Katılım Ortaklığı Belgisi’nin (KOB) açıklanmasından sonra Türkiye-AB ilişkileri yeniden gerildi. Türk hükümeti, KOB’nin açıklanmasından önce sürdürülen pazarlıkların sonuçlarından hareketle oldukça rahat görünüyor ve AB’nin, Türkiye’nin hassasiyetlerini göz önünde tutacağına, Helsinki kararlarının dışına çıkılmayacağına inandığını açıklıyordu. Öyle de oldu. KOB, AB’nin, Türkiye’nin “hassasiyet”lerini dikkate alarak hazırladığı bir belge özelliğini taşıyor. Bu belgede Kürt kavramına yer verilmediği gibi, Helsinki’de Türkiye’nin önüne konan “ev ödevi”nin de ötesine geçilmedi. Ama Helsinki kararlarında da yer alan bir noktanın; Kıbrıs sorununun ele alınış tarihinin öne alınması ortalığı karıştırdı. Üyelik görüşmelerinin başlayabilmesi için veya AB-Türkiye ilişkilerinin belirlenen “yol haritası” doğrultusunda ilerlemesi için Kıbrıs sorununun çözümü, “kısa vadeli önlemler” paketine alındı. Oysa Helsinki zirvesinde Kıbrıs ve bunun ötesinde Ege sorunlarının çözümü, AB üyeliği için önkoşul yapılmamıştı.
Kıbrıs sorununun KOB’nde ifade edilişi oldukça masum; “Politik diyalog çerçevesinde BM Genel Sekreter’inin Kıbrıs sorununa çözüm bulunması sürecini başarılı bir sonuca ulaştırmak için harcadığı çabaları kuvvetle desteklemesi” Türk hükümetinden isteniyor. Bu çabalar, 2001 yılı sonuna kadar semeresini vermeli, yani Kıbrıs sorunu, AB’nin istediği şekilde çözümlenmeli. Türk hükümeti, BM Genel Sekreteri’nin çabalarını zaten destekliyorum, ama buna rağmen sorun 2001 yılı sonuna kadar çözülmezse bunun sorumlusu ben olmam diyebilirdi. Önce böyle demeye hazırlandı, ama sonra, gelişmenin yönünü anlamış olacak ki, bundan vazgeçerek, Kıbrıs üzerine oynanan oyunun açık tanımlanmasına yardımcı olan bir politikaya yöneldi. 24 Kasımda “Devlet Zirvesi”nde bir araya gelen Cumhurbaşkanı Sezer; Başbakan Ecevit; Başbakan Yardımcıları Yılmaz, Bahçeli ve Özkan; Kıbrıs’tan sorumlu Devlet Bakanı Gürel; Dışişleri Bakanı Cem; Genelkurmay Başkanı Kıvrıkoğlu ve KKTC Cumhurbaşkanı Denktaş, Kıbrıs’ın niçin önemli olduğunu ve neden ondan vazgeçilemeyeceğini kamuoyuna açıkladılar. “Devlet Zirvesi”nde, “bu şartlar altında KKTC’nin aracılı görüşmelerden ayrılması doğru bir karardır” sonucuna varıldı. Ecevit’in açıklamaları bunun ne anlama geldiğini yeteri kadar aydınlatıyor:
“Avrupa Birliği Kıbrıs’ı ele almasaydı, er veya geç bir uzlaşmaya varılacaktı. Ama bu konuda kimsenin bize bir şey söylemeye, hele yaptırım uygulamaya hakkı da, gücü de yoktur”
“KKTC Devleti’nin varlığı göz ardı edildikçe bir yere varılamayacağı biliniyor. Fakat çok anlamsız bir şekilde ve her taraf için, yani gerek Batılılar, gerek bizim, gerekse Kıbrıs Türkleri için sakıncalı bir süreç gitgide yerleşiyordu. Bunu bir yerde kırmak gerekiyordu tabii”
“Türkiye’nin güvenliği ile KKTC’nin güvenliği artık birbirinden ayrılmaz halde. Hele Bakü-Ceyhan boru hattı da gerçekleşince, Doğu Akdeniz’in önemi ve tehlikesi büsbütün artacak bizim güvenliğimiz açısından”.
