“ORTAYA KARIŞIK” ÇELİŞKİLER YUMAĞI
Erdoğan nasıl gidecek?
Her zaman olduğu gibi bu sefer de faşist diktatörlükle kavgamızda yapmamız gerekeni yapmaktan bayağı uzak kalsak da rejimi çökerttik, iflas ettirdik, krizler sarmalında boğduk; devlet, rejim krizleri tespitlerini yineledik. Ama hiç birimiz ben özneyim, kahrolası çürümüş, kokuşmuş bu sömürgeci faşist rejimi yıkmak benim tarihsel misyonumdur demedik, diyemedik. Çökerten gücü bu sefer de kendi dışımızda aradık. Dışımızdaki güçler, yapmamız gerekeni yapıyor, biz de neredeyse adeta seyrediyoruz.
Belli çökertme anlayışlarında hiç değişim olmadı diyemem. Birkaç yıl öncesiyle karşılaştırdığımızda ‘ekonomik kriz patlak verince Erdoğan gider’ beklentisi şimdilerde sadece daha az, seyrek dillendiriliyor. Ancak, burjuva kampta her gelişmeye çöküşün, Erdoğan’ın gidişinin bir işareti olarak değerlendirme anlayışında değişen bir şey yok. Diktatör "2002’den 2007’ye kadar çıraklık dönemi 2007’de kalfalık dönemi başladı. 12 Haziran’dan sonra ise ustalık dönemi başlıyor” demişti, ama buna yeni bir dönem ekledi. Erdoğan şimdi “Şahlanış dönemine” geçtik dedi ve bu dönemin açılışını da Borsa İstanbul’un yüzde 10’unu Katar’a satmakla başlattı. Geniş anlamda sol ve burjuva basın hala Erdoğan’ın nasıl gideceğini tartışıyor!
Gönül ister ki, diktatör gitsin, ama gitmiyor ve gitmemek için de her yol ve yönteme başvuracağını “hizmete devam” diye açıklıyor.
İktidarını devam ettirmesinin içte iki kolaylığı var: Burjuva muhalefetin seçimle geldi, seçimle gider anlayışı sadece burjuva partilerin beklentisi değildir. AKP’nin, diktatör Erdoğan'ın seçimle gideceği beklentisi geniş bir “sol” yelpazede de umut olarak görülmektedir. Diktatör bu cepheden iktidarına yönelik büyük bir tehlikenin olmadığını görüyor. Diğer taraftan demokrasi, özgürlük ve sosyalizm güçlerinin veya daha geniş anlamda söyleyecek olursak anti-faşist güçlerin dağınıklığı, güç yetersizliği; artık eskisi gibi yönetilmek istemeyen milyonlarca işçi ve emekçi kitlelere ulaşamaması bu cepheden de bir tehlikenin olmadığını gösteriyor. Diktatör, ülkede mezar suskunluğu yaratma istiyor, ancak bunu başaramıyor, başaramayacak da; işçi sınıfı ve emekçi yığınlardan kaynaklı her türden kıpırdanmayı, protestoyu, grevi vb. vahşice bastırma çabası sonuç vermeyecektir.
Faşizm, Türkiye’de olduğu gibi burjuva “demokratik” görünümlü iktidar olabiliyor; burjuva partiler seçimle hükümet olabilirler. Şimdiye kadar Türkiye’de böyle olmuştur. Ancak, 2002’ye kadar Türkiye’de hiçbir parti hükümet olmanın ötesine geçememiş, yani iktidar olamamıştır. Eğer Türkiye’de 1970’lerden bu yana faşizm iktidardadır diyorsak, ki öyle diyoruz, 2002’ye kadar hükümetler MGK’nın direktiflerini (buna “tavsiye” diyorlar) yerine getirdikleri müddetçe hükümet olabilmişlerdir. Ancak bu durum AKP’nin hükümet olmasıyla değişmeye başlamıştır. 2002’den bu yana AKP, devletleşen parti olmuştur, MGK’nın yapısını değiştirmiş; MGK, AKP’den farksızlaşmıştır. Artık söz konusu olan, AKP’nin seçimle gitmesi değil, seçimle iktidarını mümkün olduğunca sürdürmesidir. Sadece Türk tekelci sermayesi değil, orta ve küçük ölçekli sermaye kesimleri de bunu istiyor. Erdoğan, onların da çıkarlarını koruyor, besliyor.
AKP artık seçimle gelmiş seçimle gidecek bir parti olmaktan çıkıp, faşist diktatörlüğün kendisi oldu. Çok zorlanırsa parlamenter sisteme geri döner. Bu da olmazsa ve faşizme karşı mücadelenin yükselmesi koşullarında devletin örgütlü güçlerinin yanı sıra (ordu, polis) örgütlediği silahlı güçleriyle iktidarını korumaya çalışacaktır.
