Camp David görüşmelerinin fiyasko ile sonuçlanmasından sonra taraflar (İsrail ve Filistin) pozisyonlarını savunmaya devam ettiler. Amaç, bu fiyaskoyu iç politika açısından “başarı”ya çevirmekti. Görüşmelerden sonuç alınamaması tarafları arayışa itti ve uluslar arası planda kamuoyu oluşturmak için Filistin ve İsrail görüşlerini anlatmak için dünya turuna çıktı.
Amerikan emperyalizminin dayattığı “nihai barış”ın İsrail ve Filistin tarafından kabul edilmemesinin nedeni, her iki tarafın anlaşmaya ve kurumlaşacak sonuçlarına hazır olmamalarında aranmalıdır. Şu veya bu şekilde yüz seneden beri süre gelen sorunun ve bu soruna göre siyasi olarak şekillenmiş toplumların, ön yargının ötesinde, duyarlılığı ve talepleri bir nebze de olsun yerine getirilmeden “barış”ın sağlanması olanaksızdı. 1993’te Oslo’da sadece bir başlangıç yapılmış ve FKÖ-Arafat önderliğinde Filistin halkının antiemperyalist (daha ziyade antiamerikancı ve antisiyonist) direnci kırılmış ve teslim alınmıştı. Bu teslimiyeti Filistin halkına kabul ettirmek için Arafat ve FKÖ, çok çaba harcamışlardı. Filistin açısından zorlukların karakter ve çapını bilen İsrail, bu durumu, Oslo anlaşması kararlarını uygulamayı savsaklamak için kullandı. Oslo'dan sonra yapılan anlaşma ve görüşmeler, ara anlaşma ve görüşme özelliğini taşıyorlardı. Bu ara anlaşma ve görüşmeler, daha önce alınan kararların uygulanması üzerine yeni kararların alındığı görüşmelerdi.
Kararları uygulamayarak veya uygulamayı geciktirerek sorun çıkartan taraf, İsrail olmuştu. Oslo anlaşması, otonomi idaresinden sonra “bağımsız” Filistin devletinin kurulmasını öngörüyordu. Camp David de böyle bir devletin kurulmasının önündeki bütün engellerin aşıldığı bir zirve olacaktı. Amerikan emperyalist burjuvazisi böyle düşünüyordu ve Clinton, tarihe “barış” güvercini olarak da geçmek istiyordu. Ama olmadı ve Camp David, başarının değil, fiyaskonun zirvesi oldu.
Zirvenin fiyasko ile sonuçlanmasından hemen sonra Clinton, Arafat’ı sorumlu tuttu. Arafat, uzlaşmaz tavrıyla zirvenin başarısız sonuçlanmasına neden oldu dedi ve aynı zamanda, görüşmelerin kesintisiz devamı için çaba harcanacağını ve bu amaç için Filistin ve İsrail’e bir görevlinin gönderileceğini de açıkladı.
Camp David öncesinde olduğu gibi sonrasında da Arafat, Eylülde bağımsız Filistin devletinin kurulacağını ilan edeceğini açıkladı ve uluslar arası destek almak için, başta Arap ve AB devletleri olmak üzere, görüşme turlarına başladı. Türkiye, İran ve Rusya da dâhil bir dizi devlet ve hükümet başkanlarıyla görüştü ve bu türden görüşmelerini sürdürmeye devam ediyor. Ne var ki bu görüşmelerde Arafat, umduğunu bulamadı. Hiçbir devlet ve hükümet başkanı, ‘devletin kurulduğunu açıkla, seni destekleriz’ demedi. Arafat’ın, özellikle Arap zirvesi ve bu zirvede Filistin devletinin kurulması ve Kudüs sorununda destek umudu, Arap ülkeleri tarafından kabul görmedi. Öyle ki Mısır devlet başkanı Mubarak, “devlet kurma ilanının ertelenmesini düşünüyorum” açıklamasını yaptı. ABD-AB, ABD-Rusya çelişkilerinden yararlanmak için kapısını çaldığı bir kısım AB devletleri ve Rusya da Arafat’ın önerisini geri çevirdiler. Arafat, her gittiği yerde “tek taraflı devlet ilanı”ndan sakın“ tavsiyesi aldı. Her ne kadar henüz anlaşma olmasa da, Amerikan emperyalizminin ipleri sıkı bir şekilde elinde tuttuğu bir alanda; ilişkiler yumağında Arafat’ın bu girişimiyle söz sahibi olunamayacağını bilen emperyalist ülkeler, başta da AB ve Rusya, onun niyetine mesafeli yaklaştılar.
