deneme

14 Kasım 2000 Salı

KATILIM ORTAKLIĞI BELGESİ VE TÜRKİYE

Katılım Ortaklığı Belgesi’nin (KOB) içeriği 8 Kasımda açıklandı. Bu tarihten önceki ve sonraki günlerde burjuva basında çıkan haberler ve yorumlar, Türkiye’nin AB’ye katılması olayının ne denli sığ ele alındığını, ağaçtan ormanın görülmediğini, yani sorunların, taleplerin stratejik bakıştan bağımsızlaştırılarak ele alındığını göstermektedir. Bir kısım aydınlar, aydın geçinenler, yurtsever denilebilecekler, bu belgenin Türkiye’yi hegemonya altına almaya hizmet ettiğini, sonuçta Türkiye’nin AB’ye alınmayacağını yazdılar. Bunların hepsi doğrudur. AB-Türkiye ilişkisi, Yunanistan-Türkiye ilişkisi değildir. Bu, emperyalizm-bağımlı/yeni sömürge ülke ilişkisidir. Tek yanlıdır, dengesizdir; emperyalizmin lehinedir. Dolayısıyla AB’nin Türkiye’ye bakışında kendi çıkarları esastır. Çıkarların nasıl ifadelendirileceği ise güçler dengesine, konuma, olanaklara bağlıdır. Bu anlamda AB, revizyonist bloğun yıkılışına kadar jeostrateji olarak tanımlayacağımız bir strateji geliştirmemiştir. Daha doğrusu geliştirememiştir. Amerikan emperyalizmi ve Sovyet sosyal emperyalizmi tarafından ikiye bölünmüş dünyada AB, Amerikan emperyalizmi cephesinde, ABD’nin dünya hegemonyası hedefini ifade eden; revizyonist bloğa karşı jeostrateji içinde yer aldı. 1989/91’de bu bloğun dağılmasından sonra dünya çok rekabet merkezli oldu. Bu merkezlerden birisi de AB'dir. AB belgelerine, iç tartışmalarına bakarsak, ancak ‘90’lı yıllardan itibaren AB’nin genişleme eğiliminde ifadesini bulan bir jeostrateji geliştirdiğini görürüz.
Çekişme Fransa ve Almanya arasındaydı/arasındadır. Fransız emperyalizmi AB’nin güneye doğru, Alman emperyalizmi de doğu ve orta Avrupa’ya doğru gelişmesinden yanaydı. Türkiye ise hesapta hiç yoktu. Türkiye hesapta olmadığı için 1959’dan itibaren imzalanan anlaşmalar, bu anlaşmalardan doğan karşılıklı haklar ve yükümlülükler tek taraflı çalıştı; yükümlülükler Türkiye yerine getirdi, hakları o zamanki adıyla Avrupa Ekonomik Topluluğu kullandı. Talebi göz ardı edilen Türkiye, 36 sene bekleme odasında bekletildi. Nihayetinde AB’nin Luksemburg zirvesinde hakaret boyutuna varan tavırlarla karşılaşıldı. Söylenmek istenen şuydu: tek taraflı olarak Gümrük Birliği’ni imzaladın. Bu bize yeterli. Seni AB’ye almayacağız.