Seçimle geldi, ama devlet oldu. Seçimle gitmez, devletle beraber gider. Bu bir devrim meselesidir.
Düşmanın aklını okuyamayan bir strateji ve mücadele tarzı yenilgiye götürür.
**
Erdoğan’ın reform anlayışı:
AKP şimdiye kadar bugün olandan (damadın istifası) daha ağır süreçlerden geçti. Bu günkü süreçte olan biten kendi aralarındaki tartışma boyutunu pek geçmiyor, bir iç hesaplaşmadır. Devam eden ekonomik kriz, salgının ekonomiyi olumsuz etkilemesi (ekonomik kriz ve salgın tedbirlerinin halkın üzerindeki olumsuz etkileri, işsizlik, özgürlüklerin kısıtlanması, salgının yönetilememesi) ve aynı zamanda ABD ve AB ile çelişkilerin kapsamlaşması ve derinleşmesi (Ermenistan-Azerbaycan savaşı, Libya, Doğu Akdeniz, Rojava) diktatör Erdoğan’ı bu zor süreçten çıkabilmek için birtakım adımlar atmaya; ekonomide ve hukuksal yapıda reform vadi vermeye zorlamıştır.
Söz konusu reformların bir kısmı ekonomiyle ilgilidir. Bu alanda yapılması dillendirilen reformların başlıkları kim için reform yapılacağını göstermektedir. Her şey, yurt dışından sermaye çekmeye hizmet edecektir. Yabancı sermayeye daha fazla güvence vermek istenmektedir. Burada ABD ve AB’ye doğrudan mesaj verilmektedir. Biden’ın Başkan olmasına ve AB’nin yeniden yaptırımlardan bahsetmesine diktatör Erdoğan, reform ve yumuşatılmış hitapla karşılık vermektedir. Diktatör “Ekonomi, hukuk ve demokraside yepyeni bir seferberlik başlatıyoruz” diye açıkladı niyetini. Bu kaçıncıdır bilinmez ama bu seferki de daha öncekilerden pek farklı olmayacaktır.
“Türkiye Avrupa’ya muhtaç değildir. Asıl muhtaç durumda olan Avrupa’dır ve Türkiye bunun için şahsiyetinden, değerlerinden ve onurundan asla taviz vermeyecektir”den (23.10.2017) ve “Eyy Avrupa, siz gerçek manada faşistsiniz. Siz gerçek manada Nazi’nin zincir halkalarısınız” dan (26 Ekim 2020) “Kendimizi başka yerlerde değil Avrupa'da görüyor, geleceğimizi Avrupa ile birlikte kurmayı tasavvur ediyoruz"a (21 Kasım 2020) geldi diktatör.
Ancak, diktatör Erdoğan, ağzıyla kuş tutsa da ABD ve AB merkezli Batı’da inandırıcı olamayacaktır. Nitekim Fransa Dışişleri Bakanı Jean Yves Le Drian, Erdoğan'ın Avrupa ülkeleriyle uzlaşmacı politikadan bahsetmesinin "yeterli olmadığını" söyleyerek, "Türkiye'den eylemler bekliyoruz" açıklamasını yaptı.
Peki, ABD ve AB Türkiye’den ne türden “eylemler” bekliyor?
-Rojava’dan çık.
-Libya’dan çık.
-Doğu Akdeniz’den çekil.
-Güney Kafkasya’dan çık.
-Çıkarlarımızı gerçekleştirmemiz önünde engel olma diyor Türkiye’ye.
Diktatör Erdoğan bunları kabul eder mi? Etmez. O halde ABD ev AB’ye yönelik mesajı karşılıksız kalacak ve söz konusu bu bölgelerde ABD/AB-Türkiye rekabeti keskinleşerek devam edecektir.
Edoğan gücünü aynı zamanda yargıdan, hukuku keyfi olarak kendine göre işletmekten alıyor. Orduya, polise, jandarmaya, muhtara, valiye, kaymakama dayanıyor. Hukuk alanında söz konusu olan reformlardan bazıları göz boyamak için uygulanabilir. En fazlasıyla kendine hizmet edecek biçimde yeniden düzenlenebilir. Ancak, hukuk alanı diktatörün iktidarını devam ettirmek için olmazsa olmaz bir öneme sahiptir. Devletleşmiş AKP’ye hizmet etmeyen hukuk, hukuk değildir! Devletleşmiş AKP’ye hizmet etmeyen adalet, adalet değildir! Uzun tutukluluk durumuna son verilebilir, birtakım insanlar daha fazla “mağdur” olmasın diye serbest bırakılabilir. Bunlar mümkündür. Ancak, diktatör genel bir burjuva hukuk istemiyor; özgün olarak devletleşmiş AKP’ye hizmet eden bir hukuk istiyor, aynen Hitler Almanya’sında olduğu gibi. Daha şimdiden Hitler Almanya’sındaki hakimlerin ve savcıların Türkiye’de işbaşında olduklarını da söylemeden geçmeyelim.
