hizmetçisi devlet, ister “sosyal” takılı olsun isterse de olmasın sermayenin çıkarına karşı olan çevre kirliliği, iklim değişimi üzerine önerileri hep ötelemiştir, ötelemektedir.

Devlete, sermayeye göre, ne kadar doğru olursa olsun bilimsel veriler kapitalist üretime, artı değer üretimine zarar veremez, vermemelidir.

Açık ki, günümüzde kapitalizm, bilimsel bulgularla da çatışmalı, çelişkiye girdiği bir aşamaya gelmiştir.

Eh, kapitalizm o aşamaya gelmişse onun devleti de o aşamaya gelmiş demektir. Aslında kapitalizmin o aşamaya geldiğini topluma aktaran, dillendiren devleti yönetenler olarak hükümetlerdir.

Bilimsel bulgu veya genel anlamda bilim, kapitalizmin çıkarlarıyla nasıl çelişiyor veya bir konumda neden çelişmiyor, ama başka bir konumda neden çelişiyor? Ve devlet, “sosyal” takılı olsun veya olmasın her seferinde neye göre nasıl hareket ediyor?

Yukarıda belirttiğimiz salgın-iklim değişikliği örnekleri bazında bakalım.

Gerek salgın, gerekse de iklim değişimi konusunda bilim insanları en kötü senaryodan hareket ediyorlar; hükümetlere bunlar, şunlar yapılmazsa sonunda bu veya şu durumlarla karşı karşıya kalırız diyorlar ve ona göre tedbir almalarını öneriyorlar.

Devlet, gerçekten de bilim insanlarının önerilerine göre hareket ediyor mu? Duruma göre ediyor, duruma göre etmiyor. Buradaki “durum”, devletin sermayenin çıkarları neyi emrediyorsa onu yapıyor anlamına gelmektedir.
Salgından dolayı birçok ülkenin veya salgının yaygın olduğu hemen hemen bütün ülkelerin şu veya bu ürünü tedarik edememe durumları olmuştur, olmaktadır. Örneğin, Almanya'da kuşkonmaz hasadı tehlikeye girmişti, çünkü ucuz işgücünün ülkeye girmesi yasaktı. Türkiye’de çay hasadı tehlikeye girmişti, çünkü yurt dışından ve içinden çay toplayacak işçilerin bölgeye gitmeleri yasaktı.
Hemen hemen bütün ülkelerde maske sıkıntısı vardı, çünkü dünya çapında maske üretimi yetmiyordu. Aynı zamanda hemen hemen bütün ülkelerde solunum cihazı sıkıntısı vardı, çünkü üretim yetmiyordu.

Bu ve benzeri türden tedarik darboğazının aşılması için bilim insanlarının önerilerine hükumetler ciddi olarak kulak veriyorlar ve uyguluyorlar.

Bunların hepsi salgına karşı acil tedbirler. Sermayenin çıkarı, bu tedbirlerin hemen alınmasıdır. Hükümetler de bunu yapıyorlar.

Sermayenin acil çıkarı, ekonomik krizden dolayı zor durumda olan önemli işletmelerin batmaması için derhal teşvik paketlerinin çıkartılması ve zor durumdaki şirketlere gerekli maddi desteğin verilmesidir. Krizle karşı karşıya olan birçok ülkede bu türden destek paketleri çıkartılmıştır.
Ancak, bugün sermayenin zararına olan durumlar da vardır. Örneğin iklim değişimi. Sermaye, iklim değişimine karşı bugünden köklü tedbirlerin alınmasını kendi çıkarlarına ters düşen, politik bir sorun olarak görüyor. İklim değişimi, etkisini yıllar sonra gösterecek bir değişimdir. Bu nedenle, bu alandaki bilim insanlarının söyledikleri, çizdikleri felaket senaryosu hükumetleri pek etkilemez. Ancak, salgın söz konusu olduğunda durum değişir. Hükumetler, salgından dolayı bilim insanlarının acil önerilerine uyarlar, talep edilen tedbirleri alırlar. Aksi taktirde bir daha seçilmeme riskiyle karşı karşıya kalırlar.

