deneme

7 Aralık 2020 Pazartesi

“POST-KAPİTALİZM” ÜZERİNE DÜŞÜNCELER VE FANTEZİLER (I)



POST-KAPİTALİZM” ÜZERİNE DÜŞÜNCELER VE FANTEZİLER (I)

KARŞI İKTİDAR” VE ÖRGÜTLENME SORUNU

Her ekonomik kriz döneminde ideolojileri farklı olan akımların şimdilerde “post-kapitalizm” olarak tanımlanan kavramsal anlayışlarını açıklamaya çalıştıklarına şahit oluruz. “Post-kapitalizm”, yani kapitalizm sonrasına kafa yorarlar. Her komünist, her komünist partisi, bir çırpıda kapitalizm sonrası sosyalizmdir der. Bu bizim açımızdan kolay. Ancak, kapitalizm sonrasının sosyalizm olmadığını, kapitalizm sonrasına kendiliğinden, devrimsiz varılacağını söyleyenler de var. Bunların çoğunluğu, kapitalizm sonrasına komünist partisiz varılacağı anlayışındalar. Komünist parti enflasyonunu göz önünde tutarak, komünist partiden kastettiğim Leninist ilkelere göre örgütlenmiş partidir, Marksist-Leninist partidir.

Yaşanmakta olan ekonomik krizi doğrudan etkileyen Kovid-19 salgını, birçok hayalperesti -şüphesiz ki, bunların arasında iyi niyetli olanlar da vardır- kriz süreçlerinde şimdiye kadar olduğundan daha çok heyecanlandırdı. Ekonomik kriz patlak vermiş; ekonomi çökmeye doğru yol alıyor ve tam da bu arada salgın patlak veriyor. İşte bu salgını hayalperestler, ekonomik çöküşü inanılmaz derecede hızlandıran bir faktör olarak görüyorlar.

Doğru, salgın faktörünün, ekonomi dışı bu faktörün etkisinden dolayı üretim, 2020’nin ikinci çeyreğinde oldukça gerilemiş, bazı ülkelerde ekonomi neredeyse “kapatılmış”, milyonlarca işçi sokağa atılmış, milyonlarcası kısa süreli çalışmaya zorlanmış vs. Devletler de ekonomiyi kurtarmak için bolca para basarak, şirketleri ayakta tutmaya çalıştılar; bu teşvik paketlerinden en az yararlanan işçi sınıfı ve emekçiler olmuştur. Bunların hepsi doğru.

Ancak, bundan nasıl bir sonuç çıkartmak gerekir sorusuna verilen cevap, nerede duruyorsun sorusuna verilen cevaptır. Şimdi buna bir bakalım.

Kovid-19’un etkisiyle ekonomik kriz fena vurdu. Ne düşündüğünü söylemeyenlere, ne düşündüğünü söyletecek derecede fena vurdu. Ortaya şu çıktı: Kapitalizm geriye dönemez, yani neoliberalizmden geriye dönüp Keynesçi politikalar uygulayamaz diyenler, birden bire “halkımızın” sağlığını vb. düşünerek bazı sektörlerin devletleştirilmesinden bahseder oldular. Keynesçilerin, neoliberalizme karşı mücadelelerinde sürekli dillendirdikleri talepler keskin komünistlerin sahiplendiği talepler oldu. Bu kıvraklığı şeytan görseydi, mutlaka ben ne işe yararım diye kendine sorardı.

Keynesçiler buna sevinirler mi, orasını bilemem. Ama gün Keynesçilik günüdür. Yorum okunun ucu hep Keynesçiliğe bükülüyor! Örneğin, “sol reformist” diye tanımlanan Podemos (İspanya). Bu post-Marksistler, devletin kısa dönem çalışanlara verilmesi için işletmelere para aktarmasını kapitalizmde temel bir dönüşüm olarak görüyorlar. Sadece bu olgu, onlar için “neoliberal model”in sonunun geldiği anlamına geliyor. “Neoliberal model”in sonunun gelmesinden ileriye doğru bir gidişi anlamıyorlar; tam tersine geriye, Keynesçiliğe doğru gidişi anlıyorlar.

Bu bakımdan bu konuda keskin komünistlerle Podemos türünden post-Marksistler arasında zere kadar bir fark yoktur.

İşin farkında olmak gerekir; bugüne kadar radikallikte ön sıraları kimseye kaptırmayanlar bugünlerde kapitalizmin yumuşatılabileceği, reforme edilebileceği, insancıl, demokratik olabileceği konusunda da ön sıraları kimseye kaptırmamaya çalışıyorlar. Ne tuhaf bir dünya değil mi?!

