İŞÇİ
SINIFININ YAPISAL GELİŞME EĞRİSİ
ELVEDA PROLETARYA MI?
İşçi
sınıfının karakteri, iç yapısı, sosyal farklılaşması,
kapsamı ve dışsal görünümü üzerine sürekli tartışılmıştır.
Marksistler arasındaki bu tartışmanın ve işçi sınıfının
tanımlanmasının toplumsal gelişmeyle doğrudan bağı vardır.
Bu, burjuvaziyle sürdürülen ideolojik mücadelenin kaçınılmaz
bir zorunluluğudur.
Kapitalizmin
gelişmesine paralel olarak; bu gelişmenin doğrudan bir sonucu
olarak, işçi sınıfı da gelişmiş ve derin/kapsamlı yapısal
değişmelere uğramıştır. Aşağıda belirteceğimiz bu nesnel
değişmelerin sınıf mücadelesindeki anlamı oldukça önemlidir.
Bu değişimler, her şeyden önce, burjuvazi ile işçi sınıfı
arasındaki, emek ile sermaye arasındaki somut güçler dengesine
etkide bulunurlar; bu dengenin gelişme yönünü belirlerler. Bundan
dolayıdır ki bu değişmeleri her bir komünist parti, sınıf
mücadelesinin strateji ve taktiğinde, ideolojik mücadelenin içerik
ve yöntemlerinde dikkate almak zorundadır. Bu değişimler nesnel
durumun ifadesi olduklarından istesek de istemesek de sınıf
mücadelesinin strateji ve taktiğini ve ideolojik mücadelenin
içerik ve yöntemlerini etkilemeleri, bu alanların yansımaları
kaçınılmazdır.
Burjuvazinin
mezar kazıcısı olarak proletarya, toplumsal sahneye çıktıktan
bu yana burjuva ideologlar, her türden çarpıtma ve inkarla böyle
bir sınıfın olmadığından bahsetmeye başladılar. Onların
“bilimsel” açıklamaları her seferinde nesnel gerçekliğe
çarparak parçalandı. Ama burjuvazi yılmadı ve her seferinde yeni
çarpıtma ve uydurmalarla işçi sınıfını inkar etmeye, inkar
edilecek durum kalmayınca da onun toplum içinde eridiğini, yok
olduğunu anlatmaya başladı.
Nihayetinde
işçi sınıfı, kapitalizm ile sosyalizm arasındaki ölüm-kalım
savaşının bir tarafıdır. Tabii ki burjuvazi böyle bir gücü
çarpıtmak, onun hakkında hayaller yaymak isteyecektir.
Burjuva
ideologlar, işçi sınıfının varlığını inkar tavırlarını
hem onu sınıf olarak reddederek ve hem de sınıf olarak varlığını
tanıyarak sürdürdüler. Örneğin burjuva/emperyalist ideologların
önemli bir kısmı, özellikle sağ oportünist teorisyenler -nam-ı
diğer sosyal demokratlar- politikalarını, yani kapitalist düzenin
varlığını ve ebediyen var olacağını işçi sınıfının
varlığıyla bütünleştirmek zorunda kaldılar. Ama onlara göre
böyle bir sınıf, burjuvaziyle, kapitalizmle antagonist çelişkiler
içinde olan bir sınıf değildir. Böylelikle bu baylar,
proletaryanın kapitalizmin, burjuva toplumunun antagonist
çelişkilerinin ürünü olduğunu reddederek, kapitalist toplumun
her iki temel sınıfı (proletarya ve burjuvazi) arasındaki
antagonizmayı uzlaşırlığa dönüştürmeyi siyasi varlıklarının
ekseni ilan ettiler.
Bir
bütün olarak burjuvazi, “Marksist öğretide en
önemli olanı; proletaryanın tarihsel rolünün açık seçik
tespitini” inkar, çarpıtma ve yok sayma mücadelesini
sürdürmektedir. (Bkz. Lenin; “Karl Marks’ın Öğretisinin
Tarihsel Geleceği”, C. 18. s. 576, Alm).
Burjuvazi,
işçi sınıfının burjuva toplum içinde eridiğini ve proleter
sınıf bilincinin de tarihsel bir kalıntı olduğunu geniş
yığınlara kabul ettirmeyi çok istiyor. Ama nesnel gerçeklik onun
bu isteğini paramparça ediyor. Emperyalist burjuvazi ve
ideologları, özellikle revizyonist blokun ve sosyal emperyalist
Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra bu alandaki
çabalarını kampanya boyutunda sürdürdüler. Revizyonist blokun
dağılması ve bu blok ülkelerinde klasik kapitalizme geçiş,
burjuvazi açısından sosyalizmin ölmesi ve kendi düzenlerinin,
yani kapitalizmin nihai zaferi anlamına geliyordu. Bu antikomünist
kampanyanın bir yönü de doğrudan işçi sınıfını
ilgilendirmekteydi. Nihayetinde sosyalizm öldü anlayışı, aynı
zamanda elveda proletarya anlayışının bir ifade biçimiydi.
Gerçekten de burjuva ideologların işçi sınıfı hakkındaki
görüşlerinden bağımsız olarak -onların bu noktadaki görüşünü
bildiğimiz için- dünya çapında Marksizmi, işçi sınıfını
sorgulayan, Marksist teoriyi “düzelten” ve işçi sınıfı diye
bir sınıfın kalmadığını özene bezene anlatan küçük burjuva
darkafalılar, düpedüz avanaklar türediler. Bunlar, burjuva
ideologların safında yer alarak, işçi sınıfına, onun dünya
görüşü olan Marksizm-Leninizme ve komünist partilerine
antikomünist zehirlerini yönelttiler. ‘90’lı yılların
başındaki bu antikomünist kampanya, şimdi dergi sayfalarında
sürdürülen tantanaya dönüştü. Sadece birkaç yıllık süreç,
ne Marksizm-leninizmin ve ne de işçi sınıfının ölmediğini
gösterdi, ve karşıdevrimin süngüsü düştü.
Burjuva
toplumda etkide bulunan sınıfsal güçlerin, özellikle işçi
sınıfının somut durumunun; bir bütün olarak kapitalist toplumun
sosyal yapısının tam bir analizi, temel toplumsal süreçlerin ve
gelişme eğiliminin tespit edilebilmesi için önkoşuldur.
Toplumsal gelişme analizinde bu, olmazsa olmaz kuraldır.
Burjuva/kapitalist düzenin münferit görüngülerinin dönüşümü
ve bu dönüşümün hızı, bu toplumun dayandığı, üzerinde
yükseldiği sosyo-ekonomik temel ögeleri, yani temel sınıfları
ve sosyal tabakaları analiz etmeyi zorunlu kılmaktadır.
Lenin,
“Devlet İktidarının Sosyal Yapısı Üzerine, Perspektifler ve
Tasfiyecilik Üzerine” makalesinde şöyle der:
“Toplumun
ve devlet iktidarının sosyal yapısı, değişimlerle karakterize
olur. Bu değişimlerin açıklanması olmaksızın toplumsal
faaliyetin herhangi bir alanında ileriye doğru hiçbir adım
atılamaz. Perspektifler sorunu; .. .ekonomik ve siyasi gelişmenin
temel eğilimleri-sonuçları. Bir ülkenin yakın geleceğini
belirleyen o eğilimler, her bir bilinçli politikacının
faaliyetinin yönünü ve karakterini ve görevlerini belirleyen o
eğilimler (sorunu) bu değişmelerin izahına bağlıdır”
(C.17, s. 127, Alm).
Öyleyse;
işçi sınıfı içindeki/kapsamındaki değişimleri analiz
etmeksizin emek ile sermaye arasındaki derin antagonist çatışmaları
güncel tespit etmek ve sınıf mücadelesinin strateji ve taktiğinde
devrim ve karşıdevrimin güçlerini tanımlamak zorlaşır. Veya da
işçi sınıfı-burjuvazi genellemesi ile, bu genel kavramla
yetiniriz!
İşçi
Sınıfının İç Yapısı, Bu Yapıdaki Değişmeler ve Sınıfın
Kapsamı
Önce,
işçi sınıfı kavramının kriterlerine bakalım. Zaten bütün
sorun da bu kavramın kriterlerine bağlı olarak doğmaktadır. Ve
buna açıklık getirilmeksizin de işçi sınıfının yok olup
olmadığı sorusu cevaplandırılamaz.
İşçi
sınıfının yapısı ve kapsamı üzerine, sürekli, her dönem
tartışılmıştır. Tartışmalar, sürekli, işçi sınıfının
kapsamı ve yapısını sanayi ve fabrika işçileriyle
sınırlandırılıp sınırlandırılmayacağı noktasında
yoğunlaşmıştır. Bu konuda iki temel görüş vardır. Bu
görüşlerden birisi, işçi sınıfını sanayi ve fabrika
işçileriyle sınırlar. Yani sömürülen diğer ücretlileri işçi
sınıfının dışında görür. Diğer görüş ise işçi
sınıfının kapsamını geniş tutar ve hizmet sektöründeki
işçileri ve ücretlilerin bir kısmını işçi sınıfının
kapsamı içinde görür.
Revizyonistler
bu konu üzerine çok tartışmışlardır. Hem emperyalist
ideologların “reel sosyalizm”e ve işçi sınıfının tarihsel
misyonuna saldırıları karşısında çetin mücadeleler (!)
sürdürürlerken, hem de işçi sınıfının iç yapısındaki
gelişmeleri incelerlerken. Ne var ki onlar bu alandaki oldukça
“bilimsel” tartışmalarını sürdürürlerken savundukları
“reel sosyalizm” çökmüştür.
Bildiğimiz
kadarıyla Marksistlerin bu konu üzerinde uluslararası boyut
kazanmış ve görüş farklılıkları içeren bir tartışması
olmamıştır. Ama Marksistlerin bu alandaki en büyük/önemli
eksikliği, modern revizyonistlerle ideolojik, teorik tartışmaya
girmemeleridir. Yani Stalin’in ölümünden ve sosyalist Sovyetler
Birliği’nde siyasi iktidarın Kruşçev modern revizyonistleri
tarafından gasp edilmesinden sonra (SSCB KP XX. Parti Kongresi,
1956) bu alan da modern revizyonistlere bırakılmıştı.