**
Ermenistan-Azerbaycan savaşı:
Ermenistan-Azerbaycan savaşı sonrasında kim bu savaştan kazançlı çıktı veya kim kazandı tespitleri yapıldı. Savaşın kazananı Rusya’dır tespitini yapanlar var. Ancak, bu tespiti yapanlar Rusya'nın ne kazandığını söylemiyorlar veya bilineni tekrar ediyorlar.
Rusya kazandı veya kazanan Rusya oldu! Peki, Rusya ne kazandı? Daha önce sahip olduğundan farklı olarak şimdi ne elde etti de Rusya kazanmış oluyor?
Doğrusu şudur: Rusya kazanmadı, sadece kaybetmedi. Rusya zaten oradaydı. Türkiye-Ermenistan, İran-Ermenistan sınırını Rus askerleri korumaktadır. Rusya’nın Ermenistan’da büyük bir üssü var, Rus askeri Karabağ’da vardı. Peki, yeni olan ne? Belki de yeni olan, “ateşkesi” sağlamak ve kontrol etmek için konuşlandırılan askerlerdir.
Bu savaşın kazananı Azerbaycan ve Türkiye olmuştur. Azerbaycan’ın ne kazandığı belli. Peki, Türkiye ne kazandı?
Rusya, asırlardan beri Kafkasya’ya başka bir gücü yanaştırmamıştır. Ancak, Güney Kafkasya başka güçlerle sınırın çekildiği bölge olmuştur. Şimdi bu durum değişmiştir. Öyle ki, ne ABD ne de Fransa MINSK grubu faaliyeti çerçevesinde de olsa bu bölgeye temsil babında askeri olarak girebilmiştir. Ama şimdi Türkiye askeriyle girdi.
Bu savaşın en önemli sonucu, küresel güç olan Rusya’nın Kafkasya'da Türkiye tarafından dengelenmesidir. Ancak, Rusya bu işten hiç mi hiç memnun değil. Memnun değil, çünkü Türk jeopolitiği, Güney Kafkasya’da Rus jeopolitiğine gölge düşürdü. Savaş böyle sonuçlanmayabilirdi, Rusya bölgede ve bu savaşta tek hakim güç olabilirdi. Ancak, Türk jeopolitiği zamanın ruhunu iyi okudu: Rusya’nın Belarusya, Ukrayna, Kırım sorunları var. Baltık ülkeleri dahil bu cephede NATO tarafından sıkıştırılıyor. Rusya, Suriye’de ve Libya'da başka güçlerle rekabet içinde. Bu güçlerden birisi de Türkiye’dir. İdlib de dahil Suriye, Doğu Akdeniz, Libya ve Güney Kafkasya’da Rusya, Türkiye ile hem işbirliği hem de rekabet içinde. Güney Kafkasya’da atılan bir adım İdlib’i, Libya’yı doğrudan etkiler. Bu gerçeklerden dolayı Rusya yapabileceği fazla bir şeyin olmadığını gördüğü için Erdoğan ile konuşmasından sonra savaşı durdurmak için doğrudan müdahil olmuştur. 10 Kasımda Rusya, Ermenistan ve Azerbaycan arasında imzalanan anlaşma, Putin ve Erdoğan'ın ortaklaşmış görüşüdür.
Bu savaş sonrasında:
-Türkiye, Rusya’yı Güney Kafkasya’da dengeleyen bir güç oldu.
-Türkiye Güney Kafkasya’da askeri olarak konuşlanmış oldu.
-Azerbaycan ile kara ve demir yolu bağlantısı kolaylaştı. Söz konusu Nahcivan-Azerbaycan koridorunun açılması durumunda Türkiye’nin bölgedeki ve Orta Asya’daki ağırlığı daha da artacaktır.
-Azerbaycan Türkiye için Orta Asya’ya doğrudan açılan kapı oldu.
-Türkiye’nin Rusya sınırları içinde yaşayan Müslüman ve Türk kökenli topluluklarla bağ kurması kolaylaştı.
-Türkiye, bölgedeki ezeli rakibi İran’ı geriletti.
-Türkiye-Rusya ortaklığı ABD ve Fransa’nın bu savaşta dışlanmasını ve bölgede söz sahibi olmamalarını beraberinde getirdi. Rusya bir biçimde N. Paşinyan’ı devirecek; bu ABD ve Fransa eksenli Batı’nın Ermenistan’da devrilmesi demektir.
