deneme

1 Ocak 1997 Çarşamba

KAPİTALİZMİN GENEL KRİZİ KOŞULLARINDA BURJUVA DEVLET



KAPİTALİZMİN GENEL KRİZİ KOŞULLARINDA BURJUVA DEVLET

‘80’li yıllar boyunca emperyalist metropollerde arka arkaya gladio skandalları patlamıştı. Özellikle Batı Avrupa’nın emperyalist devletleri ve emperyalist burjuvazi, sistemin “geleceğini” kurtarmak için o gün ortaya çıkan gladio örgütlenmesinin “suç örgüt”leri olarak milyonların önüne çıkarılmasına razı oldu. Özellikle İtalya’da milyonlarca işçi ve emekçinin gösterilerinin baskısıyla gladio üyeleri mahkemelerde mahkum oldular. Çete üyelerinin ifadeleri, II. Dünya Savaşı sonrasında kapitalist emperyalist devlet örgütlenmelerinin gladiolaştığı, işin doğası gereği, bir süre sonra bu çetelerin denetim dışı eylemlere giriştikleri ve burjuva kliklerin siyasi hesaplaşmalarının tahsildarı haline geldikleri görüldü. Nihayet sosyal emperyalist Sovyetler Birliği’nin ve revizyonist blokun çöküşüyle gladio çeteleri “elde kaldı”. Hatta eski kadronun tümden temizlenmesi gerekli hale geldi.

Batı emperyalist ülkelerinde gladio çözülürken, Türkiye’de aynı örgütlenmenin olduğu bizzat gladiocularca “ihbar edildi”. Ancak, dünya çapında esen gladio aleyhtarı güçlü rüzgarlar bile bu topraklarda bir yankı bulamadı. Her şey gizli kaldı.

3 Kasım 1996 tarihinde lüks bir Mercedes, gitti “emekçi” bir kamyona çarptı. İnsanlık tarihinde mutlaka yer alacak bir orjinallikle kamyona çarpan Mercedes, Türkiye’de gladio örgütlenmesini açığa çıkardı. Devletin hemen bütün önemli mevkilerinin gladio örgütlenmesinin ocakları; devletin siyasi, askeri ve polis teşkilat kadrolarının yanı sıra 12 Eylül öncesinin katil sürüleri ülküdaşların bu teşkilatın içinde ve başında olduğu görüldü. Bu teşkilatın da arkasında ve içinde, tüm dünyada olduğu gibi ABD, CIA ve Pentagon’un var olduğu sır değil. Çatlı ve diğer ülkücü faşistlerin hem MİT hem de CIA adına görevli faşist katiller içinden seçildikleri kanıtlarıyla ortaya çıkmış bulunuyor.

Susurluk, Pandora’nın Kutusu gibi açıldı ve son 30-40 yılda gerçekleşen bütün faili meçhul cinayet, kayıp ve katliamların bu çetelerin elinden çıktığı ortaya döküldü. Çiller’in devlet sırrı diyerek açıklamaktan kaçındığı Ağar’ın Türk Gladio’su ve kirli operasyonları, uyuşturucu bağlantısı nedeniyle nihayet emperyalist Batı’nın da gündemine girebildi. Bugünlerde şurada burada Türk devlet yetkilileriyle ilgili “uyuşturucu işini destekledikleri”ne dair ifadelerin, belgelerin yayınlanması kimseyi yanıltmasın. Bu tür bilgilerin sızmasının nedeni, artık gladio pisliğinin sessiz sedasız ortadan kaldırılamayacak bir duruma gelmiş olmasıdır. Bu durumun yapılacak operasyon için “kamuoyu oluşturma” amacıyla ilişkili olduğunu anlamamız gerekiyor. Daha kazanın yarattığı elverişli zeminde operasyon bizzat Amerikan emperyalistlerince başlatılmıştı. Yine de, hala daha sadece bir kaç tetikçinin tutuklanmış olması topun ağzındaki siyasi ve polis kadrolarının elini kolunu sallayarak dolaşması, asker kadroların hala gizli kalması operasyonun bu cepheden ne kadar ağır yürütülebildiğini bize gösteriyor.

“Kapitalizmin Genel Krizi Koşullarında Burjuva Devlet” başlıklı bu yazı bütün bunların arkasındaki gerçekleri, yapısal olguları irdeleyerek, sorulara gerekli yanıtları vermemizi sağlayacak.

Burjuva Devlet ve Ekonomik Taban

Devlet biçimleri gibi hukuksal ilişkiler ne kendiliğinden ne de insan zihninin...genel gelişmesinden hareketle kavranabilirler. Tersine onlar, daha ziyade maddi yaşam ilişkileri içinde kök salmışlardır…”(K. Marks, “Zur Kritik der Politischen Ökonomie-Vorwort”, C. 13, s. 8).

Marks’ın bu tespiti bütün devlet biçimleri için, dolayısıyla burjuva devlet ve burjuva devlet hukuku için de geçerlidir. Doğuşundan günümüze burjuva anayasal/hukuksal kurumların Marksist-leninist açıdan analizi, sadece bu seviye ile sınırlanmamalıdır. Marks’ın belirttiği “maddi yaşam ilişkileri” görece ilişkilerdir. Bu ilişkilerdeki değişim, burjuva devlet ve devlet hukukunda da değişime neden olmaktadır. Öyleyse, burjuva devlet ve devlet hukuku veya anayasal kurumları üzerine Marksist leninist analiz, bu kavramları derinlemesine ele almanın ifadesi olmalıdır. Ancak böyle hareket edildiğinde, burjuva devlet ve devlet hukukundaki “maddi yaşam ilişkileri”nin değişimine tekabül eden değişim –somut gelişme– tespit edilebilir. Aksi takdirde, genel kavram ve söylemin ötesine geçilememiş olunur. Öyleyse, Marksist-leninist analiz, kapitalist sistem de insanların, maddi yaşamlarının üretim ve yeniden üretim sürecinde –bunu kapitalist toplum formasyonunun veya üretim biçiminin üretim ilişkileri olarak da tanımlıyoruz– girdikleri toplumsal ilişkilerin bütününü kapsamına almalıdır.

Devlet egemenliğinin veya da devlet zorunun örgütlenme biçimi ve burjuva düzende devlet ile vatandaş arasındaki ilişkilerin nasıl düzenlendiği, burjuva politikacı ve hukukçuların düşüncelerinin ve bu alanda oluşturdukları modellerin doğrudan ve öncelikli bir sonucu değildir. Ama burjuvazi, vatandaşa bunun tam ter sini anlatır: Yeni yasalar, yeni anayasalar, yeni burjuva kurumlaşmalar, şu veya bu politikacının, hukukçunun, şu veya bu bilim insanının modeli, tasarımı olarak lanse edilirler. Oysa bunların yaptıkları, belli maddi ilişkilerin kavramlaştırılmasından başka bir şey değildir. Burjuvazi hukuksal, anayasal kurumlarının kapitalist üretim ilişkileri ve bu ilişkilerden kaynaklanan hakimiyet ilişkileri tarafından belirlendiğini, tam da bu nedenden dolayı mevcut sınıfsal ayrımın ve dolayısıyla kapitalist toplumun bütün çelişkilerinin ifadesi olduklarını özenle gizlemeye çalışır.

Üretim, dağıtım ve tüketimin gelişmesinin belli aşamalarını veri olarak alırsanız, buna tekabül eden sosyal bir düzeni, ailenin, kastların veya sınıfların buna uygun bir örgütlenmesini, kısaca buna uygun bir toplumu elde edersiniz… Böyle bir toplumu veri olarak alırsanız, buna tekabül eden siyasi bir düzeni elde edersiniz…” (K. Marks’ın Pawel Wassiljewitsch Annenkow’a Mektubu’ndan, 28.12. 1846, C. 27, s. 452, Alm.)

Burada Marks, ekonomik ilişkiler ile buna tekabül eden siyasi düzeni açıklıyor. Bunun diğer adı, altyapı ile üst yapı ve bunlar arasındaki bağdır.

Bütün burjuva devletler –ister emperyalist ülkelerde, isterse de Türkiye gibi emperyalizme bağımlı ülkelerde olsun– ortak ekonomik altyapıya ve bundan dolayı da ortak karakteristik özelliklerine sahiptirler; burjuva devletlerin yapısı, kapitalist toplumun sosyo-ekonomik yapısı ve gelişmesi tarafından belirlenir ve bu, burjuva devletlerin yapısının tarihi (geçici) görece olduğunu gösterir. Burjuva devletlerin yapısı –gelişmesinin hangi aşamasında olursa olsun– aynı zamanda sınıf mücadelesini ve çelişkilerini de yansıtır. Burjuva devlet yapısı üzerine bu Marksist leninist kavrayışı birkaç noktada toparlayabiliriz.

Bütün burjuva devletlerde üretim ilişkileri, üretim araçları üzerindeki kapitalist özel mülkiyete dayanırlar. Öyleyse, burjuva devletin ekonomik temelleri, önemli üretim araçlarına olan özel mülkiyettedir ve işgücünün sömürüsündedir. Üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet, kişisel veya kolektif biçimlerdedir. Kolektif burjuva (kapitalist) mülkiyetin en önemli bir biçimi, devlet mülkiyetidir.

Ekonomik taban, bütün devletlerin, somutta da burjuva devletin sınıfsal yapısını, bu devletin görevlerini ve kullandığı yöntemleri belirler. Burjuva devlet, kapitalist toplum formasyonuna tekabül eden bir devlettir ve o, sömürücü bir topluma (kapitalizme) özgü devlet tipidir. Sömürücü toplumlar olan köleciliğin ve feodalizmin de kendilerine özgü devlet tipleri vardır: Köleci devlet, feodal devlet.

Biçimi ne olursa olsun modern devlet, esas itibariyle kapitalist makinadır, kapitalistlerin devletidir, ideal genel kapitalisttir.” (F. Engels, Anti-Dühring, C. 20, s. 260, Alm.)

Bu devletin temel görevi, kapitalist (burjuva) sınıfın iktidarını korumaktan, sermayeye karlı değerlendirme koşullarını garantilemekten ve başta işçi sınıfı olmak üzere, tüm emekçileri baskı altında tutmaktan ibarettir. Özü itibariyle burjuva devlet, işçi sınıfı ve geniş emekçi yığınların karşısında sınıfsal düşmanlığın ifadesi olan, nesnellikten kaynaklanan zorunlu bir kamu gücüdür. Burjuva devletin sınıfsal özü, onun bütün kurumlarına nüfuz etmiştir. Örneğin, hükümet, parlamento ve başka devletsel kurumlar, burjuva devletin sınıfsal özünden ayrı, farklı olarak düşünülemezler. Ama burjuva politikacılar, ideologlar ve hukukçular bunu böyle açıklamazlarken, burjuva devletin ideolojik sınıfsal özünü geniş yığınlar nezdinde gizlemeye çalışırlar ve burjuva devleti, “halkın örgütlenmesi”, “tarafsız kurum”, “özgürlükçü demokratik düzen”in ifadesi olarak açıklarlar.