Ancak, bazı durumlarda hükümetler, isteyerek veya istemeyerek sermayenin zararına olan tedbirler de almak zorunda kalırlar. Örneğin, salgına karşı mücadele adı altında turizm, ulaşım, gastronomi gibi sektörlerde faaliyetin durdurulması.
Kovid-19, sömürü ve iktisadi büyüme ile var olabilecek kapitalizm ve onu kurtarmak isteyen hükümetlerin teşvik paketleri, insanların bilinçlenmesine veya bazı çelişkilerin farkına varmasına neden oldular ve son kertede, farkında olsunlar veya olmasınlar sistemi, somutta da kapitalizmi sorgulamaya başladılar. İklim değişikliği sorunu salgınla bağlam içinde insanlarda doğa, doğayı sahiplenme, kapitalizmin doğayı tahrip etmesi üzerine sorgulayıcı soruları gündeme getirdi.

Hükümetlerin, önemli işletmeler başta olmak üzere sermayeyi korumak, teşvik etmek için hazırladıkları paketlerin gerçekten ne derece faydalı olacağı soru götürür oldu. Örneğin bazı temel sektörlerde üretim o denli uluslararasılaşmış ki, bir ülkenin otomobil üretimini teşvik etmesi pek işe yaramamakta. Çünkü otomobil üretmek, parçaların uluslararası üretimi devam ettiği ve üretim için tedarik zincirlerinin kopmadığı koşullarda mümkündür. Salgın döneminde tedarik zincirlerinin koptuğu ve üretimin yapılamadığı görüldü. Bu durumda otomobil üretimini teşvik etmenin bir anlamı olmasa gerek.

Her halükarda insanlar birçok şeyin, olgunun farkına vardılar. En azından şunları görebiliyorlar:

1)Kar amaçlı üretimin olduğu sistemde, yani kapitalizmde insan odaklı sağlık sistemi kurmak mümkün değildir.

2)Kar amaçlı üretimin olduğu sistemde, yani kapitalizmde insan odaklı eğitim sistemi kurmak mümkün değildir.

3)Kar amaçlı üretimin olduğu sistemde, yani kapitalizmde su, elektrik, gıda maddeleri vb. temini garantisi yoktur.

4)Kar amaçlı üretimin olduğu sistemde, yani kapitalizmde çalışma koşulları insan odaklı değildir.

5)Kar amaçlı üretimin olduğu sistemde, yani kapitalizmde üretim, doğanın da talanıyla mümkündür.

Bu ve daha birçok konuda insanlar kapitalizmi sorgulamaya başlamışlardır.
Kapitalizmin soluğu kesilmiştir. Ancak, alternatif arayışı da farklıdır.

Alternatiflerden birisi “sosyal devlet”tir. “Sosyal devlet” talebi tapıcılık halini almıştır.
Sınıf bilincinin burjuva ufku aşılmadığı durumlarda insanların çözümü, alternatifi aynı sistem içinde göreceği doğaldır. Sorunun sistem içi çözümünde neoliberalizme alternatif olarak “sosyal devlet” savunuculuğu, keynesçilik oldukça güçlüdür.

Sosyal devlet”, “Hastalık, işsizlik, yaşlılık ve acil durumlarda vatandaşların güvenliğini sağlayan federal cumhuriyet sosyal devletinin çekirdeği olarak tanımlanır” (Alman Anayasası, 2006).

Sosyal devlet”, yaptığı işlerden dolayı bir nimet, “hayırlı iş” icracısı, zor dönemlerde yetişen bir hızır olarak görülüyor. Aslında “sosyal devlet”, kapitalizmin yarattığı sorunları bürokratik tarzda çözmek için oluşturulmuştur. “Sosyal devlet” dendiğinde karşınızda görünüşte şu veya bu sınıf durmuyor; “sosyal devlet” adına yapılması gerekeni yapan bir bürokratlar ordusu duruyor.