Karşımızda duran sadece kişi olarak Erdoğan değildir, sınıf düşmanıdır. Bu jeopolitik kazancın yarın başımıza ne türden belalar açacağını iyi düşünmek ve hesaba katmak zorundayız. Güçlenen bir Türkiye, güçlenen bir Türk tekelci sermayesi demektir; bu savaştır, ilhaktır, baskıdır. İçte karşı devrimin tahkim edilmesi olanaklarının artması demektir. Ancak, bazı sollar sorunun bu yönünü görmüyorlar, Erdoğan iktidarını devam ettirmek için savaş arıyor, savaş çıkartıyor anlayışını ısrarla savunabiliyorlar. Diktatör ne yaparsa yapsın iktidarını devam ettirmek için yapmış oluyor!
Erdoğan’ın Suriye iç savaşına müdahil olmasından bu yana sol basında Erdoğan değerlendirmesine baktığımızda şunu görürüz: ABD’nin kucağından Rusya’nın kucağına koşan, ABD ve Rusya tarafından itilip kakılan Erdoğan. Putin tarafından azarlanan Erdoğan. Peki, sonuç ne? Erdoğan hep onlarla birlikte Rojava’yı, İdlib’i, Libya’yı, Doğu Akdeniz’i, Güney Kürdistan’ı, Güney Kafkasya’yı paylaşmak için rekabet etmektedir. Rojava devrimini Rusya ve ABD ile ortaklaşa tasfiye eden bu Erdoğan değil mi? Bu sahaların hangisinde Rusya veya ABD Türkiye’yi dışlayabildi?
Tamam sınıf düşmanını küçümseyelim, ama hafife almayalım. Gönlümüze hoş gelen dehşetli sınıf düşmanı analizi yerine en azından 2500 küsur yıllık şu sözleri anlamaya çalışalım:
Ne diyordu Sun Tzu?
“Düşmanı ve kendini tanıyorsan, yüzlerce muharebenin sonucundan korkmana gerek yok. Kendini tanıyorsan, ama düşmanı tanımıyorsan kazandığın her zafer için yenilgiye uğrayacaksın. Ne düşmanı ne de kendini tanıyorsan, her muharebede yenileceksin... Gerçeklere bağlı kal”.
Belki de çare Sun Tzu!
**
Aşağıdaki yazı 28 Eylülde yazıldı, 26 Ekimde güncellendi, ama bugüne kadar “karantina”dan çıkamadı.
TÜRKİYE EKONOMİSİNİN DURUMU
Bu makale hazırlandığında (Eylül sonu) damat “Yeni Ekonomi Programı (YEP)” adı altında üç yılı
kapsayan yeni bir paket açıkladı. Bu paketin de daha öncekilerden hiçbir farkı yok. Bugüne kadarki
destek paketlerinin hacmi toplamda 494 milyar lira tutuyor. Bu miktarın 18,7 milyar liralık kısmı “çalışma ödeneği”ne; 4,4 milyar liralık kısmı “nakdi desteğe” ve 3,6 milyar liralık kısmı da “işsizlik
ödeneği”ne ayrılmış. Yani toplamda 26,7 milyar lira, diyelim ki halkımıza ayrılmış. Bu durumda geriye kalan 467,3 milyar liralık kısmı da anlaşılan o ki, sermayeye ayrılmıştır. Yani şimdiye kadarki destek tutarının yüzde 94,6’sı. Bu dağıtım, destek paketlerinin kim için hazırlanmış olduğunu yeteri açıklıkta göstermektedir.
Her zaman olduğu gibi bu sefer de ekonomideki gelişmelerin umut verici olduğunu, diğer bazı ülkelerden “pozitif” ayrıştığını anlatan Bakan, YEP’in üç temel ayağının “Yeni Dengelenme, Yeni Normal ve Yeni Ekonomi” olduğunu açıkladı. Buna göre, 3 yıl içinde işsizlik oranı 2023 itibariyle yüzde 10,9; enflasyon yüzde 5’e düşürülecek ve ekonomide büyüme de 2023’te yüzde 5 olacak. Aslında büyüme için 2020 için öngörülen yüzde 5, yüzde 0,3 olarak revize edildi. 2021 için büyüme oranı yüzde 5’ten yüzde 5,8’e çıkarıldı. Nitekim aradan sadece birkaç hafta geçti ve beklendiği gibi paket çöpe atılacak duruma geldi.
Daha şimdiden enflasyon öngörüsü revize edildi.
Bu paket de diğerlerinden farklı değil ve gerçekleşmesi de sadece Türkiye’de ekonominin seyrine bağlı değildir. Dünya ekonomisinde ve özellikle Türkiye’nin ürün ihraç ettiği ülkelerde ekonomik krizin devam etmesi, YEP’in seyrini belirleyecektir. Diğer taraftan salgının ikinci bir dalgası ve alınacak tedbirler, bütün hesapları değiştirebilir. Salgının seyri Türkiye ve Avrupa’da ikinci bir dalganın başladığını göstermektedir. Salgın başlangıcında alınan tedbirlere yeniden baş vurulup vurulmayacağını göreceğiz.