Devletsel kurumlar ve yapılar, altyapıda (ekonomik taban) etken olan yasallıklarla, hakim sınıf veya sınıflar arasındaki ekonomik ilişkilerle ve onun ötesinde, kapitalist toplumdaki bütün sınıf ve sosyal tabakalar arasındaki sınıfsal ilişkilerle bağlam içinde ele alınmalıdır. Ekonomik taban ile bu sınıflar ve sınıflar arası ilişkiler, birbirlerinden kopuk olarak ele alınamazlar.
Bu konuda Marks şöyle diyor:
Doğrudan üreticiden, ödenmemiş artı işin elde edilişinin özgül ekonomik biçimi, hakimiyet ve kölelik ilişkisini belirler ve bu ilişki, doğrudan üretimden doğar ve ona belirleyici etkide bulunur. Ekonomik (topluluğun), bizzat üretim ilişkilerinden doğan topluluğun bütün şekillenmesi ve böylelikle aynı zamanda onun özgül siyasi şekillenmesi tam da bu temelde yükselir… Burada bütün toplumsal yapının gizli temelini, en içsel sırrını ve böylece hükümranlık ve bağımlılık ilişkisinin siyasi formunu, kısaca, her seferki özgül devlet biçimini buluyoruz.” (K. Marks, Kapital, C. 3, s. 799-800, Alm.)

Öyleyse; ekonomik ilişkiler ve gelişmesi, sınıfsal ayrışmayı, şekillenmeyi ve buna bağlı olarak da, bu gelişmenin her bir aşamasındaki devletin yapısının yasallığını; niçin öyle olacağını ve başka türlü olamayacağını belirler. Bunu kapitalist üretim biçimi için somutlaştırırsak; sermaye ilişkisi ve bu ilişkinin gelişmesi, kapitalist toplumda sınıfsal yapılaşmayı ve aynı zamanda burjuva devletin gelişmesinin ve yapısının temel yasallıklarını da belirler. (Serbest rekabetçi dönemde devlet, tekelci dönemde devlet, bağımlı yeni sömürge ülkelerde devlet ve bunların özgül gelişmelerinin aldıkları biçimlerin nesnel nedenleri –yasallıkları–). Ama bu, kapitalizmin sınıfsal karakterinin/yapısının farklı olacağı anlamına gelmez.

Karışık biçim farklılıklarına rağmen, çeşitli ülkelerin, çeşitli devletlerinin ortak yönleri vardır: Hepsi modern burjuva toplumun temelinde yükseliyorlar, sadece, kapitalist açıdan bazıları az, bazıları çok gelişmişlerdir.” (K. Marks, “Gotha Programının Eleştirisi”, C. 19, s. 28, Alm.)

Bu ortak özellikler şunlardır:
– Siyasi araç olarak, toplumu yönlendirmede, sınıfsal çıkarları gerçekleştirmek için burjuvazinin genel, toplumsal zorunlu iktidar organı olarak;
– İşçi sınıfı ve bütün emekçi yığınların baskı altında tutulmaları ve burjuvazinin çıkarları doğrultusunda toplumsal ve ideolojik olarak şekillendirilmeleri için özgün kurumların oluşturulması;
–  Ekonomik gelişmeyi etkilemek için özgün kurumlar.
– Uluslararası alandaki rekabetle burjuvazinin desteklenmesine ve başka ülkelerin talan edilmesine hizmet eden kurumlar;
– Burjuvazi ile devlet kurumlaşması arasında ortak hareket etmeyi sağlayan mekanizmalar;
– Burjuvazinin çeşitli fraksiyonlarını ve çıkarlarını bir bütün haline getirmeyi amaçlayan kurumlar.

Tabii ki bu ortak özelliklerin hepsini şu veya bu formda, en azından Türkiye gibi orta derecede gelişmiş kapitalist ülkeler ve emperyalist ülkelerde görülmektedir.

Kapitalizmde devlet zorunun –egemenliğinin– somut örgütlenmesi ve uygulanması, doğrudan sınıf mücadelesinin seyrine, iç ve dış güçler dengesine bağlıdır. Kapitalizmde uzlaşmaz sınıflar (proletarya-burjuvazi) arasındaki mücadelenin seyri; toplumsal muhalefetin mücadelesi, burjuvazinin çeşitli kanatları arasındaki çıkar çatışması ve uluslararası alandaki sınıflar dengesi, kapitalist bir ülkede burjuva devletin egemenliğinin somut örgütlenmesinin ve uygulanmasının nasıl olduğunu ele verir. (Burjuva demokrasisinin şu veya bu şekilde uygulandığı ülke, gerici ve faşist diktatörlüklerin hakim olduğu ülkeler gibi.) Demek oluyor ki, burjuva toplumun ekonomik tabanı, sınıfsal (antagonist) çelişkilerin gelişmesi üzerinden burjuva devletin somut örgütlenmesini ve egemenliğini uygulama formunu doğrudan etkilemektedir.

Sınıf mücadelesinin şiddetlenmesi ve toplumsal muhalefetin güçlenmesi, hakim sınıfları birtakım tavizler vermeye zorlar. Geniş yığınlar, böylelikle bazı ekonomik ve demokratik haklar elde etmiş olurlar. Sınıf mücadelesinin gelişme seyrini doğrudan etkilediği için burada dikkate alınması gereken bir nokta şudur: Burjuvazi, yükselen sınıf mücadelesi karşısında zorlandığı için mi birtakım tavizler veriyor, yoksa, Lenin’in ifadesiyle “saldırıları bölmek ve kolayca ezmek için” mi (C. 5, s. 67, Alm.) bizzat, bazı reformların gerçekleştirilmesini istiyor? Birinci durum söz konusuysa, bu, burjuvaziye karşı mücadele eden güçlerin, örgütlü ve güçlü olduklarını gösterir. İkinci durumda ise, yine burjuvaziye karşı mücadele eden güçlerin örgütlü ve güçlü olmalarının yanı sıra, geleceği göz önünde tutan burjuvazinin, kendine karşı mücadele eden potansiyeli, daha baştan, nihai sonuca götürecek derecede güçlenmeden ve örgütlenmeden parçalamayı ve ezmeyi planladığını görürüz. Bu ayrımı yapmayan siyasi bir güç daha “zafer sarhoşluğu” geçmeden yok olma, parçalanma tehlikesiyle karşı karşıya kalabilir. Sınıf düşmanının stratejik olarak küçümsenmesini, taktiksel küçümsemeye indirgeyenin veya bunları birbirine karıştıranın siyasi akıbeti yenilgiden başka bir şey olamaz.

Başta devrimci proletarya olmak üzere emekçi yığınlar, burjuvaziye karşı mücadelelerinin sonucunda bazı demokratik ve de siyasi haklar elde edebilirler. Öyle ki, bu haklar, burjuva devlet çerçevesi içinde belli yasallaşmanın, kurumlaşmanın ifadesi de olabilirler. Ama bu, bunun böyle kalacağı anlamına asla gelmez. Çünkü burjuvazi, verdiği tavizleri boşa çıkarmanın, geçersiz kılmanın çabası içinde olacaktır.

Burada unutulmaması gereken başka önemli bir nokta da şudur: Mücadele sonucu elde edilen haklara –burjuvazinin verdiği taviz– ve bunların kurumlaşmasına bakarak, devlet formunda ve yapısında değişmelerin olacağı sonucuna her zaman varılamayacağıdır. İki örnek: 1974’te, Yunanistan’da faşist cunta, mücadele sonucu burjuva tarzda yıkılmıştır. Ama Türkiye’de elde edilmiş bir dizi haklar olmasına rağmen faşist diktatörlüğün hakimiyeti söz konusudur. ‘80 darbesi ve hemen sonrası yıllardaki durumla, sonrası arasında “hak elde etme” konusunda önemli gelişmeler olmuştur. Ama siyasi sistem yapısal olarak –faşist diktatörlük– değişmemiştir.

Marksist devlet teorisi ve devlet hukuku anlayışı, ekonomik taban ile siyasi üst yapı arasındaki ilişkilerin şemalaştırılmasına karşıdır. Aksi taktirde –şemalaştırma durumunda– burjuva devletin kurumlarının, önemli ölçüde, tarihi, ulusal, ırksal ve başka koşulların sonucu olduğu gözardı edilmiş olur.
“… Aynı ekonomik taban… görünümünde sonsuz çeşitlilik ve farklılıklar gösterebilir (ve) bu sonsuz çeşitlilikler ve farklılıklar sadece, deneysel olarak verilen koşulların analizi ile kavranır.” (Marks, Kapital, C. 3, s. 800, Alm.)

Kapitalizmin Emperyalizm Aşamasında Burjuva Devlet ve Burjuva Devlet Hukukundaki Değişmeler

Kapitalizmin, serbest rekabetçi aşamasından tekelci aşamasına geçmesi, kapitalist toplumun sosyo-ekonomik ve sınıfsal yapısında belli değişmeleri beraberinde getirmiş ve bunlar, burjuva devleti, işlevi, biçimi ve mekanizmaları açısından çok yönlü etkilemişlerdir. Kapitalizmin serbest rekabetçi dönemindeki bütün burjuva sınıfın devletinin yerini, emperyalizmde tekellerin devleti almıştır. Bu, birtakım nesnel koşulların sonucudur ve bu koşullar, burjuva devlet hukuku anlayışını da etkilemişlerdir. Bunu bir kaç noktada toparlayalım.

* Emperyalizmde devlet ile tekeller, bütünlüklü bir mekanizma olarak kaynaşmışlardır. Ama bu, bütün çelişkilerden arınmış bir mekanizma değildir. Emperyalist gelişme –bu gelişmeden doğan çelişkiler– tekelci kapitalizmin tekelci devlet kapitalizmine doğru büyümesini hızlandırmıştır. Bu sürece, I. Dünya Savaşı ve Ekim Devrimi döneminde girilmiştir. Tekelci devlet kapitalizmi, sınıf olarak bütün burjuvaziye değil, tekellere, daha büyük ekonomik ve siyasi olanak sağlanmış ve süreç içinde devlet, giderek tekellerin hizmetine girmiş, onlara, mali oligarşiye bağımlı olmuştur.

Bu süreç içinde gündeme gelen burjuva devletteki yapısal değişmeler, mevcut kurumlardaki değişmeler ve yeni kurumların oluşması, burjuva devlet hukuku anlayışındaki –anayasal– değişmeler, fiilen siyasi dönüşümler olarak ortaya çıkmışlardır.

Tekeller, tekelci birlikler ve hükümet arasında personel birleşme, bu gelişmeye bir örnektir. Burada söz konusu olan, sadece, tekelci kapitalistlerin hükümette yer almaları değildir. Burada söz konusu olan, aynı zamanda, hiçbir hukuksal, kurumsal çerçevesi olmayan görüşmelerdir ki bu, günümüz koşullarında çoğu durumlarda, hükümetin politikasını etkilemektedir. Bakanlar ve tekel birlikleri temsilcileri (çoğu kez başkanları) arasındaki düzenli veya da düzensiz görüşmeler. Bu türden ilişkiler Türkiye’de de söz konusudur. Sabancıların, Koçların, TÜSİAD başkanının hükümetle veya bakanlarla görüşmeleri.

Bu türden ilişkilere, somut duruma bağlı olarak –örneğin toplu sözleşme, grev, sendikal mücadele–sendikalar da katılırlar. Böylelikle hükümetten, tekel birliklerinden ve sendikalardan oluşan trio (üçlü grup) hiçbir devletsel, hukuksal norma tabi olmaksızın burjuvazinin, somutta da tekelci burjuvazinin çıkarları doğrultusunda karar alırlar. Ve hükümet bu kararları siyasi erk olarak meşrulaştırırken, örneğin sendikalar da kararın uygulanmasını sağlamaya çalışırlar.

