“Kara Çarşamba”dan bu yana iki aydan fazla bir zaman geçti. Bu zaman zarfında hükümet, yönetememe yeteneğini ve emperyalizme bağımlılığını sergilemenin ötesinde fazla bir şey yapamadı. Bugün gelinen noktada mali kriz, ekonomik krize, fazla üretim krizine dönüştü. Şubat ayına kadar mutlak artan/büyüyen sanayi üretimi- Şubat ayı itibariyle yüzde 5,3 oranında geriledi. Sanayi üretimin, bilinen veya açıklanan verilerine göre bir defalık gerilemesinden dolayı ekonominin fazla üretim krizinde olduğunu söylemek doğru değildir. Hükümetin yönetememe krizi, Türkiye tarihinde şimdiye kadar görülmemiş olan en derin mali krizin yönlendirilememesini beraberinde getirdi ve bu kriz, mali sektör ve sorunlarını aşarak reel üretimin seyrini de etkiledi. Mali sektörün gerçek anlamda işlevsizleşmesi, hükümete güvensizlik, paranın değerinin dalgalanmaya bırakılmasının beraberinde getirdiği, “önünü görememe” durumunu, sadece, esnaf protestolarında görüldüğü gibi, geniş yığınları sokağa dökmekle kalmadı, reel sektörün üretim ve ihracat sürecini de olumsuz etkiledi. Paranın pul olması, zaten alım gücü sınırlı ve işsizi bol toplumda tüketimin daha da daralmasına neden oldu. Sonuç itibariyle Türk ekonomisi, sabit sermaye potansiyelini fabrikalarını, makinelerini yenileme temelinde; yani Marks’ın tanımlamasıyla gerçek anlamda bir sabit sarmaya dönüşümünden dolayı devrevi patlak veren fazla üretim krizine girmedi. Ekonomi kendi “normal” devrevi seyri içinde böyle bir krize sürüklenmedi/girmedi. Ama mali krizin şiddetiyle birleşen ve Marks’ın tanımlamasıyla “bütün gerçek krizlerin nihai nedeni olan emekçi yığınların alım gücünün üretimin gerisinde kalması” sonucunda ekonomi, fazla üretim krizi sürecine girdi. Bu tespiti yapıyoruz, ama krizin gelişme seyri konusunda tereddütlerimiz var; Her halükarda bu kriz, 1994’teki gibi veya deprem dönemindeki ara kriz gibi derin olmayacak. Bunun ötesinde bu krizin de bir ara kriz olup olmayacağı bilinmiyor. Uzun sürmeyeceğinin, şiddetli olmayacağının göstergeleri var. Buna ilaveten reel sektörde sabit sermaye yenilenmesinin olup olmayacağı bu krizin ne türden bir kriz; bir ara kriz mi, yoksa gerçek anlamda bir fazla üretim krizi mi olup olmayacağı konusuna açıklık getirecektir.
Tabii siyasi sürtüşme ve çıkarından dolayı burjuvazi açısından krizin karakterinin ne olduğu, görünüşte pek önemli değildir. Bunun avanak küçük burjuvazi açısından da pek önemi yoktur. O, kararına çoktan varmıştır.
Bu konuda burjuvazi ve avanak küçük burjuvazi gibi düşünmememizin temel nedenlerinden birisi de IMF-Derviş koalisyonunun yasa tasarıları ve programının içeriğidir. Bu yasa tasarılarında ve ekonomik programında öncelikle ele alınan, ağırlıkta ele alınan mali sektördür. Sanayi sektörü değildir. Ayrıca TÜSİAD’ın tavrı bunun böyle olduğunu göstermiyor mu?
IMF-Derviş koalisyonunun istikrar programında neler var?
K. Derviş’in 14 Nisan’da açıkladığı 15 kararın hepsi, öncelikle reel sektör ve özellikle de sanayi ile ilgili değil. Bu kararların hepsi devletin “iki yakasını bir araya getirmeyi” hedefliyor. Yani daha önceki iflas eden IMF patentli istikrar programının içerdiğini bu kararlarda da görüyoruz. Derviş, kamu harcamalarının yüzde 9 küçültülmesini; politikacının kamu bankalarından elini çekmesini; kamu bankalarında yeni görev zararlarına yol açılmamasını; özel bankaların sermayelerini güçlendirmesini; kamuda fazla mesai, ikramiye primlerin kısılmasını vs. talep ediyor. Kamu sektörü açısından doğrudan reel sektörü ilgilendiren kararlar da var; örneğin kamuda yeni yatırımların yapılmaması, çiftçinin ürettiği herşeyi devlete satma döneminin sona erdirilmesi; destekleme alım fiyatlarının enflasyonu aşmaması ve çiftçiye doğrudan gelir desteği verilmesi.
Bu ve buraya aktardığımız diğer kararlar, devletin gelir ve giderlerini dengelemeye, bu dengeyi bozan nedenlerin ortadan kaldırılmasına yöneliktir. Tabii, bu kararlara uyulması durumunda, şimdilik belli bir zaman artacak olan enflasyon da düşecek ve giderek devletin iki yakası bir araya gelmiş olacak!