Dünyayı tuhaflaştıran sadece bunlar değil. Başkaları da var.

Otonomi ve karşı iktidar: Sarı Yelekliler Hareketi’nin ardından örgüt meselesini yeniden düşünmek” başlığını taşıyan makalede şirazesinden çıkmış dünyayı, dünya “baldırı çıplakları”nın kabul edeceği, yaşanabilir bir dünya yapmaya kafa yoruluyor. Bu makalede kapitalizm sonrası bağlamında bu sorunu ele alacağız.

I- “KARŞI İKTİDAR” VE ÖRGÜTLENME SORUNU

Otonomi ve karşı iktidar: sarı yelekliler hareketi’nin ardından örgüt meselesini yeniden düşünmek” makalesinde dikkatimizi çeken iki nokta var: İlki örgüt sorunu ikincisi de iktidar sorunu. Her iki sorun açık ki, otonomculuğun toplum ve sınıf anlayışıyla doğrudan ilgilidir.

Aslında bu otonomcu yapı, her iki konuda da yeni bir şey söylemiyor.

Leninist parti biçimi, büyük ölçüde 1917 zaferinden devşirdiği prestijle 20. yüzyılın büyük bölümünde kendini temel devrimci örgüt biçimi olarak ortaya koymuştur. Önerme bir şekilde kendi kendini kanıtlamıştır.

İktidarı ele almakla vazifelendirilmiş Leninist parti, şüpheye yer bırakmayacak şekilde kendini zorlu ayaklanma anındaki etkililiğiyle göstermiştir; ancak komünizm stratejik hedefinin başarılması ve devrim sonrası gelişmeler açısından bu iktidarın icrasında taşıdığı radikal eksiklikler de kendini göstermiştir. Alain Badiou’nun yazdığı üzere “Leninist parti, muzaffer ayaklanmanın gerektirdiği görevler için uygun olsa da komünizme geçiş görevlerinde bir ölçü olamaz.

1970’lerde çoktan Fransız Maoistler ve İtalyan Otonomcular kurtuluş siyasetinin ana görevlerinden biri olarak geleneksel Leninist paradigmanın ötesine geçmeyi (diğer şeylerin yanında) kendilerine görev olarak belirlemişlerdi. Bugün miras aldığımız sorun budur. Ve açık ki, bu konuda bizim kampın bütününde genel bir yönsüzlük mevcuttur. Bazıları (kendi başına ölümcül bir yabancılaşma ile eşanlamlı olduğu bahanesiyle) örgütün tüm harekete geçirici güdülerini süpürüp atmaya karar verirken diğerleri öncü partinin kemikleşmiş modelini yenilememekten memnun.”

Onları hareketlerin içerisine gerçek anlamda girmekten mahrum bırakan ve mücadelenin yeni dinamiklerinden giderek daha fazla kopmalarına yol açan zamanı geçmiş örgütsel modellerine sıkı sıkıya bağlılıklarını sürdürüyor.

Otonom/özerkÖrgüt sorununu bugün hâlen, gerekliliklerini devrimci militanların halletmesinin zorunlu olduğu açık bir sorun olarak görüyoruz.”

Söylenen açık: Leninist parti, prestijine dayanarak 20. yüzyılın büyük bir bölüğümde varlığını sürdürmüştür. Devrimden sonra Leninist parti örgütlenmesi toplumu komünizme götürecek bir araç değildir. Çünkü “radikal eksiklikleri” açığa çıkmıştır. Artık böyle bir örgütlenmeye gerek kalmamıştır.

1970’lerde çoktan Fransız Maoistler ve İtalyan Otonomcular kurtuluş siyasetinin ana görevlerinden biri olarak geleneksel Leninist paradigmanın ötesine geçmeyi (diğer şeylerin yanında) kendilerine görev olarak belirlemişlerdi.” Ama bu geçişi hala sağlayamadık. Aramızda tartışıyoruz; bir kısmımız bu parti anlayışını “süpürüp atmaya” karar vermiştir. Bir kısmımız Leninist parti modelini yenilemek istememektedir. Ancak bunlar, “mücadelenin yeni dinamiklerinin” kopup gitmesine neden olan Leninist parti modelinde ısrar etmekteler.