* Her alanda demokrasinin “inkarı” eğilimi, tekelci kapitalizmin belirleyici özelliklerinden birisidir. Emperyalist ülkelerde burjuva demokrasisi devlet biçiminin çok yönlü deforme edilmesi, bu eğilimin doğrudan sonucudur. Daha fazla kar, sınırsız hakimiyet için çaba, tekellerin içsel bir olgusudur. Bu olgu ve mali oligarşinin toplum karşısındaki iktidar olma talebi ve bunu gerçekleştiriyor olması, başta işçi sınıfı olmak üzere bütün emekçi yığınları baskı altında tutmayı, mevcut demokratik hakları sınırlandırmayı veya da ortadan kaldırmayı içerir.

Demokrasinin (burjuva) inkarı eğiliminin ifadesi olan emperyalizm ile demokrasi talep eden yığınlar arasındaki –her zaman görünmese de– giderek keskinleşen antagonizm ve bu antagonizmin ifadesi olan mücadele, kendini çok çelişkili bir şekilde de olsa, devlet biçimi ve devlet hukuku anlayışının değişiminde gösterir. Yani, kapitalizmin emperyalist aşamasında devlet, demokratik hareketleri, toplumsal muhalefeti ve yığınların taleplerini göz önünde tutmak zorunda kalmıştır. Kapitalist üretim biçiminin hakim olduğu bütün ülkelerde, başta işçi sınıfı olmak üzere, geniş emekçi yığınları zorlu mücadeleler sonucu birtakım demokratik haklar elde etmişlerdir. Örneğin genel seçim hakkı, parti kurma, dernekleşme, sendika kurma hakları, basın yayın hakları vs. Kapitalist ülkede, hakim sınıf olan burjuvazi, çok çeşitli araç ve yollarla bu hakları sınırlandırmaya veya duruma göre tamamen ortadan kaldırmaya çalışır. Gerekirse, yasal kurumlarını, kolluk güçlerini, mahkemesini, polisini, jandarmasını, ordusunu, istihbarat servisini kullanır. Öyle ki, burjuva demokratik kurumları, geniş yığınları kendine tabi kılmak için kullanır. (Seçimler, parlamento, burjuva partiler, bu türden faaliyetin birer aracıdırlar.) Burjuvazi bütün bu çabalarından sonuç alamadığı durumda, yani siyasi hakimiyetini kendi demokrasi anlayışı çerçevesinde devam ettiremediği durumda, burjuva demokrasisi devlet biçimi yerine, sıkı merkezi örgütlenmiş terörist devlet biçimini; faşist diktatörlüğü geçirir.
* Ekonomik gücün, tekelcilerden oluşan nispeten küçük bir grubun elinde toplanması, siyasi gücün de konsantrasyonuna neden olmaktadır. Mali oligarşi, merkezileşmiş, sıkı örgütlenmiş ve kontrol edilebilir bir iktidar mekanizmasını, çıkarlarının en iyi bir şekilde ifade edildiği bir mekanizma olarak görür. Bu durum kendini çeşitli şekillerde gösterir.
– İcra gücünün (hükümetin) güçlendirilmesi, parlamentonun siyasi ağırlığının zayıflatılması veya;
– Parlamentoya hakim bir hükümetin işbaşında olması ve aynı zamanda sistem partilerinin disipline edilmeleri;
– Burjuva parlamenter kurumlaşmanın dışında olan “görünmeyen hükümetler”in kurulması ve belirleyici güç haline gelmesi (istihbarat kuruluşları, Türkiye’de de MGK buna tipik örneklerdir.)

* Kapitalizmin, daha ziyade gelişmiş olduğu ülkelerde tekelci kapitalizme özgü saldırganlığın ifadesi olan bir iktidar gücünü de askeri-sanayisel kompleks oluşturur. Silahlanma sanayinin nicel ve nitel gelişmesini “normal gelişme” haline getiren bu grup, dört bileşenden oluşur: a) Silah tekelleri, b) bu tekellerle bağ içinde olan bankalar, c) ordu ve silahlanma politikasından sorumlu devlet organları, d) askeri önderlik kadrolarıyla ve silahlanma tekelleriyle işbirliği içinde olan siyasi güçler.

Askeri-sanayisel kompleksin oluşması, devletsel iktidar mekanizmasında çok yönlü yapısal değişimlere neden olmuştur. (Devlet ile silahlanma sanayinin kaynaşması, askeri örgülenme özelliği gösteren baskı organlarının genişletilmesi, istihbarat organlarının etki gücünün giderek artması.)
* Gelişen üretici güçlerin baskısı sonucu, devletin, tekellerin lehine ekonomi üzerindeki giderek artan etkisi, devlet mekanizmasında ve faaliyetinde önemli değişmelere neden olmuştur. Devlet, ekonomik potansiyel olarak genişletilmiştir: O, önemli üretim araçlarının sahibi durumundadır. O, tekel karlarının garantörüdür. O, bankacıdır, sermaye temerküzünün teşvikçisidir vs. Devletin ekonomik faaliyetinin temelini devlet sektörü oluşturur. Bu sektör, devlet tekellerinden, devlet bankalarından yatırımlardaki, alt yapı kurumlarındaki devlet mülkiyetinden vb. oluşur. Hemen hemen bütün kapitalist ülkelerde devlet, ekonomide güçlüdür, etkendir.

Burjuva devlet, ekonomiyi, tekellerin çıkarına uygun bir şekilde düzenlemek için, giderek kapsamlaşan kurumlar oluşturur. Bu kurumlarda, konjonktürel gelişme, ekonomik büyüme, silahlanma sanayi, dış ekonomik ilişkiler değerlendirilir.

* “Ama özellikle emperyalizm, banka sermayesi çağı, devasa kapitalist tekellerin çağı, tekelci kapitalizmin tekelci devlet kapitalizmine doğru büyüme çağı, ‘devlet mekanizması’nın olağanüstü bir güçlenmesini, onun ordu ve memur mekanizmasının görülmemiş bir büyümesini… göstermektedir.” (Lenin, Devlet ve Devrim, C. 25, s. 423, Alm.)

Lenin, günümüzün gerçeğini, ayrıca açıklamaya gerek bırakmayacak derecede açık formüle etmiş.

Sonuç itibariyle:

Kapitalist devlet:
İster devrimle, isterse de evrimsel gelişme sonucunda olsun, feodal devletin yerini alan kapitalist devlet, burjuvazinin devleti (veya Türkçe literatürde az kullanılan deyimiyle “kapitalistler sınıfı”nın devleti), bütün halkın özgürlüğünü ve çıkarlarını savunma iddiasını taşır. Ama yerini aldığı feodalizm gibi kapitalizm de, sınıflı bir toplum olduğu için, bu toplumun devleti de sınıfsal karakter taşır.

Kapitalist toplum, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet temelinde yükselir. Ve bu toplumda temel çelişki, toplumsal üretim ile (veya üretimin toplumsal karakteriyle) bu üretime özel el koyuş arasındaki çelişkidir. Sınıfsal planda, işçi sınıfıyla burjuvazi arasındaki çelişkidir. Kapitalist devlet bu çelişki dışında değildir, bu çelişki karşısında tarafsız değildir. Kapitalist devlet ve yasaları (hukuksal anlayışı) her şeyden önce mülkiyet özgürlüğünü ve özel mülkiyeti korumak için vardır. Bundan dolayıdır ki, bütün kapitalist devletlerin anayasalarında, özellikle özel mülkiyet kutsanır ve garanti altına alınır. T.C mahkeme kürsülerinin arkasında yer alan, “adalet mülkün temelidir” tümcesi, tam da bunu anlatır.

Ekonomik ve siyasi erk olarak kapitalist devlet:
Kapitalist toplumda ekonomik ve siyasi ilişkiler giderek kapsamlaşır ve karmaşıklaşır. Bu durum, yönetimde belli bir işbölümünü beraberinde getirir. Kapitalistler, daha ziyade ekonomik faaliyete yönelirlerken, devleti temsilcilerine bırakırlar (kapitalizmin serbest rekabetçi dönemindeki bu gelişme, bugün, o günkü çıplaklığıyla görülmemektedir). Bu durumda devlet, sınıf olarak kapitalistleri ve onların özel mülkiyetini korumak göreviyle donanmıştı. Böyle bir görev, aynı zamanda, işçilerin ve emekçi yığınların sömürülmelerinin de korunması, zenginin fakir karşısında korunması, mülk sahiplerinin mülksüzler karşısında korunması anlamına geliyor.

Ekonomik erk ve siyasi erk, diyalektik bir bütünün iki yönünü oluştururlar. Ve birbirleriyle karşılıklı etkileşim içindedirler. Ekonomik erk, siyasi erkin temelini oluşturur ve siyasi erk de ekonomik erki güçlü kılar ve korur.

Biz burada genel olarak kapitalist devletten bahsettik. Kapitalist devleti, bir ülke bazında somutlaştırmadık. Sorunumuz bu değil. Diğer taraftan, emperyalizme bağımlı, yeni sömürge ülkelerdeki devlet tiplerinden de bahsetmedik. Sorunumuz bu da değil. (Emperyalizme bağımlı yeni sömürge ülkelerde egemenlik sistemleri, ülkede hakim ve gelişen üretim biçimine dayalı olarak feodal-monarşik, feodal burjuva, ulusal burjuva, burjuva feodal veya doğrudan burjuva biçimlerinde olabilirler. Bütün bu egemenlik sistemleri veya devlet biçimleri, gerici ve faşist karakter taşırlar.)

Bizi ilgilendiren nokta şu: İster emperyalist veya gelişmiş kapitalist ülkelerde olduğu gibi kapsamı giderek daraltılan burjuva demokrasisine tekabül eden devlet olsun, isterse emperyalizme bağımlı, yeni sömürgelerde olduğu gibi, gerici ve faşist diktatörlük niteliğini alan devlet olsun, söz konusu olan ve bizi ilgilendiren, kapitalizmin genel krizinin günümüzde varmış olduğu boyutlarda sistem olarak, üretim biçimi olarak kapitalizmin, ömrünü tarihi olarak doldurmuş olmasının devlet olgusuna yansıması ve bu yansımanın sonuçlarını göstermektir. Okur, karşılaştırma yapabilsin diye yukarıda burjuva devlet anlayışının gelişme sürecini özetledik. Ömrünü tarihi olarak doldurmuş olan kapitalizmin çürümüşlüğü, asalaklığı vb. onun idare (devlet) ve hukuk sistemine de yansımaktadır. Şimdi bunu göstermeye çalışalım.

Kapitalizmin Genel Krizi ve Burjuva Devlet

Çürümüşlüğün ve asalaklığın, mafyanın ve Gladio’nun devleti:
Kapitalizmin genel krizi, kapitalist dünya sisteminin bütün alanlardaki krizini kapsamına alır: Kapitalizmin genel krizi, kapitalizmin ekonomiden politikaya, felsefeden sanata varana dek bütün yönlerini içerir. Günümüz koşullarında bu krizin nedeni, dünya çapında kapitalist sistemin giderek kendi çelişkileri içinde boğulmasında, çürümesinde, asalaklaşmasında aranmalıdır. Bu krizin ne anlama geldiği “Club of Rome”un 1991 yılı raporunda şöyle tanımlanıyor:

Hükümetler, düzenli bir şekilde tekrarlanan krizlerin üstesinden gelme aracına dönüştüler, zor bir durumdan diğerine (koşmaktan) –maliye , sosyal, ödeme bilançosu, işsizlik, enflasyon vb.– sarhoşa döndüler. Her krizde, çatlaklar sadece geçici olarak macunlanıyor, tedbirler nadiren sorunun temeline ulaşabiliyor. Uzun vadede kendini hissettiren nedenler, çok kolayca görmezlikten geliniyorlar veya etkisi sadece kısa bir dönem için geçerli olan tedbirlerin lehine kavranmıyorlar.” (“Club of Rome”, “Die Globale Revolution”, Eylül 1991)

Emperyalist burjuvazinin temsilcileri, kendi durumlarını böyle açıklıyorlar. Bu, çok doğru bir açıklama. Dünya kapitalizminin bu duruma gelmesi yeni değildir. Kapitalizm, emperyalizm aşamasına geçtiğinde tarihi olarak ömrünü doldurmuştu. Emperyalizm, kapitalizmin en son aşamasıdır, sosyalist devrimler çağıdır. Emperyalizm, kapitalizmin çürümüşlüğünün, tefeciliğin, rantiyeciliğin, asalaklığın ifadesidir. Emperyalizm, üretici güçlerin gelişmesinin önündeki temel engeldir. Emperyalizm, ekonominin askerileştirilmesi, işsizliğin kronikleşmesi, proletaryanın ve emekçi yığınların yoksullaşması, sosyal ve demokratik hakların budanması, insanlığın bilgisizliğe yönlendirilmesi demektir. Emperyalizm, bağımlı, yeni sömürge ülkelerin talanı, emperyalist çıkarlar için kullanılması demektir. Emperyalizm, ulusal ve enternasyonal alanda uyuşturucu madde ticareti, spekülasyon, rüşvet, tehdit ve nihayetinde politika ve ekonomide mafyalaşma demektir.