Demek oluyor ki Kıbrıs;
a- Türk devleti açısından bir ulusal politika sorunudur,
b- Türkiye’nin stratejik çıkarı ve
c- Emperyalistler arası rekabet açısından önemlidir.
Kıbrıs’ı Türk burjuvazisi açısından önemli yapan, esasen bu üç nedendir.
Bu nedenlerden dolayı Kıbrıs, Türk hâkim sınıfları açısından hükümet politikası olamaz. O, bir “ulusal” davadır ve devlet politikasıdır. Gelip geçen her hükümet, devletin bildik politikasını uygulamak zorundadır.
Önceleri daha ziyade Türk şovenizminin güçlendirilmesi ve yığınların dikkatinin sosyal sorunlardan uzaklaştırılması için kullanılan Kıbrıs, revizyonist bloğun dağılmasından bu yana giderek stratejik açıdan da önem kazanmıştır. Daha önce, SB-ABD rekabetinde önemli olan Kıbrıs, ‘90’lı yıllardan bu yana ABD-AB arasında stratejik önemi artan bir konuma sahip olmuştur.
Ortadoğu’ya yakınlığı ve Hazar Havzası enerjisinin (petrol ve doğal gaz) dünya pazarlarına taşınması için inşası ciddiyet kazanan Bakü-Ceyhan boru hattı, bu adayı daha da önemli kılmaktadır. Türk burjuvazisi, Kıbrıs sorununa bu açıdan baktığını, ilk defa bu kadar açık dile getiriyor. Şimdiye kadar “ulusal” dava ve iç politik hesaplar ön plandaydı. Ama bugün bu hesapların yanı sıra Bakü-Ceyhan boru hattı, Kıbrıs’ı önemlileştiriyor.
Bu konuda aynı paralelde düşünen Türkiye-ABD karşısında AB yer alıyor. AB, Kıbrıs’ı üye yapınca, bu adaya, dolayısıyla bölgeyi kontrol etme olanağına sahip olacağına inanıyor. Bu hesabından dolayı AB, bazen Yunanistan’ı öne sürerek Kıbrıs sorununun çözümünde söz sahibi olmaya çalışıyor.
Türkiye’nin, Yunanistan’ın ve emperyalist ülkelerin çözüm anlayışında Kıbrıs’ta yaşayan halkların; Türk ve Rum toplumlarının yeri yok. Onları nasıl yaşamak istedikleri sorulmuyor. Sadece her iki taraf, “ulusal” çıkar adına sınıfsal çıkarlarını ve bağımlı ilişki içinde oldukları emperyalist güçlerin çıkarlarını dayatıyorlar.
Kıbrıs’ta Türk ve Rum toplumlarının beraber yaşama olanağı elerinden alınmış. Her iki tarafta hâkim güçler, tek başına adaya sahip olamayacağını biliyor. Bütün hesaplar, fiili bölünmüşlüğün hukuksal olarak da tamamlanmasında karlı çıkmak ve bölünmenin sorumlusu görünmemek üzerine yapılıyor. Bu hesabın arkasında emperyalist güçle, somutta da AÜBD ve AB var.
AB, KOB’de öne sürdüğü Helsinki kararlarını zorlayan tavrıyla Türk hükümetinin nabzını ölçmeye çalışıyor. AB, ortaklık için esas olan hem hemen hiçbir konunun üzerinde durmuyor, ama Kıbrıs konusu üzerinde duruyor. Türk burjuvazisini yokluyor. Bu hassas ve “ulusal” konuda nereye kadar gidebileceğini ölçüyor. Türk burjuvazisinin bu konuda taviz vermesinin, diğer bütün konularda daha kolay taviz vereceği anlamına geldiğini AB de biliyor. AB, arkasına ABD’yi almış Türkiye’nin bu talebi geri çevirmesini, gerekirse ilişkileri dondurabileceğini bilmesi gerekirdi. Şayet bunu bilerek yapıyorsa, bundan çıkartılması gereken sonuç, Türkiye’yi üyelik konusunda oyalamak istediğidir.
Türk hükümeti, Kıbrıs ve KOB konusunda genel tepkisini belli; gerekirse ilişkileri bir daha gözden geçirmek, yani bir nevi, Helsinki öncesindeki gibi etkili restleşme tehdidi. AB’nin buna cevabı, izleyecekleri politika konusunda yeterli ipucu verecektir.