Burada anlatılan sadece Fransız koşulları değildir. Şüphesiz Marksizm-Leninizm’e karşı, devrimci gözükerek sonuç alıcı tasfiyeci girişimlerin merkezlerinden birisi de Fransa olmuştur. Bugün otonomcu olarak siyaset arenasında yer alanların düşünce örgütleyicileri Althusser’den başlayarak gelir. Yukarıda adı geçen Alain Badiou, 1968 Fransa’sında gençlik hareketi içinde ateşli sol radikal solculardan biridir. Althusser’in doğrudan öğrencisi olmasa da sempatizanı olduğu bilinen gerçektir. Her halükarda burada söz konusu olan, Post-Marksizm’in otonomculuğa, anarşizme yansımasıdır. Leninist örgütlenme hakkında yukarıdaki düşünceleri savunanlar, sadece örgüt modeline karşı mücadele etmiyorlar. Onların mücadelesi öncelikle ideolojiktir. Sonra da bu ideolojinin iktidar olmasının aracı olarak sınıf ve partidir.

Bunu nasıl yapıyorlar?

En büyük silahları “koşulların değişmesi” olmuştur. Bu nedenle işçi sınıfının ideolojisi olan Marksizm-Leninizm’in de değişmesi gerekir. Bu nedenle kökenlerimize dönmemiz, yani yalın haliyle Marksizm’e dönmemiz ve kendimize yeni bir yol bulmamız gerekir. Özellikle Fransa’da gençlik hareketinin sönümlenmesinden ve o dönemin ateşli sol radikallerinin umduklarını bulamamalarının sonucu büyük moralsizlik, umutsuzluk, Althusser, Badiou, Poulantas, Laclau ve daha nice Post-Marksizm ve yapısalcıların marifetiyle Marksizm-Leninizm’e karşı mücadeleye çevrilmiştir. Başarısız oldukları söylenemez. Ortaya, ideolojiyi küçümseyen, Leninist örgütlenmeyi reddeden, toplumun sınıflara ayrışmışlığını reddetmese de önemsemeyen; sermayeye karşı bütün toplumsal sınıf ve tabakaları, ayrıca “kimlikleri” bir araya getirmeyi ve böylece burjuvazinin çizdiği sınırlar içinde kalarak radikal değişimin gerçekleştirilebileceğine inanan bir örgütler ve bireyler yığını çıkmıştır. Söz konusu bu otonom grup da bunlardan biridir. Bireylerden oluşan bir yığındır. İki özelliği var. Birincisi, Leninist örgütlenmeyi, günü geçmiş bir mücadele aracı olarak görmeyi marifet saymak. Ama neden günü geçmiş olduğunun cevabını vermemek. İkincisi de “karşı iktidar” için mücadele etmek.

Bunların anlamak istemedikleri veya savundukları düşünceden ve ideolojik duruşlarından dolayı anlayamadıkları şudur: Ne Marksizm-Leninizm ne de Leninist örgütlenme bir dogmadır. Toplumsal gelişmeyi, yeni olanın ve yok olanın ne olduğunu göremeyen bir Marksizm-Leninizm olamaz. Orada bir yanlışlık vardır. Diyalektik materyalizm her yeniyi görmenin, doğan ve yok olan çelişkileri analiz etmenin yöntemidir. Bunu yapmıyorsan, hatayı diyalektik materyalizmde, Marksizm-Leninizm’de, Leninist örgütlemede arayamazsın. Veya niyet başka olduğu için içine düşülen çıkmazın sorumlusu olarak diyalektik materyalizm, Marksizm-Leninizm, Leninist örgütleme gösterilmektedir. Burada yapılan tam da budur.

Post-Marksizm kırması düşünceleriyle bu otonomcu grup, Leninist örgütlenmeye saldırmayı marifet sayıyor. Devrime önderlik ettiği için büyük bir prestije sahip diyor, ama sosyalist toplumu komünizme götürme yeteneğine sahip değildir demeyi de unutmuyor. Peki, Ekim devriminden sonra, inşa edilen sosyalizmin ülkesi SSCB’de ne oldu da Leninist parti, yani SBKP(B), devrime önderlik etmesine rağmen sosyalist toplumu komünizme götürecek yetenekten mahrum kaldı? Yoksa başka partilerin kurulmasına izin verilmediği için mi? Yoksa proletarya diktatörlüğü iktidarını başka partilerle paylaşmak istemediği için mi? Yoksa sınıf diktatörlüğünde ısrarcı olduğu için mi? Yoksa sadece ve sadece işçi sınıfının ideolojisi olan Marksizm-Leninizm’de ısrarcı olduğu ve başka ideolojilere alan açmadığı için mi?