Ekim Devrimi, bunu takiben Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin inşası, II. Dünya Savaşı sonrasında bir dizi ülkenin kapitalist sistemden kopması ve Sovyetler Birliği’nin yanında yer alması; sosyalist kampın kurulması, enternasyonal alanda Sovyetler Birliği ve sosyalizmin prestijinin olağanüstü yüksekliği, dünya kapitalizmini adeta “köşeye sıkıştırmıştı”. Dünya kapitalizminin hareket sahası daralmıştı. Sosyalizmin bu zaferi, kapitalizmin bütün çelişkilerini açığa çıkartan çok önemli bir faktördü. Sosyalizmin zaferi, kapitalizmin ömrünü kısaltmıştı. SBKP’nin XX. Kongresi’nde siyasi iktidarın Kruşçev revizyonistleri tarafından gasp edilmesiyle, sosyalizm, tarihinin en büyük yenilgisini aldı. Bu, kapitalist sistemin ömrünü uzatan önemli bir faktör oldu. Ama kapitalizmin hiçbir çelişkisi –konjonktürel durumlar hariç– yumuşamadı. Tersine kapsamlaşarak, şiddetlenerek, derinleşerek ekonomik ve toplumsal yaşamın seyrini belirledi.

Kapitalizm, işsizlik sorununu çözemez:  
Bu sistemde işsizlik artık kronikleşmiştir. Ekonominin krizde olmadığı, konjonktürel olarak en iyi olduğu dönemlerde dahi işsizler ordusu yine de milyonlarla ifade ediliyor. Teknolojinin gelişmesi ve bunun üretimde kullanılması, –robot, otomasyon– giderek daha çok işçinin sokağa atılmasına neden olmaktadır. Sermayenin organik bileşiminin yükselmesi –değişmeyen (sabit) sermayenin değişken sermaye (işçi ücretlerine) göre devasa adımlarla artması– rekabetin kaçınılmaz sonucudur. Kapitalist, rekabet gücüne sahip olmak için sermayesinin organik bileşimini yükseltmek, yani daha fazla işçiyi sokağa atmak zorundadır. Bu sayı giderek çoğalıyor ve soru şu. Emperyalist ülkelerde 10 milyonlarla, bütün dünyada yüz milyonlarla ifade edilen bu insanlar, yaşamlarını daha ne kadar mevcut koşullardaki gibi, yani açlık ve sefalet içinde sürdüreceklerdir? Emperyalist ülkelerde devletin, işsizlere sağladığı sosyal yardım giderek makaslanmaktadır. Bu gidişle söz konusu yardımın yasa kapsamı dışına çıkartılması veya hukuken ortadan kaldırılması çok uzak bir geleceğin sorunu olmasa gerek. Bağımlı, yeni sömürge ülkelerde, işsizlerin sosyal yardım almaları ve bunu sürekli almaları olağan değil. Kapitalist dünyadaki bu potansiyel, bir taraftan sistemi tehdit ediyor, ama diğer taraftan da yarı aç, yarı tok yaşayabilmek için sistemin sunduğu her türlü karanlık işlere, apolitik yaşama ve yozluk ilişkilerine giriyorlar.

Sermaye giderek daha büyük boyutlarda asalaklaşıyor.
Lenin, “Emperyalizm” yapıtında “Şimdi… bir de emperyalizmin en önemli yönünü ele alalım… Emperyalizme özgü olan asalaklıktan bahsediyoruz” diyerek asalaklık olgusunun emperyalist çağda önemini belirtmektedir.

Şüphesiz ki burjuvazi, yabancı işgücünü sömürdüğünden dolayı zaten asalaktır. Bu anlamda asalaklık, kapitalizmin genel bir özelliğidir. Ama kapitalistlerin, teknik buluşların üretimde kullanılmasını, bizzat yönettikleri ve bu anlamda üretimi kontrol ettikleri dönemlerde –kapitalizmin serbest rekabetçi dönemi– kapitalizmin asalak karakteri bütün çıplaklığıyla ortaya çıkmıyordu. Ama bu durum anonim şirketlerin ortaya çıkmasıyla giderek değişmeye başlamıştır.

Gerçek faal kapitalistlerin idareciye, yabancı sermayenin idarecisine ve sermaye sahibinin… para kapitalistine dönüşmesi” (K. Marks, Kapital, C. 3, s. 452, Alm.), üretim ile kapitalistin ayrıştığını gösterir. Üretim ile kapitalistin ayrışması da asalak bir tabakanın oluşmasını beraberinde getirir.

Bu ayrışma, Marks’ın deyimiyle “kapitalist üretim biçimini” kapitalist üretim biçimi içinde ortadan kaldıran bir çelişki, “… yeni mali aristokrasiyi, proje yapımcıları, kurucular ve yalın direktörler görünümündeki yeni cinsten asalakları, bütün bir dolandırıcılık sistemini…” üretir (Agk. s. 454.)

Kapitalizm, emperyalizm aşamasına geçtiğinde, tekellerin ve mali sermayenin hakimiyetinin tartışma götürmez olmaya başladığında, kapitalizmin asalak karakteri de oldukça belirgin olmuş ve kapitalizmle asalaklığın oluşturduğu diyalektik bütünlüğü örten fazla bir şey kalmamıştı.

Sermaye sahipliğinin, sermayenin üretimde kullanılmasından kopması, para sermayenin sanayi veya üretken sermayeden kopması, sadece para sermayeden elde ettiği gelirlerle yaşayan rantiyecilerin, sanayiciden ve sermayenin yönetimiyle doğrudan ilgili olan herkesten kopması kapitalizmin genel özelliğidir. Emperyalizm veya mali sermayenin hakimiyeti, ...bu kopuşun muazzam boyutlar aldığı en yüksek aşamasıdır.” (Lenin, Emperyalizm, C. 22, s. 242, Alm.)

Aynı eserinde Lenin devamla şöyle der:
Tekeller, oligarşi, özgürlük değil de egemenlik eğilimi sorunları gitgide artan küçük ya da zayıf ulusları zengin ya da güçlü bir avuç ulusun sömürmesi –bütün bunlar, emperyalizmi asalak ve çürüyen kapitalizm olarak tanımlamamızı zorunlu kılar– belirgin özelliklerini doğurmuşlardır. Burjuvazinin giderek artan ölçülerde sermaye ihracından gelen kazançlar ve ‘kupon kırpmakla’ yaşadığı, ‘rantiye devlet’in, tefeci devletin yaratılması, giderek daha belirgin biçimde emperyalizmin özellikleri olarak ortaya çıkmaktadır.” (agk., s. 305.)

Emperyalizm, … az sayıda ülkede…devasa sermaye birikimidir. Bir sınıfın ya da daha doğrusu rantiyeci tabakanın, yani ‘kupon keserek’ yaşayan insanların, herhangi bir işletmede hiçbir şekilde görev almayanların, meslekleri aylaklık olanların olağanüstü bir şekilde büyümesi bu yüzdendir. Emperyalizmin en başta gelen ekonomik temellerinden biri olan sermaye ihracı rantiyecileri üretimden iyice tecrit eden ve denizaşırı pek çok ülkeyle sömürgelerin iş(gücünü) sömürerek yaşayan bütün ülkeye asalaklığın damgasını vurur.” (agk, s. 281.)

Rantiyecilerin gelirleri, dünyanın en büyük ‘ticaret’ ülkesinin dış ticaretinden elde ettiği gelirden beş kat daha büyüktür!
Bundan, ‘rantiyeci devlet’ veya tefeci devlet kavramı, emperyalizm üzerine ekonomi literatüründe genel geçerli bir (kavram) olmuştur. Dünya bir avuç tefeci devlete ve bir borçlu devletler çoğunluğuna bölünmüş bulunmaktadır.” (s. 282)
Rantiyeci devlet, asalak, çürüyen kapitalizmin devletidir.” (s. 283)

Lenin’in tespit ettiği emperyalizmin bu temel özellikleri; asalaklık ve çürümüşlüğü günümüzde o günle -bu yüzyılın başındaki durumuyla- karşılaştırılamayacak derecede kapsamlaşmış ve derinleşmiştir.

Emperyalizm, durgunluğun ve çürümenin temel nedenidir:
Tekel, emperyalizmin en derin ekonomik temelidir. (Ve kaçınılmaz bir şekilde durgunluk ve çürüme eğilimine yol açar.) Tekel fiyatları, geçici bir süre için de olsa, uygulandığı oranda tekniksel ve diğer bütün ilerlemenin itici unsurları durağanlaşır. Ve bu anlamda, teknikteki ilerlemeyi yapay olarak durdurmanın ekonomik olanağı doğar.” (Lenin, Agk, s. 280/281.)

Tekeller, teknik yenilemeleri, yeni teknik buluşları yıllarca gizliyorlar. Öyle ki; yıllar önce bulunmuş teknolojiyi yeni buluş olarak kullanıyorlar veya tamamen kullanmıyorlar. Ama rekabet hiçbir zaman tamamen yok edilemiyor veya devre dışı bırakılamıyor. Üretim masraflarını azaltmakta belirleyici bir rol oynayan teknolojik yenilenme ve böylece azami kar devamlı, teknolojik yenilenmeye zemin hazırlamaktadır. Ama durgunluk, üretici güçlerin gelişmesini engellemek eğilimi, tekelciliğe özgü bir eğilimdir. Öyle ki, bu eğilim, bazı sektörlerde ve bazı ülkelerde ekonomik ve toplumsal gelişmeyi önemli derecede etkileyici/engelleyici bir faktör olmaktadır.

Ne tarafa bakılırsa bakılsın adım başı görevlere rastlanmaktadır ki, insanlık bunları derhal çözümleyecek durumdadır. Ama kapitalizm bunu engellemektedir. O, dağlarca zenginliği topladı ve insanları, bu zenginliğin köleleri yaptı. O, tekniğin karmaşık problemlerini çözümledi, ama teknik iyileştirmelerin gerçekleştirilmesini, milyonların sefaleti ve bilgisizliği nedeniyle, bir avuç milyonerin dar kafalı hasisliği nedeniyle engelledi.” (Lenin, “Zivilisierte Barbarei” –Medenileştirilmiş Barbarlık–, “Pravda Truda”, Nr. 6, C. 19, s. 380, Alm.)

