deneme

9 Kasım 2000 Perşembe

“KATILIM ORTAKLIĞI” NE ANLAMA GELİYOR?


 
AB, Aralık 1999’da Helsinki zirvesinde aldığı kararla Türkiye’yi aday üye yaptı. Böylelikle, 36 yıllık bekleme odasında tutulma süreci sona ermiş, AB-Türkiye ilişkilerinde yeni bir dönem başlatılmıştı. Helsinki’de bu kararı alan AB, daha önceki zirve toplantılarında Türkiye’yi dışlayıcı, hakaret edici tavırlar sergilemiş, sürekli, senin yerin bekleme odasıdır demişti. Bir-iki senelik karşılıklı restleşmeden sonra AB, Türkiye’yi yeniden keşfetti. Türkiye’ye sürekli söylenen, Kopenhag kriterlerine uymasıydı. Genel anlamda ifade edersek, insan haklarına, azınlık haklarına saygı duymak, düşünce özgürlüğünü geçerli kılmak; AB kıstaslarına göre demokrasi uygulamak vs. vs. Restleşme sürecinde, Kopenhag kriterleri doğrultusunda hemen hemen hiçbir iyileşme, köklü düzenleme olmamasına rağmen Avrupa Birliği’nin Türkiye’yi aday üye statüsüne çıkartması, kendi ilkelerine sadakat bakımından gerçek anlamda bir tutarsızlıktı. Bu tavrıyla AB, kendisi açısından, Kopenhag kriterleri çerçevesinde savuna geldiği değerlerin değil, jeostratejik çıkarların önemli olduğunu sergilemiş oluyordu.

Türkiye cephesinde, Kopenhag kriterleri doğrultusunda hiçbir adım atılmamasına; adresi devlet olan cinayetlerin, işkencenin, Kürt ulusu üzerinde baskı ve katliamın devam etmesine, düşünce beyanının suç sayılmasına, ilerici, devrimci gazeteci ve yazarların zindanlara tıkılmasına, devrimci basının susturulmaya çalışılmasına rağmen Türkiye, AB tarafından, Kopenhag kriterlerine uyma yeteneğinde bir ülke olarak kabul edildi. Helsinki’den bu yana yaklaşık bir sene geçti, ama Türkiye’de aday üyenin yapması gerekenler yapılmadı. Bunun ötesinde, AB Komisyonu’nun “Katılım Ortaklığı” belgesinde Türkiye’yi doğrudan ilgilendiren sorunların tanımlanması gerçek anlamda bir somutluk yok. “Yol Haritası” denen bu belgede Türkiye’ye özgü olarak belirtilen sorunlar ve bunların formülasyonu, Helsinki zirvesindekinin hemen hemen aynısı. “Katılım Ortaklığı” belgesinde Türk burjuvazisini “rahatsız” edecek hiçbir tanımlama yok. Ege ve Kıbrıs sorunu, Helsinki’de nasıl tanımlandıysa öyle tanımlanıyor. Kürt sorunu, azınlık sorunu diye bir ifadelendirme yok. Onun yerine Türk vatandaşlarının dil, kültür vs. farklılıklarından bahsediliyor.

Sadece son anda Yunanistan’ı tatmin etmek için Kıbrıs sorununun çözümü –Helsinki’de 9a maddesi- bu belgede “kısa vadeli” sorunlar içinde ele alınıyor. Türkiye’den istenen, Kıbrıs sorununun kısa zamanda –2001 yılı sonuna kadar çözümlenmesi için BM’in çabalarına katkıda bulunmak. Türk burjuvazisinin, Kıbrıs sorununun çözümü için BM’in çabasını zaten destekliyorum diyeceği açık. Bu durumda AB, Kıbrıs sorununu bir yılda çözümleyin mesajıyla, Kıbrıs’ın fiili bölünmüşlüğünü pekiştiriyor ve bunun sonu, hukuksal bölünmedir. Türkiye’nin istediği de bu.

Türk hükümeti, AB’yi, “Katılım Ortaklığı” belgesinde bizi rahatsız edecek konu ve kavramlardan kaçının diye sürekli uyardı. Şimdiye kadar AB Türkiye’yi uyarıyordu, şimdi de Türkiye AB’yi uyarıyor. Bunun nedeni oldukça açık. Söz konusu olan, çıkardır. Gerisi hikaye; Türkiye, jeostratejik bakımdan oldukça önemli. Bugün emperyalistler arası çelişkilerin keskinleştiği Balkanlar-Ortadoğu-Kafkasya/Hazar Havzası üçgeninin tam ortasında. Bu konumundan/öneminden dolayı Türkiye’yi kendi kontrolünde tutmak için ABD ve AB arasında kıyasıya bir rekabet sürdürülüyor. Belirtilen bu bölgeler üzerine rekabette Türkiye’nin önemi, Türk burjuvazisi tarafından da biliniyor. Emperyalizme körü körüne uşaklık, yerini bilinçli, taleplerin de dile getirildiği bir uşaklığa/bağımlılığa bıraktı.

Türk burjuvazisi, AB emperyalistlerinin ve Amerikan emperyalizminin jeopolitik açılımını; dünya hegemonyası için rekabetini kendi çıkarları açısından değerlendiriyor. Türk burjuvazisi, jeostratejik konumunun bilincinde olarak hareket ediyor ve AB’ye ‘beni üzme, ben de seni üzerim’ mesajını verebiliyor.

Kısaca, Helsinki’den bugüne Türkiye cephesinde, bazı düzenlemeler hariç, değişen önemli bir şey yok; AB, Türkiye’yi Helsinki’de nasıl kabullenmişse öyle kabulleniyor. AB, üyelik döneminin başlatılacağı bu süreçte Türkiye’yi, olduğu gibi olmasa da, bazı yeni, sistemi değiştiren değil, ama güçlendiren düzenlemelerle kabul etmeye hazır olduğunu ifade ediyor.