Soruları çoğaltabilirsiniz. Açık ki, bu otonomcu grubun derdi Leninist örgütlenme değildir. Onun çıkmazı, örgütlenme olmadan sınıf mücadelesinde bir hiç olmanın kaçınılmaz olduğunu görüyor olmasıdır. Bu, anarşizmin en temel sorunudur. Ancak, anarşizmin bu temel sorununda, Leninist örgütlenmeye karşı mücadelede medet ummak da ayrı bir sorundur.

Bu otonom grubun neden Leninist örgütlenmeye, Leninist örgütlenme-sınıf/devrin bağlamında sosyalizme karşı olduğu yukarıdaki anlayışlarında görülmektedir.

Şunu söylüyor bu grup:

1-“Şimdi kurtuluşun her politikası devlet ve kurumlarından belli uzaklıkta durarak gerçekleştirilir.”

Burada devlet ve kurumlarından belli uzaklıkta durmaktan anlaşılması gereken, devlet ve kurumları bizim sınıf düşmanımızdır, onlarla ilişkimiz olamaz, ancak onlara karşı, iktidarı almak için mücadelemiz söz konusu olabilir değildir. Tam tersidir; aynı toplumsal yapı; yani burjuvazinin sınıf iktidarlığının söz konusu olduğu üstyapı ve altyapı kurumlarından kopuk olmamaktır. Belli bir ilişki içinde olmaktır. Bu anlayış sadece bu otonom gruba ait değildir. Bütün otonom gruplar bu anlayışa sahiptirler. Veya hegemonya mücadelesinden; bağımsız, özerk alan inşasından bahseden her kişi ve örgüt bu anlayışa sahiptir. Bu gruplar, oportünizmde varlıklarını sürdürebilmek için devletten yer, kredi isteyecek kadar ileri gitmişlerdir. Pratikleri budur.

Devlet ve kurumlarından belli uzaklıkta durarak “karşı iktidar” inşa etmeye inanacak kadar saftır bu unsurlar. Bu nedenle söylem ve eylemleri ne kadar radikal olursa olsun, aslında onlar sınıf mücadelesinin seyrini “müesses nizam” (kurlu düzen) içinde tutmaya çalışmaktadırlar. Bu nedenle de burjuvazi bu grupları sürekli destekler, maddi imkanlar sunar.

2-”Bu nedenle, kurtuluş için yola çıkan her örgütlü süreç ancak özerk/otonom karakterde olabilir.”

Otonom/özerk karakterde” olmak iki anlamlıdır. Birincisi, devletin ve kurumlarının; burjuva altyapı ve üstyapıyı tanıyorsun, onu hakim güç/otorite olarak tanıyorsun, ama onunla ilişkilerinin otonom/özerk karakterde olmasını istiyorsun. İkincisi ve daha düşük ihtimal, “müesses nizam”a karşı mücadele eden yapılarla ilişkilerde otonom/özerk karakterde olmak. Aslında neyi kastettikleri o kadar da önemli değil. Önemli değil, çünkü bu gruplardaki sınıf uzlaşmacılığı siyasi varoluşlarının bel kemiğini oluşturur. Onların radikallikleri, son kertede “müesses nizam”la uzlaşmaktır.

3-”Sarı Yelekliler kendi öz güçlerine güvenmeyi öğrendiler, son yarım yüzyıldan fazladır görülmedik düzeyde bir toplumsal çatışmayı üstlenmek için herhangi bir sendikaya veya siyasi partiye ihtiyaç duymadılar.”

Örgütsüzlük, anarşizm, otonomculuk -ne derseniz deyin- bundan daha iyi savunulabilir mi? Daha doğrusu özne olarak sınıf mücadelesinde “Son yarım yüzyıldan fazladır görülmedik düzeyde bir toplumsal çatışmayı üstlenmek için herhangi bir sendikaya veya siyasi partiye ihtiyaç duymadılar.” anlayışıyla siyasi (parti) ve sendikal örgütlenmeye ne denli karşı olduklarını açıklamış oluyorlar. Fransa’da “Son yarım yüzyıldan fazladır görülmedik düzeyde bir toplumsal çatışmayı” “kendi öz güçlerine güvenerek” siyasi olarak (parti olarak) örgütlenmeden sonuçlandırabileceklerini, yani Fransız “müesses nizam”ını yıkacaklarını ifade ediyorlar. Böyle demek, onları böyle anlamak istiyorum ama başka şey söylüyorlar. Bu anarşist grup, Fransız “müesses nizam”ı içinde, ama ona belli bir uzaklıkta durarak; Fransız “müesses nizam”ının yanında, ama ona belli bir uzaklıkta durarak veya Provance’da, kasabalarda, köylerde Fransız “müesses nizam”ı yanında veya içinde yine belli bir uzaklıkta durarak kendi “karşı iktidar”ını kurmak istiyor. Bunun için siyasal ve sendikal örgütlenmeye ihtiyaç duymuyor. Gel de Öcalan’ın demokratik konfederalizm ve komünalizmini anımsama!