Bunun anlamı şudur: İnsanlık bugün ulaşmış olduğu teknolojik ilerleme ile, örneğin enerji, beslenme, çevre temizliği, işsizlik vb. gibi can alıcı temel sorunları çözecek durumdadır. Ama üretim araçları özel mülkiyette olduğu için, toplumun ihtiyacı değil de daha fazla kar üretimde yön verici olduğu için, kapitalizm bu ve benzeri sorunları çözmez, o, bunu yapmış olsa, kapitalizm olmaktan çıkar.

Lenin’in 1913’te yaptığı bu gözlem, bugün yaşamın, üretimin her alanında izlenmektedir. Emperyalizm, teknoloji hırsızlığında, teknolojiyi kullanmada veya kullanmamada hiçbir ahlaki ve hukuksal sınır tanımamaktadır. Onun bu alandaki eğilimi, onu barbarlığın eşiğine getirmiştir. O, şimdi bu barbarlığına, Lenin’in deyimiyle “medenileştirilmiş barbarlığı”na en fazlasıyla hukuksal bir kılıf geçirebilir. Bu, barbarlığın yasallaştırılmasından başka bir anlam taşımaz.

Kapitalizmin, üretici güçlerin gelişmesi önünde nasıl bir engel olduğunu, barbarlıkla, eski çağ ile en fazla kar anlayışının nasıl bir diyalektik bütünlük oluşturduğunu Stalin şöyle açıklar:
Kapitalizm, yeni teknikten yanadır, şayet bu, ona en yüksek karı vaat ediyorsa. Kapitalizm yeni tekniğe karşıdır ve el işine geçişten yanadır, şayet yeni teknik ona, artık en yüksek karı vaat etmiyorsa” (C. 15, s. 291, Alm.)

Sermaye ihracı gelirleri (faiz), ülke içinde faiz, ulusal ve uluslararası pazarlardaki (borsa) temettü gelirleri, emisyon gelirleri (hisse senedi gelirleri), başka spekülasyon gelirleri (borsa oyunları) günümüz kapitalist dünyasında trilyonlarla (dolar) ifade edilen bir miktar tutmaktadır. Bu, sadece spekülasyonun, rantiyeciliğin bilinen, tespit edilmiş olan miktarıdır.

Büyük, çok uluslu tekeller de rantiyeleşmekteler. Onlar da gelirlerinin önemli bir kısmı üretim dışı alanlardan elde ediyorlar.

Borsa oyununun yanı sıra veya ondan daha önemli gelir kaynağını devlet borçlanması oluşturmaktadır. Tekeller devleti, devlet üzerinden de emekçi yığınları (vergi), iki türlü soymaktadır. Birincisi, devlet tekellere sipariş vermekte, ihale ile “iş” devretmekte ve bunları ayrıca da sübvansiyonla desteklemekte. Bunun ötesinde devlet, cari giderlerini ancak aldığı borçla (iç ve dış borçlanma) karşılayabilmekte. Yani tekeller, mali kuruluşlar, rantiyeciler, devlete verdikleri borç para karşılığı faiz almaktadırlar. Bunun hangi boyutlarda olduğunu göstermek için bir örnek verelim: “Manager Magazin”in Ekim 1989 tarihli sayısında Siemens tekelinin 23 milyar mark tutarındaki hazır sermayesinin sadece 1.6 milyar marklık kısmını hisse senedine yatırdığını, geriye kalan 21.4 milyar marklık kısmını da bonoya/borç senedine yatırdığını öğreniyoruz. Türkiye’de de aynı eğilim hakim. Ülkenin belli başlı tekelci gruplarının, gelirlerinin çok önemli bir kısmını üretim dışında sağladıkları, yani para sermayeyi bonoya/borç senedine yatırdıkları bilinmektedir. Kumar, spekülasyon açık oynanmaktadır.

Borsa oyunu (kumar) akıl almaz boyutlara varmıştır. Örneğin sadece 8 sene içinde (1980-1988) borsa cirosu ABD’de 381 milyar dolardan 1.356 milyar dolara, Japonya’da 157 milyar dolardan 2.181 milyar dolara; Almanya’da 15 milyar dolardan 174 milyar dolara çıkmıştır. Japonya’da borsa cirosu GSMH’nin tamamına eşit olurken, ABD’de borsa cirosu GSMH’nin yüzde 30’una eşit olmuştu. Bu oyunun almış olduğu boyutlar, adeta sanayi kapitalizmi öncesinin spekülasyon krizlerini yeniden gündeme getirmiştir.

Rantiyecilerin en karlı spekülasyon alanlarından birisi de devlet borçlanmasıdır. Devlet; bütçe açığını kapatmak, cari harcamalar yapmak için nakit paraya ihtiyaç duyuyor. Ve bu parayı belli bir faiz karşılığı, parası olanlardan sağlıyor. Bunun adı, devletin iç ve dış piyasalarda borçlanması (bono vb.) demektir. Bu alanda elde edilen kar, faiz miktarı, üretimden elde edilen kardan oldukça yüksek olduğu için sermaye sahibi, sermayesini üretim alanına yatırmıyor veya o alandan çekerek rantiyeciliğe başlıyor.

Yukarıya konuyla ilgili Lenin’in görüşlerini aktarmıştık. O günün rantiyeci tabakası, bugün oldukça güçlü bir konuma gelmiştir. Bu tabaka, kapitalizmin asalaklığının, çürümüşlüğünün açık temsilcileri durumundadır.

Sermaye ihracı; emperyalizmin asalaklığını ve çürümüşlüğünü iki açıdan önplana çıkarıyor.

Sermaye ihracı bazında dünya, sermaye ihraç eden ve borçlu konumda olan ülkeler olarak ikiye ayrılıyor. Sermaye ihraç eden bir avuç emperyalist ülke, Lenin’in deyimiyle “tefeci devlet”, “rantiyeci devlet”, dünya devletlerinin ezici çoğunluğunu oluşturan borçlanmış devletlerin sırtından besleniyorlar, tam anlamıyla rantiyeci, asalak ve tefeci bir yaşam sürdürüyorlar.

İkincisi; üretim giderek emperyalist ül kelerden bağımlı yeni sömürge ülkelere kayıyor. Üretimin yer değiştirmesi küçümsenemeyecek boyutlar almıştır. Bundan dolayıdır ki emperyalizmin ideologları, “hizmet toplumu”ndan bahsediyorlar. Bu ideologlara göre sanayi üretimi bağımlı, yeni sömürge ülkelerde gerçekleştirilecek; “hizmet toplumu” ise sanayi toplumunun yerini alan toplum olacak. Bu anlayış, emperyalizmin asalaklığını, çöküş aşamasında olduğunu kabullenmenin açık ifadesidir.

Örgütlü suç işleme-ekonomik şu veya bu sektöründe faal olan tekelle kriminalite (suç işleme):
Örgütlü suç işleme, uyuşturucu madde ticareti, mafya faaliyeti, kumar vs. emperyalizm ile diyalektik bir bütünlüğü oluştururlar. Çünkü bütün bunlar emperyalizmin/kapitalizmin asalaklığının ve çürümüşlüğünün ifadesidirler.
Çoğu kapitalist ülkelerde haydutluk, bir sanayi (sektörü) olmuştur. Ve banka soygunculuğundan, firma baskınlarından, serbest bırakılması için büyük miktarlarda paranın talep edildiği insan kaçırmaya kadar uzanmaktadır.” (E. Hoca, Emperyalizm ve Devrim, s. 148/149, Alm.)
Bugün, kapitalist dünyada ekonomide ve toplumun her alanında haydutluk, mafya faaliyeti “doğal”laşmıştır. Bu türden faaliyetler, “küçük” insanların işi değil, medyada “şerefi” ile tanınmış olan tekelci burjuvazinin işidir.

E. Hoca’nın belirttiği gibi haydutluk ve mafyacılık gerçekten büyük kazançların sağlandığı bir sektör olmuştur. Örneğin daha 1980’de ABD’de mafya, petrol sanayi sektöründen sonra en fazla cironun elde edildiği iktisadi sektör haline gelmişti. Daha o dönemde mafyanın hesabına çalışanların veya mafya sektöründe çalışanların sayısı 100 ile 150 bin arasındaydı. ABD Adalet Bakanlığı’nın açıklamasına göre 1989’da sadece uyuşturucu madde cirosu 110 milyara varıyordu. Almanya’da ise örgütlü suç işleme sonucu elde edilen gelirin 164 milyar marka vardığı tahmin ediliyordu (Der Spiegel, Nr. 11, 1988) 1987'de ise en önemli sanayi dalı olan otomobil sektöründe ciro yaklaşık 210 milyar marka varıyordu. Bu miktarlar, örgütlü suç işlemenin, uyuşturucu ticaretinin ne denli önemli bir sektör olduğunu gösteriyor.

Burada söz konusu olan, ekonominin şu veya bu sektöründe faal olan tekellerin normal faaliyetlerinin ötesinde, örgütlü suç işleme işleriyle, uyuşturucu madde ticaretiyle, haydutlukla veya her türden mafya işleriyle uğraşmaları değildir. (Bu tekeller, yasaları çiğneyerek, vergi kaçırarak vs. bu türden örgütlü suç fiili içindeler). Burada söz konusu olan, faaliyet alanı örgütlü suç işleme iktisadi kriminalite, uyuşturucu madde ticareti ve başka her türden mafyacılık olan kurumlaşmalardır. Bu türden kurumlaşmalar, “şerefli” şahsiyetlerin yönetiminde ve onarın mülkiyetinde olan tekelci örgütlenmelerdir.

Uyuşturucu madde ticareti, en karlı sektör konumundadır. Örneğin daha 1989 verilerine göre uyuşturucu madde ticaretinden elde edilen gelir 500 ila 900 milyar dolar arasında değişiyordu.
Uyuşturucu madde ticaretiyle -üretimden satışına kadar- uğraşan mafya örgütlenmeleri oldukça güçlenmişlerdir. Öyle ki; örneğin Panama’da general M. A. Noriega vasıtasıyla hükümeti ele geçiren mafya, ABD’nin müdahalesiyle devrilmiştir. Dünyanın her tarafından uyuşturucu madde satışıyla elde dilen paralar, belli merkezlerde (Türkiye, İsviçre, Lüksemburg, Liechtenstein vs.) yıkanarak sanayi ülkelerine yatırım olarak aktarılıyor. Bu para transferi ve sürekli nakit para ile ticaret, uyuşturucu madde mafyasını dünyanın en çok nakit parasına sahip bankası konumuna getirmiştir. Mafya, illegal parayı, sanayinin bütün sektörlerine; hizmet sektörüne, ticaret ve transport sektörlerine yatırıyor. Mafya, borsada oynuyor, hisse senetleri satın alıyor. Mafya, rantiyecilere karışarak legalleşiyor. Bugün, emperyalist ülkelerde mafyasız mali oligarşi, bağımlı yeni sömürge ülkelerde de mafyasız işbirlikçi burjuvazi düşünülemez Mafyanın emperyalist ekonomideki ağırlığını göstermek için bir örnek verelim: Gazeteci Rolf Uesseler’in tahminine göre; Batı Avrupa’da, illegal yolla elde edilerek ekonomiye yatırılan para miktarı 700-800 milyar mark civarında. Batı Avrupa’nın 20 ülkesinde brüt yatırımların 1987’deki miktarı ise 1.440 milyar mark tutmaktadır. Demek oluyor ki; o dönemde Batı Avrupa’nın 20 ülkesindeki toplam brüt yatırımların yaklaşık yarısı mafya kaynaklı.

Örgütlü kadın ticareti ve şans oyunlarından (örneğin kumar) bahsetmeyi gerekli görmüyoruz.