AB’nin bu tavrı Türkiye’ye duyulan özel antipatiden ve Türkiye’nin AB’nin hiçbir ortaklık koşulunu yerine getirmediğinden/getirmeyeceğinden kaynaklanmıyordu. Soruna bu açıdan; ortaklık koşullarını yerine getirip getirmeme açısından bakılırsa İspanya’nın, Portekiz’in ve Yunanistan’ın AB’de ne işi var diye sorulur. Sorun, AB’nin genişleme konseptinde, oluşturmaya başladığı jeostratejisinde Türkiye’nin olmamasıydı. Bu planda Türkiye yoktu. Çünkü Türkiye, ne Avrupa’nın güneyinde, ne de doğusunda ve ortasında yer alıyor. Ama AB, Türkiye’nin önemini kısa zamanda anladı. Amerikan emperyalizminin Balkanlardaki, Ortadoğu ve Kafkasya/Hazar Havzası’ndaki faaliyeti, emperyalistler arası rekabetin bu üç bölgede keskinleşmesi ve Türkiye’nin de bu üç bölgenin ortasında yer alması AB’yi uyandıran temel etkenler oldu. Amerikan emperyalizmi, dünya enerji kaynaklarını ele geçiriyor ve bu enerjiyi dünya pazarlarına taşıyacak güzergâhı tek başına belirliyor ve kontrolü altına alıyordu. Söz konusu bölgelerin özelliği, Türkiye’yi AB gözünde şirinleştirdi! Avrupalı emperyalistler, Türk burjuvazisinde birtakım erdemler keşfetmeye başladılar! Aynı dönemde Türk burjuvazisi de, Türkiye’nin artan jeostratejik önemini bilinçli olarak pazarlamaya yöneldi. Konuya ilişkin daha önceki yazılarımızda bahsettiğimiz restleşmenin nedeni buydu. 1997-1999 arasında Türk burjuvazisi, ABD’yi de arkasına alarak AB ile restleşti, siyasi ilişkiler donma noktasına geldi. Öyle ki zamanın Başbakanı M. Yılmaz, Almanların “yaşam alanı” peşinde olduğunu açıkladı ve sonra buzlar birden bire eridi. Tabii avanak takımı bunu depreme bağladı. 1999’un ikinci yarısından itibaren Türkiye-AB arasında sürdürülen görüşmeler, Aralık 1999’da Türkiye’nin AB aday üyeliğine kabul edilmesiyle sonuçlandı.
Değişen hangi taraftı ve değişimin nedeni neydi? Türkiye mi, yoksa AB mi değişmişti? Türkiye cephesinde hemen hemen hiçbir değişme olmamıştı; demokrasi, insan hakları, düşünce özgürlüğü vs. konularında faşist diktatörlük bildik politikasını uyguluyordu. Sokakta infaz ediyor, işkence yapıyor, zindanları dolu tutuyor, en ufak ekonomik ve demokratik hak için kıpırdanmaya saldırıyor, Kürt ulusunu inkâra ve katletmeye devam ediyordu. Kopenhag kriterlerinin siyasi açılımı bu konuları içeriyor. AB, Türkiye’ye bu noktalarda kendini düzelt diyordu. Ve aynı zamanda Kürt kartına oynuyordu. Öyle ki Almanya ile AB konusunda çelişkilerin keskinleştiği dönemde zamanın Alman Başbakanı Kohl, Türkiye’nin güneydoğu sınırları belirsizdir, yine o zamanın Alman Dışişleri Bakanı Kinkel de, Kürtler de var diyordu. Helsinki’de bunların hepsinin unutulduğunu görüyoruz. Demek ki değişen taraf AB’ydi. AB’yi değiştiren de Türkiye’nin jeostratejik konumu ve AB-ABD arasındaki rekabetti. Bundan dolayıdır ki AB’nin doğu, orta ve güney Avrupa’ya doğru genişleme stratejisinde yer almayan Türkiye, sahip olduğu konumundan dolayı AB’nin Ortadoğu’ya, Kafkasya/Hazar Havzası’na açılım stratejisinde vazgeçilemez önemi haiz bir ülke oldu.
Türkiye-AB ilişkilerine bu stratejik yönelme açısından bakılmaksızın Türkiye-AB ilişkileri değerlendirilemez. Soruna bu açıdan bakmayan için yeni sömürge/bağımlı bir ülke olan Türkiye’nin AB’ye rest çekmesi kavranamaz. Soruna bu açıdan bakmayan, AB’nin Türkiye’ye yönelmesini şu veya bu konudaki çıkara indirger. Örneğin Türkiye’nin pazar alanı olmasını ön plana çıkartır. Soruna bu açıdan yaklaşmayan, Türkiye-AB ilişkilerinin sertleşmesini Türkiye’nin Kopenhag kriterlerine uymamasıyla açıklar. Şüphesiz bunlar da doğrudur. Ama bunlara yön veren ne? AB’nin Türkiye’ye stratejik çıkar açısından yaklaşımı değil mi? Öyle.