Sosyal devlet”, yardımseverlikten kaynaklı olarak hediye dağıtmıyor; tam tersine sigortalılar tarafından ödenen, vergi olarak devlete ödenen miktarları bürokratik olarak yönetiyor, dağıtımını sağlıyor.

Peki, “sosyal devlet”in parasal kaynağı nedir?

1)Ücretli çalışanların yasal sosyal güvenlik katkıları/kesintileri
2)İşveren katkıları

Sosyal devlet”in ana gelir kaynağı bu iki kalemden oluşmaktadır.

Bunun dışında ücretli işçilerin gönüllü sigorta primleri ve kapitalistlerin, işletme bazında sigorta masraflarını (kaza sigortası ve şirket emekli maaşlarına katkılar vb.) yarı gönüllü üstlenmeleri de “sosyal devlet” gelirlerine dahildir..

İşveren katkısını, kapitalistlerin karlarının bir kısmı olduğunu ve bu miktarı “sosyal devlet”e devrettiklerini sanıyorsanız fena halde yanılmış olursunuz. Kapitalistler, sosyal güvenlik kasalarına ve işletme emeklilik kasalarına aktardıkları bu “katkısı”yı ücret maliyeti olarak gösteriyorlar. Ödenen vergileri de hesaba katarsanız “sosyal devlet” harcamalarının hemen hemen hepsinin ücretli çalışanlar (işçi sınıfı ve emekçiler) tarafından karşılanıyor olduğu görülür.

Ücret iki ana bileşene ayrılır: Net ücret ve brüt ücret. Net ücret işçinin eline geçendir. İşçi bunu istediği gibi harcar. Ancak, söz konusu olan ücretin brüt haliyse; yani net ücretin dışında kalan kısmıysa, işte orada işçinin söyleyeceği bir şey yoktur. İşçinin bu kesinti üzerinde bir tasarrufu yoktur.

Görünüşte kapitalistler, ücretin brüt kısmı üzerinden “sosyal devlet”in temel parasal kaynağını oluşturuyor. Oysa kapitalist, ücretin brüt bileşenini ücretli çalışandan vergi olarak alıyor ve “sosyal devlet”in kasasına aktarıyor. Dolayısıyla “sosyal devlet”i finanse eden işçi ve emekçiler. Burjuva toplumda, toplumun ezici çoğunluğunu oluşturan işçiler ve emekçiler, tek gelir kaynağıdır veya onların ücreti tek gelir kaynağıdır. Bu kaynak hem çalışanları günlük olarak ayakta tutuyor hem de “sosyal devlet”i finanse ediyor.

Devletin “sosyal” kısmı , işçi ve emekçilerin finanse ettiği kapitalist bir kurumdur.

Sosyal devlet” ve işlevinin yürütülmesi, yani “sosyal” politika, örgütlü devlet yardımı olarak tanımlanır. Bu, modern devletlerin olmazsa olmazı olan bir markasıdır. Bu markayı her devlet taşıyacak durumda değildir. Ancak, bu marka her modern devletin demokratik olduğunu asla göstermez. Yaptığı yardımlara bakılırsa Türkiye’de faşist diktatörlük de bir “sosyal devlet”tir, tıpkı Almanya gibi. (Almanya’da “sosyal devlet”in faşistleştirilmesine yönelik yasaların Willy Brandt önderliğinde SPD-FDP koalisyon hükümeti (1972-1974) ve neoliberal kararların sosyal demokrat-Yeşiller koalisyonu (2002-2005) tarafından çıkartıldığını unutmayalım). Burada yardımın miktarı değil, yapılıyor olması önemlidir.