Bu kararları, IMF, Dünya Bankası (DB), ABD dayatmalı yasa tasarılarıyla bağları içinde ele almak gerekiyor: 15 karar, 15 yasa tasarısı! Tabii bununla her karara bir yasa demek istemiyoruz. Ama kararlarla yasa tasarıları arasındaki bağ açıktır. Sosyal içerikli sadece iki yasa tasarısı var; iş güvencesi yasası ve Ekonomik ve Sosyal Konsey yasası. 8 yasa tasarısı, kararlarda belirtilen kamu sorunlarıyla; bir bütün olarak bankacılık, borçlanma ve bütçeyle, yani mali sorunlarla ilgili. Telekom, şeker, tütün ve doğalgaz yasa ve yasa tasarıları da reel üterim, ağırlıkta tarım ve rekabetle ilgili.
K. Derviş, bakan olarak ilk ABD ziyaretinde kimlerle ne konuşmuştu ve gönderdiği mesajlar neyin ifadesiydi? ABD’de K. Derviş, Amerikan tekelci burjuvazisinin temsilcileriyle, IMF ile DB ile Türkiye’nin emperyalizmin çıkarları doğrultusunda yeniden nasıl yapılandırılacağını konuştu. Orada kararlar alındı. 14 Nisan’da açıkladığı 15 karar ve 15 yasa tasarısının her birinin altında IMF’nin, DB’nın, ABD emperyalizminin imzası vardır.
Amerikan emperyalizminin ve uluslararası mali kuruluşların, ekonomik sorunlar dışında Türkiye ile Türkiye’nin siyasi yapısıyla bu denli ilgilenmelerinin ve yasa önerilerini dayatmalarının bir nedeni olmalıdır. Hiçbir emperyalist ülke ve uluslararası mali kuruluş, mevcut siyasi yapılara; hükümete bir bütün olarak burjuva partilere güvenmiyor. Siyasette çürüme, dalkavukluk, yozlaşma, çetecilik, rüşvet; akla gelebilen kapitalizmin bütün “kötülükleri” ile karakterize olan bu unsurlara güvenilmeyeceğini bilen emperyalistler, sık sık, programın gerçekten arkasında mısınız diye sorma gereğini duymuşlardır.
Emperyalizm, Türkiye’nin siyasetçisine ve kurumlarına güvenmiyor, ama Türk burjuvazisine güveniyor. Bu müttefikinin fethedilemez kale gibi ayakta kalarak, kendisine en iyi bir şekilde hizmet etmesini istiyor.
Türkiye’nin üstünde bu denli durmalarının nedeni jeostratejik konumudur. Program açıklandı, yasa tasarıları teker teker yasa oluyor. Ama para muslukları henüz açılmadı, ama destekler çok yönlü; ABD, IMF, DB, AB, G-7’ler, ağız birliği etmişçesine faşist diktatörlüğü destekliyorlar. Bugün sunulan moral-siyasi destek, yarın mali desteğe dönüşecek. Tabii bu çok yönlü destekte Türkiye’yi kendisi için kazanmak isteyen ABD-AB arasındaki rekabetin de rolü küçümsenemez.
Sonuç ne olacak?
-Türkiye, aldığı ve alacağı borçları, öncelikle faizini ödeyecek duruma getirilecek.
-Türkiye, şimdiye kadar yaşamadığı borçlanma kriziyle de karşı karşıya kalacak.
-Yabancı sermayeye açılmamış alanlar, yabancı sermayeye açılacak.
-Devalüasyondan dolayı ucuzlayan yerli şirketler, olasılıkla, yabancılar tarafından satın alınacak.
-Şirketlerin el değiştirmesi ve özelleştirilmeden dolayı binlerce işçi sokağa atılacak.
-Türkiye tarım, çok uluslu tarım tekellerinin rekabetine açılacak (şeker yasasında olduğu gibi).
-Bu kararlar ve yasalar, Türkiye’yi değişimin eşiğine getirecek nitelikte değil. İspanya, Yunanistan ve Portekiz’de olduğu gibi Türkiye’de de değişimin olması için yüz binlerin milyonların ayağa kalkması gerekir. Bu baskı gücü olmaksızın politikacı kılıklı bu soytarı takımı, kaçacak yer aramaz.
-Bu yasalar ve kararlar, şüphesiz ki ekonomide ve politikada emperyalistlerin, yabancı sermayenin önünü görebileceği bir “şeffaflık” getirecektir. Ama geniş halk yığınlarına umudun ötesinde bir şey vermeyecektir. 19-20 Şubatta patlak veren mali kriz sonucu paranın değer kaybıyla yüzde 40 civarında fakirleyken, parasının yüzde 40’ı pul olan milyonların 19-20 Şubat’taki “refah seviyesi”ne -eğer bu seviye refahsa- yeniden ne zaman erişebileceği geleceğin müziğidir.
-Yeni yasa ve kararlarla ekonominin; iç pazarın hemen bütün alanlarının; üretimden ticarete çok uluslu tekellere açılması, keza yabancı sermayenin bastırmasıyla köylü küçük üreticinin idamı anlamına gelen kararların alınması, önümüzdeki dönemde iflasların ve işsizliğin artacağı ve köyden şehre yeni göçlerin olacağına işarettir.