İkiyüzlülük yapan, güya önemsediği değerleri ayaklar altına alan AB’dir. Türkiye, kendi açısından ikiyüzlülük yapmamıştır; ne ise o olmaya devam etmiştir!
Türk burjuvazisinin Kopenhag kriterlerine uyma, talep edilen demokratikleşmeyi gerçekleştirme yeteneğine sahip olup olmadığını göreceğiz. Ama AB, 1999’dan önce Türk burjuvazisinin böyle bir yeteneğe sahip olmadığını söylüyordu, 1999’un sonunda ise böyle bir yeteneğe sahip olduğunu savunuyordu.
KOB’da, “yol haritası”nda nelere yer veriliyor?
13 aday üyenin eline tutuşturulan KOB’da talepler iki aşamada ele alınıyor; kısa vadeli ve orta vadeli talepler. Kısa vade ile 2001 yılı sonuna kadar olan dönem ve orta vade ile de 2004’e kadar olan dönem kastediliyor.
2001 yılı sonuna kadar Türkiye’den beklenenler şunlar: -idam cezasının uygulanmamasına devam
-işkenceye karşı önlem alınması
-sivil toplum örgütlerinin kurulması, anayasal ve yasal güvence altına alınması
-kültürel haklara saygı
-ifade özgürlüğünün anayasal ve yasal güvence altına alınması
-Kıbrıs sorununda BM Genel Sekreteri’nin çabalarına yardımcı olunması
Orta vadeli talepler:
-MGK’nın anayasal rolünün yeniden düzenlenmesi ve AB’nin kabul edeceği duruma getirilmesi
-idam cezasının kaldırılması
-siyasi, iktisadi ve kültürel haklar ve siyasi ve sivil haklara ilişkin uluslar arası anlaşmaların imzalanması
-Türkiye’de insan haklarının AB’nin İnsan Hakları Sözleşmesine uyumu için adımlar atılması ve bunun anayasal teminat altına alınması
-etnik, dinsel ve siyasal fark gözetmeksizin bütün bireylerin insan haklarından ve temel haklardan yararlanmalarının teminat altına alınması.
Türkiye’nin eline tutuşturulan KOB’un, “yol haritası”nın içeriği böyle.
Bu talepler Helsinki zirve toplantısında formüle edilmişlerdi. Yani Türkiye’nin yaklaşık bir yıl önce memnuniyetle kabul ettiği talepler. Öze ilişkin yeni hiçbir şey yok. Yeni olan, kısa vadeli talepler arasına Kıbrıs sorununu alınmış olmasıdır.
Türkiye bu talepleri yerine getiremez ve AB de Türkiye’yi üye olarak kabul etmez anlayışı veya Türkiye-AB ilişkilerini bu perspektifle ele almak yanlış olur. Böyle bir değerlendirme, ancak ve ancak Türk burjuvazisini tanımayanlara ait olabilir.
Unutulmaması gereken nokta şu: Faşist diktatörlük, AB üyesi olacağım diye bu taleplere uyarak değişmez. Yanlış anlaşılmasın; Türk burjuvazisi değişmez demiyoruz. Değişebilir, ama AB’ye üye olacağım diye değişmez. Aynı zamanda, hükümetin birtakım yeni düzenlemeler yapacağından, yeni “uyum” yasaları çıkartacağından da şüphe duyulmamalı. Hükümet, bu talepleri yasal olarak yerine getirir. Bunu yapmak zorunda. Zaten 1982 Anayasası, “ama”ları ve “gerekçeler”i çıkartılınca AB’nin kabul edeceği bir anayasaya dönüşmüş olacaktır.
Türk burjuvazisi, kafa yapısı bakımından, siyasi olgunluk bakımından demokratik adımlar atmaya hazır değildir. Ona bu olgunluğu, demokratik adım atma cesaretini AB veremez. Çünkü onun kafasında hâkim olan anlayış şu: Beni Helsinki’de olduğum gibi kabul eden, bundan sonra da eder ve stratejik önemim var olduğu ve AB-ABD rekabeti devam ettiği müddetçe kendimi ağıra satarım.