Ne var ki, sorun burada kalmıyor. Neoliberal uygulamalara, diyelim ki, neoliberal devlete karşı alternatif olarak “sosyal devlet”, yukarıda bahsettiğimiz içeriğinin ötesinde görevlerle de alternatifleştiriliyor. 15 Mayıs 2020’de Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan “Krizden çıkış manifestosu” buna tipik bir örnek oluşturmaktadır.

Gerekçi ol imkansızı iste” (Che) dercesine, “sosyal devlet"ten, keynesçilikten olmayacak şeyler talep edilmektedir.

Manifesto’nun girişinde “3000'i aşkın araştırmacı akademisyen, Covid-19’dan alınan derslere kulak vererek, daha demokratik bir toplum ve sürdürülebilir bir ekonomi için, ekonomik sistemin kurallarını yeniden yazma çağrısı yapıyor.” deniyor.

3000'i aşkın araştırmacı akademisyen”in iyi niyetinden şüphemiz yok. Ancak, ekonomik sistemlerin kuralları birileri tarafından yazılmaz. Ekonomik sistemler kendi içsel yasaları doğrultusunda hareket ederler; sistemin nasıl işleyeceğini belirleyen bu yasalardır; bu yasalar nesneldir ve ancak keşfedildiklerinde nasıl hareket edilmesi gerektiği konusunda insanlar düşüncelerini dile getirirler. Marks, kapitalist üretim biçimini analiz ederek, onun nesnel ekonomik yasalarını ortaya koyarak kapitalist sistemin nasıl hareket ettiğini açıklamıştır.
Bugün, emperyalizm aşamasında kapitalizm çürümüş, kokuşmuş, ömrünü doldurmuş kapitalizmdir; bu kapitalizmde “daha demokratik bir toplum ve sürdürülebilir bir ekonomi”nin yeri yoktur artık.
Akademisyenler bunun; ekonomik sistemlerin kurallarının tartışarak bir sonuca varıldığında yapılmış olacağını sanıyorlar.

Sağlık, iklim, politik ve ekonomik krizlerin eşiğinde yapılan bu çağrı, üç temel prensibi rehber alıyor: işyerlerini demokratikleştirmek, işi bir meta olmaktan çıkarmak ve çevresel sürdürülebilirliği sağlamak.”

Bu salgın, bize çalışma eyleminin kendisinin bir "meta"ya indirgenemeyeceğini gösterdi... Öncelikle, çalışanların kendi hayatlarını ve geleceklerini etkileyen işyeri kararlarına katılımı sağlanmalı, yani işyerleri demokratikleştirilmelidir. İş bir meta olmaktan çıkarılmalı...

Şirketlerin ve bir bütün olarak toplumun, emekçilerin bu kriz zamanındaki emeklerini takdir etmesinin en iyi yolu, işyerlerini demokratikleştirmekten ve çalışanların yönetime katılımının önünü açmaktan geçiyor... Şimdi de zaman, emek sahiplerinin haklarının teslim edilmesi, her anlamda güçlendirilmesi ve işyerlerinin demokratikleştirilmesi yoluyla emekçilerin karar verme mekanizmalarına katılımının yolunun açılması zamanıdır...

İşi meta olmaktan çıkarmak, belirli sektörleri “serbest piyasa” yasalarından korumak ve aynı zamanda tüm insanların işe ve işin getirdiği insanlık onuruna erişimini sağlamak anlamına geliyor. Bu hedefe ulaşmanın bir yolu, istihdam garantisi yaratmaktır. Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi'nin 23. Maddesi, herkesin çalışma hakkı olduğunu söyler...

Merkezi hükümetler, yerel topluluklar ve idareler iş birliği ile sağlanacak bir istihdam garantisi, tüm insanlara iş hakkı vererek onlara iyi bir gelecek sağlayacak ve çevresel felaketin önlenmesine yardımcı olacaktır.” (Söz konusu Manifesto”dan).