Ya Barbarlık Ya Devrim

Ya Barbarlık Ya Sosyalizm

Yazımızda, daha ziyade veya genel olarak emperyalist ülkelerde kapitalizmin asalaklığından, çürümüşlüğünden ve ömrünü tarihi olarak doldurmuş olduğundan, bu ülkelerdeki rantiyecilikten, mafya tekellerinden ve bunların gücünden bahsettik. Emperyalizm, aynı zamanda dünya ekonomisi demektir. Emperyalizm, bütün dünya ülkelerinin kapitalist ekonomiye bağlanması, bu kapitalist zincirin birer halkasını oluşturmaları demektir. Emperyalizm, dünya ülkelerinin ezici çoğunluğunu oluşturan ülkeler açısından bağımlılık, yeni sömürgecilik demektir. Bu, bağımlı, yeni sömürge ülkeleri, ekonomisinden politikasına, felsefesinden kültürüne varana kadar her alanda emperyalizmin çıkarlarına göre şekillenen bir ilişkiler yığınıdır. Bütün bunlar emperyalist ülkelerdeki çelişkileri olduğu gibi değil, daha şiddetli boyutlarda bağımlı ve yeni sömürge ülkelere yansıtan ilişkilerdir. Emperyalist ülkelerde birçok çelişki ve yasadışılık, yozlaşma, rüşvet, asalaklık vb. görünümler ekonominin güçlü olmasından ve toplumsal-yasal kurumlaşmanın köklü olmasından dolayı, en azından belli bir dönem için görülemeyebilirler veya münferit olay olarak görülebilirler. Ama bağımlı, yeni-sömürge ülkelerin böyle bir “şansı” yok. Kapitalizmin genel krizi ve onun yansımaları, bütün şiddetiyle ve çıplaklığıyla bu ülkelere yansır. Bunun böyle olmasında emperyalizmin payı büyüktür. O, birçok çelişkisini, bu ülkelerin sırtına yıkar. Onları, kendi çıkarı için maşa olarak kullanır.

Bütün kapitalist ülkelerde burjuvazi, içine düştüğü çıkmazdan, sisteme özgü çelişkilerden kurtulmak için, hakimiyetini korumak için, kendi göstermelik demokrasi anlayışını dahi uygulamama yollarını aramaktadır. Ve sürekli gerici ve faşist yöntemlere başvurmaktadır. (Zaten Türkiye gibi birçok ülkede de hakim sınıflar, iktidarlarını faşist bir diktatörlükle korumaktadırlar.) Burjuvazi, giderek daha yoğun bir şekilde zora başvurmakta, bu alandaki kurumlarını (polis, ordu, mahkeme, gizli istihbarat, sivil faşist örgütler vs.) güçlendirmektedir.

Kapitalizmin genel krizinin gelişmesi (kapsamlaşması ve derinleşmesi/keskinleşmesi) öyle bir boyut almıştır ki, artık üretici güçlerin gelişme eğilimi önünde belirleyici engeli teşkil eden burjuva sistem yerinden oynamaktadır. Bu, burjuva sistemin kendiliğinden çökeceği şeklinde kavranmamalıdır. Burada söylemek istediğimiz açık: Burjuvazi, eski devlet anlayışıyla, eski devlet hukuku anlayışıyla bugünün koşullarında iktidarını devam ettirecek durumda değildir. Kapitalist devletteki değişmeler (serbest rekabetçi dönemdeki kapitalist devlet, emperyalist dönemdeki kapitalist devlet, tekelci devlet kapitalizmi koşullarında kapitalist devlet, sınıfsal özü aynı olmasına rağmen bir ve aynı devlet değildi, buna bağlı olarak devlet hukuku anlayışı da değişiyordu) onun demokrasi ve hukuk anlayışındaki değişmeleri doğrudan yansıtmaktadır. Soruna açıklık getirmek için anayasa-devlet-sınıfsal öz ilişkisini biraz açalım:

Anayasa, ilk defa feodalizmden kapitalizme geçişte devletin temel yasası özelliğini kazanmıştır. Tabii ki bunun burjuva devrimlerle doğrudan ilişkisi vardır. Lenin’in dediği gibi “her burjuva devrim nihayetinde… anayasal bir düzenin kurulmasından başka bir şey değildir.” (“Boykota Karşı”, C. 13, s. 14, Alm.) Kapitalizmden önceki sömürücü toplumlarda -kölecilik, feodalizm- böyle anayasal bir düzenlemeye gerek görülmüyordu. Çünkü köleci ve feodal devlet, hakim sınıf olan köle sahiplerinin ve feodal beylerin sınıfsal çıkarlarını zorba devlet zoruyla koruyordu. Bu düzenlerde hukuk, hukuksuzluğun devlet zoruyla gerçekleştirilmesiydi. Bu düzenlerde eşitsizlik, sömürenle sömürülen arasındaki fark, yazılı olmayan hukukla tam olarak belirlenmişti.

Kapitalizm de bir sömürü düzenidir. Ama bu düzende durum –köleci ve feodal düzene nazaran– oldukça değişiktir. Kapitalizmde insanın insan tarafından sömürüsü oldukça karmaşık bir durum arz etmektedir. Çünkü bu toplumda her bir vatandaş hukuken eşit konumdadır. Sömürünün karmaşık biçimine neden olan çelişki, sömürü ve sömürülenin hukuken eşit olmaları, ama ekonomik eşitsizliğin de yine hukuken belirlenmiş olmasıdır. Bu durumda burjuva devlet, görünüşte, bir taraftan vatandaşların eşitliğini, bütün halkın çıkarlarını koruyor gözükürken, diğer taraftan da burjuvazinin siyasi ve ekonomik haklarını/çıkarlarını tartışmasız savunmak ve korumakla karşı karşıya kalıyor. Bu her iki yasal veya anayasal görev birbiriyle çelişmektedir. Ya vatandaşlar, istisnasız eşittirler, ki bu durumda burjuvazinin bir ayrıcalığı olamaz. Ya da devlet burjuvazinin devletidir, bu durumda vatandaşların eşitliği söz konusu olamaz. Burjuva toplumun bu çelişkisi en açık, en çıplak ifadesini anayasada -burjuva anayasasında- bulmaktadır. Burjuva anayasa, bütün meta sahiplerinin hukuki eşitliği ile işgücü metasının sahibi olarak işçiler ve üretim araçlarının sahibi olarak kapitalistler arasındaki ekonomik eşitsizliğin formülasyonudur.

Burjuva anayasa, kapitalist toplumun sınıfları ve sosyal tabakaları arasında, kapitalistler ile işçiler, toprak beyleri ile köylüler vs. arasında hiçbir fark görmez. Burjuva anayasanın görevi, antagonist sınıfsal çelişkilerin üstünü örtmektir, her bir vatandaşın demokrasiden, özgürlüklerden eşit olarak yararlandığı imajını uyandırmasıdır. Burjuva anayasa, hiçbir şekilde, ekonomik eşitsizlikten bahsetmez. Tersine mülkiyeti kutsar, korur ve her bir vatandaşın mülk sahibi olabileceğinden, bunun önünde kısıtlayıcı hiçbir hukuksal engelin olmadığından hareket eder. Ama tam da bu noktada, sisteme özgü bu antagonist çelişkiyi gizleme noktasında, burjuva anayasının sınıfsal çelişkisi açığa çıkar. Tam da bu noktada burjuva anayasa lafta kalır, hiçbir şekilde, eşitlik gerçekleştirilemez. Nasıl gerçekleşsin ki? Lafta hukuksal eşitlik, mülkiyet açısından eşitsizliğin ifadesi olmak zorunda. Bu, burjuva anayasanın çelişkisidir. Bu, sistemin, kapitalist düzenin çelişkisidir. Bundan dolayıdır ki, hiçbir kapitalist ülkede anayasa -ne kadar demokratik ve ne kadar gerici faşist içerikli olursa olsun- tam anlamıyla uygulanamamıştır. Bu anlamda, örneğin Türkiye ile Fransa anayasaları arasında nüans vardır. Bu nüans Türkiye açısından faşist diktatörlüğün, Fransa açısından burjuva demokrasisinin ifadesi olabilir. Buna rağmen bu, bir nüanstır. Çünkü ister faşist diktatörlük koşullarının hakim olduğu Türkiye’de olsun ve isterse de şu veya bu şekilde burjuva demokrasisi koşullarının hakim olduğu Fransa’da olsun, burjuva anayasada ifadesini bulan hukuksal eşitlik ile anayasanın gizlemeyi hedeflediği ekonomik alandaki gerçek eşitsizlik arasındaki çelişki, kapitalist toplum çerçevesinde hiçbir şekilde ortadan kaldırılamaz. Bu çelişkiyi ortadan kaldırmanın yegane yolu, sosyalist devrimdir. (Bu çelişki, her ne kadar gerçekten demokratik olursa olsun, antiemperyalist demokratik devrimle de nihai olarak ortadan kalkmayacaktır.)

Burjuvazi, yükselen devrimci mücadeleyi, demokratik muhalefet düzene hizmet eden yasal kurumlaşmalarla durduramıyorsa, buna ilaveten Türkiye gibi emperyalizme bağımlı, yeni sömürge ülkelerde emperyalistlerin çıkarlarını mevcut yasal kurumlarla tam olarak koruyamıyorsa, böylesi durumlarda, burjuvazinin, bizzat çizdiği hukuksal sınırları (anayasa) bizzat hiçe sayması, rafa kaldırması gündeme gelir. Bu, açık terör rejimine, faşist diktatörlüğe geçiştir. Bu durumda burjuvazi, bugün Türkiye’de olduğu gibi, barbarlığın anayasasını geçerli kılar. Barbarlığın anayasasında hukuk, hukuksuzluğun geçerli kılınmasıdır. Burjuva anayasalar, somut tarihi koşulların ürünüdürler. Örneğin Türkiye’de; 1921, 1924, 1961 ve 1982 anayasaları somut tarihi koşulların ürünüdürler.

Burjuva devlet ve burjuva hukukta olduğu gibi burjuva anayasa da, bir bütün olarak, antagonist sınıf çelişkilerinin varlığı üzerinde yükselir veya bu çelişkilerin varlığının kabul edilmesidir. Bu çelişkilerin gelişmesi, kapsamı ve keskinleşmesi burjuva devletin, hukukunun ve anayasasının içeriğini, şekillenmesini ve yeniden şekillenmesini doğrudan etkiler.

Birbirlerinden ne denli farklı olurlarsa olsunlar, burjuva devlet, burjuva hukuk ve anayasa, doğrudan burjuvazinin irade beyanıdır. (Bu, feodal güçlerin de iktidarda olduğu ülkelerde burjuvazinin ve feodal güçlerin sınıfsal irade beyanıdır.) Hangi biçimlerde –faşist veya “demokratik”– olurlarsa olsunlar, bütün burjuva devletler, burjuva hukuk anlayışı ve anayasalar, bir görevi yerine getirmek zorundadırlar: Her koşul altında burjuva toplum düzenini yasal biçim içinde dokunulmaz kılmaktır, ebedileştirmektir. Ama, ister faşist diktatörlük koşullarında olsun, isterse de burjuva demokrasisi koşullarında olsun, burjuva anayasa, kapitalizmin genel krizi sürecinde işlevini, sınırlı olarak yerine getirebilmektedir. Bu sınır, ülkeden ülkeye, somut duruma göre genişlemenin veya daha da daralmanın ifadesi olabilir. Ama her halükarda kapitalizmin genel krizi koşullarında burjuva devlet, burjuva hukuk anlayışı ve anayasa meşru olmayanı meşrulaştırmakla karşı karşıya kalmıştır.