Arafat, turlarına devam ederken İsrail ve ABD de boş durmadılar. İsrail’in yeni Dışişleri Bakanı Ben-Ami, özellikle AB ülkelerini ziyaret ederek konuya ilişkin anlayışlarını açıkladı. Bugünlerde Ortadoğu’ya gelecek olan Amerikan özel elçisi Ross, yeni bir zirvenin koşulları hakkında nabız yoklaması yapacak. Amerikan Dışişleri Bakanı yardımcısı Walker’a göre “her iki tarafı da memnun eden bir çözüme ulaşmak için önümüzdeki aylar zarfında çetin bir çalışma” yapılacak.
Sözün kısası, Arafat, 13 Eylülde “bağımsız” Filistin devletinin kurulduğunu ilan etme sözünü geri almak, ilanı ertelemek durumuyla karşı karşıya.
Bundan sonra ne olabilir? Dönem dönem intifadadan bahsedilmesi, bir zamanların doğru mücadele biçimlerine dönülebileceğinin dillendirilmesi, Filistin halkının dinamik güçlerini aldatmaktan öte bir anlam taşımıyor. Antiemperyalist, antisiyonist mücadeleden vazgeçen, gerçekten bağımsız Filistin mücadelesini rafa kaldıran ve sorunun çözümünü emperyalizme, somutta da Amerikan emperyalizmine havale eden bir anlayışın devrimci bir özü olamaz. Amerikan barış anlayışı ve hegemonyasını kabul eden ne devrimci olabilir ne de devrimci güçleri harekete geçirebilir. Bu anlamda Arafat ve FKÖ önderliği, devrimci özünü kaybetmiş ve reformizmi, emperyalizmle uzlaşmayı temsil eden simgeler konumundalar. Emperyalizm ve başta da Amerikan emperyalizmi, Arafat’ın tehlikeli olamayacağını, teslim alınmış ve dayatılan koşullar çerçevesinde kalmaya mahkûm edilmiş bir simge olduğunu biliyor. Bu nedenle emperyalist burjuvazi, onun tehdidvari çıkışlarına aldırmıyor. Emperyalizmi korkutan, sorunun sürüncemede kalmasından dolayı Filistin halkının kendi içinde yeni dinamik, devrimci güçler çıkartabileceğidir. Emperyalistleri korkutan bu olasılıktır. Benzeri bir gelişmeyi Kürt sorununda ve başka ulusal kurtuluş hareketlerinde de görüyoruz. Emperyalizm, “barış” adına teslim aldığı ve reformizmin bataklığına gömdüğü güçleri eritiyor, tamamen uşak yapıyor. Latin Amerika’da birçok ulusal kurtuluş örgütü, bölgemizde FKÖ ve PKK, aynı yolun yolcusu olmuşlardır. Mücadele edilen güçlere; devlete ve emperyalizme teslim olduktan sonra, teslim eden, uşaklaşan, yenilgiyi kabul eden anlayışın yeniden devrimcileşeceğini beklemek ciddiyetsizliktir. Otonomi bazında devletsel kurumlaşan, polis olan, memurlaşan Filistinli eski gerillaların yeniden silaha sarılacağını düşünmek ne derece doğruysa, silahlarını teslim eden Honduraslı gerillaların yeniden silaha sarılacaklarını düşünmek de o derece doğrudur. Aynısı Apo ve Arafat için de geçerlidir. “Demokratik Cumhuriyet” anlayışını kültürel haklara indirgeyen ve yeni cumhurbaşkanına övgüler dizen A. Öcalan’ın “antiemperyalist”liğiyle Arafat’ın “antiemperyalist”liği arasında zerre kadar fark yoktur. Her ikisi de halklarına sırt çevirmiş ve sorunu ABD ve AB’ye havale etmiştir. Böylesi “önderler” emperyalizmin hesabına çalışıyorlar ve Kürt ve Filistin halklarının çilesi, bağımsızlık isteği, artık onları ilgilendirmiyor. Filistinliler ve Kürtler, bu durumda olan başka halklar, eski önderlerinin teslimiyetini anladıkça, onlardan umutlarını kesecekler ve artık onların kaderiyle ilgilenmeyecekler. Böyle bir süreç, devrimci mücadelenin yeniden başladığı süreçtir. Bağımsız Filistin ve Kürdistan’ın önündeki engel sadece emperyalizm, Türk devleti ve İsrail değildir. Bu güçlere, yani düşmana teslim olan FKÖ ve PKK önderlikleri, Arafat ve Öcalan da gerçekten bağımsız Filistin ve Kürdistan’ın önündeki engel durumundalar. Bu engellerin aşılması, antiemperyalist, devrimci mücadelenin gelişmesi anlamına gelir. Biz böyle bir mücadelenin bütün dünyayı yangın alanına çevirmesinden yanayız ve bu mücadelenin içindeyiz.