Her
halükarda Marksist teoriye göre, işçi sınıfı kapsamında olup
olmamanın belirleyici kıstası, üretim araçları karşısındaki
konumdur. Belirleyici kıstas olmasına rağmen bu, sorunun sadece
bir yanıdır veya çıkış noktasıdır. Aşağıda da
göstereceğimiz gibi işçi sınıfının yapısını ve kapsamını
tanımlayan başka kriterler de vardır.
İşçi
sınıfını, maddi üretimde doğrudan artı değer yaratan ücretli
işçilerle, yani sanayi ve fabrika işçileriyle sınırlandırmak,
sınıfın kapsamını daraltmak ve kapitalist ekonominin gelişme
seyri içinde ortaya çıkardığı yeni olguları ve bunun sınıfsal
ifadesini görmemek anlamına gelir. Böylelikle dar anlamda;
çekirdek anlamda işçi sınıfını tanımlamış oluruz. Bu
tanımlama, proleter sınıf çıkarları açısından yeni ve
genişleyen nesnel olguları kapsamaz. Soru şu: doğrudan artı
değer üretenlerin dışında kalanlar ile artı doğrudan artı
değer üreten ücretli işçiler arasında ortak sınıfsal çıkarlar
yok mu? Var. Marksist teoriye göre esas olan, hem artı değer
üreten ve hem de artı değerin dağıtımı alanında ücretli
olarak çalışanlar; üretim araçlarına sahip olmayan bunlar,
yaşamak için işgüçlerini satmak zorundadırlar.
F.
Engels, “sanayi proletaryası” makalesinde şöyle der:
“Proletaryanın çeşitli seksiyonlarının incelenmesine
yarayan sıralama, onun doğuşundan önceki tarihinden çıkmaktadır.
İlk proleterler sanayiye aittiler ve doğrudan onun tarafından
üretiliyorlardı: Sanayi işçileri...
Sanayi materyalinin, hammaddelerin ve yardımcı maddelerin üretimi
sanayinin gelişmesiyle önem kazandılar ve yeni bir proletaryanın
doğmasına neden oldular: Kömür ocaklarındaki ve
madencilikteki işçiler. Sanayi, üçüncü derecede
tarımı (a.ç. SP)
etkilemektedir. Çeşitli işçilerin yetişmişlik derecesinin
sanayi ile olan bağlarıyla tam bir ilişki içinde olduğunu ve
çıkarları hakkında sanayi işçilerinin en çok, maden
işçilerinin daha az ve tarım işçilerinin en az
aydınlatıldıklarını ... göreceğiz. Bu sıralamayı sanayi
işçilerinde de bulacağız ve fabrika işçilerinin, sanayi
devriminin bu en yaşlı çocuklarının, başından bugüne kadar
işçi hareketinin çekirdeği olduklarını göreceğiz.”
(Marks-Engels, C.2, s. 253, Alm.)
Burada
tespit etmemiz gereken iki nokta söz konusudur. Birincisi, fabrika
işçileri, işçi hareketinin, dolayısıyla işçi sınıfının
çekirdeğini oluşturuyorlar. İkincisi, işçi sınıfı sadece bu
çekirdekten, yani fabrika işçilerinden oluşmuyor. İşçi
sınıfının başka katmanları da vardır.
Aynı
doğrultuda Lenin şöyle der:
“Safi
proletaryanın yanı sıra, proletaryadan yarı
proletaryaya .. .doğru oldukça çeşitli geçiş tipleri kütlesiyle
çevrili olmasaydı, ... proletarya içinde de alt tabakalar, az veya
çok gelişmiş tabakalar .olmasaydı kapitalizm, kapitalizm olmazdı.
Bütün bunlardan proletaryanın öncüsü için, onun sınıf
bilinçli kısmı için, Komünist Partisi için mutlak kaçınılmaz
zorunluluk şudur; çeşitli proleter gruplar ile uzlaşmalar,
anlaşmalar.” (Lenin, “Sol” Radikalizm, Komünizmin
Çocukluk Hastalığı, C. 31, s. 60, Alm).
Lenin
de işçi sınıfının katmanlarından, “çeşitli proleter
gruplar”dan bahsetmektedir.
Burada
soru şu: İşçi sınıfının çeşitli seksiyonlarının, çeşitli
tabakalarının doğuş nedenleri nereden kaynaklanmaktadır? Bu
sorunun cevabı, işçi sınıfının hem kapsamını ve hem de yok
olup olmadığını ele verir.
İşçi
sınıfının sosyal görünümünde belirleyici olan, onun sadece
sayısal olarak büyümesi/çoğalması değildir. Nitel değişimler
de işçi sınıfının sosyal görünümünde belirleyici önemi
haiz olan gelişmenin ifadesidir. Bilimsel-teknik devrimin, yeniden
üretim sürecinin yapısı üzerindeki etkilerinin hızlanması,
derinleşmesi ve kapsamlaşması proletaryanın mesleki
biçimlenmesini ve faaliyet alanını da kaçınılmaz olarak
etkilemiştir; çalışmanın içeriğindeki, çeşitli mesleklerin
anlamındaki dönüşümler, eğitimin yapısındaki ve ücretli
işçilerin çeşitli iktisadi sektörlerdeki dağılımında görülen
değişmeler, aynı zamanda işçi sınıfının çeşitli bölümleri
arasındaki değişmeler, çalışma sürecinde işçiler ile
ücretliler, kadınlar ile erkekler arasındaki bağıntıda görülen
kaymalar olarak proletaryanın münferit gruplarının ve
bölümlerinin sömürü sürecindeki konumunu doğrudan ve
kaçınılmaz olarak etkileyen faktörlerdir.
Bilimsel-teknik
devrim sürecinde veya bu devrimin doğrudan etkisiyle bir bütün
olarak ekonominin ve özel olarak da sanayi dallarının yapısında
artık geriye dönüşümü mümkün olmayan değişmeler olmaktadır.
Bu değişmeler, kaçınılmaz olarak ve geriye dönüşümü mümkün
olmayacak bir süreçte işçi sınıfının yapısını da etkisi
altına alıyorlar. Örneğin bu gelişmelerden dolayıdır ki, işçi
sınıfının çeşitli iktisadi sektörler arasındaki dağılımı
tamamen değişmiştir. Bu bağlamda Marks, “Kapital”de şöyle
der:
“Makineler,
kimyasal süreçler ve diğer yöntemler yardımıyla yalnız
üretimin teknik temelinde sürekli değişikliklere yol açmakla
kalmaz, işçilerin görevleriyle, çalışma sürecinin toplumsal
bileşiminde de değişmelere yol açar. Böylece, aynı zamanda,
toplumdaki iş bölümünde de köklü değişiklikler yapmakta ve
sermaye ile işçi kitlelerini durup dinlenmeden bir üretim
sürecinden diğerine atmaktadır. Bu nedenle büyük sanayi,
niteliği gereği, bir yandan işte değişmesi, görevde akıcılığı,
işçinin her yönlü hareketliliğini zorunlu kılarken, diğer
yandan da eski iş bölümünü o katılaşmış özellik ve
ayrıntılarıyla yeniden canlandırır.” (Kapital, C. I, s.
511, Alm.)
Bilimsel-teknik
devrim ve bunun proletaryanın yapısı üzerindeki etkisi, Marks’m
yukarıdaki değerlendirmesi, Engels’in bahsettiği “proletaryanın
çeşitli seksiyonlarının” ve Lenin’in bahsettiği proletarya
içindeki alt tabakaların, proleter grupların nasıl, hangi
nedenden dolayı oluştuğunu ifade ediyor. Bundan dolayıdır ki,
proletaryanın iç yapısı sürekli bir değişim içindedir.
Bilimsel-teknik
devrimin doğrudan bir sonucu olarak teknolojinin gelişmesi ve bunun
kazanımlarının üretim sürecinde kullanılması, üretim sürecini
bir taraftan basitleştirirken/sadeleştirirken diğer taraftan da
karmaşıklaştırmıştı. Kapitalizmin ilk dönemlerinde üretim
sürecinde hemen hemen bütün işlemleri yapan işçi, giderek daha
kaçınılmaz bir şekilde makinanın parçası olmuş ve üretim
sürecinde parça iş yapan konumuna gelmiştir. Giderek
mükemmelleştirilen makinalarla işçi, bir taraftan sadece bir
işlem ile uğraşırken, sadece bir düğmeye basmakla yetinirken,
karmaşık makinalar kalifiye işgücünü kaçınılmaz kılmıştır.
Büyüyen üretim, üretim sürecinin yeniden örgütlenmesini
beraberinde getirmiş ve aynı zamanda yeni sektörlerin; yeni işçi,
yeni metaların üretiminin gelmesiyle yeni meslek türleri
doğmuştur. Bütün bunlar, bazı üretim sektörlerinin
gerilemesini, bazı mesleklerin yok olmasını beraberinde getirirken
yeni sektörlerin, yeni mesleklerin doğması anlamına gelmekteydi.
Marks,
yukarıya aktardığımız anlayışıyla tam da bu gelişmeyi
anlatıyordu. Bu gelişme görülmeksizin işçi sınıfının tanımı
ve kapsamı da doğru tespit edilemez. Dolayısıyla işçi sınıfını
sadece, sanayi proletaryasıyla, sadece ücretle, sefaletle
tanımlayan anlayışlar yanlıştır. Soruna bu açıdan
bakıldığında ve sermayenin organik bileşiminin, kapitalistler
arası rekabetten dolayı sürekli yükseldiği göz önünde
tutulduğunda sanayi proletaryası, fabrika işçisi sayısının
giderek azaldığını tespit ederiz ve buna dayanarak da
proletaryanın yok olma sürecinde olduğunu rahatlıkla
söyleyebiliriz. Bu anlayışa göre birçok ülkede maden
işçilerinin neslinin tükenmek üzere olduğunu da görürüz.
Dar
ve geniş anlamda işçi sınıfı kavramının ne anlama geldiği
Marksistler açısından tartışma konusu olmayacak kadar açık
olduğu için üzerinde durmuyoruz. Ama her şeye rağmen proletarya,
işçi sınıfı kavramını tanımlamada artı değer üretimini
yegane kıstas olarak görenler varsa, onlara bu konuda ne denli
darkafalı olduklarını göstermek için bir-iki örnek verelim.