Tedbirler arasında işletme kapatmalarının yer alması durumunda kriz yeniden derinleşecektir.
*****
Ağustos ortasında diktatör Erdoğan "Türkiye adeta bir uçuşun içerisinde" diye bombayı patlattı. Nasıl bir “uçuş”un olduğunu da açıkladı; çamaşır makinesi, buzdolabı türünden beyaz eşya satışının artması.
1980’li yıllarda bu türden eşyaların üretimi ve üretimin artışı Türkiye’de kapitalizmin gelişmesinin kıstas verileri olması bakımından önemliydi. Bugün ise bu eşyaların satışının artmasına bakarak “Türkiye adeta bir uçuşun içerisinde" demek, “dağ fare doğurdu” anlamına gelir.
Bu yetmiyormuş gibi damadın "Kimse merak etmesin TÜRKİYE, üst lige çıkma hedefinden sapmadan yoluna devam ediyor" demesi, en fazlasıyla ekonomik alandaki sıkıntının boyutlarını göstermek bakımından bir anlam taşır.
Bu da yetmezmiş gibi Saray sözcüsü Fahrettin Altun "Milli ve bağımsız ekonomi için attığımız her adım, küresel sömürü çetelerini Türkiye'ye karşı üstü örtülü kirli bir operasyona zorlamıştır. Başarılı ekonomi yönetimi ve güçlü liderlik ile tüm oyunları bozacağımızdan hiç kimsenin şüphesi olmasın" diyerek yine topu 'dış mihraklar'a attı.
Anlatım tam bir kurgu: Faşist diktatör Erdoğan önderliğinde Türkiye her alanda yedi düvele karşı meydan muharebesi veriyor. Bu türden açıklamalar, Stalingrad hezimetinden sonra Alman faşizminin “kuyruğu dik tutma” politikasına benzemektedir.
Anlaşılan, Erdoğan ve şürekası demagoji ve yalan makinesi J. Goebbels’ten çok şey öğrenmişler.
Covid-19 dünya ekonomisini fena vurdu. Bu salgının etkisi öncesi verilere dayanarak böbürlenen Saray erkanı, Covid-19’un ekonomi ve toplumsal yaşamdaki etkileri ortaya çıkınca her alanda demagojiye sarıldı. Salgından dolayı görülmemiş boyutlarda işsizlik, artan yoksulluk, buna ek olarak salgına karşı tedbirlerden dolayı yaygınlaşan hoşnutsuzluk, ekonomiyi yeniden canlandırmak için tedbirlerin gevşetilmesi ve salgının yeniden yükselişe geçmesi, yani 2. dalga tehlikesi. Sadece Türkiye’de değil, bütün dünyada söz konusu olan bu gelişme, şimdiye kadar ekonomiyi desteklemek adına yapılan harcamaların pek işe yaramadığını göstermektedir.
Hazine ve Maliye Bakanı olarak damadın 26 Eylül’de yaptığı “İşte 200 günde hayata geçen paketler” açıklaması tam bir çaresizlik açıklamasıdır.
Hazine ve Maliye Bakanı, Covid-19 sürecinde 200 günde yapılan ekonomik destekle bağlam içinde
"Türkiye için varız. 200 günde devreye aldığımız paketler; İstikrar Kalkanı Paketi, Esnaf Destek Paketi, İş'e Devam Desteği, Kısa Çalışma Ödeneği, Temel İhtiyaç Desteği. Sağladığımız imkanlarla istikrarın sürmesi için milletimizin yanında olduk ve olmaya devam edeceğiz" diyor. Ancak, bu gerçeği yansıtmıyor.
Covid-19 sürecinde devletin şimdiye kadar kimin yanında olduğu bilinmiyor değil; işçi ve emekçilerden oluşan huzursuzluğun belki de temel nedeni budur; salgını sınıfsal yapan dev letin sermayenin çıkarlarını korumak için attığı adımlardır.
Aslında ekonominin durumu öyle çok da kötü değil! İyi ki ekonominin yasaları nesnel, şunun bunun, bu arada diktatör ve damadının politikalarına görüşlerine gör eğilip, bükülüp ortadan kalkmıyorlar; bir biçimde son kertede geçerli oluyorlar. Bu, kriz sürecinde de böyle olacaktır.
Nereye kadar devam edeceği belli olmaz, ama kredi üzerinden oyun devam edecektir. Bu yılın başından bu yana tüketicilerin kullandıkları kredi miktarı 70 milyar TL’nin üzerinde. Geliri olmayanların da bankalardan iki bin TL’ye kadar kredi çekme imkanına sahip olmasının anlamı, geliri düşük olan vatandaşa maddi destek yerine onu borçlandırırım, desteği sermayeye sunarım demektir.