Manifesto imzacıları ifade ettikleri gibi üç temel prensibi rehber alıyorlar:
1) “İşyerlerini demokratikleştirmek”,
2) “İşi bir meta olmaktan çıkarmak”,
3) “Çevresel sürdürülebilirliği sağlamak.”

Sadece bu talepler, imzacıların iyi niyetinden şüphe edilemeyeceğini göstermektedir. Ancak, iyi niyet ile gerçeklik farklıdır. Kapitalizm gerçekliği formüle edilen bu taleplerin hiçbirisinin yerine getirilemeyeceğini göstermektedir.

İmzacıların mutlaka farkında oldukları, ama adalet, demokrasi anlayışlarından dolayı göremedikleri veya görmek istemedikleri gerçeklik, kapitalizmin sömürüye ve üretim araçlarının özel mülkiyetine dayanan bir üretim biçimi olduğudur. Bu üretim biçiminde kapitalist sınıfın/sermayenin çıkarları esastır; altyapısıyla (ekonomi) ve üstyapısıyla (devlet, hukuk, eğitim vs) düzen, burjuva sınıfın çıkarlarının korunmasına ve devamının sağlanmasına hizmet etmek için örgütlenmiştir. Bu örgütlülük içinde işyerlerinin demokratikleştirilmesi yoktur; ancak, sınıfın mücadele ile elde edebileceği işyerlerinde birtakım düzenlemelere katılımcılık söz konusudur. Veya çalışanlar, işyerlerinde daha rafine sömürünün gerçekleştirilmesi, daha kaliteli ürün üretilmesi, çalışma süresinin üretim için daha verimli kullanılması türünden tartışmalara katılabilirler ve sermayenin yararına alınan kararlara imza atabilirler.

Bu türden katılımcılığın birçok ülkede uygulanıyor olduğunu imzacıların bilmeleri gerekirdi.

Burjuva düzende bunun ötesine geçen bir “işyerlerini demokratikleştirmek” anlayışı burjuvaziye, özel mülkiyete “şirk koşmak”; burjuvaziye ve özel mülkiyetine ortak olmak anlamına gelir.
Bu, kapitalizmde olmayacakların başında gelir.

Kapitalizmde işi (işgücü kastediliyor herhalde) meta olmaktan çıkartmak da olmayacakların başında gelir. Kapitalizm, işgücünün meta olması; ücret karşılığında satın alınması zemini üzerinde yükselir. İşgücünün sömürülmediği, meta olmadığı bir kapitalizm düşünülemez.
Kapitalizmde işgücünü meta olmaktan çıkartmak kapitalizmi yıkmak anlamına gelir.
Kapitalizmde işgücünü istihdam etme garantisi, yani çalışma hakkı da yoktur.
Aynı şekilde doğayı tahrip etmeyen bir kapitalim de düşünülemez. Kapitalizm, sadece işgücünü sömürüp talan etmez, aynı zamanda doğayı da talan ederek tahrip eder; kendini yenileyemez, yaşanamaz hale getirir. Dolayısıyla kapitalizm koşullarında çevresel sürdürülebilirlik mümkün değildir.

Bütün bu gerçeklikler imzacı akademisyenlerin gözünden kaçmış olamaz.

İmzacı akademisyenler nihayetinde burjuva düzeni yıkmak, kapitalizme alternatif olarak sosyalizmi kurmak için devrim yapmak niyetiyle bu çağrıyı kaleme almadılar. Bu manifestoyu kendi devletlerine, hükümetlerine bir çağrı olarak kaleme almışlar. Yani burada söz konusu olan, düzen içi reform talepleridir. Ancak, talepler düzen içi reform talepleri değildir. Bu nedenle imzacıların, kapitalizmin yıkılmasıyla eş anlamlı olan bu talepleri cehennemin yolu iyi niyet taşlarıyla döşenmiştiri anımsatıyor.