Nasıl abes bir sonuca varılacağını gösterelim:
Şoförleri
ve makinistleri düşünelim. Aynı zamanda transportçulukla artı
değer üretilmediğini ama metanın değerine katkıda bulunulduğunu
(değerin değişime uğradığını) göz önünde tutalım (Bkz.
Kapital, C. II, s.151, Alm). Bu durumda, düşünelim ki ülkedeki
örneğin 100 bin şoförden 50 bini, 5000 makinistten 2500’ü bir
gün yük (meta) transportu yapsınlar, geriye kalan 50 bini ve
2500’ü de insan nakliyatı yapsınlar, yani otobüs sürsünler ve
yolcu treninde makinistlik yapsınlar ve belli bir zaman sonra
-vardiya usulü- bunlar yer değiştirsinler. Örneğin otobüs
sürenler kamyon sürsünler, yük treni makinistleri yolcu treni
makinisti olsunlar. Diyelim ki vardiya değişimi haftada bir gün
olsun. Bu durumda, bir hafta kamyon süren 50 bin şoför ile yük
treni kullanan 2500 makinist proletaryaya dahil olurlarken, o bir
hafta proletaryaya dahil olmazlar. Çünkü onlar bir hafta, metanın
değerini etkileyen bir çalışma sürecinde bulunmuş olduklarından
proleter olmuş olacaklar ve diğer hafta ise insan taşıma gibi,
meta değeriyle ilgisi olmayan -hizmet sektörü- bir çalışma
sürecinde bulunmuş olduklarından dolayı proleter sayılmayacaklar.
Veya
bir kadını düşünelim. Fabrika işçisi. Fabrikada çalışırken
hamile kalsın. Hamilelik sürecinde işten ayrılacak. Ne olacak?
Hamile proleter ev kadını. Belli bir zaman sonra aynı işyerine
döndüğünü, ama aynı işine değil de temizlik işine
verildiğini düşünelim. Ne oldu? Önce artı değer ürettiği
için proleter olan bayan, sonra artı değer üretilmeyen bir işte,
temizlik işinde çalıştığı için proleter olmaktan çıkmış
mı olacak? Veya fabrikada çalışan bir işçiyi düşünelim.
Proleter, işsiz kaldı ve belli bir zaman sonra iş buldu, ama
satıcı olarak. Ne oldu şimdi? Bizim proleter, sınıf mı atladı?
Satıcı olunca proleter olmaktan, sömürülme sürecinden çıkmış
mı oldu?
Sorunun
yanlış ele alınmasıyla bu türden abesliklerin doğması
kaçınılmaz olur.
Sınıf
tanımlamasında ve dolayısıyla işçi sınıfı tanımlamasında
bize yol göstermesi gereken anlayışı Lenin şöyle formüle
ediyor:
“Toplumsal
üretimin tarihsel belirlenmiş bir sistemindeki yerine göre üretim
araçlarına olan çoğu kez yasalar tarafından belirlenmiş ve
formüle edilmiş ilişkilerine göre, çalışmanın toplumsal
örgütlenmesindeki rollerine göre ve dolayısıyla tasarruflarına
geçirdikleri toplumsal zenginlikteki paylarının büyüklüğüne
ve elde ediliş tarzına göre birbirlerinden ayrılan büyük insan
gruplarına sınıflar denir.” (Lenin, “Büyük İnisiyatif’,
C. 29, s. 410, Alm)
Bu
tanımlamaya göre işçi sınıfı tanımlamasının kıstasları
şöyledir.
“Toplumsal
üretimin” kapitalist “sistemi”ndeki yeri, burjuvazi tarafından
sömürülmektir. Bu konumda olan birisi, üretim araçlarından
yoksun olduğu için, üretim araçlarının sahibi olan kapitalist
sınıfa işgücünü satmak zorundadır. İşgücünü satmakla bu
kişi, sermayenin kumandası altında ya artı değer üretmek ya da
kârın gerçekleştirilmesini sağlamak zorundadır.
-Bu
kişinin “çalışmanın toplumsal örgütlenmesindeki rolü”,
sermaye ilişkisine tabi olmakla belirlenir; yani sermayenin
komutası, baskısı altında olmak.
-Bu
kişinin gelirini “elde ediş tarzı” kendi işgücünü
sermayeye meta olarak satmasına dayanır.
-Bu
kişinin “toplumsal zenginlikteki payının büyüklüğü”,
işgücünün değeri tarafından belirlenir ve bu büyüklük veya
pay da meta olarak işgücünün üretim ve yeniden üretim
maliyetinin farklı olmasından dolayı farklıdır.
Bu
özellikleri sadece sanayi, fabrika işçileri mi taşıyorlar? Bu
özellikleri, örneğin bahsettiğimiz makinistler, şoförler,
işgücünü satmak zorunda olanlar yani sömürülenler, sermayenin
kumandası/baskısı altında olanlar, ama doğrudan artı değer
üretmeyenler, örneğin bir dizi hizmet sektöründe çalışanlar
taşımıyorlar mı? Taşıyorlar.
Aynı
yazısında Lenin, devamla proletaryanın tarihsel misyonu olarak
“sınıfları ortadan kaldırma” yeteneğinin onda
doğuştan var olmadığını, bilakis bu yeteneğin “tarihsel
olarak doğduğunu ve sadece kapitalist büyük üretimin maddi
koşullarından doğduğunu” belirtir (Lenin, agk, s. 410/411).
Bu
anlayışa göre işçi sınıfına, proleter sınıfa ait olmanın
tespitinde nesnel var olan, tarihsel olarak dönüşüme uğrayan
maddi ekonomik, yani sosyo-ekonomik koşullar dikkate alınmalıdır.
Lenin,
“Seçimler ve Proletarya Diktatörlüğü” makalesinde de şöyle
der: “Herhangi bir kapitalist ülkede proletaryanın gücü,
proleterlerin toplam nüfustaki payından daha büyüktür. Bunun
nedeni, proletaryanın, bütün kapitalist iktisadi sistemin
merkezine ve hayat damarına ekonomik olarak hakim olmasındandır.”
(Lenin, C. 30, s. 264, Alm.)
Son
iki anlayışta/alıntıda söz konusu olan, proletaryanın devrimci
potansiyelidir ve bizim açımızdan bu yazımızda önemli olan,
proletaryanın devrimci potansiyeli üzerinden işçi sınıfına
aitliğin kıstasıdır.
Öyleyse;
böylece, proletaryanın iktisadi ve sosyal özünden hareketle
yapılan tespitler, işçi sınıfının tarihsel-somut belirlenmesi
için yöntemsel anahtar olmaktadırlar. Bu anlayıştan hareketle,
günümüz koşullarında kapitalist düzende hangi toplumsal
grupların işçi sınıfından sayılıp sayılmayacağının
belirlenmesi için anlaşılması ve incelenmesi gereken şudur:
“Kapitalist büyük üretimden” ve “kapitalist iktisadi
sistemin merkezi ve hayat damarı”ndan anlaşılması gereken
nedir? Devamla, kapitalizmde hangi sosyal güçler ücretli işçiler
olarak sömürülüyorlar ve bunlar toplumda (üst yapıda) ve
toplumsal yeniden üretim sürecinde hangi konum ve görevleri
üstlenmiş durumdalar?
Bu
sorulara cevap aramak bizi maddi üretimin dışında da
konsantrasyon sürecinin geliştiğini, kapitalist kâr ve hakimiyet
sisteminin işleyebilmesi için hizmet sektörünün giderek daha da
önemli olduğu sonucuna götürecektir. Diğer bir ifadeyle,
“kapitalist büyük üretim”de ve “kapitalist iktisadi sistemin
merkezi ve hayat damarı”nda ücretlilerin konumu, özellikle kâr
üretimi ve gerçekleştirilmesi açısından giderek proletaryanın
konumuna yaklaşıyor ve bunların büyük bir kısmı işçi
sınıfının bölüklerini oluşturuyorlar.
Sanayi
sektörü dışındaki sektörlerde işgücünün konsantrasyon
derecesi, kapitalist çalışma ve sömürü sürecinin örgütlenme
ve hakimiyet biçimleri sanayi sektöründekine benzer durum
almışlardır. Bütün sektörlerde ücretli işçilerin çalışma
ve yaşam koşulları sürekli ve hızlı bir şekilde değişime
uğramaktalar ve fabrika dışında çalışanlar/ücretliler,
toplumda ve sınıf mücadelesinde sosyal bir güç olarak büyük
bir önem kazanmaktalar. Bu gelişme, kapitalizmin en azından şu
veya bu derece gelişmiş olduğu bütün ülkelerde nesnel bir
olgudur.
Bilimsel-teknik
devrimin sonuçlarının üretimde uygulanması, işin toplumsal
örgütlenmesi, eğitim ve faaliyetin yapısındaki değişmeler vb.
ister istemez genel yaşam koşullarını ve buna bağlı olarak da
düşünce ve duruş tarzını etkilemektedir. Bundan dolayı işçi
sınıfının çeşitli bölükleri arasında ortak çıkar, ortak
düşünce ve yaşam tarzının gelişmesi yavaş ilerlemektedir.
Bunun ötesinde burjuvazi, bütün olanaklarını seferber ederek
işçi sınıfının bütün bölüklerinin ortak yaşam ve düşünce
tarzına göre şekillenmesini engellemeye ve çarpıtmaya
çalışmaktadır.
İşçi
sınıfının toplumda, çalışma ve yaşam koşullarında sosyal ve
ekonomik konumunun birbiriyle diyalektik bağ içinde olan iki
tarihsel temel eğilimi vardır: Aynılaşmak ve farklılaşmak.
Bilimsel-teknik devrimin gelişme süreci içinde işçi sınıfının
toplumdaki sosyal ve ekonomik konumunun aynılaşması ve çalışma
ve yaşam koşullarının birbirine yakınlaşması, aynı zamanda
farklılaşmayı ve uzmanlaşmayı da içeren bir tarihsel eğilimin
ifadesidir. Ama bu aynılaşma ve farklılaşma eğilimlerinde
belirleyici olan aynılaşmadır. Aynılaşma, sınıfsal bütünlüğün,
o farklı grupların aynı sınıfa ait oluşlarının ifadesidir.