Bunun en tipik örneğini, burjuva devletin, illegal, burjuva hukuk açısından da legal/meşru olmayan karanlık güçlerle işbirliği oluşturmaktadır. Burjuva anlamda en demokratik ülkelerde de illegal güçler, örneğin mafya, “mesleği” yolsuzluk, rüşvet, asalaklık olan güçler, burjuva devlet içinde örgütlenmişlerdir. Öyle ki burjuva devlet, kendi yarattığı kurumlar tarafından ele geçirilmiştir. Gladio-kontrgerilla bunun tipik örneğidir. Susurluk’taki trafik kazası ile ortaya çıkan gerçek, yıllardan beri devrimci ve sosyalist basında ısrarla söylenenin en son kanıtı olmuştur. Türk devletinin kontrgerilla-mafya devleti olduğu gerçeği bir kez daha açığa çıkmıştır.

Sorunun biraz tarihçesine bakalım:
Gladio, NATO’nun bir terör örgütlenmesidir. Gladio (kılıç), NATO’nun, ‘50’li yıllarda kurduğu ve bütün NATO ülkelerinde faal olan gizli bir örgütlenmedir. Gladio örgütlenmesi, hücre tarzındadır ve hücreler az sayıda üyelerden oluşmaktadır. Her bir hücre, doğrudan bir şefe bağlıdır. Bu tarzda örgütlenmeyle Gladio, çeşitli veya gerekli gördüğü bakanlıkların ve başka devlet kurumlarının memurlarını kolayca kendine bağlamıştır.

Gladio örgütlenmesi açığa çıkınca, bunun Varşova Paktı’nın saldırısına karşı koymak için NATO tarafından gündeme getirilen bir örgütlenme olduğu açıklandı. Ama bu örgütlenmenin ayrıntıları ortaya çıkmaya başlayınca, örgüt hakkındaki açıklamalar da değişmeye başladı. Bu örgütlenmenin halka karşı kurulduğu açığa çıktı. Gladio, NATO ülkelerinde gelişen mücadelenin önünü almak, mücadeleyi örgütleyen ve sevk eden parti ve kuruluşları ve önderlerini ve militanlarını terör yöntemleriyle etkisiz hale getirmek için kurulmuştu. Gladio bu mücadelesinde kriminal unsurları, mafyayı ve faşist örgütleri de kullanmaktaydı. Öyle ki Gladio, sözüm ona devrimci militan örgütler kurarak, onlara terörist eylemler yaptırıyordu. Örneğin İtalya’da, Belçika’da olduğu gibi. Belçika Gladio’su “devrimci hücreler” örgütlemiş ve yanılmıyorsak 1980’de –o büyük grev hareketlerinin olduğu dönemde– süpermarketlere yapılan saldırılarla katliamlar gerçekleştirilmişti.

Türk Gladiosu 1952 yılında “Seferberlik Tetkik Kurulu” adı altında kurulmuştur. Amerikan askeri yardım örgütü JUSMAT ile aynı binayı paylaşmıştır. “Seferberlik Tetkik Kurulu” subayı olarak Elazığ’da görevlendirilen Alpaslan Türkeş, Türk Gladio’sunun ilk şeflerindendir. Türk Gladio’su 1965’te “Özel Harp Dairesi” adını almıştır. Bu örgüt 1991’de tümen seviyesine çıkartılmış ve adı da “Özel Kuvvetler Komutanlığı” olarak değiştirilmiştir. Adı ne olursa olsun, kamuoyunun kontrgerilla diye tanıdığı örgüt, Türk Gladio’sudur. Gladio örgütlenmesinin olduğu ülkelerde bu örgüt ne denli etkindir, bu ayrı bir araştırma konusu. Ama soruna Türkiye açısından baktığımızda şunu görmekteyiz. Türk Gladiosu, devletin sıradan etkisi veya faaliyeti, yasal yaptırımlarla kontrol altında tutulan, burjuva hukuk anlayışında, düzenin kendi anayasal anlayışında meşruluğu olan bir örgüt olmaktan çoktan çıkmıştır. Gladio, devletin gerek görülen bütün kurumlarında örgütlenmiştir.

Türkiye’de Gladio’nun örgütlenmediği ve yönlendirmediği hemen hemen hiçbir burjuva kurum yoktur. Ordu, polis, jandarma, burjuva partiler, başka devlet yanlısı sivil kurumlaşmalar bu örgütün yuvalandığı yerlerdir. Bu örgütlenme, birkaç subayın, birkaç polisin veya sivil şahsiyetin işi olarak algılanmamalıdır. Bu, bu örgütlenmeyi küçümsemeye götürür. Türkiye’de Gladio, devlet demektir. Türkiye’de Gladio, ordu demektir. Türkiye’de Gladio, jandarma demektir. Türkiye’de Gladio, MİT demektir. Türkiye’de Gladio, MHP demektir. Türkiye’de Gladio, TBMM demektir. Tükiye’de Gladio, hükümet demektir. Türkiye’de Gladio, Kürt ulusunun katledilmesi demektir. Türkiye’de Gladio, uyuşturucu madde ticareti demektir. Türkiye’de Gladio, mafya demektir. Türkiye’de Gladio, silah kaçakçılığı demektir. Türkiye’de Gladio, MGK ve faşist diktatörlük demektir. Türkiye’de devletin kendisi Gladio’laşmıştır. Çünkü bu örgüt, devlet örgütlenmesi göz önüne getirilirse yukarıdan aşağıya doğru bir örgütlenmedir.

İtalya Cumhurbaşkanı Cosiga, Gladio’yu koordine etme görevinin, NATO ülkelerinde cumhurbaşkanlarında olduğunu açıklamıştır.

Cumhurbaşkanı, Başbakan (Hükümet), Genelkurmay, Emniyet Genel Müdürlüğü, MİT=Gladio

Özellikle Türkiye’de Gladio, basit bir özel savaş örgütlenmesi olmaktan çıkmıştır. Bu örgüt, Türk burjuva devletinin örgütlenmesini, burjuvazi devlet hukuku anlayışını, anayasa anlayışını, bir kapitalist ülke olarak Türkiye’de hakim sınıfların yönetme anlayışını ve bunun meşrulaştırılmasını (anayasal) belirleyici derecede etkilemiştir. Türkiye’de demokrasi, hukuk anlayışı, anayasa, özellikle 1970’lerin başından bu yana adım adım Gladio’laşmıştır. Gladio ve kontrgerilla, görülen veya görülmeyen faaliyetiyle Anadolu coğrafyasının toplumsal yaşamını şekillendirmektedir. Bu anlamda, Tansu Çiller örgütü, Ağar çetesi, Söylemezler çetesi, Ağansoy çetesi, Çatlı çetesi veya Çakıcı çetesi gibi ayrımlar pek doğru değildir. Esas olan, bütünün kendisidir. Bu çeteler, ekipler veya mafya grupları nüfuz sahibi olma ve avanta koparma mücadelesi vermekten öte bir şey yapmıyorlar. Şu çete veya bu çete, bunların bütünü Gladio-mafya örgütlenmesidir. Bunların bütünü devlettir.

Gladio, sadece bir özel savaş örgütlenmesi olarak kalmamıştır. Bu örgüt, mafya ile bütünleşmiştir. Çete biçimindeki farklı yapılanma veya rekabet de buradan kaynaklanıyor. Ama Gladio tektir, şu veya bu mafyayı veya şu veya bu ülkücü mafyayı atına koşabilir, şu veya bu mafya ile birleşebilir. Ama tepede, en üst kurumlaşmada bir ayrılık yoktur, merkezi tektir ve CIA’ya bağlıdır, onun şubesidir. O halde Türk Gladiosu, aynı zamanda CIA’nın, ABD emperyalizminin emrinde ve kontrolünde olan, onun gerekli gördüğü faaliyetleri de yürüten bir örgüttür.

Gladio-mafya örgütlenmesinin gelir kaynakları ve faaliyet alanları, onun ne türden bir örgütlenme olduğunu çok açık bir şekilde göstermektedir.
Gelir kaynakları:
Devlet desteği (sivil ve askeri):
-Uyuşturucu madde ticareti
- Silah kaçakçılığı
- Karapara aklama
- Çek-senet tahsilatı
- Arazi yağması
- Rant gelirleri
-İhale takipçiliği
-İş adamlarından ve karanlık faaliyetlerden alınan haraçlar

Görev alanları:
-Sabotaj
-Adam öldürme (ilericileri, yurtseverleri komünistleri, rakip çete unsurlarını)
3-Kitlesel katliam
-Faili meçhul cinayetler
-Kirli savaş
-Gasp
-Devrimci örgütlere sızma ve yönlendirme
-Provokatörlük
-Ajanlık
-Savaş kışkırtıcılığı
-Adam kaçırma ve fidye isteme
-Yabancı istihbarat örgütleriyle işbirliği (Örneğin CIA, MOSSAD)
Bileşimi:
-Cumhurbaşkanı
-Başbakan
-Bütün bakanlar
-Polis teşkilatı
-Jandarma teşkilatı
-Ordu
-Milletvekilleri
-Korucubaşları
-Silah kaçakçıları
-Uyuşturucu madde tüccarları
-Kumarhane sahipleri
-Diğer rantiyeciler
-Holding sahipleri
-MİT
- Sivil-faşist örgütlenmeler (MHP-BBP)
-Ülkücü mafya
-CIA
Amaç-siyasi eğilim:
-Kapitalist düzeni korumak
-Yasa tanımamak
-Şovenizm-faşizm
-Emperyalizmin çıkarlarını korumak
- Kapitalist düzene karşı mücadeleyi bastırmak
-Demokratları, devrimcileri, komünistleri imha etmek vs.
-Halkı sindirmek, kişiliksizleştirmek
-Özgürlük ve demokrasi düşmanlığı.

Susurluk’taki kaza vesilesiyle bir daha kanıtlanmış olan bu gerçek, aynı zamanda şunu da göstermektedir: Söz konusu olan kişiler, Ağar, Çatlı, Bucak ve bu çete vesilesiyle anılan diğer unsurlar veya olayın kendisi buz dağının (Eisberg-Aysberg) sadece görünen –su üstünde olan kısmıdır. Olayı kapatmak için şu veya bu Gladio-mafya unsuru -örneğin Ağar- kurban edilir. Bu doğaldır. Önemli olan, bir-iki siyasi sıyrıkla bu badireyi atlatmaktır. Burjuvazi, bugün, bununla uğraşmaktadır. “Gladiole”lar (küçük kılıçlar) feda ediliyorlar, Gladio düzeni daha fazla teşhir olmasın diye. “Büyük kılıçlar” ise (Cumhurbaşkanı, Genelkurmay, Başbakan vs.) temiz toplum narası atıyorlar, “gidilebilecek yere kadar gidilsin” diyorlar. Ama aynı zamanda olayın bir an önce sonuçlandırılmasını istiyorlar. Yargı olaya el atmış ve sonuçlandıracaktır! Gladio’nun mahkemesi, Gladio’nun yargısı, Gladio’yu yargılayacak! “Temiz” toplum isteyenler, toplumda temiz bir yer bırakmayanlardır. Toplumu kirletenlerdir. Başka türlü de yapamazlardı. Çünkü emperyalizmin ve yerli işbirlikçilerinin sınıfsal çıkarları “kirli” toplumu kaçınılmaz kılıyordu. Kapitalizmin genel krizi koşullarında başka yol da yok! Yazımızın başlığına dönelim: Kapitalizmin genel krizi koşullarında burjuva devlet! Sorunu ele alışımızdan anlaşılacağı gibi burjuva devletin değişimi, sadece Türkiye’ye özgü bir gelişme değildir. Bu, evrensel gelişmenin Türkiye’ye yansımasıdır, kapitalizmin genel krizinin Türkiye’deki devlet yapısını, devlet hukukunu etkilemesidir.