Borç var, abartmak isteyen bunun adını “borç batağı” koyabilir. Ancak, bunun açıklaması gerekir. Neyse, borç var, ama ödemek için döviz yok. Bu ekonominin geneli için büyük bir sıkıntıdır. Devletin gelir kaynağı olarak vergi gelirleri düşmüş. Turizm gelirleri yarı yarıya azalmış.
Ekonomide gelişmenin ne yönde olacağının temel göstergesi maddi değerlerin -başta da sanayi üretiminin- seyridir ve dış borçlanmanın durumudur. Doların zıplaması, avronun sıçraması en fazlasıyla maddi değerlerin üretimindeki duruma işaret eder. Krizin nedeni mali alandaki spekülasyonlar -bu bir politikadır- değildir. Krizin nedeni, tam tersine maddi değerlerin üretiminde aranmalıdır. Doların zıplamasıyla, avronun sıçramasıyla ekonominin derin bir krizde olduğu açıklanamaz. Eğer ekonomi derin bir krizdeyse bunun nedeni doların zıplamasında, avronun sıçramasında aranmamalıdır; bu en fazlasıyla devam eden ekonomik krizin bir yansıması olur. Doların bugün 8 liranın üstüne çıkması, avronun 10 lira sınırına dayanması en fazlasıyla mali kriz demektir. Ancak, henüz bir mali krizden, para-döviz krizinden bahsedemeyiz. Bu yönlü bir hareketlilik henüz yok. Mali kriz de genellikle, patlak vermek üzere olan veya patlak vermiş fazla üretim krizinin -ekonomik krizin- bir yansımasıdır. Sorunu böyle görmeyenler ve görmek istemeyenler çok. Şimdiye kadar bu memlekette dolar çok zıpladı, uluslararası kredi derecelendirme kuruluşları -örneğin Moody's- Türkiye’nin kredi notunu düşürdü veya yükseltti. Bundan dolayı ekonominin seyri -olumlu veya olumsuz- değişmedi.
İkinci temel gösterge, doğrudan kredi bağlamında olduğu için dış borçlanma durumudur.
Şimdi bu iki temel gösterge açısından ekonominin durumuna bakalım.
Sanayi üretimi
Sanayi üretiminin seyri neyi gösteriyor?
Aşağıdaki grafik bize şunu gösteriyor. Bu grafikte ekonomide krizin başladığı ay olarak Temmuz 2018’den bu yana aylık sanayi üretiminin, bir ay öncesine göre değişimini görüyoruz. Temmuz 2018-Şubat 2920 arasında sanayi üretiminin yüzde 5 küçülme, yüzde 4,4 büyüme arasında gidip geldiğini, bu dönemde krizin dip noktayı görmediğini; o dönem zarfında ağır bir krizle karşı karşıya olunmadığını göstermektedir. Ancak salgının etkisini göstermeye başladığı dönemden bu yana durum tamamen değişiyor: Mart ayında yüzde 6,6 oranında daralan ekonomi, Nisan ayında yüzde 30,2 oranında küçülüyor, ama Mayıs ayında yüzde 18,3, Haziran ayında yüzde 17,8 ve Temmuz ayında da yüzde 8,4 oranında büyüyor. [27 Kasım itibariyle ekleme: Sanayi üretimindeki büyüme Ağustos ayında yüzde 3,4 ve Eylül ayında da yüzde 1,7 oranlarında gerçekleşiyor]
Bu sert daralma, krizin dip görmesi ve hızlı yükseliş, salgının sanayi üretimi üzerindeki etkisinin kırıldığını gösterir. Ne pahasına? Tedbirlerin gevşetilmesi, işçilerin ölümle kucak kucağa çalıştırılması, baskı pahasına! Hükümetin ne kadar işçi öldüğü ve öleceği umurunda değil, önemli olan çarkların dönmesidir.
“İkinci bir dip olur mu?” sorusunun cevabını “İkinci bir salgın dalgasında ekonomi yeniden kısmen de olsa durdurulur mu?” sorusuyla ilgilidir. Yeniden üretim sınırlandırılması söz konusu olursa ikinci bir dip de söz konusu olur. Bu durumun gerçekleşmediği koşullarda üretim, ihracat olanaklarına bağlı olan bir seyir izleyecektir. Dünya ekonomisinin kriz hali göz önünde tutulursa, 2008 krizinde olduğu gibi krizden erken çıkmanın olanağı pek yok.
Yılın çeyreklerine göre sanayi üretiminin 2020’nin ikinci çeyreğinde yüzde 20,1 oranında daralması, yaşanmakta olan krizin Nisan-Mayıs-Haziran aylarında ne denli ağır olduğunu gösterir.