Farklılaşma ise yeni çalışma koşullarından ve işçi sınıfına
başka sınıflardan ve sosyal tabakalardan yeni katılımlardan
kaynaklanır. İşçi sınıfı, bu yeni katılımları süreç
içinde emer, kendine benzetir, yani proleterleştirir. Ama
toplumdaki sınıflar arasında özellikle de emekçi sınıflar ve
sosyal tabakalar arasında sınır akıcıdır. Yeni işçi sınıfına
katılım süreklidir ve kapitalist üretim kendini her seferinde
yeni bir gelişme aşamasında yenilediği için, yani yeniden
üretimin koşulları sürekli hareket içinde olduğu için bu
koşullar içinde çalışmak ve artı değer üretmek veya kârın
gerçekleşmesine katkıda bulunmak uzmanlaşmayı ve farklılaşmayı
kaçınılmaz kılar.
Emperyalizmin
ideologları tam da bu gerçek üzerine oynuyorlar ve devrim düşmanı
olmaya yemin etmiş küçük burjuva dar kafalılar ve avanaklar da
-örneğin M. Belge gibileri- aynı yolda devam ediyorlar. Aşağıda
da ayrıca ele alacağımız gibi bu unsurlara göre, Marks’ın
tanımladığı, en azından 19. yüzyılda görülen ve tanımlanan
işçi sınıfı artık yok olmuştur, en azından yok olmaya yüz
tutmuştur. Böylelikle sanayi, fabrika işçilerinin, madencilikte
çalışan işçilerin sayısal azalması üzerinde oynanıyor ve
kapitalist sistemin neden olduğu yeni üretim sektörlerinde
çalışanlar işçi olmaktan çıkartılıyor.
Şüphesiz
ki işçi sınıfı, sınıf olarak bir bütündür, ama bu bütünün
çeşitli sosyal katmanları, bölükleri vardır. İşçi sınıfının
bu sınıfsal özelliğinden hareketle, onun dar ve geniş kapsamlı
sınıf olarak ele alınması gerekir. Dar kapsamlı işçi sınıfı,
sınıfın çekirdek kesimini, yani sanayi-fabrika proletaryasını
kapsamına alırken, geniş kapsamlı sınıf kavramına, işçi
sınıfının diğer bütün katmanları dahil olur.
Bu
durumda, ücretli çalışan insanın üretim, sermaye karşısındaki
konumuna bakmaksızın, “büyük insan gruplarını” çalışma
sürecinde düşünce tarzında ve yaşam koşullarında aynılaştıran
özellikleri gözardı ederek ve farklılaştıran özellikleri esas
alarak yapılan değerlendirmeler, elbette ki işçi sınıfının
yok olduğu sonucuna götürecektir.
Kapitalizmde
Sınıfların Yok Olduğu Anlayışı ve İşçi Sınıfının
Sayısal Gücü
Kapitalizmde
sınıfların, dolayısıyla da sınıf mücadelesinin yok olacağı
anlayışı, burjuvazi tarafından sürekli savunulmuştur. Burjuva
ideologların bu alandaki teori üretme çabalarına sosyal
demokratların da katkıları büyük olmuştur.
Revizyonist
blok çökene kadar olan dönemde sınıfların yok olacağı
anlayışı, sınıf mücadelesinin görece keskinleştiği ve
proletaryanın siyasi iktidarı ele geçirdiği dönemlerde daha
ziyade vurgulanmış ve yaygınlaştırılmıştır. Yani
proletaryanın iktidarda olduğu, sosyalist düzenin kurulduğu,
sosyalist düzenin kurulduğunda da böylelikle dünyanın belli
ülkelerinde baskı, sömürü ve talanın nesnel nedenlerinin yok
edildiği dönemlerde -özellikle de II. Dünya Savaşı’ndan
sonra- burjuvazi sınıfların ve sınıf mücadelesinin yok olacağı
üzerine burjuva ve küçük burjuva teorileri özellikle
yaygınlaştırılmıştır. Emperyalist burjuvazinin amacı açıktı:
işçi sınıfını ve emekçi yığınları şaşkınlığa
sürüklemek, Marksist teoriyi çarpıtarak sınıfın
örgütlenmesini, kapitalist düzene karşı mücadelesini
engellemeye çalışmak.
Bugün;
revizyonist blokun dağılmasından sonra ise emperyalist burjuvazi,
sınıfların ve sınıf mücadelesinin yok olmakta olduğu
anlayışını doğrudan Marksizmin tarihsel “yanılgı”sı
üzerine oturtarak sürdürmektedir. “Reel sosyalizm”in, yani
revizyonist rejimlerin çökmesini emperyalist ideologlar
antikomünist, karşıdevrimci kampanyalarında çıkış noktası
olarak aldılar ve “işte sosyalizm öldü”, “demokrasi
kazandı”, “bundan sonra sınıflar ve sınıf mücadelesi
olmayacaktır” vb. türden anlayışları sistemli bir şekilde
yaygınlaştırdılar. Burjuva ideologların bu kararına, kimi küçük
burjuva çevreler de katılmıştır.
Burjuvazi,
kapitalizmde sınıfları “hokus-pokus” yaparak mı yok ediyor?
Elbette sihirbazlıkla değil. Burjuvazi ve onun kararına eşlik
eden revizyonistler, sosyal demokratlar, teknolojik gelişmenin;
bilimsel teknik devrimin sonuçlarının üretimde kullanılması
toplumun sınıfsal yapısını değişime uğratmıştır
anlayışından hareketle sınıfların yok olduğunu savunuyorlar.
Sınıfların yok olduğu anlayışını savunanlara göre kapitalist
üretimin artık klasik anlamda bir işçi sınıfına ihtiyacı
kalmadığını, teknolojinin böyle bir sınıfı gereksiz kıldığını
savunuyorlar. Yani toplum giderek sınıfsızlaşıyor veya bir
sınıfta, “orta sınıf”da buluşuluyor. Demek oluyor ki, işçi
sınıfı ve diğer emekçi tabakalar da başkalaşıyorlar ve bir
“orta sınıflar” toplumu oluşuyor. Yani, burjuvazi burjuvazi
olmaktan çıkmıştır ve proletarya burjuvalaşmıştır. Her iki
sınıf, giderek birbirlerine daha çok yakınlaşmaktalar. Amerikan
ekonomisti C. Cerk’e göre “Amerikan toplumu sınıfsız
olmaktadır”. Alman Prof. F Landshut, garanti verecek kadar ileri
gidiyor ve Almanya, ABD ve İngiltere’de sınıflara ayrılmış
toplumların artık olmadığını savunuyor. Bu küçük burjuva
sosyoloji profesörü, kapitalizmde sınıfların yok oluşunu,
trendeki mevki farklarıyla açıklıyor. Bu yüzyılın başında
trendeki mevki farkı dörtten yüzyılın ortasında ikiye düşüyor.
Bu baya göre toplumun sınıfsal parçalanmışlığı, mevki
farklarının azalmasından anlaşılıyor (S. Landshut,
Gewerkschaftliche Monatshefte, Heft 8/1956).
S.
Landshut’a göre, “kısaca söylemek gerekirse sınıflar,
toplumun kastlarından, .. .hareketli olmuş sanayileşmiş pazar
toplumuna (kadar) gelmiş tabakalardır. .Ama genel hatlarıyla, bu
hareketlilik yasası on yıldan on yıla artarak toplumsal
farklılığın aynılaşması, sınıf farklarının kalkması
yönünde çalışıyor.” (Agk, s.452, Alm)
Aynı
bay, başka bir yerde de, “ama sınıfsal farklılıkların bu
ortadan kalkışı günümüzde apaçıktır” der. (Agk, s.454)
Yine
Alman sosyoloğu H. Kluth’a göre “Burjuvazi ve işçilerin
yaşam olanakları, bizzat bu kavramın (sınıflara bölünmüş
toplum kavramı kastediliyor, SP) doğruluğundan şüphe edilecek
kadar birbirine yakınlaşmıştır”. (H. Kluth, “Der
Arbeiter als Ideal Realität,
Studium generale, Heft 3/1962, s. 187/188)
Bir
zamanların değerli Marksisti J. Kuczynski 1993’te şöyle
diyordu:
“İşçi
sınıfı bugün çözülüyor ve bu çözülme süreci sürekli
ilerliyor. Makina, modern işçi sınıfını nasıl dünyaya
getirdiyse, bilgisayar da onun sonunu hazırlıyor. 200 yıldan daha
fazla bir zamandır kapitalist toplumda basit el işçisi olarak işçi
sınıfı vardı-nüfusun bir tabakası. sonra, el artık
üretmeyince, bilakis . üreten makinanın çalıştırılması için
kullanılmaya başlanınca işçiler, sınıf olarak biçimlendiler.
Ama makinayı kullanan elin yerini bilgisayar, elektronik aldığında
işçi sınıfı, sınıf olarak yeniden çözülmeye (dağılmaya,
SP) başladı. Uzak olmayan bir gelecekte, hakim sınıf
olarak kapitalistlerden ve tabii ki işçilerden -ama Marks, Engels
ve Lenin’in kastettikleri işçi sınıfından yoksun- oluşan bir
kapitalist topluma sahip olacağız.” (J. Kuczynski, “Nicht
ohne Einfluss, Macht und Ohnmacht der Intellektueller”, Köln 1993,
s. 136/137)
J.
Kuczynski bu düşüncesinde ne yalnız ve bu düşünce ne de yeni.
Daha ‘50’li yıllarda örneğin, İngiltere’de Labour (İşçi
Partisi) görevlilerinden R. Crosmann, Marks’ın tanımladığı
gibi burjuvazi ve proletaryanın artık kalmadığını
savunuyorlardı.
Burjuva
ve küçük burjuva sosyologlar, teorisyenler, soruna hangi açıdan
yaklaşırlarsa yaklaşsınlar burjuva düzeni savunmak için
Marksizm’e savaş açanlar, “sınıflar kayboluyor” biçimindeki
görüşlerini doğrulamak için işçi sınıfının yaşam-gelir ve
çalışma koşullarındaki değişmeleri esas alıyorlar. M. Belge
de böyle hareket ediyor. Bu dar kafalı küçük burjuvaya göre
durum şöyle:
“Toplumlar
yeniden biçimlenirken bildiğimiz hiyerarşik yapılar çözülüyor.