4-”Negri’nin Hakimiyet ve Sabotaj kitabındaki terimleri kullanarak söylersek, (ayaklanmacı Cumartesi isyanları üzerinden) rejimin politik istikrarsızlığını ve (lojistik blokajlar, kavşakların işgali ve bunların bölgesel yayılması üzerinden) sistemin maddi imhasını birleştirdiler denilebilir.”

İşin içine A. Negri karşınca orada durup biraz düşünmek gerekir. Onun “İmparatorluk”unu hatırlamak lazım. “İmparatorluk”un her tarafında, içinde, dışında olmayı hatırlamak lazım. Velhasıl bizim bu anarşist arkadaşlar Negri-vari bir mücadele ile Fransız “müesses nizam”ını önce istikrarsızlaştıracaklar, sonra da “maddi” olarak, yani fiziki olarak imha edecekler. Ve Fransız “müesses nizam”ı da bu gelişmeye; kendini “maddi” olarak “imha” edecek gücün eylemine biraz da korku içinde alık alık bakacaklar! Öyle mi!?

Fransız “müesses nizam”ının kurumları; örneğin polisi, jandarması, mahkemeleri, ordusu, hapishaneleri vs. acaba ne için örgütlü güç olarak varlıklarını sürdürüyorlar?

5-Bunlar, yani yukarıda Negri’li cümlede anlatılanlar nihayetinde “Parçalı ve tamamlanmamış da olsa halkçı bir karşı iktidarın embriyosunu deneyimlediler.”

Yani iktidarı Fransız “müesses nizam”ının elinden söke söke, parça parça alıyorlar. Yok, henüz almaya başlamadılar. Ancak şimdiye kadarki eylemleriyle “Parçalı ve tamamlanmamış da olsa halkçı bir karşı iktidarın embriyosunu deneyimlediler.” Paris’in bir mahallesinde, bir caddesinde, bir sokağında, bir meydanında “karşı iktidar”ı kurmuş olsalardı, oraya akın çoktan başlamış olurdu, tıpkı N. Hikmet’in şiirinde olduğu gibi:

Akın var güneşe akın! Güneşi Zaptedeceğiz, güneşin zaptı yakın!”

Milyonlar yola revan olup “karşı iktidar”ı ziyaret ederdi, tıpkı Müslümanların Kabe'yi ziyaret ettikleri gibi. Ama olmadı, Kovid-19’un bunda bir payı vardır mutlaka.

6-“Karşı iktidar” derken ne demek istiyoruz? Karşı iktidar özerkliğin ön formudur: aynı zamanda “kurtarılmış alan”dır, tüm diğer toplumsal ilişkilerin delâleti bir deneme sahasıdır ve toplumsal düzenin yeniden üretiminin bir noktada geçiş yolunu tıkayan çatışma bölgesidir.”

Burası çok ilginç. Aslında hiç de ilginç değil, ama anarşist arkadaşları tanıma bakımından ilginç diyelim. “Özerkliğin ön formu” olarak “karşı iktidar” kurmak aslında “kurtarılmış alan”; somutlaştırırsak “müesses nizam”ın hakim olduğu topraklarda (o ülkenin, somutta da Fransa’nın sınırları içinde bir sokağı, bir caddeyi, bir meydanı veya bir şehrin, bir kasabanın, bir köyün bir kısmını zaptetmek anlamına gelir. Zaptedilen bu yerde geleceğin toplumunu kurmak için deneyler yapılır. Ve Fransız “müesses nizam”ı da “karşı iktidar”ın sınırlarını ihlal etmeden alık alık bakar olup bitenlere!

7-“Geleceğin şimdiki zamanda içerilmiş gizli var oluşu yalnızca mevcut ideolojik temsiller ve siyasi programlarda var olmakla sınırlı değildir. Aksine, devrimci sürecin patlak vermesi aşamasında çoktan tezahür ederler ve baskın ilişki biçimlerinde ardı ardına gelen atılımlardan başlayarak en şaşırtıcı ve beklenmedik suretlerde kendini ifade ederler.