Türk burjuvazisinin kafasını değiştirmenin yegâne yolu, onu hizaya getirmektir. Bu ise sınıf mücadelesiyle olur. Yığınsal mücadele, sadece üç-beş kuruşluk zam için değil, siyasi haklar, demokrasi ve özgürlük için binlerin, on binlerin, yüz binlerin, milyonların yolları aşındırması ve faşist diktatörlüğün karşısına dikilmesidir. O, bu lisandan anlıyor ve ancak bu koşullarda burjuvazinin burnu sürtülür ve burjuva demokrasisi doğrultusunda adımlar atmak zorunda kalır. Aynen İspanya ve Portekiz’de olduğu gibi.
Türk burjuvazisi bu talepleri yerine getirmez ve AB’ye üye olamaz diyenler yanılıyorlar. AB, Türkiye’yi, KOB koşullarını yerine getirse de üye yapmayabilir. Ama aynı zamanda, KOB koşullarını yerine getirmese de üye yapabilir. Türkiye’nin AB’ye üye olması, diğer 12 aday üyenin üyelik koşullarıyla birbirine karıştırılmamalıdır. Diğer 12 aday üyenin hiçbirisi Türkiye’nin sahip olduğu jeostratejik konuma ve büyüklüğe sahip değil.
Türkiye’nin AB’ye üye yapılmasında veya yapılmamasında temel kıstas, KOB değildir. KOB işin olumlu veya olumsuz anlamda vitrinidir. Temel kıstas;
a- AB emperyalistlerinin jeostratejik açılımı ve
b- AB-ABD arasındaki bölgeye yönelik ve dünya çapında hegemonya mücadelesidir. (Diğer bütün nedenler, olasılıklar bu iki anlayış çerçevesinde değerlendirilmelidir).
Aday üyeliğin temel kıstası bu iki nokta değil miydi? Üyelik için de bu noktalar geçerlidir.
AB, Ortadoğu ve Kafkasya/Hazar Havzası bölgelerinde; dünya enerji kaynaklarının elde edilmesi, kontrol altına alınması mücadelesinde ve bunun ötesinde coğrafyamızı bu bölgelere açılan alanlar için üs olarak kullanmada Türkiye’den vazgeçemez. Bakü-Ceyhan petrol hattı projesinin ciddiyet kazanmaya başladığı bugünlerde AB’nin yapacağı şu: Türk burjuvazisinin üstüne giderek onun devletsel, yasal, anayasal yapılanmasında/kurumlaşmasında çatlaklar açmak, onun bu alanda iradesini kırmak, yani yarın karşısına olası bir güç olarak çıkmasını engelleyen ön adımlar atmak ve onu, kulağından çekerek istediği gibi yönlendirebileceği bir üye durumuna getirmek. AB, Türk burjuvazisine bunu yaptıracağını anlarsa bu yolu deneyecektir. Ama Türk burjuvazisi bildik tavrıyla direnirse, ABD ile ilişkilerini daha da kapsamlaştırırsa –eğilim bu yönde- AB, Türkiye’yi tamamen elden kaçırmamak için hemen üye olarak kabul edebilir. Helsinki’de aday üyelik aynen böyle kabul edilmedi mi? Tabii bu bazıları için bir sürpriz olabilir. Ama işin sürprizlik bir yanı yok. Bunu Helsinki de gördük.
Yakın gelecekte ne olabilir, beklentiler nedir?
Kısa vadeli taleplerde Türk burjuvazisi açısından sıkıntı yaratabileceği düşünülen üç sorun yer alıyor: Kıbrıs, kültürel haklar ve ifade özgürlüğü.