Daha üst düzeylerde kontrol odakları kuruluyor. Bizim kafamızda
ise hala yüzyıl öncesinin kavramları egemen. Kol emeğinin eski
önemini kaybetmesi dünyadaki emek-sermaye çelişkisini ortadan
kaldırmıyor, ama bu çelişki otuz yıl öncesinin dünyasına göre
çok değişiyor. Yeni koşullarda kime işçi diyeceğiz konusu
tartışılıyor. Siemens’te ikibin adam vida sıkıyorsa beşbin
adam da dizayn yapıyor. Şimdi bu adamın neresi proleter? Sol, bu
çelişkileri ortaya koymalı...
Sermaye
gittikçe daha fazla insan tarafından paylaşılıyor.”
M.
Belge kendisine yöneltilen sorulara da şöyle cevap veriyor:
Soru:
İşçi diktatörlüğü şimdi nasıl absürt bir şey oldu peki?
Cevap:
“Şimdi absürt, çünkü bir vida sıkıştıran adamı
proletarya kabul edip ‘sen gel kardeşim diktatörlüğünü kur ve
memleketi yönet’ dediğin zaman herkesten önce o adam inanmıyor
bir kere buna. Çünkü hayatta vida sıkmaktan başka iş
yapmadığını biliyor... Başlangıçta her şeyi üzerine
oturtmaya çalıştığımız kol emekçisi, proleter dediğimiz adam
bugün ideolojik bakımdan en gerici kesimlerden biri oldu”
(Bkz. Özgür Atılım, “Platform Köşesi, “Bir Liberal
Burjuva Amigosunun Küfürlerine Yanıt” başlıklı yazıdan,
sayı 65, syf. 2, 28 Haziran 1997).
Marks,
şöyle diyor;
“Tam
da bu; çeşitli işleri -yani kafa ve kol işlerini de- şu veya bu
yönü ön plana çıkan işleri birbirinden ayırmak ve çeşitli
insanlar (arasında) dağıtmak kapitalist üretim biçimine özgüdür.
Ama bu, maddi ürünün bu kişilerin ortak ürünü
olmasını veya ortak ürünlerinin maddi zenginlikte cisimleşmesini
engellemez. Diğer taraftan bu, keza, bu her bir kişinin, ücretli
işçinin sermayeye olan ilişkisinin ve bu fevkalade büyük
anlamıyla üretken işçinin sermayeye olan
ilişkisi olduğunu engellemez veya bu gerçeği hiç değiştirmez.
Bu kişilerin, hepsi, doğrudan, maddi
zenginliğin üretiminde faal değiller, bilakis onlar, işlerini
sermaye olarak paraya karşı mübadele ediyorlar ve bundan dolayı
doğrudan ücretlerinin dışında, kapitalistler için artı değer
üretiyorlar.” (K. Marks; Artı Değer Üzerine Teoriler, 1.
Kitap, C. 261, s. 487, Alm.)
Evet
darkafalı M. Belge, sadece bir vida sıkan kişinin de, sadece bir
vida sıkmasına rağmen işçi olduğunu Marks böyle açıklıyor.
Aynı Marks, bir işçinin sadece vida sıkmakla yetinmesinin
kapitalist üretim biçimine özgü bir gelişme olduğunu da
açıklıyor.
M.
Belge, bunu bilmiyor mu? Elbette biliyordur. Ama, maksat, niyet
“kötü”. Amaç, kapitalizmi kutsamak için işçi sınıfını
yok saymak ve o bula bula bir vida sıkmakla yetinmek zorunda kalan
işçi örneğini bulmuş. Sahibini çürüten bir örnek!
İşçi
sınıfı ne yaparsa “suç” oluyor!!
İşçi
sınıfı, mücadele sonucunda yaşam koşullarını bir nebze de
olsa iyileştiriyor. Ve burjuva, küçük burjuva demagoglar, bunu
sınıfın kaybolması olarak yorumluyorlar.
Teknolojik
gelişme ekonomide kullanılıyor, yani modern makinalardan, yeni
üretim tekniklerinden dolayı sınıfın çalışma/üretme koşullan
değişiyor ve önce bir metanın tamamını üreten işçi şimdi
bir kısmını üretiyor ve hemen demagoglar ortalığı velveleye
veriyorlar. Marks’ın tanımladığı proleter artık yok, adamın
işi bir vida sıkmakla sınırlı. Yani proleter dediğin bütün
işi yapmalıdır! Bunun koşulu kalmadığı için, işçi sınıfının
da varoluş koşulu kalmamıştır.
Burjuvazi
“halk kapitalizmi” hayali kuruyor. İşçiler hisse senedi satın
alarak işletmelere ortak oluyorlar. Yani burjuva demagoga göre
işçiler, üretim araçlarına sahip oluyorlar ve işçi sınıfı
kayboluyor!
Modern
teknoloji kalifiye işgücünü gerekli kılıyor ve eğitim gören,
işinde uzmanlaşan işçi, hemen işçi sınıfı dışına
çıkartılıyor, burjuva demagog tarafından. Tabii işçi sınıfı
bu şekilde de kayboluyor!
Nesnel
koşullar (“gelir” farklılığı, çalışma koşulları,
uzmanlaşma vs.) işçi sınıfını katmanlarına ayırıyor. Öyle
ki, bu nesnel nedenlerden dolayı bireyselleşme eğilimleri
gelişiyor ve burjuva demagog ortalığı velveleye veriyor: işçi
sınıfı diye bir şey kalmamıştır!
Burjuva
ve küçük burjuva demagogların işçi sınıfı yok oluyor
anlayışlarını eleştirmek, başka ve kapsamlı bir çalışmanın
konusudur. Her halükarda bu yazının kapsamını aşan bir
çatışmadır. Bu nedenden dolayı, işçi sınıfının yok olduğu
demagojilerine çıkış noktası yaptıkları argümanları
belirtmekle yetindik. Şimdi ampirik verilere dayanarak işçi
sınıfının yok olmak bir yana, sayısal gücünü gösterelim.
Günümüzde
işçi sınıfı, moda ifadeyle modern işçi sınıfı, sosyal
açıdan oldukça farklılaşmış bir sınıftır. Bu sınıfın
münferit sosyal grupları ve tabakaları, çalışma koşullarına,
kalifiyelik derecesine, gelir miktarına, yaşama koşullarına ve
başka sosyal faktörlere göre farklılaşmışlardır. Bu sosyal
çeşitlilik aslında, işçi sınıfı açısından olumlu bir
gelişmenin ifadesidir. Bu, işçi sınıfının nitel gelişmesinin,
kapitalist düzenin bütün alanlarında etken olmasının bir
ifadesidir.
İşçi
sınıfı sosyal bir organizmadır. Bu organizma hareketsiz/durgun
değildir. Sosyal bir organizma olarak işçi sınıfı, sınıf
olarak oluşmasından bu yana ekonominin yapısındaki ve çalışmanın
içeriğindeki değişmelerin dinamiğinden dolayı sürekli hareket
içindedir. Bu hareketliliği öncelikle sınıf içi konumların;
sosyal farklılaşmanın değişmesinde görüyoruz. Bu
hareketliliği, aynı zamanda sanayi üretimi alanından hizmet
sektörüne geçişlerde, düz işçi olmaktan kalifiye işçi olmaya
geçişte vb. görüyoruz. Bir kısım işçi ücretli memur oluyor,
ama daha çok sayıda ücretli memur, proleterleşiyor veya ara
tabakalardan proleterleşme süreci gelişiyor vs. vs. Her halükarda
bu hareketlilik, bu akış, işçi sınıfının sosyal sınırını
veya işçi sınıfını tanımlayan kıstasları ortadan
kaldırmıyor, sınıfın yok olduğunu göstermiyor.
Burjuva,
küçük burjuva demagoglar işçi sınıfını sosyal bir organizma;
kendini var eden koşullardan dolayı sürekli değişim, gelişim
içinde olan, sürekli hareket içinde olan bir organizma olarak
görmüyorlar veya sınıfın bu yönünü inkar etmek için ampirik
verileri çarpıtmaktan istatistik oyunlarına
kadar her türlü hile ve çarpıtmaya başvuruyorlar. Ama buna
rağmen işçi sınıfı, sayısal olarak da güçlenmeye devam
ediyor.
Dünya çapında
işçilerin ve ücretli memurların sayısı – 20. yüzyılın
başından 1980’li yılların başına
|
||||||
Bölgeler
|
Mutlak sayı – milyon
olarak
|
Her bir bölgedeki
iktisadi faal nüfus içindeki payı, % olarak
|
||||
20. yy‘ın başı
|
20. yy’ın ortası
|
‘80’li yılların başı
|
20. yy‘ın başı
|
20. yy’ın ortası
|
‘80’li yılların başı
|
|
Dünya toplamı
|
84
|
367
|
858
|
12
|
34
|
46
|
Sosyalist/revizyonist
ülkeler
|
-
|
96
|
285*
|
-
|
25*
|
42*
|
Kapitalist sanayi ülkeleri
|
71
|
163
|
283
|
31
|
69
|
82
|
Gelişen ülkeler toplamı
|
13
|
108
|
290
|
...
|
...
|
...
|
-L. Amerika
|
4
|
29
|
72
|
15
|
52
|
55
|
-Asya
|
7
|
68
|
190
|
2
|
22
|
34
|
-Afrika
|
2
|
11
|
28
|
2
|
6
|
19
|
*) Revizyonist ülkeler
Kaynak: Aktaran; L.
Winter; “Klassen und soziale Schichten im Kapitalismus der
Gegenwart” - “Günümüz Kapitalizminde Sınıflar ve Sosyal
Tabakalar”, Berlin, 1989, s. 99.
|
Şüphesiz,
ayrım yapmadan işçi ve ücretli memurların toplamı söz konusu
ve ücretli memurların hepsini işçi sınıfı kapsamında görmek
doğru olmaz. Ama onların çok önemli bir kısmı, sermayenin
kumandasında ücret bağımlılığı içinde çalışıyorlar. Her
halükarda kaba hatlarıyla da olsa tabloda, sermayenin kumandası
altında çalışanların sayısı 20. yüzyılın başından son
çeyreğine birkaç misli artmıştır.