Mesele, merkezi iktidarın ele geçirilmesinden önce hiçbir şey mümkün değil fikrine bir son verme meselesi olduğu sürece, devletin çöküşünü sağlama meselesi olduğu sürece, sadece tarihsel bir ufuk değil, politik eylemin kendisinde güncele görünür olan bir ilkedir: karşı iktidar bugün herhangi bir kurtuluş gerçekliğinin temel noktasıdır.”

Bu arkadaşların mücadele anlayışına göre kuracakları gelecek, sadece ideolojide ve siyasi programlarda talep olarak kalmamalıdır; yola çıktıkları andan itibaren, geleceği parça parça “kurtarılmış” yerlerde inşa etmeye başlamak gerekir. “Karşı iktidar”ı hemen şimdi kurmak gerekir modunda olan bu grup, “karşı iktidar”ın karşı iktidarı olan “müesses nizam” güçlerinin geleceğin inşasına alık alık bakacaklarını sanıyorlar. Merkezi iktidar ele geçirilmeden de mümkün olan yerlerde “karşı iktidar” kurulmaya başlanır gibi bir öngörüye sahip olan bu arkadaşlar, kendilerini, “müesses nizam”ın ulaşamayacağı yerlerde “kurtuluş”un kurumsallaşmasının adımını attıklarını sanıyorlar. Çin ve Küba devrimlerine mi öykünüyorlar orasını bilemem.

Sonuç itibariyle:

Sarı yelekliler olarak veya başka kimlik altında Fransız “müesses nizam”ına karşı mücadele etmeleri; sokakları, meydanları polis güçlerine dar etmeleri, bütünsel olmasa da işçi sınıfı ve emekçilerin birtakım cari taleplerine sahip çıkmaları şüphesiz ki ilericidir. Sorun bu değil. Sorun bu grubun ideolojik duruşudur. Bu duruş son kertede idealizmdir, gericiliktir. Zaten anarşist arkadaşların makalede üzerinde durdukları konu, tamamen ideolojiktir, bu ideolojinin nasıl gerçekleştirileceğidir. İşte bu, onların gerici özüdür. Bu özellikleri görülmeden sarı yelekli olgusu, anarşizm olgusu ve nihayetinde bu anarşist arkadaşlar anlaşılamaz.

Bu grup örgütlü mücadele ile kapitalizmi yıkma, sosyalizmi kurma ve komünizme geçme anlayışına tamamen yabancıdır; bunu yanlış bulmaktadır ve buna karşı mücadele etmektedir. Bu grup salt bu anlayışından dolayı Marksizm-Leninizm’e karşı mücadele etmektedir, Leninist örgütlenmeye cepheden karşıdır.

Bu anarşist arkadaşların eylemlerinde kendiliğindenci mücadele anlayışı; kendiliğindencilik hakimdir.

Bu otonomcu, anarşist arkadaşlar, kafalarında ‘yeni’ bir düzen oluşturuyorlar ve bu düzeni, yani “karşı iktidarı”, yıkmak istedikleri “müesses nizam” içinde çatışma boyutlarına da varan, ama nihayetinde “barışçıl” yöntemlerle kurmaya çalışıyorlar; bir taraftan mevcut koşullar içinde nüvelenen yeniyi göremiyorlar, geleceğe güvenmiyorlar, diğer taraftan da kapitalizme duydukları sistem içi kalan öfkeyi yenemiyorlar. Bu arkadaşların siyasi haleti ruhiyesi böyle.

Kolay gelsin!

*

Eleştirdiğimiz yazının Fransızca ve Türkçe metinlerine şu linklerden ulaşabilirsiniz:

Fransızca:

Autonomie et contre-pouvoir: repenser la question de l’organisation après le mouvement des Gilets Jaunes”, 6 janvier 2020:

https://acta.zone/autonomie-et-contre-pouvoir-repenser-la-question-de-lorganisation-apres-le-mouvement-des-gilets-jaunes/#

Türkçe:

Otonomi ve Karşı İktidar: Sarı Yelekliler Hareketi’nin Ardından Örgüt Meselesini Yeniden Düşünmek”; Marksist Teori, Sayı 43, Temmuz-Ağustos 2020

http://www.marksistteori1.org/121-marksist-teori/sayi-43-temmuz-agustos-2020.html