Deniyor ki Türkiye, Kıbrıs sorununun çözümü için BM Genel Sekreteri’nin çabalarını desteklemeli ve bu sorun 2001 yılı sonuna kadar çözülmeli. Türkiye, Kıbrıs sorununun çözümü için BM’in çabalarını desteklediğini sürekli açıklamış ve BM’in görüşme çağrılarına uymuştur. Türk hükümetinin ne diyeceği biliniyor: ‘Biz zaten BM Genel Sekreteri’nin çabalarını destekliyoruz ve bu desteğe rağmen Kıbrıs sorunu 2001 yılı sonuna kadar çözülmezse ben ne yapayım’! Şimdi Rum ve Yunanistan tarafı, işi ağırdan almak ve Türkiye’yi köşeye sıkıştırmak için her yola başvuracaklar. 2001 sonunu iple çekecekler. Rum ve Yunanistan tarafının böyle hareket edeceğini bilen Türk tarafı, bu sorun 2001 yılı sonuna kadar çözülsün diye bildik tavrından vazgeçmeyecektir. Sonuç belli; AB’nin Kıbrıs sorununu, uluslar arası burjuva devletsel ilişkilere aykırı bir şekilde Türkiye’nin önüne talep olarak koyması, Kıbrıs adasının fiili bölünmüşlüğünü daha da pekiştirecektir.
Türk burjuvazisinin, Yunanistan’ın isteği üzerine Kıbrıs sorununun kısa vadeli talepler içine alınmasına tepki duymasının nedeni, AB’nin bu sorunu üyelik konusunda bahane yapabileceği kaygısından dolayıdır. Gerçekten de AB, Türkiye diğer bütün koşulları yerine getirse de, isterse Kıbrıs meselesinden dolayı Türkiye ile üyelik görüşmelerine başlamayabilir. Türk burjuvazisi, AB ile ilişkilerinde yeterli tecrübeye sahip olduğu için, Kıbrıs sorununun acil talepler içinde yer almasını AB’nin elinde bir koz olarak görüyor. Tepkisi bundan dolayıdır.
Faşist diktatörlük “ölü olarak ele geçir”emediğini, “kazaran” katledemediğini idam etmeyecek! Bu doğrudur. Diktatörlüğün esas pratiği, yakalamamaktır, infaz etmektir, “çatışma” ile yok etmektir. Bu anlamda idam cezası, rahatlıkla kaldırılır.
Hükümet, sivil toplum örgütlenmelerini anayasal güvence altına alır, işkenceyi lanetler(!), kültürel haklar verir(!), ifade özgürlüğünü teminat altına alır. Zaten anayasada ve yasalarda bunlar var. Bütün bunlar, yasal düzenleme bakımından Türk burjuvazisi için sorun değil. Bunları yapar ve Hitler’in taktiğini uygular. Hitler, Weimar Cumhuriyeti Anayasası’nı yürürlükten kaldırmadan faşist diktatörlüğü kurmuş ve katliamlarını gerçekleştirmişti. Alman faşizminin, “demokratik” bir anayasası vardı. Naziler bu anayasadan hiç de rahatsız olmadılar. Ülkemizde de faşist diktatörlük de yeni ve demokratik olan yasalar çıkartabilir. Sorun bunda değil, diktatörlüğün bu doğrultuda atacağı adımlara bel bağlayanlardadır. Zaten var olan birtakım hakların uygulanıp uygulanmamasında diktatörlüğün tavrına bel bağlanmaz. Bu mücadele işidir. Mücadele sonucudur ki bazı hakları kullanabiliyoruz. Ama bu hakları kullanmak, yurtseverlerde olduğu gibi, diktatörlüğe güvene dönüşmemelidir. Dünyanın hiçbir yerinde sömürgeleştirilen, baskı altına alınan bir halk, bir ulus, ana dilini kullanma hakkından dolayı özgürleşmemiştir. Bu iş bu kadar kolay değil. Birçok ülkede azınlık konumunda olanlar, ana dillerini kullanıyorlar, ama özgür değiller. Türkiye’de kürtçenin radyo ve Tv. lisanı olarak kullanılması Kürtlerin siyasal durumunu değiştirmeyecektir. Faşist diktatörlüğün yasal tedbirleriyle bir yere varılamayacaktır, ama Türk burjuvazisi, tedbirleriyle istediği yere varacaktır.
Sonuç itibariyle;
Türkiye’nin AB’ye üye olup olmayacağında söz konusu “yol haritası”nda yer alan taleplerin yerine getirilip getirilmemesi değil, Türkiye’nin jeostratejik konumu ve AB-ABD arasındaki rekabet belirleyici olacaktır.