İşçi
sınıfının sayısal artışını aşağıdaki tabloda daha net
görüyoruz.
1920’li ve 1980’li
yıllarda işçi sınıfının sayısal artışı
|
||||||
Bölgeler
|
1920’li yılların başı
|
Kapitalist ülkelerin işçi
sınıfındaki payı, %
|
1980’li yılların başı
|
Kapitalist ülkelerin işçi
sınıfındaki payı, %
|
||
milyon
|
%
|
milyon
|
%
|
|||
Dünya toplamı
|
117
|
100
|
-
|
660
|
100
|
-
|
Sosyalist/revizyonist
ülkeler*
|
16
|
13,7
|
-
|
202
|
30,6
|
-
|
Kapitalist ülkeler toplamı
|
101
|
86,3
|
100
|
458
|
69,4
|
100
|
-Kapitalist sanayi ülkeleri
toplamı
|
82
|
70,1
|
81,2
|
241
|
36,5
|
52,6
|
Avrupa
|
49
|
41,9
|
48,5
|
102
|
15,5
|
22,3
|
Kuzey Amerika
|
23
|
19,7
|
22,8
|
95
|
14,4
|
20,7
|
-Gelişen ülkeler toplamı
|
19
|
16,2
|
18,8
|
217
|
32,9
|
47,4
|
-L. Amerika
|
5
|
4,3
|
5,0
|
63
|
9,5
|
13,8
|
-Asya
|
11
|
9,4
|
10,9
|
130
|
19,7
|
28,4
|
-Afrika
|
3
|
2,6
|
2,9
|
24
|
3,6
|
5,2
|
*) 1980’li yılların
başı; revizyonist ülkeler.
Kaynak: Agk., s. 100.
|
Yaklaşık
60 senelik bir süreçte dünya çapında işçi sınıfı sayısal
olarak 117 milyondan 660 milyona çıkıyor, yani 5.6 misli artıyor.
Kapitalist
sanayi ülkelerinde işçi sınıfı, sayısal olarak 82 milyondan
241 milyona çıkarak yaklaşık 3 misli artarken, gelişen ülkelerde
bu sayı 19 milyondan 217 milyona çıkarak 11.4 misli artıyor. Bu
duruma göre, ‘20’li yılların başında kapitalist dünyadaki
işçi sınıfının % 81.2’si gelişmiş ülkelerde ve ancak %
18.8’i geri ülkelerde toplanmışken bu oranlar ‘80’li
yılların başında gelişmiş ülkeler için % 52.6 ve geri ülkeler
için de % 47.4 olarak değişiyor.
Demek
oluyor ki, işçi sınıfı sayısal olarak azalmamış, tam tersine
artmıştır ve bu artış, oran olarak geri ülkelerde gelişmiş
ülkelere nazaran oldukça hızlı olmuştur.
Başka
bir karşılaştırma:
Kapitalist sanayi
ülkelerinde ücretlilerin sayısı ve çalışabilir nüfus
içindeki payı –
1950’li ve 1980’li
yılların başı itibariyle
|
||||||||
Ülkeler
|
Ücretliler
|
İşçi sınıfı
|
||||||
Sayı (milyon)
|
Çalışabilir nüfus
içindeki payı, %
|
Sayı (milyon)
|
Çalışabilir nüfus
içindeki payı, %
|
|||||
1950’li yılların başı
|
1980’li yılların başı
|
1950’li yılların başı
|
1980’li yılların başı
|
1950’li yılların başı
|
1980’li yılların başı
|
1950’li yılların başı
|
1980’li yılların başı
|
|
OECD Toplamı
|
163
|
283
|
69,1
|
81,8
|
1327
|
241
|
58,0
|
70,8
|
ABD
|
49
|
101
|
81,9
|
90,1
|
43
|
86
|
72,3
|
77,0
|
Japonya
|
15
|
42
|
50,3
|
72,4
|
13
|
35
|
34,2
|
61,0
|
Almanya
|
16
|
24
|
70,8
|
86,9
|
14
|
20
|
63,8
|
74,8
|
Fransa
|
13
|
18
|
65,4
|
77,0
|
11
|
15
|
58,6
|
67,8
|
İngiltere
|
22
|
24
|
92,2
|
91,1
|
18
|
21
|
79,4
|
79,6
|
İtalya
|
13
|
16
|
61,3
|
72,2
|
10
|
14
|
53,3
|
64,0
|
Kanada
|
4
|
11
|
77,0
|
89,8
|
3
|
9
|
67,1
|
76,3
|
Kaynak; agk., s. 101
|
Veriler,
son 30 yıllık bir süreç içinde işçi sınıfının hem OECD
toplamında ve hem de belirtilen emperyalist ülkelerde sayısal
olarak arttığını ve çalışabilir nüfus içindeki payının da
yükseldiğini gösteriyorlar. OECD toplamında işçi sınıfının
çalışabilir nüfus içindeki payı % 58’den % 70.8’e çıkıyor.
Ama
‘80’li yıllardan itibaren durum değişmeye başlamıştır. Bir
kısım gelişmiş ülkelerde işçi sınıfının
çalışabilir nüfus içindeki payı, giderek düşmüştür.
Aşağıdaki veriler bu eğilimi
gösteriyorlar.
AB’de sivil çalışanların
içinde işçilerin payı, %
|
||||||
Ülkeler
|
1971
|
1977
|
1980
|
1986
|
1986:1977
|
1980:1986*
|
Belçika
|
82,0
|
83,0
|
83,2
|
81,6
|
-1,2
|
-1,6
|
Danimarka
|
79,8
|
82,5
|
84,1
|
88,4
|
5,9
|
4,3
|
Almanya
|
83,6
|
85,9
|
87,1
|
87,1
|
1,2
|
0,0
|
Yunanistan
|
42,3
|
47,6
|
49,7
|
49,3
|
1,7
|
-0,4
|
İspanya
|
66,1
|
69,9
|
69,5
|
70,4
|
0,5
|
0,9
|
Fransa
|
78,9
|
82,6
|
83,2
|
84,2
|
1,6
|
1,0
|
İrlanda
|
69,6
|
72,5
|
75,3
|
76,5
|
4,0
|
1,2
|
İtalya
|
67,6
|
71,4
|
71,4
|
70,1
|
-1,3
|
-1,3
|
Luksemburg
|
81,0
|
85,0
|
86,5
|
88,7
|
3,7
|
2,2
|
Hollanda
|
83,7
|
87,9
|
87,6
|
88,8
|
0,9
|
1,2
|
Portekiz
|
-
|
64,5
|
67,4
|
68,1
|
3,6
|
0,7
|
B. Britanya
|
92,1
|
92,2
|
91,9
|
89,1
|
-3,1
|
-2,8
|
AB(12 ülke)
|
-
|
80,7
|
81,3
|
80,7
|
-0,1
|
-0,6
|
ABD
|
89,8
|
90,7
|
90,6
|
90,8
|
0,1
|
0,2
|
Japonya
|
66,6
|
70,6
|
71,7
|
74,8
|
4,2
|
0,1
|
Kaynak: A. Leisewitz –
K. Pickhaus: Gewerkschaften, Klassentheorie und Subjektfrage. IMSF
Forschung und Diskussion 5, 1990, s. 98
*) Biz ekledik.
|
Bu
tabloda AB ülkelerinde, ABD ve Japonya'da işçilerin çalışan
nüfus içindeki payının ‘70’li yıllarda artığını, ama
sonraki dönemde düşmeye başladığını görüyoruz. 1977-1986 ve
1980-1986 karşılaştırmasında birçok AB ülkesinde işçilerin
çalışan nüfus içindeki payının ya gerilemesi veya da artış
oranının düşmesi söz konusudur. Bu gerilemede veya eğilimin
böyle olmasında temel iki neden vardır. Bunlardan birisi
kronikleşmiş kitlesel işsizlik ve buna neden olan modern
teknolojinin ekonomide kullanılması; yapısal kriz, otomasyon vs.
Çalışma
Alanı Bazında İşçi Sınıfının Gelişme Eğilimi
Burada
ampirik verilerle göstereceğimiz gelişme, Engels’in deyimiyle
“proletaryanın çeşitli seksiyonları” arasındaki gelişmedir.
Bu gelişme, doğrudan bilimsel-teknik devrimin üretimdeki rolüne
bağlı olan bir gelişmedir.
Engels,
“proletaryanın çeşitli seksiyonları”ndan sanayi işçilerini,
maden/kömür işçilerini ve tarım işçilerini kastediyordu. O
dönemde ticaret-hizmet sektörü henüz başlı başına bir
seksiyon olarak tanımlanacak derecede gelişmemişti. Ama bu
seksiyon, kapitalizmin gelişmesine paralel olarak sonraki dönemde
hızla gelişmeye başladı ve bugün birçok ülkede proletaryanın
sayısal bakımdan en güçlü seksiyonunu oluşturdu. Bu seksiyonu
da göz önünde tuttuğumuzda proletaryanın esas itibariyle dört
ana seksiyondan oluştuğunu görürüz.
a-
Sanayi proletaryası
b-
Maden proletaryası
c-
Tarım proletaryası
d-
Hizmet-ticaret sektöründeki proletarya.
Teknolojik
gelişme, üretim koşullarının değişmesi sonucunda birçok
gelişmiş ülkede sanayi proletaryasının büyümesi durmuş, hızı
kesilmiş bazı ülkelerde de sayısal olarak azalma sürecine
girmiştir. Maden proletaryası da keza aynı gelişme eğilimi
içindedir. Birçok ülkede, özellikle emperyalist ülkelerde tarım
proletaryası seksiyon olamayacak kadar önemsizleşmiştir. Ama
bütün ülkelerde, öncelikle de kapitalizmin şu veya bu derece
gelişmiş olduğu Türkiye gibi ülkelerde ve emperyalist ülkelerde
proletaryanın dördüncü seksiyonu hızlı bir gelişme sürecine
girmiştir ve bu hızlı gelişme devam etmektedir.