İmalat sanayinde kapasite kullanım oranı
Kapasite kullanım oranı imalat sanayi genelinde Mayıs 2018’de yüzde 80,9’dan (bu yüksek bir orandır) inişli-çıkışlı bir seyir içinde Mart 2020’de yüzde 75,3’e düşüyor. Nisan ayı kapasite kullanım oranı bakımından dip noktadır. (Yüzde 61,6) Sonraki aylarda kapasite kullanım oranı sürekli artıyor; Mayıs 2020’de yüzde 62,6’dan Eylül 2020’de yüzde 74,6’ya çıkıyor. Mart ayından Nisan ayına 13,7 puan düşen kapasite kullanım oranı Nisan ayından Eylül ayına 13 puan artıyor. [27 Kasım itibariyle ekleme: İmalat sanayi kapasite kullanım oranı 2020’nin Eylül ayında yüzde 74,6’dan Ekim ayında yüzde 75,4’e ve Kasım ayında da yüzde 75,8’e çıkmıştır]
Dış borç sorunu
Dış borcun GSYH’ya oranı ilk defa 2019’un ikinci çeyreğinde yüzde 61’e çıkmıştır. Dış borcun GSYH’ya oranının yüzde 60 ve üstünde olması burjuva politik ekonomi bakımından borçlanma konusunda dikkat edilmesi gereken, ekonomi açısından tehlikeli olan bir sürece girildiğinin ifadesidir.
Ancak, dış borcun GSYH’ya oranı 2019’un ikinci çeyreğinden sonra sürekli düşmeye başlamıştır; bu oran yüzde 61’den 20120’nin ilk çeyreğinde yüzde 56,9’a düşmüştür, yani 4,1 puan gerilemiştir.
Salt bu gerçeklik, dış borcun bir kriz sorunu olmaktan çıktığını göstermektedir.
Dış borçlanmaya biraz ayrıntılı bakalım:
Kamu sektöründe dış borç dengesiz de olsa sürekli artmıştır. Kriz başlangıcı itibariyle ele alacak olursak bu borçlanma 2018’in ilk çeyreğinden 2020’nin ilk çeyreğine yüzde 20,4 oranında olmuştur. Aynı dönemde kısa vadeli borç alımında önemli bir artış olmazken, uzun vadeli borç alımı yüzde 23 oranında artmıştır. Kamu borcunun toplam brüt dış borç içindeki payı yine aynı dönem içinde yüzde 30’dan yüzde 38,9’a çıkmıştır.
Keza aynı dönemde özel sektörün toplam brüt dış borçlanması yüzde 22,2 oranında; kısa vadeli borçlar yaklaşık yüzde 16 ve uzun vadeli olanlar da yüzde 25 oranında azalmıştır. Özel sektörün toplam brüt dış borç stokundaki payı da yüzde 69,7’den yüze 58,8’e gerilemiştir, yani 10,9 puan düşmüştür.
Türkiye’nin toplam brüt dış borç stoku yukarıda belirtilen verili dönemde yüzde 7,9 oranında azalmıştır.
Bu durumda, dış borçlanmadan dolayı krize girme durumu pek olası değil. Özel sektörün brüt toplam borç stokundaki payı azalmış, kamu kesiminin payı da yüzde 30’dan yüzde 38,9’a çıkarak 8,9 puan artmıştır.
Dış borç üzerinden ekonominin ne kadar kırılgan olduğunu, dış borç batağında debelendiğini ileri sürmek vb. anlayışlar yukarıdaki verilerin de gösterdiği gibi doğru bir politika ve ekonominin durumu hakkında doğru bir değerlendirme olmayacaktır. En azından bugünkü durum bunu göstermektedir. Bazı şirketler, yurt içi bankalardan aldıkları ucuz krediyi kur riski taşıyan yurt dışı borçlarını kapatmak veya azaltmak için kullandılar; böylece yurt dışı borçlarını yüzde 12 oranında azalttılar. Bu yola baş vuran işletmeler sadece borcun adresini değiştirmiş oldular. Yurt dışı borçlanması azaldı, ancak kredi veren yurt içi bankaların sırtına mali yük bindi. Bu mali yük, kredi veren yurt için bankaları, kredinin ödenememesi durumunda iflasa sürükleyebilir. Bu da mali kriz demektir.
Dış borçlanma durumunu başka ülkelerin borçlanma durumuyla karşılaştırırsak Türkiye'nin konumunun hiç de fena olmadığını görürüz. Avrupa ülkeleri bazlı karşılaştırma: 30 Avrupa ülkesinde dış borç stokunun GSYH’ya oranı: Yunanistan yüzde 179; İtalya yüzde 132; Portekiz yüzde 130,4; Belçika yüzde 107,8; İspanya yüzde 99,4; Fransa yüzde 96; Avrupa Bölgesi toplamı yüzde 89,2; İngiltere yüzde 85,4; İrlanda yüzde 75,5; Macaristan yüzde 74,4; Almanya yüzde 68,3; Finlandiya yüzde 63,6; Hollanda yüzde 62,3.