Artık söz konusu olan, feodalizme karşı mücadele eden, yeniyi temsil eden ve bundan dolayı da tarihi ilericilik misyonu olan burjuvazi değildir. Artık söz konusu olan, bu burjuvazinin ekonomik varoluş koşulunu oluşturan ve yine feodal üretim biçimine göre tarihi ilerici konumda olan kapitalizm de değil. Esas olan burjuvazinin ve kapitalizmin sonraki dönemlerde şu veya bu ülkede oynamış oldukları tarihi ilerici rolü bir kenara bırakırsak, kapitalizmin çürümeye başlaması, en azından üretici güçlerin karakteri ile üretim ilişkileri arasındaki uyumluluk yasasının uyumsuzluğa dönüşmesi; yani, kapitalizmin İngiltere, ABD, Fransa vb. ülkelerde sanayi devrimlerinin sonuçlandığı (dönem olarak 19. yy’ın ilk yarısı) dönemlerden beri üretici güçlerin gelişmesi önünde engel olmasıdır. Daha o zaman Marks ve Engels bu tespiti yapıyorlardı. Üretici güçlerin gelişmesi önünde engel olma, bunun sonucu olarak gündeme gelen kapitalizme özgü özelliklerin bütün çıplaklığıyla görülmesi, ancak 20. yy’dan itibaren açığa çıkmaya başlamışlardır. Kapitalizmin en son aşaması olan emperyalizm, çürüyen, asalaklaşan, rantiyeleşen, tekelleşen, işsizliği kronikleştiren, üretimde durağanlığa neden olan, yolsuzluğu, rüşveti, uyuşturucu ticaretini her türlü karanlık işleri-mafya faaliyetini-meşrulaştıran kapitalizmin, tarihi olarak ömrünü doldurmuşluğunun ifadesidir. Böyle bir sistem, hakimiyetini sürdürmenin bir yolu olarak geniş yığınları yozlaştırırken, toplumsal çürümeye iterken, kendisi de çürümüş oluyordu. Lenin’in Emperyalizm yapıtında bahsettiği kupon kesiciler, rantiyeciler, devlet olarak rantiyecilik, kapitalizmin varabileceği en son yozluk, asalaklık aşaması olarak toplumsal bir güç olmanın, hakim sınıfların bir kısmını oluşturmasının ötesinde, mafya ile de birleşerek devleti ve toplumu yönlendiren bir güç olmuştur. Gladio’lu mafyalı rantiyeciler, devletin, toplumun zirvesine yerleşmiş durumdalar. Bu en azından Türkiye’de böyle. Bu asalaklar ve hırsızlar, Türkiye’de işbirlikçi burjuvazinin ve büyük toprak beylerinin önemli bir bölümünü oluşturuyorlar. Bu unsurlar, Türkiye gibi burjuva kültürün, burjuva demokrasi anlayışının, burjuva kurumlaşmaların henüz gelenekselleşmediği, feodalizmin etkisini sürdürdüğü ülkelerde gelişmelerinin en iyi ortamını bulmuşlardır. Emperyalizm, yerli burjuvazi, feodal ve burjuvalaşmaya yüz tutmuş feodal güçler! Bu üç gücün bileşiminin bazı özellikleri vardır: Bunlar, hiçbir toplumsal değer tanımıyorlar. Onların tanıdığı yegane değer, değersizliktir. Onlar açısından suç ve ihanette hiçbir sınır yoktur. Onlar, her türlü ahlak anlayışından yoksundurlar. Tanıdıkları ve benimsedikleri yegane “ahlak”, ahlaksızlıktır. Onlar, yasa tanımazlar. Tanıdıkları ve benimsedikleri yegane yasa, kanunsuzluktur. Yaşamlarında (yozlaşma, skandal, sefahat, sosyete fuhuşu, çürüme vs.) ölçü tanımazlar. Tanıdıkları yegane ölçü, ölçüsüzlüktür. Onlar, kapitalist barbarlığın temsilcileridir.
Klasik burjuva devlet, klasik burjuva devlet hukuku ve anayasası kapitalist barbarlığın önünde engeldir. Kapitalist barbarlığın tam hakimiyeti, burjuva devlet yapılanmasını ve yasal anlayışını değişime uğratmakla mümkün olacaktır. Devlet, bütün kurumlarıyla barbarlığın devleti, yasalar barbarlığın yasası olmalıdır. Göstermelik de olsa, “bağımsız” yargı organları olmamalıdır. Muhalif medya olmamalıdır. Barbarlığın önündeki bütün burjuva kurumsal engeller, barbarlığın araçlarına dönüştürülmelidir. Başbakan’a önce “fasa fiso”, sonra da “araştıracağız” dedirten koşullar ortadan kaldırılmalıdır. Kapitalist barbarlığın devleti, hesap vermemenin devletidir. Göstermelik de olsa, hesap soran koşullar ortadan kaldırılmalıdır.
Kapitalist barbarlığa Gladio-mafya devleti veya diktatörlüğü tekabül etmektedir. Bu, emperyalizm-hakim sınıf-mafya diktatörlüğüdür. Hakim sınıflar mafyalaşmıştır veya mafya, hakim sınıf mertebesindeki siyasi yerine tam anlamıyla yerleşmiştir.

Geleneksel burjuva toplumda artı değer, sanayi kapitalistleri, ticaret kapitalistleri, bankacılar ve toprak beyleri arasındaki paylaşılır ve yönetim, burjuvazinin üreten kesiminin elindedir. Yani sanayi burjuvazisi (emperyalist ülkelerde mali oligarşi, Türkiye gibi ülkelerde sanayi burjuvazisi ve büyük toprak beyleri). Şimdi, artı değerden pay alanlar arasında rantiyeciler ve mafya da yer almaktadır. Bu tabaka daha önce de payını alıyordu. Ama bugün veya 21. yy’a girerken, 20.yy’ın başındaki rantiyecilik yerini, örgütlü ve mafya ile birleşmiş bir rantiyeciliğe bırakmıştır. Bu kesim, Türkiye örneğinde görüldüğü gibi siyasi iktidarı elinde tutan kesimdir. Ve ekonomi politikasını (uyuşturucu madde ticareti, silah kaçakçılığı, kumarhane gelirleri, faiz vs.) empoze etmektedir. Bu kesim Gladio-mafya devletini ve hukuklarını (hukuksuzluk) temsil etmektedir. Türkiye’de faşist diktatörlüğün diğer adı, Gladio-mafya diktatörlüğüdür.

Siyasi erk, üretmeyen ama yağmalayan kesimin elindedir. Bu kesim, devleti, kurumlarını, siyasi partileri kendi anlayışı doğrultusunda şekillendirmektedir. Yani Gladiolaştırmakta ve mafyalaştırmaktadır. Mafya ile bağı olanların Cumhurbaşkanı, Başbakan olmaları, o ülkede mafyalaşmanın boyutlarını göstermez mi? (Özal, Çiller) Faşist mafya unsuru Çatlı’nın “şerefli”, “yurtsever” ilan edilmesi, mafya şeflerinin cenaze törenlerine resmiyet verilmesi (bayrak, çelenk) ve siyasi kadroların bu törenlerde boy göstermesi, siyasi erkin kimlerin elinde olduğunu göstermiyor mu? Bu, diyalektik bir gelişmedir. Serbest rekabetçi dönemde devlet ve toplum yaşamında münferit olarak ortaya çıkan olgular, emperyalizme geçişle, yavaş yavaş “normal” olgulara dönüşmüşlerdir. Emperyalist merkezlerdeki bu gelişme, bağımlı, yeni sömürge ülkelere daha kapsamlı ve şiddetli yansımıştır.

Şimdi ne olacak? Ya kapitalist barbarlık yasallaştırılacak ya da bu sistem yıkılacak. Gladio-mafya devleti, hukuk dışı bir devlettir. Bu devlet, en ağır sömürünün, en ağır baskının, Kürt ulusunu katletmenin, en derin ve kapsamlı yozlaşmanın, çürüme ve yağmalamanın devletidir. Şimdi sıra, bu özellikler taşıyan devleti meşrulaştırmakta. Böyle bir devlet, bir taraftan toplum, saydığımız özellikleri kanıksatılarak tepkisizleştirilerek, diğer taraftan da hukuken yasallaştırılarak meşrulaştırılacaktır. Klasik burjuva düzende şiddet hukuka bağlanır. Ama Gladio-mafya diktatörlüğünde hukuk şiddete bağlanır. Şimdi sıra şiddetin, yağmalamanın, yozluğun, çürümüşlüğün vs. hukukunu formüle etmekte ve kurumlaştırmaktadır. Bugünkü Türkiye’de, devlet ve hukuksal yapılanması, şiddeti, mafyacılığı sınırlıyor, cendere içinde tutuyor. Şimdi sıra, bu sınırların ortadan kaldırılmasındadır. Kapitalist barbarlık, bu gelişmeleri kaçınılmaz kılıyor. Kapitalist barbarlık, devletin, kendi yasasına, devlet anlayışına göre yasa dışı olan örgütlenmesini meşru kılmak, yasallaştırmak anlamına gelmektedir.

Ya da bu sistem yıkılacaktır, yıkılmak zorundadır ve bu sistemi yıkacağız.
Burjuva basının dangalak kalemşorleri temiz toplum istiyorlar. Demirel'den, ordudan, siyasi partilerden medet umuyorlar. Susurluk aydınlatılsın, toplum temizlensin diyorlar. Ama bu "Müslüman mahallesinde salyangoz" satmaya benziyor. Gladio'nun başından, mafyanın siyasi temsilcilerinden temiz toplum nasıl beklenir? Hangi amaç güdülmüş olursa olsun burjuva basın sorunu güncel tuttu. Sorunun, güncel tutulması olumludur. Hesap sorulsun, suçlular ortaya çıkarılsın, bağımsız yargı vb. talepler ise Gladio-mafya devletini, ufak tefek sıyrıklarla temize çıkartma istemidir. Birilerinden "hesap" sorulacak ve düzen kurtarılmış olacak! Aynen böyle olacak. Düzenin kurtarılması için hükümletin istifası bile söz konusu olabilir. Önemli olan Ali- Veli değil, önemli olan Gladio-mafyanın devlet olarak kurtarılmış olmasıdır. Bu kuruma dokunmak, hakim sınıflara ve emperyalizme dokunmak demektir.

Gladio'yu dağıtmak, mafya yapılaşmasını dağıtmak, her şeyden önce MGK'yı dağıtmak,, bu düzeni dağıtmak anlamın gelir. Bu ise devrimin sorunudur. Türkiye'de devrimin nedenidir. Bu düzen, Gladio-mafya diktatörlüğü veya Gladio-mafya cumhuriyeti veya da Gladio-mafya cenneti, gerçek anlamda, sosyalizmin yolunu açacak olan antiemperyalist demokratik devrimle yıkılacaktır. Geniş yığınların temiz toplum umudunun yönlendirildiği, devletin, her zamankinden daha yoğun olarak teshir olduğu bu süreçte, gerçek temizliğin, gerçek kurtuluşun yolu her vesile ve araç ile anlatılmalıdır,

Ya kapitalist barbarlık ya devrim!

Ya kapitalist barbarlık, ya sosyalizm!
 
Proleter Doğrultu, Sayı 9, Ocak - Şubat 1997