Bu
gelişmeyi bazı ülkeler bazında istatistiki verilere dayanarak
gösterelim.
İşçi
sınıfının temel seksiyonlarının gelişmesi, ekonominin
belirleyici sektörlerini ve çalışabilir nüfusun bu sektörler
arasında dağılım oranı tarafından belirlenir. Bu ilişki; işçi
sınıfının temel seksiyonları ve ekonominin temel sektörlerinde
çalışabilir nüfusun dağılma durumu göz önüne alındığında
kapitalist üretim biçiminin tarihinde belli aşamaların olduğu
görülür. Bu aşamalar, üretici güçlerin gelişmesi, işbölümünün
kapsamlaşması ve derinleşmesi ile sıkı bir bağ içindedirler.
Kapitalizmin
serbest rekabetçi döneminde sanayinin ve bu sektörde
çalışanlarının sayısının hızlı bir gelişmesi/artışı söz
konusuydu. Bu gelişmenin sonucu olarak ulusal üretimde tarımın
payı sanayi üretiminin payı lehine azalmaya başlar. Bu,
kapitalizmin geliştiği bütün ülkelerde görülür. Kapitalist
ekonominin diyalektiği böyledir. Bu sürece bağlı olarak
çalışanların sektörlere dağılımı da değişmeye başlar.
Örneğin tarımda çalışanların -proletarya- sayısı, sanayide
çalışanlara oranla azalmaya başlar. Bir örnek: Almanya’da
sanayide çalışanların sayısı 1882’de 5.7 milyondan 1907’de
9.8 milyona çıkar. Yani sanayide çalışanların toplam çalışanlar
içindeki payı %32.9’dan %39.1’e çıkarken, tarımda
çalışanların payı da %44.2’den %35.4’e düşer.
Emperyalist
çağın yaklaşık ilk üç çeyreğinde, yani 20. yüzyılın
başından 1970’li yıllara kadar olan dönemde ulusal ekonomi,
burjuva kavramla ifade edecek olursak GSMH, daha ziyade sanayi
sektörüne bağlı olarak veya sanayi sektörü ağırlıklı büyür.
Bu dönemde tarımın ulusal ekonomideki payı ve tarımda
çalışanların toplam çalışanlar içindeki payı hızla düşer.
Bu süreci, emperyalist ülkelerde ve kapitalizmin gelişmeye
başladığı her ülkede görürüz.
Hizmet
sektörü ise özellikle ‘50’li yıllardan itibaren hızlı bir
gelişme sürecine girmiştir. Bunda modern teknolojinin üretim
sürecinde kullanılmasının rolü belirleyici olmuştur.
Bu
durumda, sanayi ve hizmet sektöründe ihtiyaç duyulan işgücü,
işçi sınıfının doğal çoğalması (doğum) dışında tarım
sektöründen yapılan “transfer” ile karşılanmıştır. Yani
tarım sektöründen sanayi ve hizmet sektörüne akış/geçiş
yoğun olmuştur.
Önde
gelen emperyalist ülkelerde işçi sınıfı ve temel
seksiyonlarının (madencilik sanayiye dahildir) 1950-1985 döneminde
gelişme eğilimini görüyoruz. Söz konusu bu ülkelerin toplam
işçi sınıfı içinde tarım proletaryasının sayısı ve toplam
içindeki payı oldukça önemsizleşmiştir. İtalya hariç diğer
ülkelerde sanayi proletaryasının toplam içindeki payı
1950’lerden 1985’lere düşmüştür. Buna karşın hizmet
sektöründe çalışan işçiler hem sayısal olarak artmış ve hem
de toplam içindeki oranı yükselmiştir.
Başka
verilerde de aynı gelişme eğilimini görüyoruz. Örnek: ABD’de
maddi değerlerin üretiminde çalışanların toplam çalışanlar
içindeki payı 1979’da %29’dan 1993’te % 20.5’e düşer.
Aynı dönemde hizmet sektöründe çalışanların toplam çalışanlar
içindeki payı da % 71’den % 79.5’e çıkar (Bkz. “WSI
Mitteilungen 6/1994, s. 364). 1979-1987 arasında tarım ve madende
çalışan işçilerin toplam içindeki payı % 0.7 ve imalat
sanayinde çalışanların payı da % 1.2 oranında geriler (Agk, s.
366).
Batı
Almanya’da tarım proletaryasının sayısı 1970’te 290 binden
1996’da 179 bine düşer. Aynı dönemde imalat sanayinde çalışan
proletaryanın sayısı da 9 milyon 614 binden 6 milyon 870 bine
düşer. Verilen dönemde tarım proletaryası %38.3 oranında ve
imalat sanayi proletaryası da %28.5 oranında azalır. Toplam işçi
sayısı 1970’te 20 milyon 301 binden 1996’da 22 milyon 427 bine
çıkar. Toplam içinde imalat sanayi proletaryasının payı 1970’te
%47.3’ten 1996’da %30.6’ya düşer.
Aynı
dönemde sadece ticaret alanında çalışan işçilerin sayısı 2
milyon 391 binden 3 milyon 239 bine çıkarak %35 oranında, hizmet
sektöründe çalışan işçilerin sayısı da 2 milyon 385 binden 6
milyon 187 bine çıkarak %159 oranında artar. Sadece ticaret
sektöründe çalışan işçilerin toplam işçiler içindeki payı
1970’te %11.8’den 1996’da %14.4’e ve sadece hizmet sektöründe
çalışanların payı da %11.8’den %27.6’ya çıkar (Bkz.
Statistisches Jahrbuch 1997, s. 104-105, işçi ve ücretli sayısı
beraber verilmiştir).
Bu
verilere bakacak olursak M. Belge gibi küçük burjuva ahmaklar,
burjuva, revizyonist demagoglar gerçekten haklılar. Marks, Engels
ve Lenin’in tanımlamış olduğu “proleter” sayısı giderek
azalıyor. Onların tanımladıkları işçi sınıfı, “antika”
oluyor! Ama başka sektörler, başka alanlar doğuyor ve aralarda da
ücretle, sermayenin kumandası altında sömürü koşullarında
çalışanlar var. Kapitalizmi, burjuva düzeni kutsayanlar ve işçi
sınıfının yok olduğu teorisini yapanlar tam da bu gelişmeyi
görmek istemiyorlar.
Kapitalist
üretimin bu temel sektörlerindeki yapısal değişim ve buna bağlı
olarak proletaryanın temel seksiyonları arasında durmak bilmeyen
akış, sadece birkaç emperyalist ülkeye özgü olan bir gelişme
değildir. Bu süreç, gelişmiş bütün sanayi ülkelerinde ve
kapitalizmin şu veya bu şekilde geliştiği, temel sektörlerinin
oluştuğu bütün ülkelerde de görülmektedir. Örneğin
Türkiye’de 1955’ten 1990’a sanayi proletaryası yaklaşık 5.9
misli, tarım proletaryası 2.4 misli artarken, hizmet sektöründe
çalışan işçilerin sayısı ise 8.9 misli artmıştır (Bkz.
Proleter Doğrultu, sayı 10, s. 41, Mayıs-Haziran 1997).
Belirtilen
emperyalist ülkelerde bugün görülen söz konusu gelişme, yarın
Türkiye gibi ülkelerde de görülecektir. Bu gelişme
kaçınılmazdır. Ama bu, proletaryanın yok olduğu anlamına asla
ve asla gelmez.
İstatistiki
verilerin gösterdikleri gibi, sanayi proletaryasının toplam işçi
sınıfı ile karşılaştırıldığında belirtilen ülkelerde
sayısal ve oransal olarak mutlak gerilemesi proletaryanın yok
olduğu anlamına gelmez. Kronikleşmiş kitlesel işsizliğin,
sanayi proletaryasının toplam işçi sınıfı içindeki oransal ve
sayısal ağırlığını etkileyen önemli bir faktör olduğunu
belirtmiştik. Gerçekten de işsizler ordusunun üyelerinin çok
önemli bir kısmı sanayi sektöründen geliyorlar. Maddi değerlerin
üretiminde sürekli modernleşme; sabit sermayenin sürekli
modernleştirilmesi, canlı işe olan ihtiyacı sürekli azaltmıştır.
Öyle ki her bir yeni makina, çok sayıda işçinin sokağa atılması
anlamına gelmektedir. Bu, kapitalizmde; kapitalizmin genel krizi
koşullarında önü alınamaz, nesnel bir gelişmedir. Bundan dolayı
kapitalizme özgü olan, daha fazla üretmek için giderek daha az
sayıda işçi çalıştırmak, kapitalizmin genel krizi koşullarında
eğilim olmaktan çıkarak yasa olmuştur. (Bu konu için bkz.
Proleter Doğrultu, sayı 16, Mayıs-Haziran 1998, s. 92) Burada
söylemek istediğimiz şu; işsiz kalan sanayi proletaryası
çalışıyor durumda olsaydı onun toplam işçi sınıfı içindeki
oransal ve sayısal ağırlığı elbette ki farklı olacaktı. Ama
diğer taraftan onların işsiz olmaları, onları proletarya
olmaktan çıkartmıyor. Bu gerçek göz önünde tutulduğunda
sanayi proletaryasının toplam işçi sınıfı içindeki payının
ve sayısal olarak miktarının daha yüksek olacağı açıktır.
Hizmet
sektörü çok genel bir kavramdır. Bu sektörün bir dizi alt
sektörleri olduğu gibi, sürekli yeni alt sektörleri de
oluşmaktadır. Bu durum hizmet sektöründe istihdamın sürekli ve
hızla artmasına neden olmuştur. Ama teknolojik yenilenme, büro
çalışmalarında rasyonalizasyon vb. bu sektörde de işsizliğe
neden olmaktadır.
Özellikle
büyük işletmelerin/tekellerin üretim-örgütlenme biçimi, yani
üretimin ve hizmet sektörünün iç içe geçmesi birçok alanda
ücretli çalışanın, sömürülenin sanayi proletaryası mı,
yoksa hizmet sektöründe çalışan işçi mi, ücretli memur mu
olduğunu karartıyor. Bunun nedeni, üretim ve çalışmanın
koşullarının değişmesidir. Bu durumda olan işçilerin işçi
veya ücretli memur olarak tanımlanmaları da işçi sınıfının
seksiyonlarının sayısal gücünü etkiliyor. Burjuva
istatistiklerde böylesi tespitler sonucu, sayıları hiç de az
olmayan proletarya hizmet sektöründe çalışan “ücretli memur”
sayılıyor. Bu da sanayi proletaryasının sayısal azalmasının
bir nedenidir.