Sonuç itibariyle:
1) Türkiye ekonomisinde mali krizin patlak vermediği bir fazla üretim süreci söz konusu.
2) Kriz şiddetini kaybetmiştir; en azından mevcut veriler bunu göstermektedir. Ancak salgının ikinci
bir dalgası ekonomide de tedbirlerin alınmasını beraberinde getirecek şiddette olursa durum
değişebilir.
3) Mevcut veriler dış borçlanmanın borç krizine yol açacak boyutta olmadığını göstermektedir.
4) Salgın vesilesiyle hazırlanan destek paketleri sermayenin çıkarları için kullanılmış, işçi ve emekçilere bunun ancak kırıntıları verilmiştir.
Salgın sürecinde insan sağlığı düşünülmeden üretimin devam ettirilmesi, burjuvazi için insan sağlığının hiçbir öneminin olmadığını; ölen ölür kalan sağlarla üretimi devam ettiririz anlayışının hâkim olduğunu göstermektedir.
**
Dediğim gibi bu yazı şimdiye kadar “karantina”da bekledi. Lanet olsun böyle bir anlayışa!
Neoliberal düşünce kuruluşlarının, burjuva ekonomi kurumlarının, neolberal, Post-Marksist ekonomi uzmanlarının para-döviz hareketiyle sermayenin seyrini belirleme anlayışının; bu kapsamda bilumum burjuva ekonomi teorilerinin Marksist-Leninist politik ekonomi öğretisiyle uzaktan yakından hiçbir bağı yoktur ve olamaz da. Marksist-Leninist politik ekonomi öğretisi sınıfsaldır. Aynen burjuva politik ekonominin de sınıfsal olduğu gibi. Burjuva, güncel olarak da neoliberal politik ekonomi anlayışını birtakım Marksist-Leninist politik ekonomi kavramlarıyla soslayınca ortaya “radikal” bir devrimci görüş ve duruş çıkmıyor. En fazlasıyla, teoriyi doğrulama babına dikiş tutmayan bir eklektizm çıkıyor ortaya. Son dönemde, damadın istifasından sonra, tavan yapan dolar düştü, damadın gitmesi TL’nin bir liralık değer kazanmasını beraberinde getirdi. Ancak, reform adımlarında açıklık olmayınca dolar yeniden hareketlendi. Bu arada sanayi üretimi arttı, GSYİH 3. çeyrekte yüzde 6,7 oranında büyüdü. Tamam, bu rakamlar sahte diyebiliriz. Bu verilerin yarısı dahi doğru olsa (istiyorsanız çeyreği doğru olsun) bu şunu gösterir: Maddi değerlerin (sanayi) üretiminin üretiminin seyri ile dolar ve avronun hoplayıp zıplama nedenleri arasında bir bağ yok. Dolar ve avro aylardan beri hoplayıp zıplıyor, ama sanayi üretimi de aylardan beri daralmıyor, artıyor. Sonuç: Doların seyrine göre ekonomi değerlendirmesi yapan aklı evvel burjuva, neoliberal, post-marksist anlayışların söyleyeceği bir şey kalmadı. Maddi değerlerin üretim seyri, bunu gösteriyor.
Ekonomi alanında yapmamız gereken artık şu olmalı:
Dünya ekonomisini çökertme, kapitalizmi kapitalizm olmaktan çıkartma, kapitalizmin nesnel yasalarını yok sayma, yeni yasa icat etme ve yeni bir düzene geçme konularında Troçkist Norbet Nelte bir uzmandır, bir üstattır. Bu uzmanın yerli versiyonu da var. Ama aslının olduğu yerde versiyonuna takılmak yakışık almaz. Bu nedenle Norbet Nelte’nin yazılarını dünya ekonomisi analizinde esas almalıyız. Türkçeye çevirmek sorun olmaz herhalde.
Türkiye ekonomisine gelince: Doların hoplamasına, avronun zıplamasına bakarak ikide bir kriz patlatmak yerine Habertürk gazetesi ekonomi yazarı Abdurrahman Yıldırım’ın yazılarını aksatmadan okuyalım. Türk ekonomisinin, özellikle de para-döviz-borsa hareketinin seyrini en iyi analiz edenlerden birisidir. Üstelik, okuduğunuzda ne demek istediğini anlıyorsunuz. Ancak bir kusuru var: İkide bir kriz patlatmıyor! O kadar da olur, nihayetinde Marksist-Leninist değil!
Artık dehşetli ekonomi analizlerine bir son verelim. Neoliberal ve post-marksist ekol, ekonomiyi bizden çok daha iyi analiz ediyor. Diğer taraftan para-sermaye hareketiyle, üretimi dışlayan bir kriz analizi, kesinlikle Nobel ödülüne adaydır. Ama o kadar neoliberal ekonomi uzmanı arasından sıyrılarak ödülü alabilir mi, orasını bilemem.
29 Kasım 2020.