Sonuç
Marks,
işçi sınıfının kapitalizmdeki sosyo-ekonomik özünü kısaca
şöyle tanımlar:
“Proleter’den
anlaşılması gereken, ekonomik bakımdan, ‘sermaye’ üreten ve
değerlendiren ve Pecgueuer’in deyimiyle ‘Bay sermaye’nin
değerlendirilme gereksinimleri için fazlalık haline gelir gelmez
sokağa atılan ücretli işçiden başkası değildir.” [C. 23
(Kapital. C. I), s. 642. Alm.]
Marks,
burada proleter kavramını sadece “sermaye üreten”le, yani
maddi değerlerin üretiminde çalışanla; artı değer üretenle
sınırlamıyor. O, bu kavramın, “sermaye değerlendirenleri de
kapsamına alacak kadar genişletiyor. Böylelikle üretim dışında
kalan, ama sermayenin kumandası altında çalışan ücretli
işçileri de proleter kavram içinde görüyor.
Proletaryanın
yok olduğu üzerine teori üretenler, Marks’ın bu anlayışını
tanımıyorlar mı? Proletaryanın geleceği ile bu denli
ilgilenenler (!) elbette ki Marks’ın bu anlayışını
tanıyorlardır. Ama bu anlayışı yorumlamak onların işine
gelmiyor. Çünkü bu durumda M. Belge gibi küçük burjuva
avanaklar, proletaryanın yok olduğunu kanıtlayamayacaklar.
Burjuvazi,
on yıllardan beri “sanayi ötesi toplum”dan, “hizmet
toplumu”ndan bahsediyor. Bu anlayışın hedef ve nedeni açık.
Burjuvazi, işçi sınıfını ideolojik-teorik olarak
silahsızlandırmayı ve onu siyasi olarak da teslim almayı esas
amaç olarak gördüğü için, onun varlığını ve gücünü
sanayi üretimiyle sınırlıyor ve yukarıdaki tablolarda gördüğümüz
gibi ulusal ekonomide hizmet sektörünün payının sanayi
sektörünün payını aşmasını işçi sınıfına karşı
bağlayıcı önemi haiz bir silah olarak kullanıyor. İşçi
sınıfına şunu diyor: “19. yüzyılın sakallı filozoflarının
(Marks ve Engels) düşünceleri artık geçersizdir. Sınıf olarak
tükeniyorsunuz, yok oluyorsunuz ve sizinle birlikte sosyalizm de yok
oluyor. Zaten sosyalist ülkelerin (revizyonist ülkeler
kastediliyor, SP) çökmesi de bu gerçeği göstermektedir.”
Burjuvaziye
göre yeni bir toplum düzenine geçiyoruz. İşçi sınıfının
olmadığı, hizmet sektörünün esas olduğu bir toplum! “Sanayi
ötesi toplum”, “hizmet toplumu”! Yani sömürüsüz bir
toplum, yani hizmet eden, sömürülmüyor veya da hizmet, sömürü
ilişkisini içermiyor. Burjuva ve küçük burjuva demagogların
anlayışıyla böyle.
Ama
Marks, bu konuda oldukça farklı düşünüyor: Sermaye açısından
hizmet, verimli, üretken iştir, tabii sermayeyi değerlendirme,
sermaye üretme bağlamında. Marks’a göre hizmet, sermayeye karşı
mübadele edilirse verimli iştir, üretken iştir. Yani sermayeyi
değerlendiren, sermaye üreten iş. Yine Marks’a göre sermaye,
kendini, sadece meta üretiminde, yani toplumun maddi zenginliğinin
üretiminde değerlendirmiyor, aksine veya aynı zamanda hizmet
üretiminde de değerlendiriyor. Marks, sorunun bu yönüne şöyle
işaret eder:
“Örneğin
bir .. .otelde (çalışan) aşçılar ve garsonlar, işleri, otel
sahibi için sermayeye dönüşüyorsa, üretken işçilerdir.”
(Marks, C. 26, s. 129, “Üretken ve Üretken Olmayan İş
Üzerine Teoriler”)
Demek
oluyor ki, hizmet sektörü de -tabii her bakımdan değil-
belirtilen koşullarda sermayenin değerlendirilme ve böylece
sömürünün kaynağı oluyor.
Bunun
ötesinde Marks, bugün genel olarak hizmet sektöründe çalışanları
tanımlamak için kullanılan “ücretli memur” kavramının
kullanıldığı birçok hizmet sektörü çalışanını “üretken
olmayan işçi” kavramıyla tanımlıyor. Yani işçi olarak
tanımlıyor. Bunlar, “üretken olmayan işçiler” oldukları
için işçi sınıfının bir parçasını oluşturmuyorlar demiyor.
Burada Marks, maddi değerler üreten ve üretmeyen işçiler
arasında bir ayırım yapıyor: O’na göre işçilerin bir kısmı
maddi değerler, yani meta ürettikleri, sermaye değerlendirdikleri
için “üretken işçiler” olurlarken, bir kısmı da meta
üretmedikleri için “üretken olmayan işçiler” oluyorlar (Bkz.
Marks, agk. kitabın tamamı).
Demek
oluyor ki hizmet sektörü, kapitalist üretim biçiminin, ücretle
çalışanların daha geniş bir kısmını sömürü ilişkilerine
çekmesinden; sömürü ilişkileri kapsamına almasından başka bir
anlam taşımıyor, konumuz açısından. Bu ilişkiye girenler de,
burjuva demagoglar kusurumuza bakmasınlar, işçi sınıfının bir
seksiyonunu oluşturuyorlar. Yani işçi sınıfı yok olmuyor,
tersine çoğalıyor.
Belirtiğimiz
gibi Marks, Engels, Lenin ve Stalin’in tanımladıkları veya
onların yaşadıkları dönemlerde biçimlenmiş bir işçi sınıfı
bugün esas olarak yok. Böyle bir işçi sınıfı aramak boşunadır.
O işçi sınıfını düşünmek, bir nostaljidir.
Teknolojik
gelişme; bilimsel-teknik devrim kapitalist üretim sürecini adeta
devrimcileştirmiştir. Bu, ister istemez çalışma koşullarını
da etkisine almıştır. Ve başlangıcında belli seksiyonları olan
proletarya, bugün daha çok seksiyonları ve sayısız alt
seksiyonları olan bir yapı olmuştur. Çalışma, yaşam koşulları,
ücret farklılığı, komünist partisinin olmaması veya güçsüz
olmasından dolayı düşünce tarzında yozlaşma günümüzde işçi
sınıfını paramparça yapmış ve öyle ki aynı bütünü
oluşturan her parça, adeta başlı başına bir bütün olmuştur.
Burjuva demagoglar ve küçük burjuva ahmaklar tam da bu olguyu,
işçi sınıfının yok olması düşüncelerini kanıtlamak için
kullanıyorlar.
İşçi
sınıfı, kapitalist üretim koşullarının bu dağıtma,
bireyselleştirme, birliği engelleme sürecinde yeniden kendi
bütünselliğini sağlayacaktır. Sınıfın her bir seksiyonu, her
bir proleter katman yeniden sınıf olmanın ifadesi olan değerlerde,
yaşam ve düşünce tarzında buluşacaktır. Marks, işçi sınıfı
kendi kendine sınıf olmaktan çıkıp, kendisi için sınıf
olduğunda devrimci olur diyor. Sınıfın, kendi kendine olması,
işte bugün bütün dünyada görülen dağınıklığın,
seksiyonlarına parçalanmışlığın doğrudan ifadesidir. Kendisi
için sınıf olmak ise, yeniden yeni ortak değerlerde, aynı yaşam
ve düşüncede birleşmektir.
Lenin,
“Rus Sosyal Demokrasisinde Reformizm” makalesinde şöyle der:
“Proletarya,
sadece, hegemonya .. .düşüncesinin bilincine vardığında ve bunu
yaşama geçirdiğinde devrimcidir. Bu görevin bilincine varan
proleter, köleciliğe karşı ayaklanan bir köledir. Sınıfının
hegemonya düşüncesinin bilincine varmayan veya bu düşünceyi
inkar eden proleter, köle konumunu kavramayan bir köledir; en iyi
durumda o, köle konumunun iyileştirilmesi için -ama
köleciliğin yok edilmesi için değil-
savaşır.” (Lenin, C. 17, s. 219, Alm.)
Bugün
işçi sınıfı bu konumda. Onun bu konumda kalması için,
emperyalist burjuvazinin yanı sıra revizyonistler, her türden
küçük burjuva ahmaklar da çaba harcıyorlar; sosyalizm öldü,
işçi sınıfı yok oluyor vs. vs.
Kapitalizm
var olduğu müddetçe onun sömürmek, kumandası altında
çalıştırmak zorunda olduğu -aksi takdirde kapitalizm olmaktan
çıkar- yığınlar olacaktır. Bu yığınların bilimsel adı işçi
sınıfıdır. Burjuvazi ve onun yandaşları, işçi sınıfının
bugünkü dağınık durumuna bakarak fazla sevinmesinler. Bu sınıf,
tarihsel olarak, iktidar mücadelesinin henüz başlangıç
aşamasındadır ve örgütlü olduğu zaman, Komünist Partisi
tarafından yönlendirildiği zaman ne türden devasa bir güç
olduğunu göstermiştir, gösterecektir de. Onu var eden nesnel
koşullar, hakimdir. Yani kapitalizm, ve kapitalizm var olduğu
müddetçe işçi sınıfı da var olacaktır.
-Önümüzdeki
dönemde konuyla doğrudan ilgisi olan işçi sınıfı-ücretli
memur ilişkisini ve işin/çalışmanın, yaygın deyimiyle “emeğin”
geleceğini iki ayrı makalede ele alacağız.
Sınıf
Pusulası, Sayı 1, Mart-Nisan 1999.